İslam dairesi ...

Allah'ın muhteşem yaratığı ehli vicdan sahipleri; insanlar iki kısımdır... İlki, İslam fıtratına yatkın yaratıldığı üzere İslam olan, islama gelenler; ikincisi, islam'da açılan tahribat yolları ile İslam dairesin'den çıkartılanlar.

Akıl sahipleri. Devletler din adamı maneviyat ehlinin halkı Allah'ın hesabına hazılrlaması ile kurulur; yıkılması'da din adamlarının maneviyatı boşaltıp halkı şeytanın hesabına hazırlaması ile olur. Hacı Bayazıt

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.1

 

İnsanın Takvası

Takva: korunma, sakınma, engel... gibi anlamlara gelir. Takva, kişi ile kötü şey arasında engeldir. İmanlı, sabırlı... insanların en güzel özelliklerinden biridir. Yüce yara- tıcıya karşı sorumluluk duyarak her türlü günahlardan kendini korumanın niyet ve gayreti içinde olmaktır. Allah’ın rızasını kazanmak için, O’nun himayesine girer- ek, emirlerine sımsıkı sarılmak ve yasaklarından sakın maktır. Takva, İnsanın yaratıcısına karşı minnet ve şükran borcunu farkedip kul olduğunu sezme bilincine ermesidir. Takva, Allah’a olan kamil imanın ve ona duyulan gerçek sevgi ve saygının ifadesidir.

İnanan kişi için birinci derecede sakınılması gereken Allah’tır. Allah’tan sakınan kişi ancak O’ndan yardım ister, O’na güvenir ve O’na dayanır. Takva, İnsanı tehlikelerden korumakta ve bütün hayırları içine almaktadır. Takva, inanç ve davranışlarla, eğri ve batıldan sakınmak anlamına gelmektedir. Her şeyin kendine yakışan bir zineti vardır, mü’minin zineti de günahları terk ederek takvaya devam etmektir.90

Takvalı olan kimselere Kur’an “muttakiler” diyerek bahseder. Bu insanların ne gibi özelliklere sahip olduklarını anlatır. Kur’an’ın kendileri için bir hidayet rehberi olduğunu ve akibetlerinin kurtuluş olacağının müjdesini verir.

الم. ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِي

الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا

رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ

وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ أُوْلَـئِكَ

عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

„Elif. Lam. Mim. O kitap, (Kur’an) onda asla şüphe yoktur. O muttakiler için bir bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine vediğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler, ahiret gününe de kesinkes inanırlar. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenlerde ancak onlardır.“ 91

Kur’an’da bazı kimselerden takva sahipleri „Muttakiler“ diyerek bahsetmesi, bu insanlarda bulunan üstün vasfın ve davranış ayrıcalığıyla sergiledikleri meziyetlerin bir neticesindendir. Onların gayba imanı: Allah’ı görmeden O’ nun eserlerine bakarak inanmak ve her an O’nun gözetiminde olduğunun bilinciyle yaşayarak kötülük- lerden sakınmaktır. Muttakilerin Allah yolunda infakı ise, yoklukta ve darlıkta, gece, gündüz, gizli, açık sırf Allah rızası için harcamalarıdır.

Muttakilerin özelliklerinden bir diğeri, Allah’ın kitaplarana inanmalarıdır. Kur’an da bahsedilen takva sahipleri, Allah’ın rasulünü örnek alarak ibadeti ve insanlara hizmeti zevkle, rıza anlayışı ile yapanlardır. Takva, nefsin korkulduğundan korunağa almaktır, günahta ısrarı terketmek, farzları yerine getirmektir. İtaatla gurulanmayı bırakmak, peygambere uymaktır. Takva Allah’ın seni yasakladığı şeyde görmemesidir. Muttakiler günahların büyüğünden küçüğünde kaçınırlar. Şirkten, putlara tapmaktan kaçınan, sırf Allah rızası için ihlasla ibadet eden kişler, topluluklardır.

O kişidir ki, kendisine haram kılınan ve şüpheli şeylerden sakınır, vacip kılınan şeyleri yapar. Mü’min salih amelleri ile Allah’ın gazabından kaçınır. 92

O üstün vasıfta olan insanlar, imanlarında ve ibadet- lerinde, hareketlerinde mükemmellikler sergilerler. Böyle bir gayret içinde olan mü’minler, nefislerini kötü sıfatlardan arındırarak, kazandıkları ilahi ahlak ile kemal olma vasfına erişirler. Böylelikle takva sahibi kul olma seref ve değerine ve devamında da Allah’ın sevgisine ererler. Onlardaki takva ahlaki bozulmalara karşıda bir kalkandır. Bu özellikleri taşıyan üstün şahsiyetler, Allah’ın dostluğuna ve sevgisine nail olan, imanlı ve nefsini kötülüklerden arındırmış kemale ermiş kimse- lerdir. 90.Dr.H.Emin.Sert.K.İnsan Tipleri. S 205.91, Kur’an’ı Kerim.Bakara.1-5-92.İbni-Kesir,Hadiseler İbn’ı Kesir Tef- siri. C.2.S.159.161.suffe@live.nl 22.01.2008

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.2

 

Gevşemeyiniz..!

Kitab'a, Rasul(a.s.)'a sarılalım. Bir anlık gevşemenin Ka'b b. Malik'e nelere mal olduğunu hatırlayalım. Kendi ellerimizle kendimize zulmetmeyelim. Küresel hendek- lerin kazıldığı bu günlerde küresel iblislerin kazdıkları hendeklerin işçisi olmayalım. Vahye kulak verelim ve adayanlardan, adananlardan olalım. Korku ve karamsarlık putunu ellerimizle kıralım.

Rabbani yolda kalabilmek, bu yola girebilmekten daha zor. Öyle ki fıtrat üzerindeki, şeytan ve dostlarının ablukası yolda kalanlarda daha bir derinleşmekte, dava da sebat ve süreklilik zorlaşmaktadır. „Şeytan ve dostlarının beşer fıtratını önden, arkadan, sağdan ve soldan kuşatma altına aldığını Kur'an bize bildirir.“ Her bir cephe başlı başına irdelenmesi gereken bir yazı konusu olmakla beraber İnşAllah bunları başka çalışmalarımıza bırakalım. Ve Adem (a.s.)'ın sınavını bir nebzecik hatırlayalım.

Derken şeytan, O'na vesvese verdi: „Ey Adem“ dedi. „Sana ebedilik ağacını ve ebedilik saltanatını göstereyim mi?“ (Taha   20) Bu vesveseyi veren Şeytan davasından vazgeçmiş değildir. Vesvese ile ebedilik ağacına her dönemde çağırmaktadır. Bizler hangi yasak ağaca çağrıldığımızışünmeliyiz. Bu gevşemişliğin, vurdum- duymazzlığın adeta el etek çekercesine köşeye çekilişler yasak ağaca kurban gidişler mi? Önümüze sunulan yasak meyvelerin kurbanı mı olduk, duyarsızlaştık? Rabbani yolda kalabilmek, rabbanilerden olmakla mümkün ki, o rabbaniler vahyin ortaya koyduğu, Rasul (a.s.)'ın pratize ettiği yola talib olanlardır. Ve onlar bu yolda sebat edenlerdir. Cahili sistemlerin dümen suyunda sele kapılıp gidenlerden olmamak için direnmeli, yönelmeli, savrulmamalı... Savruk, eğreti düşüncelere „La“ demeli. Direnişi, İntifadayı önce nefislerimizde yaşamalı, sapanlarımızdaki taşların yönünü önce nefislerimizde hissetmeliyiz. Kendi intifadasını gerçekleştirememiş bireylerin bölgesel ya da küresel intifadaya katkısı ne olabilir ki?

Allah adına aldatıcılar dün olduğu gibi bugün de boş durmamakta, şeytanın adımlarını, adamlarını takip ettirircesine yol ve yöntemler sunm aktadırlar. 

„Sen onlara yumuşaklık gösteresin de, onlar da sana yumuşaklık göstersin isterler“ şeklindeki Kur'ani ikazda ifade edilen uzlaşı, asimile arayışlarına devam etmektedirler. Çağrıldığımız „Yasak Ağ“ları idrak etmeliyiz. Hayatımızdaki yasak bölgeler neler? „Ben“lerimiz mi yoksa yasak ağaçlar? Statümüz, konumumuz, ilmimiz, liderimiz, istikbal endişelerimiz, eşlerimiz, çocuklarımız, ya da yıllarca sürdürdüğümüz mücadelemizde arpa boyu yol katedemeyiş yeisimiz mi? Hangi yasak bölgelere takılıp kaldık? Yoksa afyonvari bir din bize de mi galebe çaldı? Geleneğe direnen bizler teslim mi olduk? Geç değil asla geç değil. „Gevşemeyiniz!“ diyor. Haydi bu hitap ile silkilinelim ve hayatlarımızı bu yasak bölgelerde heder etmeyelim. Durgunluğumuzu ve duyarsızlığımızı ancak kurbansızlı-ğımızla ifade edelim ve yeniden İbrahim (a.s.) gibi İsmaillerimizi arayalım.

„Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder“ (Talak  2) „Gevşemeyiniz“ hitabı karşısında sığınağımız, Ashabı Kehf gibi mağara bile olsa meşru olsun. Yalnız Rabbimizin gösterdiği limanlara sığınalım. Şeytan ve dostlarının sunduğu düşünce ve yöntem- lerden Alemlerin Rabbi olan Allah'a hicret edelim.

Talut askerlerle beraber (Cihad için) ayrılınca: „Biliniz ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecek, kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna, kim ondan içmezse bendendir“ dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi nehirden içtiler.. (Bakara   249)

Savruk ve asimile düşüncelerle Calut'a asker olmayalım. Hayatımızdaki nehirlerimizi bir bir tesbit edelim. Susamışlığımızı, susuzluğumuzu cahili yol ve yöntemlerde değil vahyin pınarında arayalım. Ve kana kana içelim o pınardan. İmtihan için verilen, bahşedilen bu ömrü dünyevileşme sularında zayi etmeyelim. Uhud Ashabı gibi, oklarımızı ve yaylarımızı bırakıp, gözlerimizi dünya sevgisi bürümesin. Korku ve karamsarlık çökmesin yüreklerimize. Zamanın Tebük'lerini oluşturup, geri kalmayalım. Oklarımızı ve yaylarımızı bıraktığımız yerden yeniden elimize alıp daha bir sıkı sarılalım. Kitab'a, Rasul(a.s.)'a sarılalım. Bir anlık gevşemenin Ka'b b. Malik'e nelere mal olduğunu hatırlayalım. Kendi ellerim- izle kendimize zulmetmeyelim. Küresel hendeklerin kazıldığı bu günlerde küresel iblislerin kazdıkları hendeklerin işçisi olmayalım. Vahye kulak verelim ve adayanlardan, adananlardan olalım. Korku ve karamsarlık putunu ellerimizle kıralım. „(Firavun): Mutlaka ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım (deyince), Onlar; Biz zaten Rabbimize döneceğiz dediler.“ (Araf 124,125)

Küresel iblislerce estirilen korku putu karşısında ye'se düşmemek, vahyin sunduğu örneklikleri gözönüne getirmek, yalnız ve yalnız ona sığınmak. Ölümü bile ayakta karşılayabilecek bir bilinci kuşanmak... Fıtrat bu bilince muhtaç. Bunun susuzluğunu çekmekte. Akan kanlar ve çığlıklar, gözyaşları, gasbedilen mukad- des mekanlar, hunharca liğme liğme edilen bedenleri ekranlarda seyrederken boğazımıza tıkanan lokmalar... Hala öze dönmeyecek miyiz? Yaradılışımızın özüne! Bizi biz yapan değerlere... O tatlı koşuşturmacaları özlemedik mi? Soğuk kış günlerinde, insanların sıcak evlerinden çıkamadıkaları günlerde yoğun kar altındaki yürüyüşlerimizi özlemedik mi? Gece yarısı bir kardeşimizin derdine derman olduğumuz, Kitabı tedricen tertil üzere okuduğumuz o günlere ve gecelere ne oldu? Yoksa, „Ey iman edenler, İman ediniz…“ ayetine mi takıldık? Aşamadık mı? İmanın üstünlüğü gerçeğini mi unuttuk? O halde hatırlatalım ve hatırlayalım... „Gevşemeyiniz, üzülmeyiniz. Eğer gerçekten inanıyorsanız üstün olan sizlersiniz.“ (Al’ı İmran139) İlim ile yoğrulup, amel ile doğrulmak duasıyla... Mükerrem Bulut 16.01.2008

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.

 

Rabbani Yol ve Sünnetullah.

Geçmişte helak edilen bütün kavimlerin, beklemedikleri veya kendilerine bildirilmeyen bir helakla karşılaş- madıklarını belirtmiş- tik. Helak edilen bütün kavimler, toplumları helak eden bu Sünnetullah gerçeği ile uyarılıp ikaz edilmişlerdir.

Şanı yüce Rabbimiz hiçbir ülkeyi, hiçbir halkı gafil bir halde iken helak etmemiştir. Çünkü bu konuda da Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti vardır. Biz hangi ülkeyi helak ettikse, muhakkak o ülke halkını uyaranlar olmuştur. Onlara öğüt verilmiştir. Biz zulmetmiş değiliz. 26 Şuara 208.209

Bunun sebebi, Rabbinin ülkeler halkını gafil haldeler iken onları zulüm ile helak edici olmadığındandır. 6 En'am131 

Ayet’ı kerimelere dikkat edilirse, şanı yüce Rabbimiz gafil olan bir ülkenin helak edilmesini 'zulüm' olarak ifade etmektedir. „Biz zulmetmiş değiliz“ veya „Rabbin zulüm ile helak edici değildir“ buyruğu ile ülkelerin gafil haldelerken helak edilmedikleri, edilmeyecekleri bildirilme ktedir.

Meselenin bu noktasında bir ülkede yaşayan Firavunların ve Firavunları destekleyen mustazafların topyekün helak edilmesi ile ahiret azabını birbirinden ayrı değerlendirmemiz gerekir. Dünyevi helak ile ahiret azabı birbirinden ayrı şeylerdir. Ahiret azabında helak yoktur. Cehennem azabına müstehak olan müşrikler ve kâfirler, cehennem azabının şiddeti karşısında helak olabilmek için Rabbimizin onları helak etmesi için feryat edecekler, fakat bu istekleri kabul edilmeyecektir. Birçok ayet’ıkerimede beyan edildiği gibi dünyevi helak ile ahiret azabı birbirinden ayrı, birbiri- nden farklı şeylerdir.

Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı ve böylece kendilerine hiç ummadıkları yönden azap geliverdi. Allah onlara dünya hayatında zilleti tattırdı. Ahiret azabı elbette daha büyüktür. Bunu bilselerdi. 39 Zümer 25.26

Hiçbir ülkeyi gafil halde iken dünyevi helak ile azaplandırmayacağını beyan eden Rabbimiz, helakini veya kurtuluşunu murad ettiği kavimlere mutlaka ve mutlaka uyarıcılar göndermiştir. Söz konusu ülke halkına emirlerini ve bu emirlere karşı gelirlerse sünneti ile helak olacaklarını bildirmiştir.

Senin Rabbin, ana merkezlerine ayetlerimizi okuyan bir resul göndermedikçe ülkeleri yıkıma uğratıcı değil- dir. Biz ancak halkı zulmetmekte olan ülkeleri helak ederiz. 28 Kasas 58.59 

„Biz bir ülkeyi yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirler- imizi bildiririz“.... Onlar ise onda (emirlerimizde) bozgu-nculuk yaparlar. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helak ederiz.17 İsra 16

Sünnetullah'la ilgili bu gerçek kavrandığı zaman, peygamberlerin, gönderiliş gayesi daha iyi anlaşılacaktır. Peygamberler kavim- lerini İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet etmişler ve bu daveti kabul etmezlerse Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti ile helak olacaklarını bildirmişlerdir. Hepimizin bildiği gibi Resulullah (s.a. v.) son peygamberdir. Ancak Resulullah (s.a.v.) 'in son peygamber olması ve Rabbimizin başka peygamber göndermeyeceği gerçeği, Resulullah (s.a.v.)'in vefatından sonraki insanların, toplumların, ülkelerin peygamber mesajından mahrum kalacakları anlamına gelmez. Çünkü Resulullah (s.a.v.)in tebliğ ettiği Rabbani mesajı yani Kur'an'ı Kerim'i kıyamete kadar muhafaza edeceğini beyan eden Rabbimiz, bu „Peygamber mesajını“, „Kıyamete kadar yaş-ayacak insanlara“, „toplumlara ve ülkelere tebliğ etme görevini“, Resulullah (s.a.v.)'e ümmet olan dünya Müslümanlarına, ve bu „Müslümanların arasında bulunan seçkin alimlere yüklemektedir.“

Peygamberlerin bizatihi olmadığı bu dönemlerde, peygamber mesajını dünya insanlarına bu kutlu Müslümanlar götüreceklerdir. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'in daveti, Resulullah (s.a.v.)'in vefatıyla son bulan bir davet değildir.

Bu Davet, peygamberlere ümmet olma şuurundaki seçkin Müslümanlar tarafından, ‘kıyamete kadar’ gündeme gelecektir. Cahiliyenin yerleştiği bir toplumda tevhidi mücadele ile görevlendirilen Resulullah (s.a.v.) insanları nasıl ki İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet etmiş ve Sünnetullah gerçeği ile uyarıp ikaz etmişse; günümüz Müslümanları da dünya insanlarını İlahi hükümlerle Allah'a ve kulluğa davet edecekler ve Sünnetullah gerçeği ile uyarıp ikaz edeceklerdir... Çünkü dünya insanları, Kur'an'ı Kerim'e inansalar da, inan- masalar da, „akıbetleri bu yüce Kitap'taki hükümlere, ve bu ‘yüce Kitap'taki kanunlara’ göre olacaktır“... Ne yaparlarsa ne ile karşılaşacakları, bu yüce Kitap'ta açıkça bildirilmiştir.Yerçekimi kanununu inkar eden bir İnsan, yerçekimi kanunundan kurtulmayacağı gibi, İlahi kanunları inkâr eden insanlar, toplumlar veya ülkeler de, inkâr ettikleri bu kanunlardan kurtulamay- acaklardır... İsteseler de, İstemeseler de akıbetleri kendilerine bildirilen bu Kitap'a göre olacaktır… 

Biz hiçbir ülkeyi bilinen bir kitabı (yazısı hükmü) olmaksızın helak etmedik.15 Hicr 4

Günümüzdeki dünya müstekbirleri ve bu müstekbirleri destekleyen dünya mustazafları da, „Allah'ın hükümleri ile karşı karşıya getirilecekler“, ve bu „hükümleri yalanladıkları zaman Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti ile helak olacakları“, kendilerine bildirilecektir. Beşeri anlayışlar ve değerlendirmeler ile müstek birlere veya mustazaflara öğüt vermenin fayda sağlamayacağı zannına kapılınsa bile, „bu delilsiz ve mesnetsiz zan“, dünya Müslümanlarını İlahi davetten alıkoymamalıdır… Kur'an'ı Kerim'de, bu şekilde düşünen ve davetten umudsuz olan insanlar açık bir şekilde uyarılmaktadır.

Aralarından bir topluluk; „Allah'ın (dünyada) helak edeceği veya (ahirette) şiddetli azaba uğratacağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?“ dediler. Öğüt verenler; „Rabbinize karşı bir özür için ve umulur ki sakınırlar“ dediler. Kendilerine hatırlatılanı unuttukların- da ise, Biz kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları da yapmakta oldukları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azapla yakalayıverdik. 7 A'raf 164.165

Bu İlahi buyruk ile Rabbani davetin neden ve niçin yapılacağı beyan edilmektedir. Tebliğin faydasız olacağı zannı ile öğüt vermekten içtinap eden kimselere verilen cevap açıktır; „Rabbinize karşı bir özür için ve umulur ki sakınırlar.“ İlk neden özürdür. Bu özrü hem kendi açımızdan, hem de onların açısından değerlendirmeliyiz. Rabbimizin emrettiği İlahi daveti gündeme getirmekle, insanları İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet etmekle ve bu daveti kabul etmezlerse karşılaşabilecekleri akıbeti onlara bildirmekle, bizler üzerimize düşen görevi yerine getirmiş oluyoruz. Bu görevi yerine getirdiğimiz zaman şanı yüce Rabbimize karşı „Ya Rabbi azaba müstahak olan bu insanların durumundan bizler sorumlu değiliz. Çünkü emrettiğin hükümleri, gücümüz nispetince onlara bildirdik.. „ diyerek, mazur olduğumuzu ifade edebiliriz. Bu Rabbani görevi yerine getirdiğimiz zaman bizlerin beyan edeceği bir özrü olurken, daveti reddeden kimselerin de hiçbir özürleri olmayacaktır. İlahi daveti reddeden kimseler „Ya Rabbi bilmiyorduk, bizlere bildirilmemişti.. „ diyerek bir özür ileri süremeyecek-lerdir. Tabi ki İlahi daveti bu insanlara iletmesek, bu sefer bizim Rabbimize karşı beyan edeceğimiz bir özürümüz olmayacak ve kötülük yapanların uğrayacağı azap bizlere de dokunacaktır.

Oysaki Rabbimiz, bildiğimizi bildirmemizi ve bize bildirilen İlahi hükümlerle bu insanlarııkça uyarmamızı emretmektedir. Bu insanlar açıkça uyarılmalı ki, Rabbimize karşı beyan edecekleri bir özürleri, bir mazeretleri olmasın. Ülkeleriyle, saraylarıyla, askerleriyle birlikte helak edildikleri zaman, gafil oldukları ve kendilerine bildirilmeyen bir helakla karşılaşmış olmasınlar. Eğer biz onları daha evvel (uyarmazdan önce) azap ile yıkıma uğratmış olsaydık, şüphesiz diyeceklerdi ki: „Rabbimiz bize bir elçi gönderseydin de şu zillete ve rüsvaylığa uğramadan önce Senin ayetlerine tabi olsaydık..“  20 Taha134

Dünya Müslümanlarının bu İlahi hükümleri idrak etmeleri ve eylemlerine bu idrak ile yön vermeleri gerekir. Rabbani davete muhatap olan dünya insanlarına mutlaka ve mutlaka bu davet götürülecektir. Haktan ve hakikatten habersiz olan insanları, toplumları, devletleri gizli faaliyetlerle helak etmeye çalışmak, Müslümanlara emredilen Rabbani bir davranış değildir. Bu gibi faaliyetleri yürüten kimselerin, Rabbimizden yardım istemeye de hakları yoktur. Çünkü Rabbimizin emrettiği davranış, emrettiği yol bu değildir.

Dünya insanlarıık, apaçık ayetlerle cennete davet edilecekler, bu daveti reddettikleri ve küfürlerinde ısrar ettikleri zaman cehenneme terk edileceklerdir. Hiçbir peygamber, kavmini cennete davet etmeden cehenneme terk etmemiştir. Peygamber varisi alimlerin ve bu alimlere tabi olan Müslümanların da bu sünnete dikkat etmeleri gerekir.

İlahi davetin gündeme getirilişindeki ilk nedenin özür olduğunu belirtmiştik. Aynı ayet’ı kerimede ikinci neden de zikredilmek- tedir; „Umulur ki sakınırlar!“ İlahi davetin gündeme getirilişindeki ikinci neden, onların kurtuluşunu arzu ve umud ettiğimiz içindir. Belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar, belki firavunluktan ve firavunlara kulluktan vazgeçerler, belki hakkı bilip, batıldan içtinap ederler, belki kurtuluş bulurlar, belki.

Sünnetullah'ın Tecellisine Ait Örnekler. Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde toplumların akibeti ile ilgili Sünnetullah meselesi üzerinde önemle durulmakta ve bu Sünnetullah'ın tecellisine ilişkin birçok örnekler zikredilmektedir. Nuh, Ad, Semud, Lut ve firavun kavimleri, bu konuya verilen açık örnekler- dendir. Peygamberleri vasıtasıyla İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet edilen ve Sünnetullah ile uyarılan bu kavimler, İlahi daveti reddettikleri için Sünnetullah'ın gereği olan azapla helak edilmişle-rdir. Bu kavimlerin durumlarına ve akıbetlerine ilişkin verilen örnekler, Kur'an'ı Kerim'in muhtelif yerlerinde zikredilmektedir. Kur'an'ı Kerim'i okumaya ve anlamaya çalışan her kardeşimiz, bu örnekleri açık bir şekilde müşahade edeceklerdir. Bu örneklerden sadece bir tanesi olan Nuh kavmini ve bu kavmin akibetini, bu konuda verilen haberlerden bir kısmını zikrederek verebiliriz; Hiç şüphesiz biz Nuh'u: „Onlara acıklı bir azap gelmezden evvel, kavmini uyarıp korkut“ diye kendi kavmine gönderdik.

Dedi ki: „Ey kavmim, gerçek şu ki, ben size (gön derilmiş) apaçık bir uyarıcı   korkutucuyum. Allah'a kulluk edin, O'ndan korkup sakının ve bana itaat edin. Günahlarınızı mağfiret etsin ve sizi belli bir ecele (ölümünüze) kadar ertelesin. Muhakkak ki, Allah'ın takdir ettiği ecel (iman etmezseniz mukadder olan helak) gelince ertelenmez, eğer bilseydiniz. 71 Nuh1...4

Andolsun biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) „Ben sizin için apaçık bir uyarıc   korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkmaktayım“ (dedi). Bunun üzerine kavminden küfredenlerin elebaşıları (önderleri): „Biz seni kendimiz gibi bir İnsandan başka (birşey) olarak görmüyoruz. Aksine biz sizi yalancılar sanıyoruz“ dedi(ler).11 Hud 25..27

Onlar: „Ey Nuh, bizimle çekişip durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer doğru sözlülerden isen, bizi tehdit edip durduğun (azab)ı haydi getir“ dediler. Dedi ki: „Dilerse onu size ancak Allah getirir ve siz (Allah'ı) aciz bırakabilecek değilsiniz. Eğer Allah sizi helak etmeyi dilemişse, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir ve O'na döndürülece- ksiniz.“ 11 Hud 32... 34

Nuh'a şöyle vahyedildi: „Kavminden (daha önce) iman edenlerden başka hiçbir kimse iman etmeyecek. O halde yaptıkları şeyler- den dolayı kederlenme. Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi yap. Zulme sapanlar konusunda da Bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda boğulacaktır.“ 11 Hud 36.37

Sonunda Rabbine dua etti: „Gerçekten ben yenik düşş duru-mdayım. Artık Sen intikam al.“ Biz de boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık. Böylece (her iki) su takdir edilmiş bir emr üzerinde (hükmümüzü gerçekleştirmek için) birleşti.

Onu (inananlarla birlikte Nuh'u) ise perçinlenmiş levhalardan yapılmış (gemi) üzerinde taşıdık. Kendisine nankörlük edilmiş olan (Nuh)a bir mükâfat olmak üzere (gemi) gözetimimiz altında akıp gitmekteydi. Andolsun biz bunu bir ayet olarak bıraktık. O halde düşünüp ibret alan var mı? Ki uyarılarım ve azabım nasılmış? 54 Kamer 10.16

Sadece bir kısmını zikredebildiğimiz bu haberler, Sünnetullah'ın tecellisine ilişkin bir örnek niteliğindedir. Kur'an'ı Kerim'in muh- telif yerlerinde toplumların helakıyla ilgili genel kanun zikredil- mekte, bu kanunun veya bu sünnetin tecellisine ait örnekler veril- mekte, yaşayan müstekbirlerin ve müstekbirlere destek olan mustazafların bu örneklerden ibret almaları istenmek- tedir. Andolsun biz sizin benzerlerinizi yıkıma uğrattık. O halde (bu örneklerden) ibret alıp düşünen var mı? 54 Kamer 51

Bu uyarılardan ve beyan edilen bu örneklerden sonra helak edilen veya helak edilecek olan kavimlerin, Rabbimize karşı ileri sürecekleri herhangi bir mazeretleri kalmamaktadır. Çünkü Allah (c.c.)'ın hükümleri ile Allah'a kulluğa davet edilmişler, bu adaveti kabul etme-zlerse Sünnetullah'ın gereği olan helak ile uyarılmışlar ayrıca geçmiş kavimlerden örnekler verilerek davetin ve uyarılarının hak olduğu kendilerine bildirilmiştir. Bu durumda kendilerini mazur gösterebilecekleri herhangi bir mazeretleri kalmam- aktadır. Siz, kendi nefislerine zulmetmiş olanların diyarlarına yerleştiniz. Onlara ne yaptığımız size açıklanmıştı ve size (apaçık) örnekler de vermiştik. 14 İbrahim 45 Sayfa; 108 16/01/2008

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.4

 

Nesh

a)Giriş. Müslümanların öncelikli görevi Kur'ani doğruları hayatta pratize edebilmeleridir; ama Kur'an'ın gereğince okunmadığı, buna bağlı olarak da yeterince anlaşılamadığı bir toplumda yaşıyoruz. Bunun sebepleri de çeşitli olmakla ve uzun bir tarih sürecine dayanmakla birlikte, bugün artık Kur'an'a bakışıları olumlu anlamda yavaş yavaş değişmektedir. Bu değişimi hızlandırmak içinse, Müslümanların her şeyden çok Kur’an okumaları ve O'na şekilsel ta'zim göstererek sorumluluktan kurtulamayacaklarını anlamaları gerek- mektedir. Kur'an'ı hayata geçirmek için O'nu iyi tanımakla, iyi tanımak da O'na doğru ve önyargısız yaklaşmakla gerçekleşebilir.

Kafamızdaki bir takım bilgilere Kur'an'dan delil aramak yerine, Kur'an'ı kalkış noktası edinerek bilgilenmek ve böylelikle bir bakışısı kazanmak zorundayız. Çünkü; „Gerçekten bu Kur'an (İnsanı) en doğru yola iletir.“ (17/9); „işte o kitap; kendisinde şüphe olmayan, müttakiler için de kılavuz olan bir kitaptır.“ (2/2)

Bu yaklaşım tarzıyla Kur'an'ı incelemeye başladığımızda ise bize 'mutlak doğru' diye aktarılan pek çok anlayışın Kur'an doğrularıyla örtüşmediğini görürüz, işte bu konulardan biri de Kur'an bünyesinde nesh olup olmaması meselesidir.

Bütün bir İslam tarihi boyunca alimler (yazıda geçen „alim“ kavramını, geleneksel ifadesiyle „araştırmacı, uzman“ anlamında kullanıyoruz) arasında bir ittifak sağlanamasa da tartışılmış bulunan nesh konusunun bugün genç beyinlerin kafasına takılması ve sorgulanmaya başlanması, yukarıda vurgulamak istediğimiz Kur'an'a bakışılarının değiştiğinin bir ispatı olsa gerek. Çünkü nesh, Kur'an'ı hükümlerin hayata geçirilme çabası ile aynı zamanda akide ile ilgili bir meseledir. Ve Kur'an'ın hükümlerini yaşama azmi taşıyan herkesin bu konu ile yüz yüze gelmesi kaçınılmazdır.

Genelde; Kur'an'da bir ayetin hükmünü diğer bir ayetin iptal etmesi şeklinde yaygın kabul gören nesh anlayışının gerek tanımında, gerekse kapsamı hususunda alimlerin ittifak sağlayamamış olmaları ve yine konunun Kur'an'ın ebediyete kadar hükmü geçerli olma özelliği ile çelişiyor olması meselenin önemini ve doğru tahlilini zorunlu kılmaktadır.

Nesh; lügatta bir şeyi iptal etmek ve onun yerine başka bir şeyi ikame etmek, yer değiştirmek, nakletmek, gidermek (izale etmek), yazdırmak manalarına gelir.1 Hac, 22; Casiye, 28 29 ve Nahl,101. ayetlerdeki kullanımları bu şekildedir.

Istılahta ise nesh; şer'i bir hükmün yürürlüğe konmasından sonra, gelen diğer bir şer'i hükümle kaldırılması, iptal edilmesi demektir.2 Hükmü kaldıran ayete nasih, hükmü kaldırılan ayete de mensuh denir. Mensuh ayet ile amel edilemez.

Klasik görüşte nesh genel olarak bu şekilde anlaşılmakla birlikte, bazı alimler, bu kavramı başka anlamlarda kullanmışlardır. Mesela; İbn Mesud'a göre müteşabih ayetler mensuh, muhkem ayetler nasih olarak isimlendirilmiştir. Zerkeşi ise Kur'an'ın Levh’I Mahfuz'dan indirilişini nesh olarak tanımlamıştır.3 İbn Hazm ise beyan ve istisnanın nesh olduğu konusunda ısrar etmiştir. Tercümanü'l  Kur'an diye adlandırılan ve Kur'an'da bilmediğim hiçbir ayet yoktur“ diyen İbn Abbas muhkem ve müteşabihi nesh saydığı gibi bazı rivayetlerde istisnayı bile nesh saymıştır. Hz. Aişe ve Abdullah b. Zübeyr'in nesh anlayışları da bunun gibidir.4 Bunları iktibas etmemizin sebebi, nesh kavramı üzerinde bile tam bir ittifakın olmadığını vurgulamaktır. Ama Kur'an'ın çelişkisizliği açısından akidevi bir boyut taşımakta ve şer'i hükümlerin sürekliliği bakımından hayati öneme haiz bulunmaktadır.

Nesh konusunda Somali'deki hükümetin 1970 'lerdeki uygula- ması ibret vericidir. Somali'deki mevcut tağuti iktidar, geleneksel tefsir usulünün yargılarından kalkarak Kur'an'ın bazı ayetlerinin nesh edildiğini iddia etmiş ve geleneksel ulemanın bu iddiasına dayanak Kur'an'ın bazı muhkem ayetleriyle çelişen kanunlar çıkartmıştır. Bu iddialara karşı çıkan bazı Müslümanlar ise idam edilmiştir. Bu olay karşısında Ezher Üniversitesi'ne bağlı İslami Araştırmalar Akademisi Şubat 1975’te bir toplantı düzenleyip idamları kınamış ve konuyu tartışmıştır.

b)Nesh Konusuyla İlgili Ayetlerin Değerlendirilmesi. Şimdi Kur'an bünyesinde neshin varlığını savunanların delil olarak getirdikleri ayetleri inceleyelim:

1) Biz bir ayeti başka bir ayetin yerine getirdiğimizde ki Allah neyi indirdiğini gayet iyi bilmektedir, 'Sen yalnızca uyduruyorsun,' dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler. (16/101)

Bu ayet hakkında ilk dikkate alınacak husus, ayetin Mekkî oluşudur. Emir ve nehiy bildiren ayetler ise genellikle medenidir. Dolayısıyla bunların yer değiştirmesi söz konusu olamaz. Nesh meselesini Kur'an'a dayandırmak isteyenlerin bu ayeti delil getirmeleri bu yüzden geçerli değildir.

Nitekim bu ayetler, İslam' dan önce gönderilen şeriatların neshinden ve İslam'ın onların yerine gelmesinden bahsetmektedir.

Ayetin indiği sıralarda Yahudi ve Hıristiyanlar kendi dönemlerinin ve büyük oranda tahrif edilmiş bulunan dinlerinin son bulmasını kabullenemedikleri için Hz. Peygamber'e karşı çıkıyorlar ve çeşitli ithamlarda bulunuyorlardı. Yine bütün bunlarla ilgili olarak da Hz. Muhammed (s)'in işte böyle bir ortamda Allah (c) „Biz bir ayeti başka bir ayetin yerine getirdiğimizde...“ buyurarak onların şeriatlerinin yerine artık Hz. Muhammed'in şeriatinin geldiğini ve O'nun geçerli olduğunu bildirmiştir.

„Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da ayet“ kelimesinin kullanılmasıdır. Ayet kelimesi Kur'an'da tekil sigayla kullanıldığında delalet, hüccet, mucize, işaret ve geçmiş risaletler anlamı kastedilir.6 Yukarıdaki ayette de bu kelime geçmiş risaletler anlamında kullanılmıştır. Nitekim İbn Abbas'ın talebesi Mücahid buradaki ayetin şeriat anlamında olduğunu söyler.7 Buradan da ayetteki değiştirmenin önceki risaletlere işaret ettiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Kısacası, söz konusu ayet Kur'an'daki ayetlerin birbirini iptal etmesi anlamında Nesh'e delil olamaz. Konuyla ilgili olarak gündeme getirilen bir başka ayet de şudur:

„Biz daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe bir ayeti neshetmez veya unutturmayız.“ (2/106)

Burada nesh, 'daha iyisini veya benzerini getirme' şartına bağlanıyor.

Daha iyisi veya benzeri getirilince zaten o ayetin iptali söz konusu olmaz, aksine sağlamlaştırılması söz konusu olur. Dolayısıyla buradaki nesh bizim anladığımız şekilde ıstılahi manadaki nesh değildir.

O halde burada neyin neshi anlatılıyor? Ayeti siyak ve sibakıyla ele alır, nüzul ortamını da göz önünde bulundurursak buradaki neshin de daha önceki ayette olduğu gibi geçmiş risaletlerin iptali anlamında olduğunu kolaylıkla anlarız.

Şöyle ki ayet, yine Yahudiler'in durumlarının anlatıldığı bir ortamda geçiyor. Kendi şeriatlerinin geçerliliğinin kaldırılmasına, Peygamberin kendi soylarından gelmemesini bir türlü hazmedemeyen Yahudiler, çeşitli şekilde itham ve itirazlarda bulunuyorlardı. Allah yaptığını bozar mı? indirdiğini iptal eder mi? Öğretilerinin unutulması mümkün mü? şeklinde karşı çıkıyorlardı.

Kıblenin değiştirilmesi olayını da ağızlarına dolamışlar, Muhammed ashabına bir şey emrediyor, yarın ondan vaz geçiyor diyorlardı. Rabbimiz bu ayetle onların şeriatlerinin son bulduğunu, onun yerine gönderdiği Hz. Muhammed'in şeriatine uymaları gerektiğini emir buyurmuştur, İslam'dan önceki şeriatin sembolü olan Kudüs'ün kıbleliğinin neshedilmesi, değiştiril- mesi de bunun bir işaretidir.

Ayrıca bir önceki ayette „Kitap ehlinden olan kafirler ise, Rabbinizden hiç bir hayır indirilmesini arzu etmezler. Allah ise dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük fazl sahibidir.“ Duyuruluyor. er  Razi buradaki 'rahmet' kelimesinden vahiy olduğunu söylüyor ve Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? (Zuhruf, 32) ayetini de buna delil getiriyor.8 Yani Yahudiler kendi soylarından olmayan birine rahmet'in indirilmesini kıskanıyorlar, Allah ise rahmetini dilediğine tahsis edeceğini haber veriyor. Zaten ayetin siyak ve sibakı da bunları tamamlayıcı bir seyir çiziyor.

Kısacası bu ayette de Kur'an bünyesindeki nesh değil, geçmiş şeriatlerin neshi ve unutturulması anlatılmaktadır. Nitekim En'am Suresi'nin 146. ayetinde Yahudilere tırnaklı her hayvanın, sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç iç yağlarının haram kılınmasından bahsedilir. Bu hükümler Hz. Muhammed'in risaletiyle neshedil- miştir ve bu yiyecekler Müslümanlara helal kılınmıştır. Ayetin Medine dönemi başlarında, yani neshe konu olacak ayet-lerin henüz inmediği bir ortamda, inzal edilmesi de bu görüşü kesinleş- tirmektedir.

Kur'an'da klasik anlamda neshin olduğunu ileri sürenlerin delillerinden (!) biri de; „Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ümmü'ı  Kitap onun katındadır. (13/39) ayetidir.

Bu ayete geçmeden, bir önceki ayeti de okumamız yerinde olur:“ „Her ecel (tesbit edilmiş süre) için bir kitap (hüküm, son) vardır.“ Burada yine Allah’u Teala tespit edilmiş bir sürenin sonundan haber veriyor. Yani yine Kur'an'ın vahyedilmesine itiraz eden Ehl’I Kitab'a dönemlerinin son bulduğu ve Allah'ın dilediğini silip, dilediğini bırakacağı haber veriliyor. Ayetin Mekki oluşu da üzerinde durduğumuz neshe delil olamayacağı konusunu belirlemektedir.

c)Nesh Konusunda İcma Delili. Neshi savunanların diğer delilleri de bu konuda icmanın oluşudur. Halbuki neshin tanımı konusunda ve hatta icmanın tanımı konusunda bile icma yoktur. Mesela İbn Hatim'e göre 'indirilmeyen' demek olan nesh; Ibn Abbas'a göre 'müteşabih' anlamındadır, işte asıl önemli olan konu bu şekilde tarih boyunca alimlerin ıstilahi anlamda neshi farklı anlamaları, ona göre varlığını veya yokluğunu dile getirmeleridir. Yani bir alim nesh vardır derken, bizim yukarıda verdiğimiz „bir ayetin bir ayeti iptal etmesi“ anlamını kasdetmemiştir. Dehlevi de nesh konusunun tefsirinde zorlanma nedeni olarak selef ve sonraki alimlerin neshe fıkhi istilahi anlamlar vermesini göstermiştir. İbn Kayyum Selefin çoğu nasih mensuh derken âmmın tahsisi, mutlakın takyidi, zahir bir emrin tefsirini kasdederler. Hatta istisna şart ve sıfatını nesh sayarlar. demiştir.

Nesh konusunda icmanın olmadığı diğer bir husus, mensuh ayetlerin sayısı konusudur. Bazı alimler Kur'an'da ikiyüz ayetin nesh olunduğunu söylerken, Suyuti el îtkan'da bunun yirmi tane olduğunu söylemiş ve mensuh ayetlerin sayısının çoğaltılmasını uygun görmemiştir. Dehlevi ise bu ayetleri beşe kadar indirmiştir.9 isfehani ise bu anlamdaki neshi sistemli olarak reddetmiştir.

-    Şüphesiz ki Allah (c.c) kitabının hangi ayetinin geçerli, hangisinin geçersiz olduğunu kullarının içtihadına bırakmamıştır.  O'nun kitabının tümü, Ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. (11/1 2). O'nun kitabı içinde hiç bir eğrilik (18/1), şüphe (2/2) olmayan ve içine batılın karışmadığı (41/42), eşsiz (41/41) bir kitaptır.

Şurasııktır ki alimlerin ayet üzerinde tartışma- ları, ihtilaf etmeleri, hükmü kalkmış kalkmamış gibi görüş bildirmeleri Kur’an’ı Kerim ayetleri üzerinde herhangi bir değiştirme ve tesir gücüne sahip değildir.

Tüm İslam alimleri bir ayete mensuh deseler, onu Kur'an'dan çıkarma yetkisine sahip olamazlar. Bu hükmün böyle olduğu konusunda itikat ve amelde tüm mezhep imamları ittifak halindedir.10 Elbette Kur'an'da herhangi bir ayetin çıkarılması söz konusu bile olamaz. Ancak bu ayetin hükmü kaldırılmış, fakat gözlere şifa olması için Kur'an'da vardır demenin de hiç bir anlamı yoktur.

Kaldı ki Kur'an'da herhangi bir ayetin hükmünü kaldırma yetkisi Hz. Peygamber'e bile verilmem- iştir. „Rasulullahtan bize ulaşan haberlerde şu ayet şunu neshetmiştir“ şeklinde tek bir Hadis’i Şerif nakledilmemiştir. Bunun aksine Rasulullah, bir ayet hakkında tartışan bir cemaatin yanına gelmiş ve Size ne oluyor? Sizden evvelki milletler böyle davranmakla ve peygamberlerine muhalefet etmekle ve kitabın bir kısmını bir kısmıyla çarpıştırmakla helak oldu. Muhakkak ki Kur'an bir kısmı bir kısmını yalanlar olarak inmedi. Aksine birbirini doğrular olarak indi. Ondan anladığınızla amel edin ve bilmediğinizi bilene havale edin. buyurmuştur.11 Bu konuda Hz. Peygamber, ashabının bir ayet hakkında hasıl olan anlaşma- zlığı diğer bir ayet’ıkerime ile gidermiş olduğunu kasdetmiştir.12

d)Kur'an'da  Nesh İddiasına Örnekler. Bu açıklamalar- dan sonra nesh edildiği söylenen ayetler üzerinde durmak gerekecektir. Tabii bunlar bu yazıya sığmayacak kadar çoktur. Ancak hemen ilk akla gelen ayetleri kısaca özetleyebiliriz, içki ayetleri bunun en açık örneklerin- dendir.

Bildiğimiz gibi içkinin yasaklanması dört safhada olmuştur. Bu konuda ilk inen (16/67) „Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerinden hem sarhoşluk veren içki, hem de güzel rızık elde edersiniz.“ ikinci inen (2/129) „Sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki: 'O ikisinde de büyük günah vardır, insanlara bazı faydaları varsa da günahları faydalarından büyüktür.“ ayetleridir. Üçüncü inen ayet (4/43) „Ey inananlar! Sarhoşken namaza yaklaşmayın. Yaklaşmayın ki, ne dediğinizi bilesiniz.“ Ve son olarak da (5/90 91) „Ey inananlar! içki, kumar, dikili taşlar, şans okları şeytan işi pisliklerdir. Öyle ise bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Gerçekten şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan alı koymak ister. Artık vaz geçtiniz değil mi?“ ayetidir. Burada içkinin yasaklanması konusunda uygulanan tedrici metod, çok açık bir şekilde görülmektedir, ilk ayette Allah Teala içkiyi diğer güzel rızıklardan ayırarak, onun güzel rızık olmadığı noktasına dikkat çekiyor, ikinci inen ayette zararının faydasından daha büyük olduğunu bildirerek inananların içkiden uzaklaşmaları konusunda ikinci adım atılıyor. Daha sonra Allah, kullarının içkili olarak namaza durmalarını, ne dediklerini bilmeleri gerektiğini emrediyor. Allah'a ibadetten men edilme olayının insanların psikolojileri üzerindeki etkisi, içkiye bakışılarının değişmesi yönündeki etkisi elbette büyüktür. Ve bundan sonra Allah Teala bedenen ve ruhen içkiyi terketmeye hazırlanmış kullarına içkiyi yasaklıyor. „Artık bundan vaz geçtiniz değil mi?“ ayetiyle bu kademeli yasaklamanın son bulduğunu anlıyoruz. Elbette ilk ayet indiği sırada da içki Allah katında necis ve haramdı. Ancak kullarının içki gibi bağımlılık yapan bir maddeyi bir çırpıda bırakamayacaklarını bilen merhamet sahibi Allah bu tedricilikle onların içkiyi terk etmelerini sağladı. Çünkü „Allah hiç kimseye güç yetireceğin   den başkasını yüklemez.“ (2/286).

Özet olarak İslam'ın tedrice riayet etmesi, gayesini gerçekleştirmede kullandığı bir yöntemdir, İslam o günün toplumunu, bir sosyal vakıa olarak olduğu gibi kabullenmesi manasında gerçekçi, aynı toplumdan ideal bir ümmet oluşturma amacı güden gayeci bir dindir.13 Bu mükemmelliğini, şirk bataklığındaki Arap toplumunu tüm İnsanlığa örnek teşkil edecek bir toplum yapmadaki başarısıyla ispatlamıştır. Bu metodun başarısı herkes tarafından kabul edilmektedir. Fakat üzerinde durulması gereken nokta nesh taraftarlarının son inen ayet ile ilk ayetlerin yürürlülüğünün tamamen kalkmış olduğunu iddia etmeleridir. Yani aynı metodun bundan sonra uygulana mayacağını savunmalarıdır. Şöyle ki İslam'ın ilk indiği yıllarda insanlara kademeli olarak içki terkettiriliyor, fakat sonraki nesillerde Müslüman olan topluluklardan onu bir çırpıda terketmeleri bekleniyor. Bu adeta İslam'ın tedricilik ve gayeciliğine uymaz. Aynı metod her zaman uygulanabilir ve mutlak başarı sağlanabilmesi için uygulanmalıdır da. Ancak bundan ilk inen ayetler yürürlükteyse ki o ayetlerde içki haram kılınmamıştı o halde içki içilebilir gibi bir sonuç kesinlikle çıkartılamaz. Bu olayı örtmek olur. Kur'an içki içenlere içmeye devam edin dememiş, bilakis içki bağımlısı bir topluluğun bu illetten nasıl kurtulacaklarının yolunu göstermiştir. Sonuç olarak bu metodu oluşturan ayetlerin hükmü ebediyyen kaldırılmamıştır. Aynı şartlar oluştuğunda bu metod devreye girer ve uygulanır. Bu, bütün zamanlar ve nesiller için geçerlidir. Bu konuya örnek verilebilecek diğer bir ayet ise Tevbe Suresi'nin 5. ayetidir. Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayın, muhasara edin ve her gözetleme yerinde onları bekleyin. „Neshi savunanlar, bu ayetle pek çok ayetin neshe dildiğini iddia ederler. Şimdi sen ne ile emrolunuyorsun. Onu apaçık bildir, müşriklere aldırış etme.“ (Hicr, 94); Allah'ın elçisi üzerine tebliğden başka (vazife) yoktur. (Maide, 99); „Kendinden başka hiç bir ilah bulunmayan rabbinden sana vahyedilene uy. Ondan başka ilah yoktur. Ve müşriklerden de yüz çevir.“ (En'am,106;. „Sizin dininiz size, benim dinim banadır.“ (Kafirun, 6) gibi ayetlerin ve buna benzer (tebliğ etme, onlara iyi davranma, Allah yoluna hikmetle çağırma, eziyetlerine sabretme anlamlarında olan) pek çok ayetin Tevbe Suresi'nin 5. ayetiyle neshedildiğini iddia ederler.14 Hatta bu ayette neshedilen ayetlerin sayısını 114'e çıkaranlar dahi vardır. 

Kur'an'ın tebliğ ve mücadele metodundaki tedriciliğin bütüncül olarak iyi kavranamamasndan doğan hatalarla bu sayıyı daha da artıranlar vardır. Ancak bildiğimiz gibi Kur'an 22 yıl boyunca indirildi. Rasulullah vahyin inişinden itibaren bu ayetlerin kendisine çizdiği yol doğrultusunda müşriklerle çeşitli ilişkilerde bulundu, ilk vahiyle birlikte onlara tebliğe başlamış, onların alay ve eziyetlerine sabretmiş ve onlarla savaşmıştı. Müslümanlar artıp kafirlerle savaş başlayınca onlarla savaşmış, anlaşmalar yapmıştı. Devlet olduktan sonra da farklı uygulamalarla ilişkiler sürdürülmüştü. Ayetler de bu olayların seyri boyunca inmiş, onlara nasıl davranmaları gerektiği konusunda yol göstermişti. Son takınılan tavrın, ilk zamankilerin aynısı olmaması, ilk hareketin artık tamamen uygulanamaya- cağı ve iptali anlamına gelmez...

Çünkü Kur'an kıyamete kadar geçerli hükümleri uygulanacak bir kitaptır.

Rasulullah'ın ilk zamanlardaki tavrı, bugün de aynı ortam oluştuğunda takınılması gereken tavırdır. Bu yüzden müşriklerle olan ilişkileri düzenleyen bu metodun bir kısmının iptal edildiğini, amel edilemeyeceğini söylemek gerçekçi ve Kur'ani bir yaklaşım değildir. Çünkü İslam, her hal ve durumda ortama itibar etmiş, gerçekçi bir yaklaşımla hüküm vaazında bulunmuş bir dindir.15

„Ayrıca müşrikleri öldürün“ ayetiyle diğer tebliğ ayetlerinin neshedildiğini iddia edenlere, bugün niçin ellerine geçen müşrikleri öldürmedikleri sorulabilir. Yaşayan hayat bile bunun aksini söylemektedir. Eğer gerçekten önceki ayetler neshedildi ise, bugün tüm Müslümanların ellerinde silah, müşrik öldürmekle meşgul olmaları gerekirdi. Bunu yapmak, örneğin, bizim ortamımızda ve mücadele safhasında nasıl İslami değilse, kafirlerle savaş haline girildiğinde de onları güzel bir öğütle dine davet etmek, onları hoş görmek o derece gayri İslamidir. Mesele zaman ve zemin meselesidir. Tebliğ ortamında olanların durumu, nasıl savaş ile ilgili ayetleri belli bir süre yaşanmaz kılıyorsa; savaş ortamı da tebliğ ile ilgili ayetleri bir süre yaşanmaz kılar. Ancak bu süre belirli ve geçicidir. Ebediyete kadar aynı şekilde sürecek değildir. Savaş ve barış durumlarının ebediyete kadar sürmediği gibi...

Kısacası bu ayetlerin neshedildiğini söylemek, Kur'an'i bir yaklaşım değildir. Neshedildiği söylenen ayetler Kur'an'ın bütünlüğü içerisinde incelendiğinde her birinin geçerliliği ortaya çıkacaktır. Mesela Celaleddin es Suyuti neshedildiği söylenen ayetleri belli bir tetkike tabi tutmuş ve sayılarını 20'ye indirmiştir.16 Daha sonra gelen Hindistanlı alim Şah Veliyyullah Dehlevi, Suyuti'nin mensuh saydığı ayetleri incelemiş ve sayılarını 5'e indirmiştir.17

Kur'an'da hükmü kalktığı iddia edilen ayetler (mensuh) hakkındaki tezi 5 ayete kadar indiren Ehl’ı Sünnet akımı içinde Islahatçı çabalar göstermiş olan Şah Veliyullah Dehlevi'nin iddialarını gözden geçirmemiz, konuyu daha çok aydınlatacaktır.

e:Dehlevi'nin 5 Mensubu. Ömer Rıza Doğrul, Dehlevi'nin bu 5 mensuh ayetini tetkik ederek mensuh olmadığını ispatlamıştır.

Şimdi bu kısmı alıntılamak istiyoruz:

1-Bakara180. ayet: „Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.

Neshi kabul edenler miras ayetinin bu ayeti neshetmiş olduğunu söylerlerse de Kadı Beydavi ile İbn Cerir bu fikirde değildirler. Beydavi der ki: Miras ayeti bu ayete zıt değildir. Belki onu destekler. Çünkü vasiyeti mutlak surette tekide delalet etmektedir... Filhakika miras ayetinin bu ayeti neshetmesi için hiç bir sebep yoktur. Bu ayet’i kerimede miras da hak sahibi olanların hakları anlatılır ve bunların hepsinin yapılan vasiyeti yerine getirilmesinden ve bırakılan borcun edasından sonra yapılacağını bildirir. Böylece Bakara Suresi'ndeki 180. ayetinde bahis mevzuu olan vasiyetin yapılmakta olduğunu açıklar.“

(Maalesef ki Kur'an'ın hadisle de nesh olunacağını iddia eden bazı muhaddisler, bu ayetin Hanbel'in Müsnedi'nde geçen Varisçiye (mirasçı) vasiyet yoktur.18 hadisiyle neshedildiğini iddia edebilme gafletinde bulunmuşlardır.19)

2-Bakara 240. ayet: „içinizden ölüp de (geride) eşler bırakacak olanlar (evlerinden) çıkarılmaksızın senesine kadar yararlanmaları için bir vasiyet bırakırlar. Bu ayetin mensuh olduğu iddia edilmekte fakat, Sahih’iBuhari'de Mücahid gibi yetkili bir şahsiyet bu ayetin mensuh olmadığını bildirmektedir. Mücahid diyor ki: Cenah’ı Hak kadına, tam sene veriyor. Bunun yedi ay yirmi günü vasiyet ile ihtiyarıdır. Kadın isterse kocasının evinden ayrılır ve yeniden evlenir. Çünkü Kur’an’ı Kerim Kendi isteği ile çıkarsa size bir vebal yoktur.“ diyor. O halde 243. ayet nakzetmiyor. Sonra bu ayetin 243. ayetten sonra nazil olduğunu gösteren deliller vardır. Bu yüzden onun tarafından neshedilmiş olmasına imkan yoktur.

3-Enfal 65. ayet: „Eğer sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlup ederler. Ve eğer içinizden yüz (sabreden kişi) bulunursa kafirlerden binini yener.“

Bu ayetten sonra gelen „Şimdi Allah yükünüzü hafifletti ve siz de zaaf bulunduğunu bildi, onun için sizden yüz kişi sabırlı olursa iki yüze galip gelirler.“ ayeti ilkini nesh etmiştir, deniliyor. Halbuki ikinci ayette (şimdi) kelimesiyle başlayarak halden, yani Müslümanların zayıf oldukları, silahları bulunmadığı ve harbe alışık olmadıkları, genç ihtiyar hep bir arada yola çıkmağa mecbur kaldıkları sıradan bahsediyor. Daha evvelki bir ayet ise İslam ordularının tam teçhizatlandığı ve teşkilatlandığı sıralara aittir.

4-Ahzab 52. ayet: „(Ya Muhammed), bundan sonra kadınlar ve bunları başka eşlerle değiştirmek güzellikleri senin hoşuna gitse bile sana helal olmaz.“

Bu ayetin de neshine delil (!) gösterilen „Ey Peygamber! Gerçekten biz sana ücretlerini verdiğin zevcelerini... sana helal kaldık.“ ayeti; ele aldığımız ayetten daha önce inmiştir. Dolayısıyla daha önce inmiş bir ayetin daha sonra gelen bir ayeti nesh etmesi bahis mevzuu olamaz. Vaziyetin şu merkezde olduğu anlaşılıyor. Nisa 3. ayeti nazil olarak zevcelerin sayısını 4'le tahdit etmiş, Ahzab Suresi'nin 50. ayeti de bunu teyid etmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber'e de Ahzab 52. ayetle başka bir kadın almaması bildirilmiştir. Görülüyor ki burada da nesh söz konusu değildir.

5-Mücadele12: „Ey iman edenler! Peygamber ile danışacağınız, gizli konuşacağınız zaman, konuşmadan önce bir sadaka verin, bu sizin için daha iyi ve daha temizdir. Bulamazsanız şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyicidir.“ Diğer ayet; „Gizli konuşmadan önce bir sadaka vermekten mi telaş ettiniz? Çünkü yapmadınız. Allah sizin tövbelerinizi kabul etti.“ Bu ikinci ayetin birincisini neshetmesine katiyyen lüzum yoktur. Çünkü ikincisi sadaka vermenin zaruri değil, ihtiyari olduğunu; farz olan sadakanın zekat olduğunu anlatıyor..20

f)İki Yaklaşım: Hamidullah ve Ateş. Muhammed Hamidullah bu meseleyi tahkik ederken konuya bir soru ile giriyor: Hz. Peygamberin devri saadetlerinde Kur'an’ı Kerim'in herhangi bir parçası nesh veya tebdil edilmiş midir? Kur’an’ı Kerim bundan iki defa bahsediyor. II. surenin106. ayeti ve XVI. surenin101. ayeti. Bu neyi ifade eder? Hz. Peygamber bir ayet yerine başka bir ayet mi koymuştur? Ve devam ediyor: Bu meselenin büyük mütehassısı el   Cessas bunu kabul etmiyor ve diyor ki; bahis mevzuu olan, eskiden vahyedilmiş kanunların eski peygamberlerin kitaplarının yerini Kur'an'ın almasıdır, bizzat Kur'an'dan bir şeyin yeri alınmamıştır. Diğer alimler ise; Hz. Muhammed'in hayatı boyunca nesh imkanını kabul ediyorlar ve delil olarak vazıh olmayan bir iki hadise zikrediyorlar. En meşhuru şudur: Hz. Ömer naklediyor: İlahi kanunda zina edenlerin recm edilmesine dair emri okuyorduk; Hz. Peygamber'e bunun Kur'an'a dahil edilmesinin icap edip etmediğini sordular, fakat o istemedi. (ibn Kesir, III, 261). Bazıları buradaki „ilahi kanun“ tabirini Ve başka birinin karısı ile zina eden adam, hem o, hem kadın mutlaka öldürülecektir. (Kitap. Allah) Kitab’ı Mukaddes (Levililer, XIX,1014) olarak izah etmektedirler. Tevrat'taki bu kanunu Hz. Muhammed'in tatbik etmiş olduğuna inanmakta hiç bir mahzur yoktur. Zira Kur'an’ı Kerim (VI, 90) ayetinde eskiden bildirilmiş ilahi kanunların, onlar Kur'an tarafından nesh edilmedikçe yürürlükte olduğunu kabul etmiştir. Bununla beraber bu kanunlar Kur'an'a dahil edilmez. Kur'an’ı Kerim'in ayetlerinden nesh edilenler olmuş mudur? Şayet evet ise, bunlar şimdi Kur’an’ı Kerim 'in dışında mıdır? Yoksa her zaman içinde mi kalmıştır? Fazla dikkatli olmayan yazarlardan gelen bazı rivayetlerde bazı mensuh ayetlerin çıkarılmış ve şimdi unutulmuş olduğu bildiriliyor. Burada ravilerin yanlış anladıklarınışünüyoruz, behemehal, rivayetler şüphelidir, zira verilen misallerdeki parçaların üslubu zayıf ve Kur'an'ınkine müsavi değildir. Bunların, Kur'an'ın bazı parçalarının Hz. Peygamber tarafından yapılan tefsirler olması ve Hz. Peygamberin konuşmasının başında bulunmayanların, bunları Kur'an zannetmeleri muhtemeldir. Her zaman Kur'an’ı Kerim'de bulunan ve muhtevasının neshedildiği bildirilen ayetlere gelince, bunların çoğunun durumu nesh kelimesine verilen manaya bağlıdır. Bazen Kur'an „yeni emre kadar bunu yapınız.“ der. Bunun arkasından yeni emir gelir: Şayet bu durum nesh olarak kabul edilirse, Kur'an'da böyle bir kaç misal vardır; fakat bu neshten ziyade tamamlamadır. Ben Kur'an’ı Kerim'de bir defa a'yı yapınız ve diğer bir defa Ayı yapmayınız şeklinde mutlaka bir neshe misal teşkil eden halleri katiyyen bilmiyorum.“21

Günümüz müfessirlerinden Süleyman Ateş ise neshin Hz. Peygamber'e indirilen fakat Kur'an'a geçirilmeden unutturulan ayetler üzerinde olduğunu iddia etmektedir. Bu yaklaşım izzet Derveze'nin de benimsediği görüştür. Kur'an'ın bünyesinde mensuh ayetin olmadığını vurgulamakta, fakat Kur'an'a geçirilmeden neshedilmiş az sayıda ayetin varlığına işaret etmektedir.22 Ateş, yoruma kaynak olarak A'lâ Suresi 6. ve 7. ayetleri göstermiştir:

„Seni okutacağız da hiç unutmayacaksın. Allah'ın dilediği müstesna. Çünkü O, açığı da, gizleneni de bilir.“

Seyyid Kutub bu ayetlerin tefsirinde şöyle diyor: Seni okutacağız da hiç unutmayacaksın. Bu, Kur'an'ı korumak hususundaki meşakkati kaldırarak ve Hz. Peygamberin omuzundan büyük bir yükü alarak başlıyor, istisna ise, ilahi iradenin erginliğini belirtmekte ve Peygambere gelen ayetlerin unutturulmayacağım bildiren sadık vaadden varit olmaktadır. Ta ki mesele ilahi iradenin geniş çerçeveleri dahilinde kalsın. Ve daima vaad olunanlar içerisinde Allah'ın sınırsız iradesi gözetilsin. Ve böylece ilahi iradeye bağlanan kalpler devamlı bir uyanıklık içerisinde kalsın. „Çünkü O, açığı da gizleneni de bilir.“ Bu ifade de bölümde geçen korunma ve istisnası ile ilgili hükmün sebebi mahiyetindedir.23 Mevdudi de buradaki istisnanın Şayet dilersem bu Kur'an'ı hafızandan silerim. şeklinde Allah'ın Rasulullah'a verdiği bir tenbih ve tavsiye olduğunu söylüyor.24

Sonuç olarak ilahi iradenin genişliğini vurgulayan Allah'ın, bir takım ayetleri indirip sonra Hz. Peygamber'e unutturduğu sonucuna gitmek vakıasız bir iddia olur. Kaldı ki bu ayetlerin az sayıda olduğu Kur'an'a geçirilmediği şeklinde kesin yargılara varmak da Kur'an'ın yakin ve kesinlik ifade eden vakıası karşısında delilsiz iddialardır, vehimdir.

g) Sonuç. Konuyu toparlayacak olursak; nesh kavramı Kur'an'da vardır ve geçmiş şeriatlerin iptali, yenisiyle değiştirilmesi anlamında kullanılmıştır. Kur'an'ın kendi bünyesi içinde bir ayetin diğerini iptal etmesi ve o ayetin hükmünü ebediyyen yürürlükten kaldırılması söz konusu değildir.

Musa Carullah, konuyu veciz şekilde özetlemiştir: Şeriatlarda neshin zorunluluğu, fakat Kur'an’ı Kerim'de onun yokluğu. 25 Her ayet kendi ortamı tahakkuk ettiğinde yaşanır. Kur'an'ın her çağda yaşanır olabilmesi de zaten bunun sonucudur. Kaldı ki Kur'an'da birbirini iptal etmeyi gerektirecek çelişkili ayet yoktur. „Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde bir çok ayrılıklar (çelişkiler) bulacaklardı.“ (4/82) 

Kur'an'ın bir konuyla ilgili farklı bakışısı kazandıran ayetlerin olması onun yaşanan ortamı gözetmesinin ve tedriciliğinin doğal bir sonucudur. Bu ayetlerin çelişmesi ve birbirini iptali anlamına asla gelmez. Bu ayetlerin tedriciliği yanında birbirini tahsis, takyid, tefsir etmesinden söz edilebilir.

Allah, ayetlerini hükmedilsin diye indirmiştir.

O'nun ayetlerinin hükmünün kaldırıldığını iddia edebilmek için katiyyet ve yakin ifade eden muhkem bir nass gerekir. Yoksa insanların zanna dayanan içtihadlarıyla veya içinde zan barındıran haberlerle, hükmü ve vakıası kesin olan herhangi bir Kur'an ayeti iptal edilmez. Kur'an'da ıstılahı manadaki neshe delil olabilecek bir ayetin olmadığı gibi bu konuda bizlere Rasulullah'tan bir haber de ulaşmamıştır. Bizatihi Kur'an'daki ayetlere yönelik bir neshin olmadığı hakkında bir hadis rivayetine de yukarıda yer verdik. Bu Kur'an'a ve akla uygun bir hadistir. Alimler de tarih boyunca nesh kavramı ve mensuh ayet sayısı konusunda ittifak edememişlerdir. 

Nesh bize göre akideyi ilgilendiren bir mevzudur, ihtilaf kabul etmez. Ve „Din artık kemale erdirilmiştir.“ (5/3). Eksilme ve artma söz konusu değildir. „Bize sadece, görüş ve düşüncelerimizin sağlamasını Kur’an'la yapmak, O'na sımsıkı sarılmak, Rasulullah'ın örnekliğin de O'nu hayatın her anında yaşanır kılmak düşmektedir.“ Fatma Candan Günaydın

Notlar: 1: İbn Munzır, Lisanu'l Arab, cilt 3, Kum1363. /2:Ragıp el lsfehani, el Müfredat, s. 509, Mısır1324. /3:M. Said Şimşek, Kur'an'ın Anlaşılmasında iki Mesele, s. 94, İstanbul 1991./4: Mehmet Yolcu, Kur'an'da Nesh, s.120, Selçuk Univ. llahiya Fak. Bitirme Tezi,1983. /5:Ezher Dergisi, 48/3, s. 265  268, Mısır 1975. /6:Şimşek, a. g. e; s.103. /7:Yolcu, a. g. e; s.122. /8:Fahreddin Razi, Tefsirdi  Kebir, c. III, s. 295, istanbul 1988. /9:ismail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s.127, Ankara 1989. /10:Yolcu, a. g. e; s.119. /11:Ahmed Ibn Hanbel, Müsned,11/181, Mısır1313. /12:Ö. Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, s. LXXXVII, İstanbul  1980. /13: Mehmed Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, s.149, İstanbul  1991. /14:Ahmed Gürkan, Kur'an'ın Nasih ve Mensuh Ayetleri, Ankara  1980. /15:Erdoğan, a. g. e; s.153. /16:Celaleddin es Suyuti, el ltkan fi Ulumi'l Kur'an. s. 60 62, İstanbul  1987. /17:Şah Veliyullah Dehlevi, el Fevzu'l Kebir Fi Usulit Tefsir, s. 35, İstanbul 1980. /18 Ahmed ibn Hanbel, Müsned, IV/186, 238, Mısır1313. /19:İbn Kuteybe, (Te'villû Muhtelifi'i Hadis) Hadis Müdafaası, s. 256, İstanbul 1979. /20:Ö. Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, s. LXXXVII, İstanbul  1980 /21:Muhammed Hamidullah, Nasih Mensuh Meselesi, Hilal Dergisi, s. 40, İstanbul  1963. /22:Süleyman Ateş, Kalem Dergisi, Cilt 2, Ankara  1989. /23: Seyyid Kutub, Fizilalil Kur'an, c.16, s.164, İstanbul  1973. /24: Mevdudi, Tefhimu'l Kur'an, c. 7, s. 92, İstanbul 1986. /25:Musa Carullah, Uzun Günlerde Oruç, s.129, İstanbul 197519/ 11/2007

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.5

 

Sevgi hoşgörü kadar bu’z kin de mukaddestir

Sevgi ve nefret, hoşgörü ve kin, hubb ve bu’z, bir bünyede aynı konuda aynı anda cemolmayan derunî iki zıt haldir. Biraz daha açarsak; din ve iman konusunda hubb (iki be ile) ve bu’z aynı anda aynı gönülde bulunmaz, bulunamaz. İmanın söz konusu olduğu yerde ne derece hubb/sevgi mukaddesse, inkarın, küfrün söz konusu olduğu yerde de bu’z/kin de aynı ölçüde, hatta daha da fazla mukaddestir, kutsaldır. Birbiriyle çelişik gibi görünse de her iki hal de mümin olmanın bir gereğidir. Yani, imanın vazgeçilmezi olan hubb/sevgi kadar, yine aynı imanın bir başka vazgeçilmezi bu’z/kindir. Bu, birbirinden tamamen farklı iki halin bağlandığı ölçü ise tektir; „Lillah/Allah için“ olmak. Yani, sevgide esas olan „lillah“ (Allah için) ölçüsü, kaydı, önşartı, bu’z/kin için de aynen olmalıdır, bulunmalıdır ki, hak olsun, karşılığında sevap olsun. Bünyesinde „lillah/Allah için“ kaydı bulunmayan ne sevgi ve de kin ‘rızâ-yı ilahi’ye uygun değildir.

 Ebu Zer-i Gifarî hazretleri (ra), Resulullah’ın (as) söyle buyurduğu haber vermiştir: „Amellerin en üstünü, Allah için sevmek, Allah için kin tutmaktır.“ Her Müslüman için değişmez kural olan bir Muhammedî ölçüyü ortaya koyan bu hadis-i şerifi muhtelif sahabiler rivayet etmişlerdir. Hazret’i Ebu Zer’in (ra) rivayeti daha geniş malumat vermektedir. Şöyle buyurur Ebu Zer hazretleri; Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi ve „Allah katında hangi amel daha sevimlidir, bilir misiniz?“ buyurdu. „Namaz“dir, „zekat“tir, „cihad“dir diyenler oldu. Resulullah (s.a.) ise; „Allah katında en sevimli amel, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, kin tutmaktır“ buyurdu.“

 Abdullah ibni Abbas’tan (ra) gelen rivayette ise, Hz. Peygamber (as) meseleyi daha netleştirir; „İmanın en güçlü belirtisi /tezahuru, Allah için dostluk, Allah için sevmek, Allah için kin tutmaktır.“ Mümini diğerlerinden ayırt eden en önemli ölçü işte budur. Dostluğu ve düşmanlığı „Allah için“ kaydıyla yapmak.

 Sevdiğini Allah için sevmeyen, sevmediğine de yine aynı niyetle kin tutmayanın hareket noktası iman değildir. „Herkesin memnun olduğu İnsan münafıktır“ prensibinden yola çıkarsak şuraya varırız. Her müminin mutlaka Allah için edindiği dostları olacağı gibi, yine yanı sebepten düşmanları da olacaktır. Bir yerde bu niyetten dolayı dostluk varsa, o dostluk ölçülerine uymayanlar peşinen düşman olacaklar demektir. Değişmez ölçüyü bir daha tekrar edersek, bu duruşta mutlaka „Allah için“ kaydı gerekir. Münkere ilk tepki el ile olmalıdır. Bu mümkün olmazsa dil ile müdahale gerekir. İlk ikisi mümkün değilse üçüncü yol ise kalben tepkidir, bu’zdur, kin tutmaktır. Ama bu üçüncü şık en cılız imanın tercih edeceği yoldur. Muhammedî ölçü budur.

 “Sizden biri bir münkeri görürse onu eliyle maruf hale getirsin…“ şeklinde başlayan hadis-i şerif meşhurdur. Münker marufun zıddıdır. Maruf; hak ve hakikattır. Maruf; Allah’ın yapın dediği şeylerdir. Maruf; yapılması Allah’ın hoşnut ve rızasını kazandıran herşeydir. Münker de bunların dışında kalanlardır. Allah’ı sevdiğini iddia edenin, aynı anda Allah’ı sevenleri de sevmesi gerekir. Gerekir ki, sevgisinde samimi olduğu anlaşılsın. Aynı şekle, Allah’ı sevdiğini iddia edenin Allah’a düşmanlık yapanlara düşmanlık yapması gerekir ki, Allah sevgisinde samimi olabilsin. Özellikle son yıllarda organize bazı çalışmaların Müslüman’ı bu imanî ölçüden uzaklaştırdığını üzülerek müşahede ediyoruz. Allah’a ve O’nun Nebi’sine düşmanlığı prensip haline getirenlere Müslümanların sevgisini sağlamaya çalışanların hiçbir haklı mazeretleri olamaz.

Yukarıda geçen hadis-i şerifleri en iyi anlayan ve hayatına en samimi uygulayanların başında gelenlerden büyük veli Hz. Mevlana’yı; „mümin-kafir fark etmez, o herkese hoşgörüyle yaklaşmıştır“ şeklinde tarife kalkışmak ona yapılacak en büyük bühtandır, iftiradır. Ne Hz. Mevlana, ne de bir başkası, bu Muhammedî ölçünün dışına çıkması asla mümkün değildir. Çıktığı an bu değişmez ölçünün sahibiyle çelişkiye düşer ki, Hz. Muham- med’le (as) çelişenden veli/Allah dostu şöyle dursun sıradan bir mümin bile olmaz. Kur’an’da bu konuda değişik haberler ve ölçüler var. İşte onlardan biri. Müslim Karabacak 31.01.2008

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.6

 

Sadıklarla beraber olma mesuliyeti

Biz Müslümanlar için dinen Allahû Teâla’ya verdiğimiz ahde sadakat gösterip sadıklarla beraber olma, sadıklardan yana tavır koyma mesuliyetimiz vardır.

Rabbimiz buyuruyor: „Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve sadık olanlarla/doğrularla beraber olunuz.“ (Tevbe Sûresi/19) Kur’an’ı Kerîm çerçevesinde genel bir değerlendirmeye tabi tutuldukları zaman Allah’ın elçileri ve İnsanlığın hidâyet önderleri olan peygamberlerin, gerçekten dikkat çekici birtakım nitelik ve özelliklere sahip oldukları görülmektedir. Meselâ Kur’an’ıKerim’de anlatılanlar, anlatılma- yanlar; Hz. Harun, İbrahim ve İsa aleyhimüsselâm gibi cemâlî, Hz. Nuh ve Musâ aleyhimasselâm gibi celâlî yapıda olanlar; Ulü’l   azm peygamberler, komuta yetkisi olanlar, komuta yetkisi bulun- mayanlar, sonuç almış olanlar, alamamış olanlar, hatta öldürü- lenler, Nuh ve Lut aleyhimesselâm gibi hanımları kendilerine inan- mayanlar, kitap sahibi olanlar, olmayanlar… Bu ve benzeri farklı- lıklara sahip bulunan peygamberlerin hiç şüphesiz ortak oldukları özellikleri de bulunmaktadır. Allah’a kulluk ve Tâğut’tan uzak kalma temel görevleri; „Allah’a karşı saygılı olun ve bana uyun!“ çağrıları; „Ben Allah’ın size gönderdiği güvenilir elçisiyim, buna karşı sizden herhangi bir şey de istemiyorum“ diye kendilerini takdimleri; nefsin/bireyin terbiyesi, ümmetin/toplumun yönetimi gibi meşguliyet alanları, ilahlık iddiası ve Allah adına yalan söyle- mek gibi yetkisiz oldukları konular, onların ortak niteliklerinin başında gelir. Peygamberlerin ortak sünnetlerinden birisi de, inan- anlardan yana tavır takınıp sadıklarla beraber olmaktır.

İnananlara sahip çıkmak, Müslümanların da kıyamete kadar devam eden müştereklerindendir. Kur’ân’ı Kerîm’ den öğrendiğ- imize göre hemen bütün peygamberler, görev yerleri ve sürelerinde en büyük mukâvemeti/karşı koymayı o toplumların genellikle yönetici/önde gelen kesiminden görmüşlerdir. Kur’an’ıKerîm’in „mele“ diye tanımladığı bu takım, peygamberlere inanmakta fazla bir problem yaşamayan sade insanları küçük görmüş ve peygamber lerden bu insanları çevrelerinden uzaklaştır- malarını, kendileriyle görüşmemeyi ön şartı olarak istemişlerdir. Peygamberler de genel bir uygulama olarak inananlardan yana tavır alıp onlara kol   kanat germişler, mü’minlerle beraber olmayı tercih etmişlerdir.

Hz. Nuh’un şu sözleri, hem bu tür istekleri hem de peygamber lerin bu istekler karşısında takındıkları tavrı ve inananlardan yana duruşlarının gerekçe- lerini yansıtmaktadır:

„Ey kavmim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfâtım ancak Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi câhil bir topluluk olarak görüyorum. Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah’ın azabından kim korur? Düşünmüyor musunuz? Ben size ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum, gaybı da bilmem. ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zâlimlerden olurum!“ (Hud Sûresi/, 29 31)

Peygamberler, kendi dâvâlarını insanlara takdim ederlerken hep şeffaf davranmışlardır. insanlara sadeliği ve samimiyeti tavsiye etmişlerdir. Zalimlerin, zorbaların, maddeperestlerin hatırı için inananları terk etmemişl- erdir. Bakınız Rabbimiz örnek ve önderimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’e şu talimat verilmiştir: „Sabah   akşam Rablerine O’nun hoşnutluğunu dileyerek dua/ibadet edenlerle birlikte ol, bunda sebât et.. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına esir olmuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme! (el   Kehf Sûresi/ 28) „’minlere karşı alçak gönüllü ol!“ (el   Hıcr Sûresi/ 88) „Sana tabi olan mü’minlere merhamet kanadını indir!“ (eş Şuara Sûresi/ 215)

Dikkat edilirse Rasûlüllah (s.a.v) de mü’minlerden yana tavır takınmakla emrolunmuştur. Hiçbir güç ve kuvvet bizi din kardeşlerimizden ayıramaz. Her yerde ve her zaman tercih hakkımızı sadakat sahibi sadık mü’minlerden yana kullanmakla mükellefiz. İnanan insanlara kuşku ile bakan ve onları küçük gören, tabiatıyla kendilerini de o toplumun söz sahipleri, ekâbirleri diye tanımlayan elitlerin ve egemenlerin hemen her devirde aynı tutum içinde oldukları tarihî ve sosyal bir gerçektir. Bu kaba tutumlarına „çağdaşlık, modernlik“ gibi gerekçelerle kılıf uydurmaya çalışmaları ise, egemen ve inançsız sınıfların beyin ve idrak sefâletlerini örtmeye asla yetmemiş ve yetmeyecektir.

Tarihte Firavunların, Nemrudların, Ebu Cehillerin bir vasfı olan özellikle tercih noktalarında hep kendileri gibi düşünen ve yaşa- yanları öncelemeleri, inananları ise ötelemeye çalışmaları ve kendileri için tehlike odağı görmeleri ne yazık ki günümüzün de çağdaş Firavunlarının, Nemrudl- arının, Ebu Cehillerinin en büyük modernlik saplantısı olarak gözükmektedir. Asırlar ve nesiller değişiyor ama küfrün mantığı değişmiyor. Dinî değerleri dışlamak için modernitenin ya da monarklaşan resmi ideolojinin kimi ilkeleri gerekçe olarak ileri sürülmesi, inananlara yönelik tarihî tavrın güne yansıyan boyutunu oluşturmaktadır. Yani Firavunluğun, Nemrud- luğun mantık olarak hâlâ devam ettiğini göstermektedir.

Geçmişte böylesi ortamlar, peygamberlerin inananlara sahip çıkmaları, onlardan yana tavır koymaları ile düzeltildiği gibi bugün de aynı şekilde, inananların tercih sorumluluklarını inananlardan yana kullanma- larından başka düzelme ve düzeltme yolu olmadığııktır. Sadıklardan yana tavır takınmak, hainlerin saltanatına nokta koymaktır. Yani hainlerini saltanatını sona erdirmenin çaresi, Müslümanların yardımlaşması, dayanışması ve her hâlükârda mü’minlerden yana tavır takınmasıdır. Mustafa Çelik 06.02.2008

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.7

 

Tesettür adet değil, ibadettir.

Soytarıların sosyolog kabul edildikleri bir ülkede sosyal problem- lerin çözümünü sosyologlara havale etmek; sadıklarla beraber olma mesuliyetine ihanet etmektir... Sadık olanlar, mü’min olan- lardır... Mü’minlerin kardeş oldukları da nass’ı Kur’an ile sabittir. Allahû Teâla buyuruyor: „Müminler ancak kardeştirler. öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirge- nesiniz.“ (Hucurat Sûresi/10) Müminler birbirlerinin kardeşleri oldukları için her zaman birbirlerini desteklerler, korurlar, birbirle-rinin aralarını Allah’ın dinine göre düzeltirler. Birbirlerini düşmana teslim etmezler ve birbirlerini dışlamazlar. Firavuni engelleri hep beraber dayanışma halinde aşarlar. Sahih iman ve Sâlih amel kavgasını veren sadıklar, birçok eziyetlere, baskılara, hakaretlere, işkencelere, hapislere, asmalara ve kesmelere rağmen, hiç taviz vermeden gayelerine ulaşıncaya kadar, yılmadan, korkmadan kötüleyenlerin kötülemesine, kınayanların kınamasına aldırmadan çalışmalarına devam eden kimselerdir.

Dünyada sadıklar kervanı Allah'ın bir nurudur, istemeyenler bu nuru ilahiyi söndüremeyeceklerdir. Allah(c.c) şöyle buyuruyor: „Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.“ (Saf Sûresi/ 8) çağdaş Firavunların, Nemrutların bütün plan ve projelerini sakatlayıp ortadan kaldıran şey, sadıkların sadakatidir. Firavun- ların, Nemrutların izinde giden itler ürüyecek ama Hz. Muhammed (s.a.v)’in izinde giden sadıklar kervanı yılmadan yoluna devam edecek... Kâfirler, münkir ve müşrikler istemese de Allah’ın emrettiği hükümler Müslümanların hayatlarında geçerli olacaktır. çünkü Allah’ın hükümleri müminlerin hayatlarını düzenlemek ve onların hayatlarında geçerli olmak için gelmişlerdir... „...Buna karşı çıkanlar yorulduklarıyla ve kazandıkları günahlarıyla baş başa kalacaklardır...“ Yalanlarla, yasalarla, yasaklarla Allah’ın hükümlerine tahdid getirenler veya onları hayatın taşrasında tutmaya çalışanlar, bulutlara karşı havlayan köpekleri andırırlar. Şu bir hakikattir ki; köpeklerin havlaması, bulutlara zarar vermez!.. 

Yeryüzünde Firavunluğa, Nemrutluğa oynayan bütün sosyal ve siyasal güçler, kuvvetler, keyfî, küfrî ve cebrî idareler, Allahû Teâla ile savaşmaktadırlar... Böyle güçlerden yana tavır koyanlar, Firavunların, Nemrutların kölelerini çoğaltanlardır. Altını çizerek diyoruz ki; zorla ve insanları aldatarak idareleri ele geçirip insanlara zulmeden zalim idarecilerden korkarak, onların zulmün- den kurtulmak için, onların tarafını tutup, onlara meyletmek, „... doğrudan doğruya İslâm dininden istifa etmektir.“ ‘Allah korkus- uyla bütün korkuları yenemeyenler’, kullara kul olmaktan   kurtulamazlar.’ Allahû Teâla buyuruyor: „insanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah(c.c)'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin tâ kendileridir.“ (Maide Sûresi/ 44)

Biz mü’minler için Allah korkusu, yeryüzünün en büyük emniyet kanunudur. Yürekleri Allah korkusunu kuşanmış olanlar, sadıkları yalnız bırakmazlar. çağdaş Firavunların, Nemrutların tehditleri, korkutmaları karşısında İlahi emanete karşı sadakatini ortaya koymuş olan sadıklarla beraber olmayanlar, kullara kul ve köle olanlardır. Meselâ günümüzde genelde İslâm coğrafyasında özelde ise ülkemizde Allahû Teâla’nın tesettür emrine karşı sadakatini ortaya koymuş’min kızların ve kadınların tesettürünü yasal yalanlarla kamusal alanda yasakla- maya kalkışanlardan yana tavır koyanlar, büyük bir yanlışın içindedirler.. Altını çizerek diyoruz ki; mü’mine kız ve kadınların tesettürü siyasetin değil, imanın sem- bolüdür. Tesettürü yasaklayanlar, imanı yasaklamak- tadırlar. Dolayısı- yla tesettür meselesinde sadakatini ortaya koymuş tesettürlü kadın-lardan yana tavır takınmak, sadıklarla beraber olma mesuliyetimiz- dendir... Müslüman olarak bu mesuliyetimizi yerine getirirken M. âkif Ersoy’un şu dizesini göz önünde bulundurmalıyız. „Kızımın iffeti batıyor rezilin gözüne Acırım tükürüğe billâh, tükürsem yüzüne!“

Yüzüne bile tükürmeye değmez zorbalara aldırmadan sadıklarla beraber olmaya devam etmeliyiz. Şunu bilelim ki; sadıkların dayanışması, çağdaş Firavunların engellemelerini sone erdirecektir... Mustafa Çelik

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.8

 

Gerçek Takva Sahipleri

Takva: Allah’tan korkmak, Kur'an'la amel etmek, aza razı olmak ve Ahiret Günü’ne hazırlanmaktır. (Ali b.Ebî Talip r.a) Bakara suresinde ise Allah (c.c) takva sahiplerinin özelliklerini şu şekilde açıklıyor; 177 Yüzlerinizi Doğu ya da Batı tarafına çevirmeniz iyilik demek değildir. Asıl iyilik Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan; akrabalara, yetimlere, yoksullara, yarı yolda kalanlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunanlara (kölelere, tutsaklara) mallarını sevmelerine rağmen yardım edenle- rin; namazı kılanların, zekâtı verenlerin, antlaşma yaptıklarında yapmış oldukları antlaşmaları yerine getirenlerin; zorda, darda ve savaş zamanında sabredenlerin tutumudur. İşte doğrular (sözlerinin erleri) onlardır, takva sahipleri de onlardır.

Yukarıdaki ayetlerde Müslümanların kıble değişikliği mese- lesinde Yahudilerin anlamsız tartışma ve itirazlarına cevaben açık- lamalar yapılıyor. Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirm- eniz iyilik değildir deniliyor. „Çünkü tarif edilen takva içi boş, hayata etkisi olmayan bir ibadet şekli değildir. Oluşan duygu ve düşüncelerin ve pek tabii eylemlerin (amel) bütününü oluşturan bir davranış biçimidir.“ Yani toplum içerisinde etkisini gösteren somut bir davranış biçimidir. Dikkat ederseniz ayette takvanın taşıdığı manaya yapılan vurgu, inançlarımızın, yaşadığımız topluluk içerisinde somut bir şekilde yaşanmasıyla alakalıdır.  Yüzümüzü sadece doğuya ya da batıya döndürdüğümüz şekilsel bir ibadetten ziyade, mallarımızı sevmemize rağmen yoksullara dağıt- mamızdan, zekât veriyor ve namaz kılıyor olmamızdan, antlaşmalarımıza sadık kal- mamızdan, savaşta, zorda ve darda sabredip davamızdan vazgeçm- ememizden, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman etmemizden bahsedilmiş. Doğru sözlü olmamız ve takva sahibi olmamız da bu şartları yerine getirmemize bağlanmıştır. Bunların hiç birini yapmıyor iken doğru sözlü olduğumuzu söyle- mek kendimizi kandırmaktan öteye gitmeyecektir. İşte Rabbimiz pratik hayatta uygulaması olmayan bu kuru ibadet şeklini kabul etmiyor. Bu şekilde Kur'an'ın bizlere yol göstermesi de beklene- mez. Çünkü; „Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır.“ (Bakara-2) Peki neden takva sahipleri için hidayet kaynağıdır ? „Çünkü onlar, öteki dünyanın varlığından bütün kalpleriyle emindirler.“ (Bakara-4)

Japon araştırmacı Dr. Toshihiko İzutsu’da 'Kur’an’da Allah ve İnsan' adlı eserinde takva kavramı üzerinde de durmuş ve yukarıdaki ayette de geçtiği üzere takvanın ahiret günü düşüncesiyle yakından ilgisine dikkatleri çekerek şöyle demiştir: „Bu meselenin mihveri, Allah’ın her şeyin tek ve mutlak hakimi olduğu, bütün insanların Allah’ın huzurunda başları eğik olarak sessiz duracağı uhrevi hüküm günü kavramıdır. Böyle bir günün düşüncesi, devamlı olarak insanların gözleri önünde tutulmalıdır ki, bu inanç insanları hayatta hafiflik ve dikkatsizlik yerine, tam bir istekle hareket etmeye sevk etsin. İşte İslam zühdüne hakim olan fikir budur. Kur’an’ı okuyan herkes, özellikle Mekke devri ayetlerinde, gelecek hüküm günü [yani ahiret] şuurunun çok kuvvetli olduğunu görür. İşte bu şuura orijinal anlamıyla takva denir.“

Görüldüğü üzere takva, hüküm günü yani ahiretle ilgili bir kavramdır. O halde iki türlü bir hayat biçimi üzerinde olmaktan vazgeçmeliyiz. Zaten bu durum gerçek manada mümkün değildir. Çünkü „Her tercih bir vazgeçiştir.“

Üstelik hidayete ve kurtuluşa ermemiz takvalı olmamızla direkt ilişkili olan bir meseledir. Yoksa öteki dünya ile ilgili kuşkularımızın olduğu ve bu kuşkuları- mızdan dolayı tavizkar bir İslam'ı yaşadığımız bir süreçte Kur’an bizler için hidayet kaynağı olmayacaktır.

Günümüzde ise takvaya yüklenen mana oldukça basite indirgenmiştir. Hatta gerçek manasından saptırı- lmıştır. Takva kavramı daha çok ahiretle ilgisi dışında dindarlık manasını almıştır. Hal böyle olunca iman ve takvanın olaylara müdahale eden eylemsel şekli kaybolmuştur. Giyim tarzımız, yemeği sağ elle yememiz, misvak kullanmamız, sakalımızı kaç santim uzataca- ğımız hatta gümüş yüzük takmak gibi birtakım konular takva olarak algılanır- ken Allah yolunda tavizsiz bir yaşantıyı tercih etmemize, inancı- mızı yaşantımıza yansıtmamıza bozgunculuk (fesad) manası yüklenmeye çalışılmıştır. Tabii bu toplumumuzun güç algısıyla da ilgili bir hadisedir. Hâlbuki takva iki hayat arasındaki tercihtir. Yani yukarıda anlaşıldığı üzere bu yaşamın bitiminde başlayan diğer hayata kalpten inanmamızdır. Takva konusunu en sağlıklı biçimde anlayabilmemiz Kur'an'da takva sahipleriyle ilgili kıssalara müracaat etmekle mümkündür.

İşte Kur'an'dan bir sahne :Ta ha suresinde korkunç bir tartışma yaşanıyor. Çağın Firavunu’nun tehdit dolu sözlerine şahit oluyoruz. Kendisine danışılmadan Musa’nın Rabbine iman eden sihirbazların topunu asmakla tehdit ediyor.

(Firavun) Dedi ki: „Ben size izin vermeden önce O'na iman ettiniz öyle mi? (Taha-71) Sihirbazlar Musa’nın Rabbine iman etmişler. Artık Rabb (hüküm koyucu) olarak Hz. Musa’nın Rabbine tabi olacaklarını ilan ediyorlar. Tabii bu çok basit bir tercih değil. Ve arkasından Firavun’un tehdit dolu sözleri geliyor;

„Andolsun sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, topunuzu asacağım.“ (Taha-71) Bu ölüm tehdidi sihirbazlarda pek de korkuya sebebiyet vermemiş gibi görünüyor. „Çünkü onlar, öteki dünyanın varlığından bütün kalpleriyle emindirler.(Bakara-4)

 Burada takva kavramının ahiretle ilişkisi çok güzel bir örnekle ortaya konulmuş. Sihirbazlar öteki dünyanın varlığına tam bir teslimiyetle inandıkları için Firavun’un tehditleri sihirbazlar üzeri-nde pek bir etki göstermiyor. Onlar daha çok öteki dünyadaki sonları ile ilgili bir endişe taşıyorlar. Yani Allah'tan asıl Rablerine inananların ilki oldukları için kendilerini affetmesini diliyorlar. Bu noktada Firavun'a da bir çift sözleri var, diyorlar ki; Sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin. Gerçekten biz Rabbimize iman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı zorlayarak sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir. (Taha-72-73)

Firavun'a hükmünün dünya hayatı için geçerli olduğunu söylüyorlar ve kendilerine yöneltilen tehditlerden korkmayarak yapmaları gereken davranışı da sergiliyorlar. Rablerinin karşısında sorguya çekilecekleri güne hazırlık yapıyorlar, zira o günün varlığına ölümü göze alma pahasına kalpten inanmışlar. Yaşanılan dönem itibari ile bu takva sahibi müminler Peygamberleri olan Hz. Musa’ya böyle bağlılık göstermişler ve onun Rabbine iman etmişler. Hz. Musa’nın iman ettiği Allah’ı yegâne Rabb (Hüküm koyucu) olarak kabul etmişlerdir. Peki, biz Müslümanlar karşılaştığımız bu ve benzeri olaylar karşısında Hz. Muhammed (S)’e aynı bağlılığı gösterebiliyor muyuz ? Onun inandığı Allah’ı yegane Rabb (Hüküm koyucu) olarak kabul ediyor muyuz ? Kabul ettiğimize dair birtakım işaretler hayatımızda müşahede edilebiliyor mu ? Bu soruları kendilerini gayet iyi tanıyan kardeşlerimiz cevapla- sınlar. Ama genel itibari ile şu anda bizlerin yaptığı şey, Mekke' de’ki Hanifler gibi sadece törensel bir din algılayışını hayata yansıtmamızdır. Öyle ki, mevcut otoriteye/sisteme/yönetime karşı gelen bir din anlayışına sahip değiliz. Şu bir gerçek ki, mevcut beşeri sistemler için kendi kendimize yerine getirdiğimiz gündelik ibadetler herhangi bir tehlike oluşturmuyor. Aynı şekilde Mekke’ deki Hanifler için de müşriklerin putlarına tapmamalarına rağmen böyle bir tehlike söz konusu değildi. Çünkü mevcut sisteme karşı herhangi bir itirazları yoktu. Eğer Rabbimiz Haniflerin bu davranışını onaylamış olsaydı Peygamber Efendimizi (S) bu topluluğa uyarıcı olarak göndermezdi. Fakat Rabbimiz böyle bir din anla- yışını kabul etmemiştir. Ve bizler için yaşam içerisinde tehlike oluştumayann bu yüzdelikli din anlayışını da Rabbimiz kabul etmeyecektir. Peki, bu korkularımız, dünyaya bağlılığımız bizleri nasıl bir İslami anlayışın savunucuları konumuna dönüştürdü?

Bir takım çabalar gösteriyoruz ama bu çabalarımız kendi kimliğimizi yansıtan çabalar olmaktan epeyce uzak. Ötekilerin rahatsızlıkları karşısında yanlış anlaşıldığımızışünerek sürekli açıklamalarda bulunuyoruz. Üstelik onların doğru anladıkları konularda bile „siz bizi yanlış anladınız“ gibi çok yakışıksız sözler sarf ediyoruz. Dilerseniz bu konuyu Hz. Şuayb Peygambere danışalım. Bakalım Hz. Şuayb Peygamber nasıl cevaplar veriyor:

Soydaşları dedi ki; „Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarru- fları yapmaktan kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır? Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir adamsın.“ (Hud 97)

Ayette geçtiği üzere aslında müşrikler Hz. Şuayb’ı çok doğru algılamışlar. Bu durumda da herhangi bir gariplik görünmüyor. Fakat yukarıdaki ayette müşriklerin sorduğu soruya Hz. Şuayb’ın verdiği cevap bizim verdiğimiz cevaplarla büyük farklılık arz etmektedir. Üstelik verdiğimiz cevaplardan öyle anlaşılıyor ki, kıldığımız namazın ötekileri rahatsız eden bir yanı da yok. Acaba böyle bir soru sorulmuş olsa nasıl bir cevap verirdik ? Ayrıca bu yaptığınız şey sistem için bir tehdit olarak görünmüş ise „Siz beni yanlış anlamışsınız“, „aslında ben öyle demek istememiştim“ mi derdik? İyi de insanlar, gerçekten hep yanlış anlaşıldığımızı söylediğimiz, İslam'ın net açık mesajını ortaya koyamadığımız bir ortamda İslam'la nasıl tanışacaklar? „Hz. Şuayb Peygamber de namazın anlamını, işlevini doğru algılayan düşmanlarına,“ „yok canım, siz beni yanlış anlıyorsunuz“ mu demeliydi ? (M.Durmuş) Rabbimiz açık bir şekilde Hz. Şuayb’ın diliyle bizlere müşriklerden ayrışmamız gerektiğini, onlarla aynı şekilde düşünemeyeceğimizi ve ibadetlerimizin onları rahatsız eden bir yanının olması gerektiğini bildiriyor. Yani bizzat kendi söz ve eylemlerimiz doğ- rultusunda müşriklerin bizleri yanlış (!) anlamalarını istiyor. Bizim ismimiz (Müslüman), ibadetlerimiz onları rahatsız etmeli ve biz bu sebeple inancımızı gizlememeliyiz. Zaten Hz. Şuayb da öyle yapıyor. „Evet, benim kıldığım bu namaz sizin kurulu küfür düzenlerinizi yıkmamı emrediyor“ diyor; „Bunlar takva sahipler- inin batıl karşısında vermiş oldukları mücadeleyi ortaya koyan örneklerdir.“ Dışarıda bir kavga var ve iman iddiasındaki bizlerin mutlaka bu kavgada taraf olmamız gerekir. (particilik bağlamında değil).

Çünkü,

Hak ile batılın çarpıştığı savaş alanında olmadıktan sonra; çağının şahidi, toplumunun şehidi olmadıktan sonra nerede olursan ol! İster namaza dur, ister içki sofrasına otur; ne fark eder ! (Ali Şerati)

Şunu hiçbir zaman aklımızda çıkarmayalım ki, her ne yapacak olursak olalım bunu bu dünyada iken, iş işten geçmeden yapmalıyız. Eğer bir günah bataklığında isek şu an hala sağ olmamız tüm bu çirkin hayatımızı değiştirmek için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Gerçek manada iman ve takva sahipleri olalım. Güç algımızı Allah’tan yana kullanarak korkularımızı yenelim. Bizi bu dünyaya bağımlı hale getiren ayartıcılara karşı direnç gösterelim. Unutmayalım ki; „Kim bu dünyada (hakikate karşı) kör ise; o ahirette de kördür. Yol bulmadaki şaşkınlığı daha da beterdir.“ (isra:72) Selam ve Dua ile. Hikmet Ertürk. 01.04.2008

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.9

 

Papa, 3 bin kişilik şeytan çıkarma ordusu kuruyor

İnanılması güç bir projeye imza atan Vatikan, 3 bin kadrolu şeytan çıkarmada uzman papaz atayacağınııkladı. Yapılan açıklamada her piskoposluğa birer adet olmak üzere 3000 yeni Exorcist atayacağını ilan etti. Bunun üzerine Roma'daki Papazlık Üniversitesi Regina Apostulorum'da düzenlenen Exorcism kurslarına talepler arttı.

Son yıllarda inançsızlığın artış göstermesiyle birlikte şeytanla başı belaya girenlerin de çoğaldığını ve kendilerine bu tür şikayet- lerle gelenlerin sayısında büyük artış gözlendiğini belirten İsviçreli Papaz Domherr Christoph Casetti, meselenin uluslararası bir önem arzettiğini ifade etti. Exorcism'in geçmişi Avrupa'da 1614 yılına kadar uzanıyor. Şeytan çıkarma ritualinde papaz mağdur İnsanı Hristiyanlık inanışı gereği kutsal su ve dua yardımıyla şeytanın esaretinden kurtarmaya çalışıyor.19.03.2008 Vatikan Yenisafak

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.10

 

From: haci bayazit

To: protokol@diyanet.gov.tr

Sent: Monday, May12, 200810:54 PM

Subject: SElam

Kimden: Personel D. Bsk.

mailto:personel@diyanet.gov.tr]

Gönderilmiş: Çar 14.05.2008 16:16

Kime:Disiplin
Konu: Fw: Selam

Aşağıdaki mail ilgisi nedeniyle Dairenizce değerlendirilmek ve sonucundan müştekiye bilgi verilmek üzere Biriminize yönlendirilmiştir. Arz ederiz.

Disiplin ve Değerlendirme Şubei Müdürlüğü 

Müftülüğün Vâizeler Korosu ’Kutlu Doğum’ Konseri Vermiş! İstanbul Müftülüğü Türk Tasavvuf Musikisi Kadınlar Korosu, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle özel bir konser vermiş. Koro elli kişilikmiş.

Peygamber sevgisini ilahî ve kasidelerle anlatan kadın korosu izleyenler tarafından büyük ilgi görmüş. Konserde duygulu anlar yaşayan İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı, başörtülü bayanların konser vermesinin medya tarafından eleştirilmesinin çok yanlış olduğunu söylemiş.

Çağrıcı, „Dininin buyruğu olarak giyinmiş başörtülü kadınların konser verdikleri için eleştirilmeleri çok büyük haksızlık...“ diye konuşmuş. Müftülük kadınlar korosu, sınavla alınmış ve özel olarak yetiştirilmiş 50 vaize ve Kur’an öğreticisi kadından oluşuyormuş.

Müftü Mustafa Çağrıcı, din ile sanatın ikiz kardeş gibi kabul edilmesi gerektiğini beyan etmiş. İstanbul’un ilk ve tek bayan müftü yardımcısı Kadriye Erdemli, müziğin İslâm’ın her alanında var olduğunu belirtmiş, Kadriye Erdemli, „Ezan zaten kendi başına müzikli bir tebliğdir“ demiş.

Kadriye hanımdan başka bir inci: „Yıllar boyu İslâm, müzikle gönüllere kazınmıştır.“

„Yukarıda anlattığım hadiseyi Kitabullaha, Resulün sünnetine, fıkha, şeriata bağlı bir Müslüman olarak protesto ediyorum.“

1.Başları örtülü de olsa vaizelerin ve kadın Kur’an öğretmenlerinin erkeklere konser vermeleri dinimiz tarafından yasaklanmış ve haram kılınmıştır.

2.İstanbul Müftülüğü1400 yıllık İslâm tarihinde görülmemiş böyle bir bid’ate imza attığı için büyük bir günahı irtikab etmiş, korkunç bir „dinde yenilik ve dinde reform“ kapısını açmıştır.

3.Bu yapılan Kur’an-a, Sünnete, icma’ıümmete, Şeriata, fıkha, ahlâk’ıislâmiyeye, tasavvufa tarikata aykırıdır.

4.Yakın tarihlerde, rakı içip demlenen bir Dede, kadın ve erkek semazenleri birlikte döndürmüştü.

5.Zaman gazetesini, bu haberi övücü bir üslupla verdiği için kınıyorum. Böyle bir şey dine uymaz.

6.Ankara Diyanet İşleri Başkanlığı bu bid’ati derhal önlemeli, erkeklere konser veren vaizeler ve Kur’an öğretmeni kadınlar korosunu dağıtmalıdır.

7.Böyle bir koro sadece ve sadece kadınlara konser verebilir mi? Bu husus ehliyetli, liyakatli, icazetli, takvalı bir müftüler heyeti tarafından karara bağlanmalıdır.

8.Bu hususu resimleriyle birlikte, İslâm dünyasının 25 ifta makamına (fetva veren ulemasına ve ulema heyetlerine) bildirerek fetva isteyeceğim. Maneviyat din'in beli ve omurgasıdır; maneviyat ile müzük bir arada olmaz; din'i müzük din'deki ilk tahribat aşaması nefsin sarhoşluğuna zemin hazırlar. 

9.“Ezan zaten kendi başına müzikli bir tebliğdir“ sözü çok tartışılacak bir fikirdir. Ezan elbette güzel sesle ve nağmeli olarak okunacaktır ama o asla bildiğimiz müzik değildir.

10. Din ile sanatın ikiz kardeş gibi oldukları iddiası bir müftüye yakışmaz. Din asıldır; sanat onun topluma tarihe nakışı işlemesidır. Bu ikiz kardeşliği kim çıkarttı?1400 yıllık İslâm tarihinde böyle bir söz edilmiş midir?

11.İstanbul Müftülüğü hayırlı bir dinî hizmet yapmak istiyorsa, şehirdeki üç bin camiden günde beş kez güzel ezanlar okunması için çalışsın, ezan kursları açsın, müezzinlere ders verdirsin. Yine namazlarda kıraatin düzgün olması için çalışsın.

Din iman, şeriat elden gidiyor... Ülkede korkunç bir irtidat cereyanı var. Yüce dinimize her taraftan saldırılıyor. Fısk, fücur, bid’at, nifak, fitne, fesat, küfür, şirk almış yürümüş... Bunlarla gereği gibi mücadele edilmiyor. Onun yerine vaize ve Kur’an kursu kadın hocalarına müzik eşliğinde ilahî okutuluyor. Hem de erkeklere.

Sanırım bu hareket de dinlerarası diyalog ideolojisinin zehirli meyvelerindendir.

Sevgili Peygamberimizin (salat ve selam olsun O’na) ruhaniyeti böyle şeylerden hoşnud olmaz. Dindar Müslümanlar böyle dehşetli bid’at ve günahları protesto etmezler, üzerlerine vacip olan emr’ımaruf ve nehy’ımünker farizasını yerine getirmezlerse tokatlara hazır olsunlar. Mehmet Şevket Eygi 19.04.2008

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.11

 

İmam Humeyni,

Uzlaşmacı Anlayışı Kesin Olarak Reddetti.

İran İslam Devrimi önderi İmam Humeyni'nin vefatının19. yıldön- ümü. 3 Haziran 1989 akşamı vefat eden İmam Humeyni' nin vefatını tüm dünya 4 Haziran'da duymuştu. 24 Eylül 1902 doğumlu Ayetullah Seyyid Ruhullah Musavi Humeyni, hareketiyle, evrensel İslami harekete kalıcı bir miras bırakmış; Siyonizme ve emperyalizme tarihlerinin en büyük darbesini vurmuştu. Vefatının yıldönümünde kendisini bir kez daha rahmetle anıyoruz.

Bu vesileyle Dünya ve İslam dergisinin11. sayısında (Yaz1992) yayınlanan ve İmam Humeyni'nin mücadelesini, mesajını ve mirasını değerlendiren Rıdvan Kaya'nın „İmam Humeyni ve İslami Hareketin Seyri“ başlıklı makalesini sizlerle buradan paylaşıyoruz. Bu makale Rıdvan Kaya'nın Ekin Yayınları tarafından basılan İslami Kimlik: Mücadele ve Muhasebe adlı kitabın 203 - 214. sayfalarında yayınlanmıştır.

İmam Humeyni ve İslami Hareketin Seyri

İmam Humeyni adeta ismi İslam Devrimi ile özdeşleşmiş bir şahsiyettir. Humeyni'nin „imam“ oluş süreci ile ona biat etmiş İran halkının „ümmet“ oluşunu çağdaş İran tarihinin ikiz süreçleri olarak yorumlarken Hamid Algar da bu duruma dikkat çekmektedir.1 Bununla birlikte İslam ümmetinin tarihsel ve sosyal planda tek bir canlı organizmayı temsil ettiği inancı, farklı zaman ve mekanda ortaya çıkmış olsalar da İslami hareketlerin tümünü bir bütünlük zemininde ele almayı gerektirir. Bu durumda1978  1979 yıllarında İran İslam Devrimi'nin gerçekleşmesiyle zirvesine çıkan İmam Humeyni'nin hareketi, ancak İslam ümmetinin tarihsel ve sınırlar üstü çerçevesi içinde konumlandırıldığında gerçek önemini ve anlamını kazanabilir.

Fransız işgal kuvvetlerinin18. yüzyılın sonunda Mısır'a çıkışından itibaren İslam dünyasının hemen her karış toprağında adeta çekirge sürülerinin istilalarını hatırlatacak şekilde yaygınlık kazanan sömürgecilik olgusuna karşı sürdürülen İslami direniş geleneği, İmam Humeyni'nin yaslandığı temel, üzerinde yükseldiği kök olarak görülmelidir. Bu noktada emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı verilen yaygın ve kitlesel İslami mücadelelerin hemen hemen tümünde gördüğümüz belirleyici birçok unsuru İmam Humeyni'nin hareketinde de görmekteyiz. En başta, direnişi mümkün kılacak şekilde hem ahlaki, hem de politik güvenilirliğe sahip mutlak ve karizmatik bir liderin ortaya çıkması ve halkın büyük bir şevkle ona itaat etmesi şeklinde beliren tecdid hareketlerinin ortak karakteristiği İmam Humeyni'nin hareketi için de geçerlidir. Bu yönüyle İmam Humeyni'nin hareketi; Hindistanlı Seyyid İsmail Şehid, Cezayirli Emir Abdulkadir, Dağıstanlı Şeyh Şamil hareketlerinin bir devamıdır.2

Geleneksel Çizgi ve Tavırdan Farklılaşma Mamafih, İmam Humeyni'nin hareketi köksüz, nevzuhur bir hareket olmayıp ve son kertede geleneksel İslami direnişler zincirin den bir halka olmakla birlikte, ayırıcı bazı özelliklerinin de bulunduğu gayet açıktır. 20. asrın son çeyreğinde yoğunlaşan Iran İslam Devrimi yaklaşık son iki yüz yıldır İslam dünyasını bir uçtan diğerine süsleyen İslami kıyamlar zincirinden birtakım sosyal, kültürel, siyasal yönleriyle farklılaşmaktadır. Yine bu devrimin lideri olarak İmam Humeyni'nin diğer kıyam hareketlerinin liderliklerinden birçok açıdan farklı özellikler taşıdığı da bir gerçektir. 

Mesajın Kuşatıcılığı ve Derinliği İmam Humeyni'nin geleneksel hareketlerden farklılaştığı temel noktalardan biri geleneksel hareketlerin bir çoğunun yöreselliğe mahkum kalmalarına karşın İmam Humeyni'nin evrenselliği yakalayabilmiş olmasıdır.3 Gerçekten de İmam mesajını coğrafik veya sosyal sınırlarla sınırlamamış, muhatap kitlesi olarak da yalnızca İranlı Müslümanları veya yalnızca Şii Müslümanları veyahut da yalnızca Ortadoğulu Müslümanları görmemiştir. Daha, Amerikan kuklası Şahlık rejimine karşı mücadelesinin en başından beri, İmam asla hareketini İran ve İranlılara özgü unsurlarla kayıtlı tutmamıştır.1971 yılında Hacc'da dünya Müslümanlarına hitaben yayınladığı bildiri örneğinde olduğu gibi, Pehlevi diktasına karşı muhalefetini yoğunlaştırdığı temel odaklardan biri olarak Şahlık rejimi ile Siyonist İsrail arasındaki münasebetler konusunda olduğu gibi, sürekli olarak İran'daki İslami hareketi İslam ümmetinin evrensel dinamikleriyle iç içe bir biçimde ele almıştır.

İmam'ın bu yaklaşımı Devrimin zafere ulaşıp İslam Cumhuriy- eti kurulduktan sonra da devam etmiş ve İslam ümmeti her zaman bir bütün olarak İmam'ın mesajının muhatabı olagelmiştir. Hatta İmam mesajını İslam ümmeti ile de sınırlamamıştır. „Dünyanın yalın ayaklıları“, „dünyanın müstezaf halkları“ kavramlarında ifadesini bulan klasik ve yeni sömürgeciliğin kurbanları, bir bütün olarak İmam'ın mesajının muhataplarını teşkil etmektedirler. İşte bu mesajın sıcaklığı İrlandalı özgürlük savaşçısı Boby Sands'ın direnişine, Nikaragua halkının onurlu mücadelesine, Güney Afrikalı mazlumların kararlı yürüyüşlerine evrensel İslami hareketin selamını iletmiş, aynı zamanda evrensel İslami hareketin de gönlünü ve ufkunu genişletmiştir.

Allah'tan dilediğimiz, sadece Müslümanların Kabesi'n den değil, dünya kiliselerinden bile „Kahrolsun Amerika“, „Kahrolsun Rusya“ feryadının yükselmesini sağlamamız için bize güç vermesidir.4 İmam Humeyni'nin ideal olarak ortaya koyduğu bu yaklaşımın taşıdığı evrensellik kaygısı, geleneksel ve çağdaş bir çok İslami hareketin kendini coğrafik, kültürel, tarihsel kalıplarla sınırlaması ile karşılaştırıldığında çok ileri bir adım oluşturmaktadır. Gelenek- sel İslami hareketlerin bir diğer yaygın özelliği (eksikliği) de, bu hareketlerin sömürgeciliğe, Batı'ya, uluslararası emperyalizme karşı oldukça güçlü bir tepki göstermekle birlikte, bu karşı koymanın, tepkisellik boyutunu pek aşamamasıdır. Bu duruma bağlı olarak, çoğu zaman ya reddedilenin yerine neyin ikame edileceği noktasında belirgin bir cevap sunulamamış, birçok durumda da reddedilen, farklı kılık ve görüntülere bürünerek varlığını sürdürmeyi başarabil- miştir. Sömürgeciye, Batı'ya karşı gösterilen duyarlılık, sömürgecilerin yerli işbirlikçilerine, Batıcılara karşı aynı kararlılık ve netlikte gösterilememiştir.

Bu noktada, İmam Humeyni'nin hareketi „ıslahatçı gelenek“ çizgisinin yetersizliğini, eksikliğini aşabilmiştir. Pehlevi diktatör- lüğü nün Amerikan emperyalizminin bir kuklası olduğu gerçeğinin sürekli altını çizmesi, yalnız Şahlık rejiminin yıkılmasını değil, aynı zamanda Devrim'i de talep etmesiyle, İmam Humeyni'nin hareketi bir anlamda ıslahatçı gelenek çizgisine devrimci bir dönüşüm geçirtmiştir.5

Bugün dünyanın çok değişik bölgelerinden ve birbirl- erinden çok farklı etnik, mezhebi veya siyasi kökenden gelen Müslümanlar hakkında çoğu zaman bir suçlama, bir olumsuzluk ifadesi olarak „Humeynici“ sıfatı yaygın olarak kullanılagelmektedir. İslam'ın tevhidi özünü kavramış, zulme ve istikbara karşı duyarlı Müslümanlar hakkında özellikle İslam dışı çevrelerin bu nitelemeyi kullanmaları pek de anlamsız değildir. İmam Humeyni' nin hareketinin içinde bulunduğumuz dönemde evrensel İslami mücadeleye kazandırdığıılım ve derinlik, hatta İmam Humeyni ve hareketi hakkında olumsuz kanaat ve tutum sahibi Müslümanların dahi, belli yaklaşımları yüzünden „Humeynici“ şeklinde nitelenmelerine yol açmıştır.

Gerçekten de, emperyalizme karşı çıkan, işbirlikçi laik sistemlerle mücadele içinde olan tüm İslami oluşumların „Humeynici“ sıfatıyla nitelenmesi, İmam Humeyni'nin hareketinin evrensel İslami mücadele çizgisine etkileri ve kazandırdıkları ile ilgili bir konudur.

-    Uzlaşmacılığın Reddi İmam Humeyni'nin çağdaş İslami hareket tarihinde ortaya çıkan en belirgin yanı, uzlaşmacı anlayışı kesin olarak reddetmesi, uzlaşmacı tavrı her fırsatta mahkum etmesidir. İslami mücadele tarihinde iyi niyetler ve samimi gayretlerle başlayıp yürütülen fakat sonunda gelip „uzlaşma“ denilen girdaba yuvarlanan ve nice Müslümanın kanları ve terlerinin heder olmasıyla sona eren onca sonuçsuz çaba göz önüne alınacak olursa, İmam'ın işbirlikçi iktidarlarla, emperyalist güçlerle ve çıkar çevreleriyle uzlaşmama noktasında geliştirdiği ve sürdürdüğü kararlı ve ilkeli tutumdan çıkartılması gereken çok önemli dersler vardır. Mücadele çizgisi ve kararlılığıyla İmam, kendisinden önce hiçbir Müslüman liderin veya İslami hareketin hayal bile edemeyeceği bir saygınlığa erişmiştir. Devrim öncesi dönemde yalnız Müslüman kitleler değil, sol ve laik muhalefet güçleri dahi İmam'ın peşine, takılıvermişlerdir.

İmam Humeyni'nin uzlaşmaz bir devrimci kişiliğe sahip olduğu, daha mücadelesinin yoğunlaştığı dönemin başında kendisini gösterir.15 Hordad (5 Haziran1963) kıyamının ardından idam istemiyle yargılanmak üzere tutuklanır ve önde gelen bir grup ayetullahın, onu Ayetullah el Uzma ilan ederek idamını engellemesi üzerine serbest bırakılır. Hapisliği sırasında rejim güçlerinin kasıtlı olarak çıkarttığı, içerdeyken rejimle uzlaştığına ilişkin söylentiler üzerine hemen bir konuşma yaparak hiçbir şekilde sindirilemeyeceğini vurgular. Serbest bırakılmasının kendisini yumuşatabileceğini sanan rejim güçleri çaresizlik içindedir. Aynı konuşmasında İmam Humeyni, şahlık rejiminin İslam Üniversitesi kurma planını alaycı bir dille eleştirir ve bunu Muaviye'nin, askerlerinin mızraklarına Kur'an ayetlerini taktırmasına benzetir.6

En zor ve olumsuz görünen koşullarda dahi takınılan bu kararlı ve ilkeli tutum Devrim'e giden yolun başarısının ardında yatan temel noktayı teşkil etmektedir. İmam Humeyni'nin hareketi; bir çok İslami gayretin düşğü açmaza düşmemişse, gündelik hesapların, geçici çıkarların anaforuna kapılmamışsa, çoğu zaman bir ayak bağı halini alan „maslahatçılık“ aldatmacasına sapma- mışsa, bu belli ilkelerin önceliğini esas almış olması nedeniyledir. İlkelerden taviz vermeme kararlılığını, ilkeleri önceleyişini, harekeetinin hemen her noktasında çok açık olarak görmek müm- kündür.

Devrim'in hemen akabinde, İran'ın içinde bulunduğu kargaşa ortamından istifade ederek Irak saldırdığında, dönemin Cumhurbaşkanı Beni Sadr, tutuklanan subay- ların orduya dönmelerine izin verilmesini önermişti. „İmam Humeyni, buna kesin olarak karşı çıktı.“, „Devrim'in ekonomik refah, yeni bir siyasi sistem denemesi veya İran'ın toprak bütünlüğünü sağlamak için değil“, „yalnız ve yalnız İslam için yapıldığını hatırlattı bir kez daha...“ Eğer orduya, önceden halkı ezmek için kullandıkları gücü vermeksizin ülke savunul-amayacaksa  İran'ın kurtuluşunun hiçbir değeri olmaya-cğını söylüyordu.7

İmam Humeyni; asıl belirleyici olanın geçici kazanımlar değil, ilkeler olduğu gerçeğini ve pratik kaygıların İslami netliği gölgelememesi gerektiğini Hazret’ı Ali'den aktarılan bir rivayetle vurgular:

-    (Sıffin'de) tam savaşa başlayacakları sırada birisi Emiri'l Müminin'e tevhid hakkında bir soru sordu, o da soruyu cevaplamaya başladı... 

-    „Şimdi bunun sırası mıydı?“ diye, itiraz edilince şöyle söyledi:

-    „Biz bunun için muaviye ile savaşıyoruz, dünya menfati için değil Asıl amacımız Suriye'yi almak değil, Suriye'nin değeri nedir ki?“

-    Peygamberin veya Emiri'l Müminin'in amacı Suriye'yi veya Irak'ı almak değil, insanları Hakiki Birer İnsan kılmak ve onları her türlü Zulmün Pençesinden Kurtarmaktı.8

Tarih süreci içinde çeşitli sapmalara uğramış ve son iki yüz yıldır da doğrulma sancıları içinde kıvranan İslami mücadele geleneğini İmam Humeyni'nin devrimci bir çizgiye oturtması O'nun en özgün yanını oluşturmakla birlikte, evrensel İslami hareket geleneğine kazandır- dıkları yalnız bununla sınırlı olmamıştır. „İmam Humeyni' nin hareketi İslami harekete çeşitli alanlarda ışık tutmuştur.“ Belirtmek gerekir ki, bu noktalar aynı zamanda İmam Humeyni'nin hareketinin nasıl başarıya ulaştığının kısmen de olsa bir açıklamasını sunmaktadır.

Ulemanın Harekete Geçirilmesi İmam Humeyni her yönüyle mücadele, içinden gelen bir şahsiyet- tir. Halka liderlik pozisyonuna gelişi de verdiği mücadelenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yoksa liderlik verili sosyal konum- unun, kendisini getirdiği bir yer değildir.1963 yılında yönetim aleyhine başlayan kitlesel gösterilerle birlikte İran'daki İslami hareketin liderliğine tırmanmıştır.9 Ve Şia tarihinde belki de ilk defa, ulema içinde birisi, kitleyi siyasi seferberliğe geçirebilmesine bağlı olarak merce’itaklid konumuna gelmiştir.

İmam Humeyni'yi taklid eden yığınlar açık bir tercih yapmıştırlar. Denilebilir ki İmam Humeyni ile mukallitleri arasındaki iletişim devrimci eylem zemininde doğmuş ve pekişmiştir. İmam Humeyni bu yönüyle bir anlamda laik bir anlayışın hüküm sürdüğü, genel olarak cami   medrese çerçevesinin içine sıkışmış olarak varlığını idame ettiren ulema geleneğinin pasifist çizgisini yıkarak ulemaya hayatın içinde oynaması gereken önemli rolünü hatırlatmıştır. Belki de mevcut iktidarın yıkılmasından daha zorlu ve sancılı bir mücadeleyi gerektiren, ulema çevrelerinde hüküm süren bu pasifist tavrın aşılmasında İmam Humeyni geleneksel anlayış ve tutumların oluşturduğu engelleri Kur'an'ın hidayete ulaştırıcı mesajıyla aşıp geçmiştir. 8 Ocak1978'de Kum'da yapılan gösterilerde katledilenlerin şehadetinin 40. günü münasebetiyle İmam Humeyni'nin19 Şubat 1978 tarihinde, Necef'teki Şeyh Ensari Camii'nde yaptığı konuşma, İmam'ın bu soruna yaklaşımını çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır:

Fakat şimdi ulemadan birinin (Allah onu affetsin) [tutumunu] açıklamak için şöyle dediğini duyuyoruz: „Eğer Sahibu'z   Zaman (s) gerektiğini düşünürse, gelecektir. Ben İslam'ı ondan daha çok düşündüğümü iddia edecek durumda değilim ya; öyleyse bırakalım İmam uygun gördüğünde, gelsin ve bizi bu sıkıntılardan kurtarsın! Benim bir şey yapmama ne gerek var?“

Bu mantık sorumluluklarından kaçmak isteyenlerin mantığıdır. Biraz ısrarlı araştırmalar sonucunda, böyleleri bize, örneğin başımızdaki sultanlarla anlaşmamız gerek- tiğini ya da onlar için dua etmemizi söyleyen birtakım rivayetlerle gelirler. Fakat bu rivayet- ler Kur'an'a aykırı- dır. Hatta bu rivayetlerden yüzlercesini dahi bulsalar, başlarını duvarlara vurmaktan başka bir iş yapmış olma-yacaklardır. Çünkü bu rivayetler Peygamber'in sünnetine aykırı’dır. İslam bu tür rivayetleri kabul de etmez, değer de vermez.10

-    Kavramların Tecdidi

İmam Humeyni'nin hareketinin en çok dikkat çeken yönlerinden biri de zaman içinde asli içeriklerden yalıt- ılmış olan birçok İslami kavramın yeniden sorgulan- masına ve tevhidi içeriğine tekrar kavuşturulmasına yönelik çabalardır. Bu çabalar sonucunda unutulmaya yüz tutmuş, Kur'an meallerinde dahi yanlış yorumlan- maya başlanmış birçok önemli kavram yeniden hayata döndürülmüştür. Soyutlamalarla izah edilen birçok kavramın somut karşılıkları ortaya konulmuştur.* Bu meyanda Kur'an'ın bildirdiği „tağut“ kavramı, işbirlikçi zalim diktatörlüklerle; „istikbar“ kavramı, emperyalist sulta ve yayılmacılıkla; „müstezaf“ kavramı kurtulma- ları için mücadele edilmesi gereken yoksul ve mazlum kitlelerle somutlaşmıştır. „Cuma namazları“, kitlesel eğitim odakları haline getirilmiş; „hacc“, bilinçsizce bir turistik seyahat ve kalıplaşmış bir menasıklar bütünü olmaktan kurtarılarak, yüzlerce şehidin kanı pahasına da olsa, yalnızca Allah'a teslimiyetin ve İslam ümmetinin evrensel dayanışmasının zirvesi olarak yeniden anlam kazanmıştır.

İmam Humeyni'nin genelde Kur'ani kavramlara yeniden asli içeriklerini kazandırma çabaları yanında, özelde Şia mezhebine özgü bir çok kavramı yeniden yorumlama çabalarına da değinmek gerekir. Bu çabalarla „intizar“ anlayışının sonucu olarak yüz yıllardır, Gaip İmam'ın dünyayı adaletle dolduracağı zamanı bekleye- duran toplumu, beklemekten vazgeçmeye ve sorumluluklarını üstlenmeye çağırmıştır. Müslüman sorumluluğu ve şahsiyeti ile çelişkiler taşıyan geleneksel „takiyye“ anlayışını „İslam'ın tehlikede olduğu bir durumda asla caiz değildir“ diyerek sarsmıştır. Velayet’ıFakih kavramını yeniden yorumlayarak zalim iktidarların çıkarlarına işleyen, intizar felsefesinin pasifist zincirlerini kırmıştır. Pratikte gerçekleşen, Gaip İmam'ın bulunmasından başka bir şey değildir aslında.

Yine İmam Humeyni, Hüseyn ve Aşura kavramlarının üzerin deki tarihsel örtüyü kaldırarak yüzyıllar boyunca sine dövüp, zincir sallayarak

„Hüseyn'in hatırasını canlı tutmaya çabalayan topluma, Hüseyn'in eyleminin gerçek anlamını yeniden öğretmiştir.“11 „Kalkın ve yeni bir Aşura meydana getirin“,, 12 diyerek tüm Müslümanlara gerçekte Hüseyn'in hatırasının nasıl canlı tutulabileceğini açık olarak göstermiştir.13

-    Kadın Erkek Birlikte Mücadele İmam Humeyni'nin İslami mücadele anlayışı ve pratiğine önemli bir diğer katkısı da kadınların da erkekler gibi mücadelenin asıl özneleri olduğunun altını çizmesidir. Hem bir cinse ait olmaktan önce bir Müslüman olarak üstlenilmesi gereken sorumluluğun yüklenilebilmesi, hem de toplumun yaklaşık yarısını oluşturan bir kesiminin İslami bir hareketin başarısı için vazgeçilmez önemi düşünüldüğünde kadınların mücadele içinde yerlerinin ne olması gerektiği tartışmasııklığa kavuşur. İslami hareketlerin bir çoğunun anlayışında; mücadele içinde hemen hemen hiçbir fonksiyona sahip olmayan, en iyi ihtimalle ikincil planda kalan kadınlar İmam Humeyni'nin hareketinde vakarla sahnedeki asıl yerlerini almışlar ve hem devrim öncesinde, hem de sonrasında aktif katılımları ve fedakarlıklarıyla belirleyici bir rol oynamış- lardır.

Kadınların İmam Humeyni'nin hareketinde sahip oldukları bu sorumluluk sahibi ve eşit konum ya kadınları adeta sorumsuz varlıklar, bir eşya, bir vazo gibi algılayan ya da Batılı zihinsel kirlenmelerin de etkisiyle feminist tepkiselliğe varan yaklaşımlar arasında boca- layan Müslümanlar için oldukça öğretici ve aydınlatıcı bir örnek oluşturmuştur.14

İmam Humeyni'nin Mirası, İmam Humeyni, hareketiyle, evrensel İslami harekete kalıcı bir miras bıraktı... İmam tüm dünyanın ezilmiş Müslüman halklarına; Batı ve Doğulu süper güçlerin kendilerini her yönden baskı ve egemenlik altında tuttukları bir zamanda, bir ümit, güven ve onur kaynağı oldu. Hatta sadece Müslüman- lara değil, istikbarın sultası altında Müslümanlarla aynı kaderi paylaştıklarınışündüğü tüm ezilenlere seslendi. Kendisinden önce hemen hemen hiçbir İslami hareketin gündeme bile almaya gerek duymadığı, muhatap olarak görmediği müstezaf yığınları kucakladı, içinde bulundukları ezilmişlik ve sömürülmüşlük olgusunun ardında yatan asıl nedenleri hedef gösterdi. Kurtuluşlarının İslam'da olduğunu, buna ulaşmak için de kendilerine ait sorumluluğu bizzat kendilerinin yüklen- meleri gerektiğini açıklıkla ortaya koydu. Böylelikle müstezaf kitlelerin sahip oldukları devrimci potansiyelin açığa çıkarılmasında belirleyici bir rol oynadı.

Birçok lider ve öncü, küfre ve zulme karşı kitlelerin mücadele bilinci ve kararlılığı hakkında son derece kötümser ve karamsar bir ruh hali içindeyken; o, halkın imanına ve bağlılığına güvendi. Ve halk da onun güvenini boşa çıkarmadı. Bu halk, sadece yaşamında değil, ölümünde dahi dost düşman herkese onun ne kadar büyük olduğunu gösterdi. Tarihin en yüksek kitle katılımlı cenaze töreni; İmam Humeyni'nin ölümüyle İslam Devrimi'nin İran'da çökeceği, hatta tüm dünyada İslami hareketlerin gerileyeceği propagandasını yayan emperyalist çevrelerin yüzünde bir şamar gibi patladı. On yıl önce coşkulu halkın İmam'ı karşılarken izhar ettiği bağlılığın, on yıl sonra onu uğurlarken azalmadığı, bilakis arttığı gözleniyordu. Gördükleri tablo karşısında yeniden umutsuzluğa kapılan emperyalistler ve işbirlik- çileri halkın çıldırdığına dair yorumlar yapıyorlardı. Kendilerinin bunca nefret ettikleri ve korktukları birine Müslüman halkın bu derece bağlılık göstermesi karşısın- da şaşkına dönmüşlerdi. Oysa onlar anlamasa da, her şey gayet açıktı: O, İmam'dı! İslami yöneliş. 05.06.2008

 

13.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.12

 

Türk devletlerinin kuruluşunda tasavvuf büyüklerinin etkileri

Türk devletlerinin kuruluşunda tasavvuf büyükleri etken rol oynamışlardır. Osman Gazi’nin manevi destekçisi Şeyh Edebali’dir. Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad da Mevlana’nın babası Sultan’ı Ulema Bahauddin Veled’den feyz almıştır. Timurlenk (Topal Demir) diye ünlenen bir diğer Türk hükümdarı da yine büyük bir mutasavvıfa bağlıydı. Kendisi, vasiyeti üzerine Semerkand’da, başı hocasının ayakları altına gelen bir türbe içinde yatmaktadır. Osmanlı ordusu olan Yeniçeri Ocağı da Hacı Bektaş’ı Veli’ye bağlanır. Elbette Hacı Bektaş’ın, Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuyla bir ilgisi yoktur ama Yeniçeri Ocağı’nda Hacı Bektaş’tan feyz almış erenlerin nefesleri vardır. Askeri teşkilata tasavvufi bir yön verilmesi, bu teşkilatın fütüvvetle ilişkilendirmesiyle başlar.

Yiğitlik tasavvufta yüksek mertebedir! Türk devletlerinde ‘askeri teşkilat’ kendisini Ömer’e değil Hz. Ali’ye bağlar. Bunun sebebi de Hz. Peygamber’in, Uhud’da canını Peygamber’e siper ederek Zülfikar adlı kılıcıyla onu savunan Hz. Ali için, „Ali’nin üstüne feta (yiğit) yoktur. Zülfikar’ın üstüne de kılıç yoktur“ sözüdür (Taberi, Tarih: 3/27). Abbasi halifesi Nasır Lidinillah’ın (1180  1225), yiğitlik sembolü fütüvvet giysisini, bizzat dönemin büyük mutasavvıflarından Şeyh Abdülcebbar’ın elinden giymesiyle fütüvvet şalvarı kuşanma gelenekleşmiş, birçok emirlere ve devlet adamlarına fütüvvet payesi verilmiştir. Feta yiğit, fütüvvet yiğitlik demektir. Nefsin kötü arzularına karşı direnme, her türlü iyiliği, güzel ahlakı uygulama yolu olduğu için fütüvvet, tasavvufta yüksek bir mertebedir, fetaların yani erlerin yoludur. Bu manada Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler birer feta kabul edilmiştir. Cenabı Hak, İbrahim Aleyhisselam’a feta unvanını verdiği gibi (Enbiya: 60) puta tapmamak, tek Allah’a kulluk etmek için kavimlerinden kaçıp mağaraya sığınan Ashabı Kehf’e de fityeh (fetalar) demiştir (Kehf:10,13)

Gönüllüler ordusu! Fütüvvet sahibi olan kişi, malını dostlarına verdiği gibi mevkiini dahi verir. Bu konuda derin bilgi için Sülemi’nin tarafımdan yaklaşık 35 yıl önce yayınlanmış olan „Fütüvvet Kitabı“nı okumanızda yarar vardır. Aslında bu cereyanın ribatlarla da ilgisi vardır. Sınır boylarında mücahitler evi olarak yapılan ribatlarda kalanlara murabıt denilir.

Murabitun (murabıtlar) genellikle gönüllülerden oluşurdu. Birçokları belli bir zaman cihat görevini yaptıktan sonra yurtlarına döner, başkaları onların yerini alır, böylece yılda birkaç kez törenle mürettebat değişimi olurdu. Düşman saldırısı karşısında mürettebat, civarda eli silah tutan erkeklerle takviye edilir ve bunlar davul çalınarak toplanırdı. Ribatta hayat, nöbet tutmak, askeri eğitim yapmak ve ibadetle geçerdi. Murabıtlar, saygın bir şeyhin yönetimi altında ibadetlerle şehit olmaya hazırlanırlardı. Süleyman Ateş 22.08.2008

 

14.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.1

 

İbadetlerin Onda Dokuzu Helal Kazanç

Ahmed bin Abdullah İsfehani hazretleri buyurdu ki: „İbadetler on kısımdır, dokuz kısmı helal kazanmaktır. Bir kısmı da bildiğimiz bütün ibadetlerdir.“ Abdullah bin Ömer Buyurdu ki: „Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, ‘haramdan kaçınmadıkça, kabul edilmez’, faydası olmaz.“ Süfyan’i Sevri Buyurdu ki: „Haram para ile sadaka veren, cami yaptıran, hayrat yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrar ile yıkayan kimseye benzer ki, daha çok pislenir.“ 

Yayhya Bin Muaz Buyurdu ki: „Allahü tealaya itaat etmek, bir hazineye benzer. Bu hazinenin anahtarı dua, anahtarın dişleri de helal lokmadır.“ Sehl Bin Abdullah’i Tüsteri Buyurdu ki: „Hakiki imana kavuşmak için, dört şey lazımdır: Bütün farzları edeple yapmak, helal yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devam etmeye sabretmek.

Haram yiyenlerin yedi azası, istese de, istemese de günah işler.

Helal yiyenlerin azası, ibadet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir.“ Abdullah İbni Mübarek Buyurdu ki: „Şüpheli olan bir kuruşu sahibine geri vermeyi, bin lira sadaka vermekten daha çok severim.“ Helal kazanmanın ehemmiyetini gösteren nice hadis’ışerifler ve büyüklerin sözleri vardır. Bunun içindir ki, vera sahipleri haramdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri Vehb ibni Verd idi ki, nereden geldiğini anlamadan bir şey yemezdi. Bir gün annesi, buna bir bardak süt vermişti. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, „bu koyun nerede otlamış?“ dedi. Müslümanların hakkı bulunan bir yerde otlamıştı. Sütü içmedi. Annesi, „Oğlum! Allah sana rahmet etsin, iç!“ dedi. „O’na, günah işlemekle rahmetine kavuşmak istemem“ dedi ve içmedi. Mehmet Oruç 30.08.2008

 

14.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.2

 

Keramet gibi görülen istidraç!

İslam büyükleri, haram yediği halde hal sahibi olanlara şüphe ile bakarlardı. Böylelerinin şeytanın oyuncağı olduğunu söylerlerdi.

İbrahim Edhem hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibadet ediyor. Vecde gelip kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip, üç gün müsafir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, halsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli haline şaşıp kaldı. Genci, şeytan aldatmış mıdır, yoksa halis ve doğru mudur, anlamak istiyordu.

Yediğine dikkat etti. Lokması helalden değildi. „Allahü ekber, bu halleri hep şeytandandır“ deyip, genci evine davet etti. Kendi lokmalarından bir tane yedirince, gencin hali değişip, o aşkı, o arzusu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrahim Edhem hazretlerine „Bana ne yaptın?“ diye sorunca „Lokmaların helalden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene giriyordu. O haller, şeytandan oluyordu. Helal yiyince şeytan giremedi. Asıl, doğru halin meydana çıktı“ dedi. Haram yemek, kalbi karartır, hasta eder. Hasta bir kalbden de keramet hasıl olmaz. İstidraç hasıl olur.

Zünnun’ı Mısri buyurdu ki: Kalbin kararmasının dört alameti vardır:

1-İbadetin tadını duymaz.

2-.Allah korkusu, hatırına gelmez.

3-Gördüklerinden ibret almaz.

4-Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrayamaz. Bişr’ı Hafi hazretlerine, „Ne yiyip, nereden geçiniyorsun, bu hale nasıl geldin?“ dediklerinde, „El eden kısadır. Yani, Sizin yediklerinizi Ben yemiyorum, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlayan arasında çok fark vardır“ buyurdu... Bunun içindir ki, eskiden bir Müslümanın birinden yüz dirhem gümüş alacağı olsa, doksandokuz dirhem alırdı. Hak geçme korkusundan, tamamını almazdı. Hazreti Hasen bin Ali çocuk iken zekat malından ağzına bir hurma koymuştu. Resulullah, „Pis pis, onu at!“ buyurmuştu. Halife Ömer bin Abdülaziz’in yanına ganimet eşyasından misk getirdiler. Burnunu tıkadı. Bunun faydası kokusudur. Bu ise, Müslümanların hakkıdır dedi. Büyüklerden biri, bir gece, bir hastanın başında bekliyordu. Hasta ölünce kandili söndürdü. „Kandilin yağı, şimdi vârislerin hakkı oldu“ dedi. Haramı, helali, şüphelileri ve faizi bilmeyen, bunları birbirinden ayıramayan, haramdan kurtulamayıp, ibadetleri boşuna gider. Mehmet Oruç 31.08.2008

 

14.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.3

 

Nefsin dereceleri

Mutasavvıflara göre İnsan ruhu maddeden soyutken çok yüksek bir cevherdi. Buna nefs’ınatıka denilir. Bu nefs’ınatıka denilen ruh, maddeyle birleşince yedi perdeyle asli halinden perdelenmiştir. İşte nefs’ınatıka üzerine çekilen bu perdelerden her biri nefsin bir derecesi sayılmıştır.

Şu halde soyut ruhun tam yedi perdeyle perdeli şekli nefs’ıemmare, bu perdelerden birinin kalkmasıyla nefs’ı levvame, ikisinin kalkmasıyla nefs’ı mülheme, üçünün kalkmasıyla nefs’ı mutmainne, dördünün kalkmasıyla nefs’ı zekiyye, beşinin kalkmasıyla nefs’ı razıyye, altısının kalkmasıyla nefs’ı marzıyye hasıl olur. Ruhun yedi perdeyle perdeli hali nefs’ı emmaredir. Perdeler’den her biri kalktıkça ruha manevi âleminden ışıklar sızar. Nefsin yedi perdeli hali mana âleminden hiçbir ışık sızdırmaz. Perde sayısı azaldığı nispette nefs saflaşır. Bütün perdelerin kalkması halinde nefs’ınatıka tamamen nur kesilir ki bu, Hz. Peygamber’in makamı’dır. Süleyman Ateş 11.09.2008

 

14.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.4

 

Hz. Peygamberimizin,

kamunun haklarına, mallarına musallat olanlara, Kur’an’sal deyimiyle, ‘gulûl suçuna ilişkin tavırları.

Kur’an kaynaklı bir kavram olan ğulûlün ne demek olduğunu dört günden beri evire çevire anlatıyoruz. Biraz uzun tuttuk ama varsın uzun olsun! Uzun olsun ki, bu suçtan çektiği acılar kelimelerle tarif edilemeyecek boyuta ulaşan Türk halkı meseleyi Yüce Kur’an’dan ve güvenilir tarihsel kaynaklardan iyice öğrenmiş olsun. Siz istediğiniz kadar ‘uzun’ deyin. Bu konuda daha söylenecek çok şey var. Biz burada, şimdilik, Peygamberimizin, ğulûl suçu işleyenlerin cenaze namazlarını kılmadığına ilişkin bilgiye kaynaklık eden çok önemli ve göz ardı edilmesi mümkün olmayan  eserlerden çarpıcı bazı örnekler göstermekle yetineceğiz.

Hadis ve fıkıh alanının en büyük isimlerinden biri olan İbn Hemmam (ölm. 211/826) dev eseri el-Musannef’te bize bildiriyor ki, Hz. Peygamber, kamu malından birkaç kuruşluk bir miktarı çalan Eşca’lı sahabîsinin cenaze namazını kılmamıştır. (İbn Hemmam; el-Musannef, 5/244) Hadis ve fıkıh alanının önemli isimlerinden biri olan İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye (ölm.751/1350 ) ise İslam düşüncesinin zirve kaynaklar- ından biri olan eseri Zâdü’l-Mead’da şunu bildiriyor:

Hz. Peygamber, kamu malı çalmış, kamu hakkına tasallutta bulunmuş olanların cenaze namazlarını kılmamıştır. (Zâdü’l-Mead, Beyrut1981 baskısı, 1/515, 3/107-108)

Olayı, İbnü’l-Kayyım’ın sözcükleriyle verelim de ‘kaynak sıkıntısı’ (!) çekenlerin ufku açılsın:

„Bir harp sonrasında Hz. Peygamber’e: ‘Filanca, filanca, falanca şehit oldu’ diye tekmil verdiler. O, bunlardan birisi için şöyle dedi: ‘Hayır! İşte o dediğiniz kişi şehit olmamıştır. Ben onu cehennemin içinde görüyorum. Sebebi de, kamu mallarından çaldığı bir giysi- dir.’ Hz. Peygamber bunun ardında Hattab oğlu Ömer’i çağırarak şu talimatı verdi: ‘Git, ey Hattab oğlu, git de insanlara şunu duyur: Cennete yalnız ve yalnız müminler gidecektir.“ (Ayrıca bk. Müslim, iman bahsi; İbn Hanbel, Müsned,1/30, 47)

Peygamberimizin Ömer’e söylediği söz, kamu malı hırsızlarının mümin niteliğini yitirdiklerine kanıt olarak değerlendirimelidir. Nitekim, Mâûn Suresi’nin söylediği de budur. 

Peygamberimizin Ömer’e söyledikleri, anılan surenin bir açıklaması, gibidir.

İbnü’l-Kayyım devam ediyor: Hayber seferi sırasında ölen birinden söz ettiklerinde Hz. Peygamber şöyle buyurdu: „Arkadaşınızın cenaze namazını siz kılın.“ Bu sözü duyan sahabîlerin yüzü renkten renge girdi. Bunu gören Hz. Peygamber şöyle buyurdu: „O arkadaşınız, kamu mallarından bir miktar aşırmıştı. Cenazesini kılmamamın sebebi işte budur.“ Bunun üzerine, sahabîler, ölen adamın eşyasını karıştırıp baktılar; bir de ne görsünler, halkın malından bir deri pabucu aşırmış.  (Olay için ayrıca bk. İbn Hanbel; Müsned, 2/213; Ebu Davud, hadis no: 2712; Hâkim, el-Müstedrek, 2/127)

Allah ile aldatanların bu gerçekleri halkımızdan asırlarca sakladıklarını artık hiç kimse inkâr edemez. Din üzerinde hegemonya kuranların bilgisizlikleri veya suçları ortaya çıkmıştır. Bu bilgisizliği veya suçu ’halkın gözünden kaçırmak için’ hiç durmadan türban yaygarası koparıp mağdurluk nağmeleri döktürmekse ayrı bir suçtur.

Deniz Feneri soygunuyla gelinen yer, din adına işlenen ğulûl suçlarını örtülemeyeceğinin görüldüğü bir yerdir. Allah ile aldatan ğulûl mücrimleri bunu anladıkları için işi gürü- ltüye boğarak, bir tür ‘kişisel kavga’ hazırlayıp faciayı unutturrmak üzere ona buna saldırmaktadırlar. Ne yazık ki, ‘suçluların telaşi içinde yapılan saldırılar’ daha başka suçların itirafı olmaktan öteye gidememektedir.

Gerçek şu ki, İslam din ve imanının, ’İnsan hayatına ruh ve ufuk verecek en ciddî mesajları, İslam’ı  temsil ve savunma iddiasıyla ortalığı kasıp kavuranlar tarafından saklanmakta, savsaklanmakta veya saptırılmaktadır. Bu hayatî mesajlar yerine kitlelere, avutucu, uyutucu bir takım ‘dinleştirilmiş uydurmalar ve yapay kutsallar’ yutturulmakta, hatta dayatılmaktadır.Halk bu yutturma ve dayatmalarla avunurken ğulûl suçluları, İnsanımızı ülkenin içinde ve dışında soyup soğana çevirmekte, edindikleri muazzam servetleri de aydınlığın ve çağdaşlığın yok edilmesi için şerir bir güç olarak kullanmaktadırlar. Ne yazık ki, siyaset, büyük ölçüde medya ve hatta devlet bütün bunlara seyirci kalmaktadır.

Anlaşılan o ki, Mâûn Suresi çok daha ağır tokatlarla bizi sarsmaya devam edecek. Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk 19.09.08

 

14.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.5

 

Kötülüklere göz yumanın hali

Nasihat etmek, dinimizin çok mühim bir emridir. Gücü yeten Müslümanlar, hakkı, doğruyu söylemezse, yani emr’i maruf ve nehy’i münker yapılmazsa, o ülkenin başına büyük belaların geleceğini dinimiz haber vermektedir.

İbni Abbas hazretleri, „Ya Resulallah, içinde iyilerin de bulunduğu bir ülke helak olur mu?“ diye sorunca, „Evet helak olur.“ buyurdular. Sebebi sorulunca, „Allahü teâlâya isyan edildiğinde iyiler sükut edince, hepsi helak olur.“ buyurdular. Peygamber efendimiz yine kötülüğe mani olmakla ilgili buyurdu ki: „Allahü teâlâ, bir meleğe, bir kasabanın altını üstüne getirmesini emreder. O melek, bu kasabada hiç günah işlemeyen bir zatın da olduğunu, o zatı kurtarıp kurtarmayacağını sual edince, Cenab’ı Hak, „Bütün şehir halkı ile onu da alt üst et! Çünkü o zat, bana isyan edenlere karşı yüzünü ekşitmemiştir“ buyurdu.“

Hazreti Âişe validemiz tarafından bildirilen bir hadis’i şerifte de, „İçinde Peygamberler gibi ibadet eden seksen bin kişi bulunan bir ülke azaba maruz kalmıştır... Çünkü onlar, Allah için, buğzetmedi, emr’i maruf ve nehy’i münkerde bulunmadı.“

Daha başka hadis’i şeriflerde de, ‘iyiler’, kötülükleri önlemeye muktedir iken, önlemezlerse, o ülkede „azabın umumi olarak geleceği“ bildirilmiştir... Emri maruf, iyiliği emretmek, yaymak demektir. Mehmet Oruç 25.09.2008

 

14.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.6

 

Bilgilendirme

Allah’a’ hamdü senalar olsun. Sevgili Peygamber efendimize selät’ı selam olsun. Onun izinde ve ona dost olanlara selam olsun.

Ey Ehli vicdan sahipleri din adamları toplum hayatının mimarlarıdır. Din adamlarının hali ile toplum hayatına ya rahmet, Veya, siyaha yakın, ‘boz acımsı duman şeklinde’ müsibet yağar. Allah(c.c) Sizler ile insanları müsibete hazırlayan, din tahripçilerin bertaraf  eyleyip; insanları rahmete hazırlayan bu yolda mücadele edenlere yardım eylesin.

Yıl 2007 ilk çeyreğinde, Türkiye Gazetesine telefon ederek Mehmet Oruç bey ile diğer Beylere İslam dairesini muhafaza eden tarikatın hak tarafını doğrulayan yayınlarından dolayı teşekkür ettim;

Allah’u Ekber,

Çok sevindi, O bize yeter, Öbür tarafta; dedi. Bizde bilmiyorduk yaz, dedi. Yani bu yazılanalar ile iki kitap halinde toparlanmış bilgileri, söylüyor.

Bir beldede insanlar kendi yaptıkları puta taparmış; orada bir de Alim/salih kul varmış. Bir gün bu Alim İnsan paltasını alıp putu kırmak için yola çıkıyor; bir müddet sonra önüne şeytan geçip; yoldan çevirmek için mücadele ediyor.

Mücadelenin sonunda, Alim kişi şeytanı alt ediyor; altta olan şeytan, ey Alim İnsan putu kırınca eline ne geçecek vazgeç; ben her sabah yastığının altına, ‘altın bırakırım’ sende onları Çocuklara dağıtır sevap kazanırsın, diyor... Alim kişi düşünüyor, ‘teklif akla yatkın’ kabul ediyor. Her gün, ‘şeytanın bıraktığı altınları’ Çocuklara dağıtıyor; bir müddet sonra altınlar gelmiyor... Hışımla yerinden kalkıp, ‘paltasını alarak’ tekrar yola çıkıyor; aynı yerde, şeytan tekrar önüne geçiyor; tutuşuyorlar mücadeleye, ‘bu sefer şeytan’ Alim zatı yıkıp, üzerine oturuyor.

Altta kalan Alim zat, şaşırıyor; nasıl oldu geçen sefer ben seni yenmiştim; diyor... şeytan, nasıl olacak, altın ile ihlası değiştik, diyor.

Allah(c.c) sevgili kulları, „özellikle Çocukların din’i eğitimini“, ’ihlası altına değişen’ yoldan çevrilmişlerin insafına/ateşine emanet etmeyin.

Yıl 2004 ortalarında, 17 Wien Marien gasse’deki evime, binadan içeri gireceğim vakit, (Binan altı Süleymancıların Camisi) Bayram hoca ile bir kişi çapraza almış gibi, bana bakıyor/bekliyorlardı.  

Binanın dış kapısından içeri girdim, şeytan arkadan gelerek enseme çarptı; „haram ve şüpheliden korunulur insanları islamdan sapıtan şeytanın yardımcı guruplarına da kalbi yakınlık olmaz“ ise, etkisi olmuyor. 

Aynı yer, Camin dış giriş kapısını, yıl 2005 Onbirinci ay olabilir bombalamışlar. Mesaj açık; demek istiyorlarki bizde sizin ensenizdeyiz deccali saltanatınızı başınıza geçireceğiz.

Yıl, 02.05.2005 iltica Mahkemesi’nde Hakim, Bayazıt sen sakin ol, dedi... Her ayın birinde, anlaşma gereği tramvay bilet parasını bankaya yatırıyor, hafta sonunda kontoda kalan paraya göre harcamalarımı yapıyordum.

Banka veya Bilet dairesi, beşinci ve altıncı ayın parasın zamanında çekmemiş, bende bilmediğim için, iki ay ödememiş olmuşum. Durumu öğrendim, birazda kızgın olarak Bilet dairesine gittim; görevli yere yaklaşırken, öbür taraftan iki tane Süleymancı geldi.

Süleymancıların taşıdığı şeytan, telkin ediyor ki; bizi deşifre etmez, dost olur, insanları uyarmaz hak yer günah işler isen, „yediğin hak, işlediğin veya ortak olduğun günah ile yaklaşır“, İçerden „devletin içindeki önemli“ haberi getiririz...

„Din'in siyaset ve menfaate aleti ile yardımcı edin’diği insanlara; „Allah(c.c) ve Peygamberine muhalefet yap- tırıp“ din'de yapılan tahribat oranında güç elde ederek; etnik milliyetçi ırkçılara yaklaşıp aldatıp sürükleyerek dünyanın musibet ve kaosa hazırlanmasının sebepleri hazırlatılı’yor.“

Ey Aklı selim sahipleri, „büyüklü küçüklü iki ayak üzerinde toparlanmış“ dünyaları için ’din’i yırtan’, bu gurupların sofrasına oturan onlar ile gönülden sohbet eden; „devlet erkanının sırrı olmaz, şeytan onlar üzerinden haber taşır, ırki ve milli duyguları hassas ve zafiyetleri olan insanlara, ‘duyu yollarından’ yaklaşarak, haram ve şüpheli ile kalbe attığı, kana karışan telkin ile, zihinsel kontrol ederek hata yaptırır.“ Din’in tahrip edildiği yırtıldığı oranda dünyanın 'yaşam kenarı' kutuplardaki yırtılma/erimenin sebeplerini hazırlatır.

Yaratılmışların en asili... Allah(c.c) Sizler ile Ehli Vicdan sahibi tarihçileri, maneviyat deryasında hazırlayıp; kol kırılır yen içinde, aldatılması ile insanların maddi/manevi birikimlerinin boşaltılıp, „itikat ve amallerinin zafiyete uğratılmasını bekleyenleri“, deşifre, bertaraf eyleyip; yaratılış gayesine uygun İnsanlığın geleceği için, mücadele edenleri desteklesin. Amin. Hacı Bayazıt 19.10.2008 

 

14.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.7

 

Vahiy yağmuruna bahçe olmanın kıstasları.

Yeryüzünde İnsan, vahiyde hayat bulur. Çünkü vahiyde hayat vardır. Hayatı anlamlı kılmanın yolu ve çaresi, şeksiz ve şüphesiz vahye bağlamaktır. Vahiy, hayatın anlam kaynağıdır. Ondan uzak düşen hayatı ve hayatın anlamını kaybeder. Vahiy, hayatın hayatıdır. Onsuz kalan, hayatsız kalır.

Rabbimiz buyuruyor: „İşte biz böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola iletiyo- ruz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir yola götürüyorsun.“ (Şura Sûresi / 52)

İslâm âlimleri bu ayet i kerime’de „bir ruh vahyettik“ ibaresinden maksad, Kur’an olduğunu beyan etmişlerdir.

Allah’û Teâla’nın Kur’an-a / vahye „ruh“ ismini vermesi, cehalet ölümünden diriltici hayatı ihtiva etmesi dolayısıyladır.

Malik b. Dinar (r.a.) şöyle demiştir: „Ey Kur’an ehli! Kur’an sizin kalbinize neler ekti. Şüphesiz yağmur yeryüzünün baharı olduğu gibi, Kur’an da kalplerin baharıdır.“ (el  Camiu Li Ahkâmi’l Kur’an (İmam Kurtubî) C:16 , Sh: 55, Beyrut/1967)

Kur’an okuyup vahyin bahçesi haline gelmek, saadeti dareyni yudumlamaktır. Bu herkese nasip olacak bir şey değildir. Ölmüş hocalarına, şeyhlerine, efendilerine hitaben „Biricik bakışınla yeşerdi kaç kerbela, sen nazar etmeden içim kuraktı canım“ diyenlerin kulakları çınlasın. Kur’an’ın yeşertmediği kalbi kim yeşertebilir behey gafil? Asrımız Kur’an okuyup Kur’an’sız kalanların her gün biraz daha çoğaldığı bir hüsran ve gaflet asrıdır. Bu asırda vahiy yağmuruna bahçe olmak kolay değildir. Yeri geldiği için şunu da beyan etmekte fayda vardır: Doğruyu eğrilerde aramayalım, ama denk gelince de almaktan sakınmayalım!

Vahiy yağmuruna bahçe olmak; din görevlisi değil, din gönüllüsü olmaktır. Din gönüllüsü olmak; karanlığı kovan güneş olmaktır. Din görevlisi olmak ise, karanlıkta yıldızları sayıklamaktır. Ayıklayan ile sayıklayan hiç bir olur mu?

Vahiy yağmuruna bahçe olmak; yürüyen Kur’an olan Rasûl anlayışını evrenselleştirme çaba ve gayreti içinde olmaktır. Her yerde ve her zaman vahyin aklın kölesi değil, efendisi olduğunu bilmektir. Aklın kalp evinde reisin vahiy olduğunu bilmesi kâfi değildir. Akıl kalp evinde tek reisin vahiy olduğunu kabul ettiği gibi, kalp meydanında da yegâne amirin vahiy olduğunu kabul etmedikçe vahiy yağmuruna bahçe olamaz. Din meselesinde sınırı çizecek olan beşer, ancak Rasûlullah (s.a.v)’dir ve o da ancak vahiyle çizer. Kur’an, bunun dışındaki sınırları iptal etmiş, geçmiş ve gelecek faillerini de hükümsüz kılmıştır.

Hevâ ve bid’attan içtinap edip, kitap ve sünnete sımsıkı yapışmak, vahiy yağmuruna bahçe olmaktır. Vahyin bereketi böylelerinin üzerine iner. Gözlerimize rahmet damlaları yağması için Peygamber kıstaslarına ihtiyacımız var. Peygamber (s.a.v) etrafında- kilerin kalblerine Kur’an ayetlerini ekiyordu. Bakınız Hz. Peygamber, Hz. Hatice ile Peygamberliğinden uzun bir zaman önce evlenmiş ve onunla 25 sene yaşamıştır. Kendisine ilk vahiy geldiği zaman, Hz. Hatice O’na fevkâlede bir destek verdi, O’nu rahatlattı, müjdeledi. Hz. Hatice O’na şöyle diyordu: „Müjdeler olsun, sen sözün doğrusunu söylersin, emânete riayet edersin, akrabanla ilgilenirsin, güzel ve iyi ahlâklısın. Sebat et. Vallahi ben, senin, bu ümmetin Peygamberi olacağını umarım. Hiç korkma! Allah seni hiçbir zaman utandırmaz, üzüntüye uğratmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın. Yoksula, kimsenin veremediğini verir, kazandıramadığını kazandırırsın, misafirleri ağırlarsın, uğradıkları musibet ve felâketlerde halka yardım edersin.“ (Prof. Dr. Hüseyin Algül, Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed, Ankara 1994, s. 29)

İşte Hz. Hatice (r.a.)’ın Rasûlullah (s.a.v)’in şahsında şahid olup, saymış olduğu bu vasıflar, vahiy yağmuruna bahçe olmanın kıstaslarıdır. Bu kıstaslara sahip olup vahiy yağmuruna bahçe olmak, bütün İnsanlık için olmaktır. Vahiy yağmuruna bahçe olmayanlar, vahiy ağacının meyvelerinden yiyemezler. Vahiy ile ilişkisini kesmiş İnsan, hayatının hayatiyet damarları kesilmiş İnsandır. Ondan şer’den, münker’den gayrisi beklenmez.

Vahiy yağmuruna bahçe olmak, vahiy ile çelişen ve çatışan değerlere ve değerlendirmelere asla ve kat’a itibar ve iltifat etmemektir. Vahiy yağmuruna bahçe olmak; Sırat‘ı müstakim üzere herkes tarafından görülecek ve örnek alınacak bir konumda olmaktır. Bu konum bütün insanlar için vahyi ölçüleri açısından yol gösterici bir konumdur. Vahyi tanımada, anlamada ve yaşamada İnsanlığa örnek ve önder olmak, adres ve ders olmak, vahiy yağmuruna bahçe olmaktır. Vahye layık olmayan, vahye uymayan, vahiy yağmuruna bahçe olamaz. Müslüman’ın vahye bahçe olması, okuduğu Kur’an’ın kalbine ne ektiğine bağlıdır. Okuduğunuz Kur’an’ı kalbinize ve kalıbınıza âmir, yapmamışsanız, vahiy yağmuruna bahçe değil, çağdaş iblislere akçe olursunuz.

Kulluk kitabımız Kur’an her gün yeniden nazil olur. Her gün üstümüze vahyi yağmuru yapar. Yağan vahiy yağmuruna rağmen hayatımız vahiy bahçesine dönüşmüyorsa, bizim kelâmımızda ve kalemimizde, söylemimizde ve eylemimizde bir ihanet, hıyanet var demektir.

Şunu bilelim ki; kelâmımız ve kalemimiz Allah’ı tesbih ettiği sürece canlıdır. Dolayısıyla kelâmı ve kalemi Allahû Teâla’yı tesbih edenler, bu tesbihatlarına hayatlarını, siyaset- lerini, münasebetlerini şahid kılanlar, vahiy yağmuruna bahçe olmanın kıstaslarına sahip olanlardır. Mustafa Çelik 17.12.2008

 

14.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.8

 

Dini yanlış okumanın hüsranı.

Türkiyedeki din istismarı, Allah ile aldatmayı meslek edinenlerle dini yok sayanların ortaklaşa hazırladıkları bir sonuçtur. Allah ile aldatanlardan din’i sömürme- melerini bekleyemeyiz... Onların ayakta durabilmeleri bu sömürüye bağlıdır... Bizi şaşırtan, varoluş sebepleri ve görevleri Allah ile aldatmak olmayan insanların bu istismara dolaylı biçimde yardımcı olmalarıdır. O nasıl olmuştur? İşte o, ‘dini umursamamak veya yok saymak’ yanlışı yüzünden olmuştur. Burada bir teo-filozfi (ilahiyatla bağlantılı felsefe) veya teo-sosyoloji (ilaiyatla bağlantılı sosyoloji) dersi vermemiz gerekecek.

Verelim: Din, daha doğrusu din’e kaynaklık eden iman, asla nötr kalmaz. O, ya yapacaktır ya yıkacaktır... Eğer yapmıyorsa yıkmasını bekleyin; eğer yaptıramıyor- sanız yıkmasına hazır olun... Eğer dinsel imanı bir hazırlayıcı, yapıcı enerji olarak hayatınıza sokamazsanız;

bilinki, birileri, onu sizin hayatınıza bir tahrip enerjisi olarak mutlaka sokacaktır... Bu bir hayat kanundur. Şaşmaz ve Iskalamaz. „Yani, kalp ve kanda bulunan ’manevi, fikri, fizik’ haram ve şüpheli durumuna göre zihin yolu ile vucudun bütün hücrelerine ya Rahmani /yapıcı veya şeytani/yıkıcı enerji dağılır.“ Türkiye Cum- huriyeti, imanın bir tahrip enerjisi halinde toplumu kemirmesine örnek gösterebilecek belki de bir numaralı ülkedir. Prof.Y.Nuri Öztürk 23.12.2008

 

14.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.9

 

’min,

Kur’an’dan Kur’an-a „hürmeti“, hizmeti kadar anlar.

Yeryüzünde Müslüman bir ferd ve toplum için en büyük felâket, Kur’an okurken Kur’an’sız kalmaktır. „Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı“ diye meşhur bir söz var. Bu söz, adeta Kur’an’ın tarihteki serencamını özetliyor: Nazil oldu, okundu, yazıldı. „Peki nerede anlaşıldı? Nerede yaşandı?“ O niye yok? Manidar değil mi? Kur’an’ın anlaşılmasını ve yaşanmasını gereksiz görenler, günün 24 saati Kur’an okusalar dahi, Kur’an’sız kalmaya mahkûmdurlar.

İnsanoğlunun Kur’an-a muhtaç olmadığı an yoktur. İnsanlık her an Kur’an-a muhtaçtır. Aslında Kur’an, hem itikada, hem de amele müteallik meseleleri İnsanlığa bildirmek için indiril- miştir. Bu itibarla beşer, daimi bir dersi olarak, kesintisiz, süresiz Kur’an-a muhtaçtır. Halbuki hayat-ı içtimaiyede vazifelerin çokluğu ve mesainin yoğunluğu herkesin her an Kur’an’ın bütününü okumasına imkân bırakmıyor. Onun için Kur’an-ı Mûcizü’l-Beyan, çeşitli sûreler içinde Kur’an’da geçen bütün ahkâmı sık sık tekrar ediyor. Ta bütün Kur’an-ı Kerim’i okumaya muktedir olamayan kimse, uzun bir sûreyi okuduğu zaman, tafsilen olmasa bile, icmalen bütün Kur’an’ı tezekkür edebilmiş olsun... Yani Kur’an’ı anlamak için Kur’an’la irtibatı asla ve kat’a kesmemek gerekir.

Kur’an her an canlıdır. Ona ölüler muamelesi yapanlar, ölülerden sayılırlar. Altını çizerek diyoruz ki; bir yerde Kur’an elde taşındığı halde şuurda taşınmıyorsa, en yüksek yerlere konulduğu halde hayata konulmuyorsa, dilde olduğu halde kalbde yer almıyorsa, kendisi göz önünde olduğu halde talimat- ları gözardı ediliyorsa, sesi dinlendiği halde sözü dinlen- miyorsa, matbaalarda basılması serbest bırakıldığı halde mekteplerde okunması ve öğrenilmesi yasaklanıyorsa, orada Rabbimizin „Ruh“ ismini verdiği Kur’an-a „ölü metin“ muamelesi yapılıyor demektir...

Kur’an-a „ölü metin“ muamelesi yapanlar, Allah’tan başkasına tapanlardır. Mehmet Âkif Ersoy ne güzel söyler: „Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağınaYahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına“ Donmuş ve dondurulmuş akılla Kur’an anlaşılmaz. Kur’an’ı anlamak için akleden bir kalbe sahip olmak gerekir. İnsanoğlu için akleden kalbe dönmenin yolu Kur’an-a dönmektir. Kur’an, aklı dondurmaz, aksine Kur’an aklını çalıştır- mayanları ağır bir şekilde kınar.

Rabbimiz buyuruyor: „Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir. Akıllarını kullan- mayanlar üzerine Allah bir rics/pislik yükler.“ (Yunus Sûresi / 100)İman bir nuru manevi olup donmuş ve dondurulmuş akılları çözer. Kur’an-a hizmeti kadar Kur’an’ı anlamaya çalışan, vahyin fikir işçiliğini yaparken imanını aklına âmir yapandır. Ona kin besleyen ise, sahte ilahlara tapandır.

Kur’an’ı anlamayı basite almayalım. Günümüzde Kur’an’ı meâl aracılığıyla okuyacakların dikkat etmeleri gereken bir husus bulunmaktadır: Meâl, hiçbir şekilde Kur’an değildir. Meâl, onu hazırlayan tarafından kısmen ve biraz da eksik bir şekilde Türkçe’ye aktarılmış bir anlamdır. Bir İnsanın yazdığı bir kitabın bile bir başka dile bizatihi kendi dilindeki güzellik içerisinde sadık bir anlam ve güzel bir üslûpla aktarılamayacağı dikkate alınırsa, bunun Allah’ın sözü için ne kadar imkânsız bir durum olduğu anlaşılır. Dolayısıyla Meâl okumak Kur’an’ı anlamanın sadece ve sadece bir aracıdır. Kesin ölçüsü ve ölçütü değildir. Meâller bize Kur’an-a dair -tabir caiz ise- bir taslak çizerler. Ancak bu taslakta figürler, şekiller, çizgiler, velhâsıl görüntüler net ve yerli yerince değildir. Bu yüzdendir ki; meâl okuyan birinin buradan hareketle Kur’an-a dair nihaî hükümler çıkarması, imanı olan bir kişinin yapacağı bir iş değildir.

Keyfî ve indî gerekçelerden yola çıkarak Kur’an okuyanlar, Kur’an’dan bir şey anlamazlar. Kur’an okumaya başlamadan önce her türlü şeytanî ve nefsânî niyet ve düşüncelerden hem aklımızı, hem de kalbimizi arındırmalıyız. Dilimizle „Eûzû“ çekerken bunu bütün ruhumuzla hissetmeli, nefsimizden veya çevremizden kaynaklanarak bize bulaşan her türden dürtü, ayartma ve fısıltılara karşı Allah’ın manevî desteğine sığınmalıyız.

„Kur’an’ı okumaya başlamadan evvel nasıl ki akıl ve kalp manevî kirlerden arındırılmalıysa, aynı şekilde onu okurken de peşin hükümlerden, indî ve keyfî değerlen-dirmelerden de kendimizi kurtarmalı ve korumalıyız.“ Keyfî ve indî hizmetlerin içinde yer alanlar, Kur’an’dan bir şey anlamazlar. Kur’an’ı anlamamızın miktarı, Kur’an-a olan hizmetimizle mukayyeddir. Kur’an’ın değerlerini hayatımızın neresine taşıdık... Ashap’tan Ebu Derda (r.a.) rivayet ediyor: Peygamber (s.a.v) ile beraber’dik; gözü ile semaya baktı ve şöyle dedi: „Şu an ilmin insanlardan kaybolma zamanı; hatta ilim adına hiçbir şeye güç yetiremeyeceklerdir.“ Ziyad b.Lebid: „Bizden ilim nasıl çalınacak? Biz devamlı Kur’an’ı okuyoruz. Kur’an’ı okutup öğretiyoruz. Çocuklarımıza, hanımlarımıza da öğretip okutuyoruz.“

Efendimiz söyle buyurdu: „Ey ziyad! Annen senin hasretinle yansın; seni Medine- ‘nin fakihlerinden sanıyordum… Söyle bakalım: İşte Tevrat Yahudilerin elinde, iste İncil Hıristiyanların elinde, onlara bu kitapların hiçbir faydası var mıdır?“ (Tirmizi; Müslim, İlim: 5; İbn Mâce, Mukaddime: 1)

Günümüzde Kur’an’ın tilaveti, kıraati, tevcidi, hıfzı, etüdü var. Ama Kur’an hayatın merkezinde değil. Mektep ve mahkeme penceresinde bakınca; Kur’an mehcur, Kur’an metruk ve Kur’an mahkûm… Kur’an’ın hafızları bir hayli. „Ama ahkâmının muhafızları kibriti ahmar gibi az.“ muhammed İkbal’in ifadesi ile: „Kur’an’ın mânâsı senin kalbine yeniden nazil olmuyorsa ne Razi’nin tefsiri, ne de Zemahseri’nin Kessaf’i senin dertlerine çare bulamaz.“kur’an hizmetinde değil de başkalarının hizmetinde isen; dünyada yazılmış bütün tefsirleri okusan da, ezberlesen de, Kur’an’dan bir şey anlayamazsın!

Şunu da unutma ki; Kur’an-ı anlamak, kaf dağının ardında değil, İ’layi Kelimetullah, için yükselen Cephe yıldızının bayrağındadır! Mustafa Çelik 31.12.2008

 

15.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.1

 

Hz.Hüseyin ve Ehl’i Beytin Onurlu Kıyamı

İnsan yaratıldığı günden beri mücadele içinde bir yaşantıya sahiptir. İnsan, karakteri ve yapısında birbirine zıt unsurlarla yaratıldı. Ona çok çeşitli eğilimler verildi. İstek ve arzuları oldukça farklı ve sürekli çatışır. İnsanın bazı istekleri ve arzuları hayvani (maddi) istekler dediğimiz heva ve hevesten kaynaklanan istekleri vardır. Bir de İnsanı şehevi arzular alanından uzaklaştıran ve daha üstün ve yüce bir mevki olan manevi, İnsani ve nurani yaşama yücelten, bir takım güçlü eğilimler İnsanda aynı anda varlığını sürdürürler.

İnsanın iradesi, yeteneği ve gücü sürekli olarak bu birbirine zıt ve farklı yönde hareket eden istek ve eğilimler arasında, bir çekişme, mücadele ve ıstırap içerisindedir. Basit bir iş için bile „yapsam mı yapmasam mı“ ikilemi yaşar. İyi mi, kötü müdür? Nefis „yap“, akıl „yapma“ der, ya da tersi olur. Bu iki zıt unsurdan birisi zafer elde edene kadar mücadele sürer. Farklı yönelişler olan bu iki eğilimden hangisi kazanırsa irade de o doğrultuda devreye geçer ve İnsanın faaliyetleri de başlar. İnsan yaşamı mücadele temeline oturtulmuştur ve mücadele kaçınılmazdır. Bazen İnsanın kendisi bile içsel savaşından gafildir ve çekişme ve mücadeleden uzak ve emanda kaldığını sanır. Örn: Düzenli bir işi vardır. Aşı, maaşı çol-çocuğu ve tekdüze yaşantısı olan İnsan böyle sanır. Oysaki mücadelesiz bir yaşam mümkün olmadığı için nefsimizle sürekli bir mücadele ve çatışmaya girmemiz kaçınılmaz- dır. Ancak girişeceğimiz mücadele yüce, mukaddes bir hedef uğruna olmalı, başarılı, heyecanlı, yararlı ve dinamik bir mücadele olmalıdır. Peki, acaba bir mücadeleyi zafere götüren koşullar nelerdir? Bu konudaki muğlâklık aşılmalıdır ki, Hz. Hüseyin ve çağlar boyunca gelen Ehl’i Beytin kıyamlarını anlamamız mümkün olsun. İlk olarak mücadelenin açık, belli, somut ve kesin bir hedefi olmalıdır. Hedefi olmayan mücadelenin anlamı yoktur! Aslında her mücadelenin bir hedefi vardır. Fakat bazen oluyor ki, hedefler açık değil, belirsizdir.

Bakıyorsunuz bazı insanlara, ömrünün tümü müca- deleyle geçiyor ama sonuca ulaşamıyor. Çünkü mücadele boyunca açık, somut ve kesin olan bir hedefe değil de belirsiz ve karanlık bir noktaya yönelip zikzaklı bir hareket ortaya koyuyor. Bu yüzden başarıya ulaşamıyor. O yüzden mücadele’de açık bir hedefin bulunması gerekir. Hedef, insanlara sunulmaya layık ve itimat edilir olmalıdır.

İkinci olarak mücadelenin hedefi yüce ve değerli olmalıdır. Bazen hedef açık, belirgin ve somuttur. Ama uğrunda mal ve mülkünü harcamaya değmez. Bazen hedef daha değerlidir, uğrunda malı harcamaya değer ama canını vermeye değmez. Bazen de hedef öyle mukaddes ve yüce olabilir ki, İnsan kendi canını ve en sevdiği yakınlarının canını da bu hedefe ihlâsla feda etmeye hazır olur! Tüm insanların özelde Müslümanların uğrunda mücadele etmeleri, mallarını ve canlarını vermeleri gereken mukaddes hedef işte böyle bir hedeftir!

Bu yüce hedef Allah’ın rızasıdır ve mücadelenin ilk şartıdır. İkinci şartı mücadeleci İnsan eylem ve çalışma adamı olmalı, rotasını belirlemeli ve sözünde durmalıdır. „Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da doğrulukta devam edenlere, onlara melekler ölümleri anında: „korkmayınız, üzülmeyiniz, size söz verilen Cennetle sevinin. Biz dünya hayatında da ahirette de size dostuz. Burada canlarınızın istediği, umduğunuz şeyler, bağışlayan ve acıyan Allah katından bir ziyafet olarak size sunulur“ diyerek inerler!“ Fussilet-30-32. Mücadelede sebat edenleri işte melekler böyle müjdeliyorlar!

Sebat etmeyen insanlar ise milletlerini zillete duçar eder. Önderlerini saptırırlar. Gerçek mücadelecileri de gaflete düşürürler ve etkisiz bırakırlar. Hâlbuki Allah Teala, savaş esnasında kurşundan yapılmış duvar gibi düşman karşısında direnen kullarını sever.

Mücadelenin önemli olan üçüncü şartı ise doğru mücadele metodudur. Bütün mücadele metotlarının zamanı, konumu, kendine özgü tarzı ve taktiği vardır. Bu açıdan mücadele metodu ve taktiğiyle, hedef arasındaki uyum oldukça önem taşır. İşte Kerbela hadisesinin baş gösterdiği ortamı, ortaya çıkan şartlarını bu açıdan iyi kavramalıyız. Aksi takdirde Peygamber soyunun uğradığı bu devasa zulmün nedenlerini anlayamaya-cağımız gibi, mevcut zulüm sistemlerinin bu kıyamı örtbas etme,gözden kaçırma ve duyurmama gibi oyunlarına da kanabiliriz. Şimdi o döneme ve şartlarına bakıyoruz

Muaviye ölmüş, veliaht olarak fısk-u fücurda bulunan oğlu Yezid’i İslam Sultanı, İslam Peygamberinin halifesi sıfatıyla Müslümanları yönetmek üzerine musallat etmiştir. Yezit, açıkça içki içiyor, sefih ahlaklı, hayvanlarla oynaşan, kumar oynayan, danışmanları Hrıstiyanlardan oluşan ve sınıfsız İslam toplumunda yeni sınıflar ihdas eden, kavmi ve ailevi ayrıcalıklar oluşturan zalim bir hükümdardır. İşte böyle sefih, dirayetsiz, ayyaş, akılsız biri Müslümanların hükümetini ele geçirmiştir. Yezit, layık olmadığı bu makamda kalabilmek için tüm toplumdan biat alıp, kendini ve yönetimini meşrulaş- tırmak istiyordu.

İslam beldelerinde zulüm kol geziyor, ilahi yönetim tarzı hızla beşeri saltanata dönüşüyordu.

Kufe’de ikiyüzlü, ölü, nefsine ve Yezit’in ayak oyunlarına ram olan bir kalabalık vardı. Fakat sayıları az olsa da, Hz. Ali’nin mektebinde terbiye edilmiş güzide insanlar da vardı. İşte halktan böyle bir grup toplanıyorlar ve kendi aralarında Yezit’e biat edilemeyeceğine karar verdiler. Bu makama layık olmadığını ve kabul edilemez olduğunda hem fikirdiler.

Peki, kimin peşinden gideceklerdi? Araştırdıklarında Hicaz’da belli başlı 4 kişinin Yezit’e biat etmediğini görürler. Bunların başında Peygamber torunu Hz. Hüseyin(a.s) gelmekteydi. İşte bu halktan kişiler, Hz. Hüseyin’e beraber mücadele etmek için mektup yazarlar. Hz. Hüseyin, durumu incelemek ve doğru bilgi almak için amcası oğlu Müslim b. Akil’i Kufe’ye gönderdi. Hz. Hüseyin’ in kıyamı bu merhalede başlıyor. Peki, Hz. Hüseyin’in hedefi neydi? Müslüman beldelerde ve özelde Irak’ta, Kufe’de hâkimiyet mi kurmak istiyordu? Saltanata mı talipti? Kesinlikle hayır!

O’nun hedefi hâkimiyet değil „ilay-ı Kelimetullahtı!“ İster başarıya ulaşsın, ister ulaşmasın, „hak ve batılı“ daha açık bir şekilde göstermekti O’nun hedefi… O, Hakkı göstermek istiyor ve Hakka talipti! Eğer hükümeti ele geçirmeye muvaffak olsaydı, hükümetin güç ve kudretini Allah’ın istediği yönde kullanırdı. Fakat muvaffak olmasa da yine istediği hedefe ulaşmış olacaktı! Burada biraz kalalım ve şöyle devam edelim: „mücadele için seçeceğimiz kimseler, ayağı sürçmeyen insanlar olmalıdır. Sosyal bir harekete yön vermek isteyenler, İmam Hüseyin’den ders almalıdırlar.“

İmam Hüseyin savaşa karar veriyor. Savaşta da iki grubun katılımı gerekiyor. Birincisi erkândır, yani mücadelenin sütunlarıdır. Bu kimseler mücadelenin iskeletini teşkil eder.Dizginler onların elindedir. Bu kims-eler itimat edilir, idealist, güçlü ve güçlerinin iradesine sahip, direnmiş kimseler olmalıdırlar.Aynı zamanda vazifesin’de müdrik, teşkilatçı ve muti olmalıdırlar. İmam Hüseyin (a.s) bu grubu dikkatle seçti. Müslim b. Akil, Kays b. Mezahir… İkinci grup ise ihtiyaç duyulduğunda güçlerinden istifade edilebilecek sempatizanlardır. Bu gruba 1. grup kadar dikkat edilmez. İmam Hüseyin’in kervanında böyle takipçiler de vardı. Çoğu geri döndüler Kufe yolunda Hazretten... Bu arada Kufe’de de durum değişmişti. Kalpler Hüseyin’le kılıçlar ise O’na karşıydı! Mücadele alanı değişmiş, mücadele metodu da değişmeliydi. Artık yalnızca aşk ve sefa dolu, kendini Allah’a adamış ve dünya bataklığından kendini kurtarmış insanlar O’nun yanında kalmalıydı. Müca- delelerde oldukça önem taşıyan sorunlardan biri, güvenilir ve doğruya çalışan bir irtibat mekanizmasının varlığıdır. Bu mekanizma da çevik, imanlı ve hedefe kalpten bağlı olmalıdır. Hz. Hüseyin’in görevlendirdikleri arasında biri de Hasin b. Numeyr’di. İbn-i Ziyad, Hasin b. Numeyr’i tutukladığında bağışlanması karşılığında, Hz. Hüseyin’e küfretmesini önerir. O ise övgüler yağdırır Hüseyin’e… İbn-i Ziyad ve Yezit’e de lanet okudu. Sonunda sarayın damından aşağı atılır ve şehit edilir.

Hz. Hüseyin’in hedefi açık ve belliydi. „Dinin, Hak ve hakikatin müdafaası ve İslam’ın izzetinin korunması“… Yol da belliydi. Hz. Hüseyin dönüşü olmayan bir yola girmişti. Öldürüleceğinin, tamamen şuurundaydı. Bu yüzden kendine bağlananlara ve yakınlarına defalarca dönebileceklerini söyle mişti. Onları tercihlerinde serbest bırakmıştı. O kendi kanı pahasına İslam’ın hakikatinin koruna- cağını biliyordu. Eğer Peygamber ailesinin bir ferdi olarak bu kutlu cihadı başaramazsa, Müslüman ümmet, zalim hükümet- lere boyun eğmeyi izzet zannedebilirdi. Hâlbuki hem, bu İslam dışı yönetimlerin maskelerini düşürmek, hem de haram ve helalleri, Kur’andaki hükme geri döndürmek istiyordu.

Şimdi denebilir ki o zamanda yönetim tarafından hadler uygulanmıyor muydu? Uygulanıyordu, uygulanmasına da yönetimin çıkarları gözetilerek uygulanıyordu! Zina yapan halktan biri ise ceza uygulanıyor, yönetimden biri ise ya da bizzat Yezit’in kendisi ise uygulanmıyordu! İşte böyle bir ortamda Hz. Hüseyin, münafık tıynetli insanların, mücadelesini yanlış ve saptırarak anlatma- larını önlemek için de önlem almıştı!

Örnein: her ortamda vaaz veriyor, insanların kendisini ve niçin kıyam ettiğini anlamalarını sağlamaya çalışıyordu. Halk içindeki münafıkların „İbn-i Ziyad bizi kandırdı. Başka birinin geldiğini zannetmiştik. Eğer gelenin Hüseyin olduğunu bilseydik kesinlikle onunla savaşmaz- dık. Hatta ona yardım ederdik“ şeklindeki nifaklarına mazeret bulamasınlar diye onları sürekli uyarmıştı.

Bir defasında, Yezit ordusunun önünde durup haykırmıştı; „Ey insanlar! Eğer beni tanımıyorsanız, gidiniz ve beni aranızda Peygamber soyunu bilenlerden sorunuz. Peygamber torunu olduğumu bilmiyor musunuz?“ Hz. Hüseyin bunları söylemeyecek olsa hakikat, hile ve desiselerle örtbas edilecek ve Kufe halkının kimler tarafından saptırılıp aldatıldığı perde arkasında kalacaktı. Tabii haliyle hükümet aleyhine kıyam eden herkes nifakla suçlanacak ve kanı helal olacaktı. O ısrarla şunu demek istiyordu; „Sizler beni davet ettiniz.“ Ben de davetinize icabet ettim. „Allah’ın dini ayaklar altına alınıyor“ dediniz. O’nun dinini korumak için Medine’yi terkedip bu topraklara geldim. O halde insanlara Hüseyin’i davet ettiğinizi, sonra da toplanıp onu Kerbela’da şehit ettiğinizi nasıl izah edeceksiniz?“ Kerbela hadisesinde önemli olan bir nokta da şudur: Mücadele hayatın kaçınılmaz bir parçasıdır. Mücadelenin en güzeli de Hakk lehinde ve batıl aleyhinde olandır! Mücadele, Hakk düşüncesini canlı tutabilmek ve Hakkın kanunlarını icra edebilmek içindir.

Kıyamın Sebepleri. İmam Hüseyin, İslam ümmetinin hicri 60. yılda büyük ve tehlikeli bir sapma ile karşı karşıya olduğunu görmüştü. Kanlı bir kıyamdan başka bu şiddetli sapmanın önünü alabilecek bir başka yol yoktu. Bu bozukluk ve fesadın önü başka türlü alınamazdı. Ve İslam’ın hayat sürmesi için İmamın kıyamından başka çare kalmamıştı. Hz. İmam bu ümmetin hayatta kalması için, rüya âleminde Resulullah’tan aldığı iki vakıa gerçekleşmeliydi. Bu rüyada İmam Resulullah’ın şunları söylediğini görmüştü:

1-Allah kendi yolunda senin şehadete ermeni ister.    

2-Allah çocuklarının da esir edilmelerini diledi. İmam Hüseyin şehit olsa bile çocukları, bacıları, İslam âlemine musallat olan azgın Emevileri ifşa edip, zalim Yezid’in gerçek yüzünü ortaya koyarak onun İslam ile alakası olmadığını Müslümanlara anlatacaklardı. Kıyamın sebeplerini anlamak için en sağlam yöntem Hz. Hüseyin’in kendi vasiyet ve konuşmalarını incelemektir.

Bir defasında şöyle buyurmuştu:

„Biz Allah’tan geldik O’na döneceğiz.

Eğer İslam ümmetinin yönetimi Yezid b. Muaviye’nin eline düştüyse,

artık İslam’a veda etmek gerekir…

-    Resulullah’tan duydum: „Hilafet Ebu Süfyan sülalesine haramdır!“

„Nefsime yemin ederim ki, Müslümanların imamı, ancak Kur’an ile hükmedendir… Adaleti ayakta tutan, hak dine uyan, nefsini Allah yoluna adayan ve kendisini Allah’a vakfedendir!“ „Hakka amel edilmediğinin farkında değil misiniz? Hak ile amel edilmediğinin halkın batıldan ayrılmadığını görmüyor musunuz? Ben bu yolda ölmeyi şehadet biliyorum. Mevcut şartlarda yaşamayı ise kendim ve müminler için yenilgi, rezalet, uyuşukluk ve ruhsuz- luktan başka bir şey olmadığına inanıyorum.“ Diyordu.

Yine,

„Ey insanlar! Büyükbabam, İslam ümmetinin Peygamberi şöyle buyurdu:“ „her kim Allah’ın haram kıldığını helal sayan Allah’ın koyduğu sınırları aşan, Allah’a olan ahdini çiğneyen ve Resulün sünnetine karşı çıkan zalim bir sultan, adaletsiz bir yöneticiyi görür de kıyam etmezse, amelen veya en azından sözle bunu engellemezse, Allah bu Müslümanı bu zalim sultan ile aynı hükme tabi tutmayı kendine vacip görür.“ Yezid, nar önderiydi. Mal, makam, mevki, kadın, altın ve göz korkutmayla emrine aldıklarını cehennem ateşine götüren bir önder.

Hz. Hüseyin (a.s) nur önderidir. insanlarıştükleri karanlıktan İslam’ın aydınlığına çıkaran nur önderi… İslam maskesi takan fasıkları, zalimleri, münafıkları deşifre edendir. Adaletsizlik, zulüm ve Kur’an-a muhalif davrananlara karşı onurlu bir direniş ortaya koymuştur. „Ey halk! Biliniz ki, bunlar (Yezid ve etrafındakiler) şeytanın yolunu takip etmekteler… Şeytana itaat etmeyi kendilerine gerekli kılmışlar ve Allah’a itaat etmeyi bırakmışlardır… İslam ümmeti arasında açıkça fesat işlemektedirler. Allah’ın ahkâmını, Hududullahı terk etmişlerdir.“

Yezid’in yönetiminde hadler uygulanıyordu fakat yöneticilerin menfaatleri ekseninde dönüyordu. Suçu işleyen yönetimden ise suç görmezden geliniyor, halktan biri ise en acımasız bir biçimde halka gözdağı verircesine yerine cezalandırılıyordu. Yönetimin önemli sapmalar- ından biri de halka ait olan „amme gelirlerini“ halkın ihtiyaçlarına değil, yöneticilerin şahıslarına, şahsi menfaatlerine göre kullanılıyor olmasıydı. Haramları helal, helalleri de haram sayıyorlardı. Bu yüzden Hz. Hüseyin, mukaddes kıyamının Hak üzere olduğunu ve bu hareketinin sonuçsuz kalmayacağına güvenmenin gönül rahatlığı içinde olduğunu göstermektedir.

İmamın kıyamı, İslami kıyamların tümünün merkezi durumundadır. Kendinden önceki kıyamlar onun kıyamıyla doğrulandı. Ondan sonra meydana gelen kıyamlar ise ondan ilham almışlardır. Bu arada İmama karşı çıkan Kufe halkı özelinde dünyaya dalan, dünyanın güzelliklerine, süsüne, konfor ve rahatına düşkün İnsan portresinden de söz etmek lazımdır. Çünkü onlar Hz. Hüseyin’in Peygamber torunu olduğunu Ehl’i Beytten olduğunu ve hak yolda olup Kur’anla amel ettiğini biliyorlardı. Ama peşin olana kendilerini kaptırdık- larından, O aziz İmama ihanet etmişlerdi. Yezid’in onları zaaflarından yakalamış olduğunu ve bu zaaflarından dolayı onları köle edindiğini görüyoruz.

Demek ki, Müslümanı bitiren ne Yahudi ne de Hrıstiyanların saldırılarıdır. Sadece ve sadece kendi nefislerinin ayartmasıyla dünyayı talep etmeleri ve dünyanın parasına, makam ve mevkisine kendilerini kaptırmalarıdır. Yani Müslümana karşı Müslümandır, Kerbela! Özde Müslümana karşı, sözde Müslüman var…

İslam tarihini ve gelişen olayları yeterince idrak edemediğimiz de çağın Yezidlerine karşı savunmasız bir durumda kalabiliriz. Yolumuz çetrefilleşir, aydınlığımız kalmaz. Alaca karanlıkta hak ile batıl birbiriyle anlaşır görünür. Hâlbuki Rabbimizin muradı Hak ile batılın tamamen ayrışmasıdır.

Peygamber torunlarının kanı pahasına da olsa.

İşte Hz. Hüseyin bunun bilincindeydi ve gerekeni cesurca yapmaktan bir an bile geri kalmadı... Hala İslam dini yaşıyorsa, dünyanın dört bir yanından müntesipleri artıyorsa bu onun onurlu, aziz kıyamının bereketidir. Onun kıyamı İslam’a karşı İslam çıkarılmasını sonsuza dek engellemiş, bu son dini ve ahkâmını ebediyen Allah katından geldiği ve Resul tarafından tebliğ edildiği şekliyle yaşamasını sağlamıştır. Bu anlamda imamın kıyamı asla bir kayıp ya da intihar değildir! Aksine ferasetle bakıldığında tam da kurtulu- şun ve kazanmış olmanın en bariz görüntüsüdür. Bu açıdan İmamın kıyamını her yönden iyice tetkik etmekte günümüz Müslümanı için de hayati önemde işaretler vardır.

İslam ve dünya Müslümanları Hz. Hüseyin’in bu mukaddes kıyamının gölgesinde canlı kalabilmişlerdir desek, yanlış söylemiş olmayız. Onun yolundan giden, Ehl’i Beytin sevgisiyle yoğrulan ve onları takip eden, safını onlardan yana belirleyenden oluruz İnşAllah! Vesselam… Şükran Taşdelen 10.01.2009

 

15.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.2

 

İnançsız, filozof da olsa, cahildir!

Yalnız fen ilimlerinde uzman olup mâneviyâttan haberi olmayanlar, her ne kadar „titr ve paye“ sahibi iseler de, gerçekte câhildirler. Bu, abartılı bir ifade gibi gelebilir. „Filozoflar, fen veya sosyal ilimlerde profesör olanlar nasıl cahil olur?“ diye düşünülebilir.

Ne var ki, meselenin püf noktası yakalandığında kesinlikle böyle oldukları görülecektir. Bu husus genel bir prensiptir: Bir ilimde uzman, âlim olan, diğerinde gabî, câhil olabilir. Bu normal bir durumdur. Hepimiz öyle değil miyiz? Mesleğimizin uzmanı iken, diğer mesleklerin cahili olabiliyoruz.

Her ne kadar iman ve özellikle tevhid, fen ilimlerinin de şehadetiyle sâbit ise de; mânevî ilimlere girerler. Madde ile uğraşan veya maddede boğulanlar maneviyâtta kördür; gerçeği göremez! Meseleye şu örnek penceresinden bakabiliriz:

Sosyal veya fen ilimlerinden herhangi birinden bahseden bir kitap düşününüz. Yazanını, konusunu, mahiyetini, içindeki hakikatleri bilmeyen; eni, boyu, sayfa adedi, paragraf sayısı, yazı karakteri gibi maddî ve şeklî yönünde uzman dahi olsa; bu bilim/ilim değildir. Belki feyizsiz, kuru ve ruhsuz bir bilgidir. Ki, ilim sahibi olmayan birisi, bir cetvelle ölçer, biçer, bu hususları ortaya koyabilir.

Bu perspektiften bakıldığında; kâinat kitabını inceleyen, „Kim yazmış, niçin yazmış, kitabın anlamı nedir?“ sorularını hiç düşünmeden; fizikî, kimyevî veya biyolojik yönlerini ortaya koysa da aslında bu gerçek bilim değil, cehalettir! Dolayısıyla fen ilimlerinde mesafe katedip, maneviyâttan haberdar olmayan her bilgi sahibi, ilim ehli değildir. Dolayısıyla, kâinat kitabının maddî boyutlarını ele alıp, yaratılış gaye, hikmet ve sebeplerini araştırmamak, iç yüzünü okuyamamak, hikmet dilini çözememek, sentez yapamamak bir cehalettir. Bu hakikati, 20. yüzyılın büyük âlimi, fizikçisi ve filozofu Albert Einstein (1879-1955) şöyle ifade eder:

„Duyabileceğimiz en güzel ve en derin heyecan mistik heyecandır.

Bütün hakikî ilim bundan çıkar. Gönülden gelen mânevî heyecanı tanımayan, yaratılmış tabiat karşısında hayrete düşmeyen ve bu mükemmelliği, muhteşemliği yaratan Allah’ın huzurunda huşu ile eğilmeyen kimsenin ölüden farkı yoktur. Bizim sınırlı aklımızla anlayamadığımız, gözlerimizle görme kudretinden mahrum bulunduğu- muz şeyin gerçekten var olduğunu, parlak bir güzellik halinde kendini gösterdiğini bilmek, işte hakikî dindarlığın temelinde bu bilgi ve bu duygu vardır.“1

İnkârcıların bakışısı gerçek, harfî, ilmî bir bakış değil, belki ismî bir bakıştır. Mânâ-ı ismî ile bakış; bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak, eşya ve hadiselere maddî cephelerinden, sathî, üstünkörü, kendi hesabına, tek yönlü bakmaktır. Diğer bir ifadeyle varlığı, maddî, dünyevî boyutuyla algılamak, nefsî çıkarlar açısından görmektir. Oysa, her şeye „harfî“ bakılırsa, sanatkârı, ustası görülür. Harfî bakış, bir şeyin kendisini değil, sanatkârını tanıttığı, bildirdiği mânâdır. Yani, anlamını, sahibini, ustasını, kâtibini, yazarını, sanatkârını gösteren, bildiren, tarif eden bir bakıştır. Bu bakış; harflerin, kelimelerin şekil ve renginden önce, anlamını görür. Bir san’at eserine, „Nasıl yapılmış, neyden yapılmış?“ diye bakılırsa; madde, şekil ve görüntünün dar kalıplarının ötesine geçilemez. „Kim yapmış, niçin yapmış, ne anlatmak istemiş ve hangi mesajı vermek istiyor?“ sorularına da niyet edip bakarsınız; bilginiz, ufkunuz pek çok âlemlere açılır.

İşte „mânâ-yı harfî“, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu şu koca kâinat kitabına, O’nun hesabına bakmak; niçin yazmış, neler yazmış olduğunu anlamak ve anlamlan- dırmaktır. Eğer kâinata harfî bakışla, Cenâb-ı Hakk’ın azametini, büyüklüğünü gösteren bir eser nazarıyla bakılırsa, o oranda kıymet de kazanır. Meselâ, bir resim Ahmet Hamdi, Leonardo da Vinci veya Picasso’ya dayansa, bir tespih tarihî şahsiyetlere isnat edilse, değeri yüz milyarlarca liralarla ifade edilir. Ancak aynı değerde bir resim veya antika eser; bir ressama veya sanatkâra isnat edilmezse, kıymeti hiç hükmündedir. Dipnot: 1- Saliha Şahan, Büyük Hayatlar, s. 84-85. 23.01.2009 Ali Ferşadoğlu

 

15.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.3

 

Ehl-i Beyt’le imtihan olmak

‘Lailahe illallah Muhammedün Resulüllah’ ifadesinde abideleşen iman hakikati, ancak ehlince izah edilebilecek bir keyfiyet taşır. Bu nedenle sırlarla dolu Kelime-i Tevhid cümlesini kuru bir cümle seviyesine indirmek büyük nasipsizliktir.

Aslında temel nasipsizlik tabii ki imandan uzak olmaktır. Alemlerin Rabbi’ni şeksiz şüphesiz ‘bir’lemeyen ve O’nun (c.c) alemlere rahmet olarak gönderdiği Habibi’ne (s.a.v) iman edip tâbi olmayan bir kalb, bahsedilen iman nimetinden zerre nasibini almamıştır.

Alemlerin yaratılışındaki nüveyi ‘Aşk-Muhabbet’ oluştur- ur. Nitekim Cenab-ı Hak biricik Peygamberimize (s.a.v) hitaben, „Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım“ buyurmuştur. Bu İlahi sevgi varlığın oluşumuna temel olmuş, ‘kün’ emrine temel teşkil etmiştir. Aşkın kaynağı Allah’tır. Seven de, sevilmeye layık olan da bizzat Kendisidir. Habibi’ni seven, Zat’ına Mir’at-Ayna kılan da O’dur (c.c). Dolayısıyla, sevginin bizzat yaratıcısı olan Allah’ın (c.c), Kendine Habib kıldığı İnsanı sevmek, imanın kendisidir, var olma nimetinin bir teşekkürüdür.

Bu sevgi, silsile olarak devam eder. Peygamberimizi (s.a.v) sevmek, tabii olarak O’nun sevdiklerini sevmeyi beraberinde getirir. İşte bu nedenle Allah’ın Sevgilisi’nin (s.a.v) „Beyt’im“ dediği ailesini ve „Yıldızlarım“ diye taltif ettiği sahabe-i kiramı sevmek bir iman rüknüdür. Gayrısınışünmek abesle iştigaldir. Buradan hareketle, sahabe arasında ayrımcılık yapmak, bazılarını sevip bazılarını sevmemek, hatta işi hakarete kadar vardırmak terbiyesizliğin en büyüklerin  den olduğu gibi, bu duygulara sahip olanı iman dairesinden alıp küfrün karanlık çukuruna savurabilir. Allah cümlemizi bu hallerden muhafaza buyursun. Bu tür hallere sahip olanlara ikaz, müminlerin kalbindeki muhabbet duygularını daha da kavileştirmek mahiyetinde şu delillere dikkatlerimizi çevirelim:

Allahü Teâlâ, Ehl-i Beyte buyuruyor ki: „Allah sizlerden ricsi (her kusur ve kiri) gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemeyi irade ediyor“ (Ahzab: 33). Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali’yi, Hazret-i Fatıma’yı, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’i mübarek abâları ile örterek şöyle dua etti: „İşte benim Ehl-i Beytim bunlardır. Ya Rabbi, bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!“ (Mesabih).

Sevgili Peygamberimiz(s.a.v) buyurdu ki, „Şu üç hürmeti gözetenin, dini ve dünyası muhafaza edilir, yoksa hiç bir şeyi korunmaz. İslam’a, Peygambere ve O’nun nesline hürmet“ (Taberani).

Yine hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: „Ehl-i Beyti seveni Hak Teâlâ sever, buğz edene de buğz eder“ (İbni Asakir). “İslam’ın esası, Bana ve Ehl-i Beytime sevgidir“ (İbni Asakir). „Her şeyin temeli vardır. Müslümanlığın temeli ashab ve Ehl-i Beytimi sevmektir“ (İ. Neccar).

„Allah’ın Kitabı ve Ehl-i Beytime uyan, hidayette olur, uymayan sapıtır“ (İ. Hibban). „Ehl-i Beytim, Nuh’un gemisi gibidir. Tutunan kurtulur, tutunmayan, boğulur“ (Taberani). „Tutunduğunuz vakit, asla dalalete düşmeyeceğiniz iki şeyi bıraktım: Allah’ın Kitabı Kur’an ve Ehl-i Beytim“ (Hatib).

„Ehl-i Beytime buğz eden, yüzüstü Cehenneme atılır.“

Ahmed). „Ehl-i Beytime, Cehennemlikten başkası buğz etmez“ (İ. Ahmed). „Fatıma, Cennet hatunlarının üstünü, Hasan ve Hüseyin de Cennet gençlerinin yüksekleridir“ (Tirmizi). „Ya Fatıma, Allah-ü Teâlâ senin gazabın için gazap eder, senin rızan için razı olur“ (Hakim).
„Allah-ü Teâlâ, Fatıma ve nesline Cehennemi haram kıldı“ (Hakim, Taberani). „En iyiniz, Ehl-i Beytime iyilik edendir“ (Hakim). „Ehl-i Beytimi sevmeyen, ihtilafa düşer ve şeytana yoldaş olur“ (Hakim). „Vallahi Ehl-i Beytimi sevmeyenin kalbine iman girmez“ (İ. Ahmed). „Benim soyuma dil uzatarak, Beni incitenlere, Allah-ü Teâlâ çok azap yapar“ (Deylemi). „Ya Rabbi, Hasan ile Hüseyin’i seviyorum. Sen de sev. Bunları sevenleri de sev“ (Tirmizi). „Fatıma Benden bir parçadır. Onu inciten Beni incitmiş olur.“ (Hakim). „Fatıma’yı Ali’den daha çok severim, Ali, Bana, Fatıma’dan daha çok kıymetlidir“ (Hakim). „Kızım Fatıma’nın adı, ‘Allah onu ve sevenlerini Cehennemden korur’ manasındadır“ (Deylemi). „Ali’yi ancak mümin olan sever ve ona ancak münafık olan buğz eder“ (Nesai). „Ali’yi sevmek, ateşin odunu yaktığı gibi, Müslümanların günahını yok eder“ (İ. Asakir). „Ali’ye düşman olanın düşmanı Allah’tır“ (Ramuz). „Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır“ (Deylemi).
„İlim on kısım. Dokuzu Ali’de, biri diğer halktadır. O, bu biri de onlardan iyi bilir“ (Ebu Nuaym). „Ali’yi seven, Beni sevmiştir. Ona düşmanlık, Bana düşmanlıktır. Onu inciten Beni incitmiştir. Beni inciten de Allah-ü Teâlâyı incitmiş olur“ (Taberani). „İmanın birinci alameti Ali’yi sevmektir“. „Ensara ancak münafık buğz eder. Ehli Beytime buğz eden de münafıktır“ (İ. Asakir). „Ehl-i Beytimi ve ashabımı çok sevenin, Sırat köprüsünde ayağı kaymaz“ (Deylemi, İ. Adiy). „Ashabımı, ezvacımı ve Ehl-i Beytimi seven, Cennette Benimle beraber olur“ (Ramuz). „Allah’ı seven Beni sever, Beni seven de, Ehl-i Beytimi sever“ (Tirmizi)

-   „Benden sonra Ehl-i Beytimle imtihan olunacaksınız“ (Taberani). „Bana ve Ehl-i Beytime salevat getirilmedikçe, dua ile Allah arasında perde vardır“ (Ebuşşeyh). Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) Ehl-i Beytine ve sahabesine olan muhabbetini anlatan bu ifadelerin sayısını çoğaltmak mümkün. Aslında sadece bir tanesi üzerinde yapılacak kısacık bir tefekkür bile İnsanın hayatını derinden etkileyecek nitelikte. Fakat bir tanesi var ki, dünü ve bugünü anlamamız noktasında çok çarpıcı.

-    Allah’ın Sevgilisi (s.a.v) şöyle buyuruyor; „Benden sonra Ehl-i Beytimle imtihan olunacaksınız.“

Evet, başta Kerbela’da yaşanan facia olmak üzere, tarihte yaşanan ve müminleri yakından ilgilendiren bütün hadiselere bir de bu hadis-i şerif ışığında bakmak lazım.

Bugün Müslümanlar olarak üzerimizde dolaşan kara bulutların sebebi ne ola acaba? Ve ülkemizde yaşana- nlar… Toplumsal ayrışmaya doğru gittiğimizin, değerlerimizi tek tek yitirdiğimizin farkında mıyız? Yoksa biz de Ehl-i Beyt’le imtihan mı oluyoruz? Allah kazanmayı nasib eylesin. Okan Egesel 12.02.2009

 

15.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.4

 

Allah’ın muhteşem yaratığı güzel insanlar.

Alemlerin emniyeti islamın beli ve omurgası maneviyatın olgunlaşma hali ile ‘hz Ali efendimize çıkan hak yoluna’ kemer ve köprüler ile ‘tarikat zemin hazırlar’ islam dairesini muafaza eder; Kur’an’ın bir kısmını görmez’den gelerek din’in ucunu açıp şişirilerek geliştirilen parelel din’in tarikatı, şeytanın yardımcıları asrın Nemrutları, Firavunları, Ebu Cehilleri, Muaviye ve Yezidlerine karşı Maneviyat ve Adalet ile - amansız, kıyasıya - mucadele eder Peygamberinin izine düşüp Allah’ın hesabına uygun Kur’an’ı hayat nizamı olarak yaşar.

insanları cehenneme sürüklemede şeytanın yardımcılığını yapan parel dinin tarıkatın’da kemer ve köprüler olmadığı için takipcilerini muaviyenin takipcisi yapar şeytanın hesabına hazırlayıp izine düşürür. Allah(c.c) onların müsübetinden bütün alemi korusun. Haci Bayazıt 30.07.2009

 

15.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.5

 

Allah’ın muhteşem yaratığı, tarihin şahitleri güzel insanlar.

Lütfen şunu birtarafa yazın. ‘Terör toprakdan çıkan mahsül gibidir’, esas suçlu onu ekendir. Bölgede dinsel federe eyalet ayrılacalığın sosyal ve siyasi alanın olmasına engel için idiolejik olarak pkk’nin örgütlenmesi gayleye alınmadı... Ama sonra, deccal hizbinden bölücü dinsel milliyetci Fetulahcılar Süleymancılar Özal'ın kulağına Irak’ın küzeyinde Türkiyenin himayesinde kürt devleti kurmayı üflüyor; böylece bin kadar olan örgüt çekiç gücünde bölgeye gelmesi ile kısa sürede yirmi binleri buluyor.

Devlet sebepleri hazırlayıp, taşıyanların önüne düşen insi din’sel bölücü insi şeytanları bertaraf etmeden ‘onlara sağladığı desdeği kesmeden’ diğerleri, müsübet ve terörün taşıyıcılarını önleyemez. Çare, İslam toplumun mayasıdır, İslam dairesi felsefi akımlar ile hertürlü bölücü fitneci bitadci unsurdan arındırılıp, devlet tarafından akıl baliğ çağından ilk okuldan başlatılmalı; din’in neslin güvencesi çocuklar bölücülerin menfatine ateş, malzeme olmaktan kurtarılmalı. Ehli Vicdan Sahipleri meselenin çözümü; devletin asli unsurlarının meseleye duyarlı olup, insanları müsübete müstahak hale hazırlayanlara „en azından imanın enzayıfı ile Buğz etmesi ile“ önlenir. hacı bayazıt 09.08.2009

 

15.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.6

 

Selam sevgili kardeşim. iletinizi okudum ama doğrusu anlamadım. isterseniz demek istediğinizi acıkça yazabilirsiniz. selamlar dualar. Cemal Nar

Güzel Ağbim, alemi İslam ve İnsanlığa ait bilginin ve vebalinden kurtulmak amacı ile,

Alemdeki olaylar din ahlak maneviyat dairesinde iki kurala bağlı gelişir. Devletler maneviyat ehlinin feraseti, halkı Allah’ın hesabına yatkın hazırlamsı ile kurulur. Yıkılıması’ da din adamlarının maneviyatdan uzaklaşıp ‘din’de tahribat yolu açarak’ halkı şeytanın hesabına yatkın hazırlamsı ile olur.

Bayezid-i Bistami hazretleri, kalbimin köşesinde bekleyeni melek sanıyordum meğer şeytanmı; der, otuz senelik ibadetini iade eder. Ama aleme ışık tutacak böylesi bilgiler gizlendiği için; Müslüman, şeyhin efendinin abinin karanlık tahribat yolundan gelip kalbinin köşesine yerleşmiş şeytanı, cibril olmuş nefsi sanıyor.

Edirne’de Selimiye Camisi yapılırken, işçinin biri devamlı taşı birakacağı temele bırakmadan geri götürürmüş. Bunu gören Mimar Sinan sebebini sorar. İşçi sabah boy abdesi alacak su bulamadım onun için gönlüm razı değil boy abdessiz, bu Mabedin temeline bir taş koymaya der. Mimar Sinan hemen işi paydos edip önce hamam yaptırır.

Devlet böylesi itikat ve amele sahip Mimar İşçiler ve Cemat üzerinde maneviyat ve adalet burcuna yükseliyor. „Bu olaya mütakip“ Muhalifeten; icazet alacak Şeyh adayları Edirne’de başka bir Caminin odasına akşam girip beklermiş. Bir müddet sonra bir kız cin  gelir; eğer icazat alacak aday gece cin kıza namaz kılmayı öğretir ise sabah birlikde çıkar, ‘Haya Perdesini Bırakıp’ icazati alırmış.

Böylece, ulu Mabedler içinde cinler insi taşıyıcıları ile cirit atmaya başlayıp, ‘devleti, maneviyat ve adalet burcundan aşağı doğru’ din’in dört ana esasından ikisini hafife alan tefsirci mealci kız tarafı ile boşaltıp, diğer ikisini’de gayleye almayan, gelenekci/bidatci oğlan tarafı ile  yıkılmaya müstehak hale hazırlamışlar.

Saidi Nursi yiğit adam, vefatından üç sene önce, Ben siyaset yolu ile devlete hizmet etmek istemiştim, diyor... „din’in siyasete aleti, kız cin ile birlikdeliği ima ediyor“, pişmanlığını dile getiriyor...  yani, Süleyman (a.s) gibi, şeytan haber taşımaya mecbur edilir, diye fetva vermiş; şeytanı perdelemek için’ de evliyanın ruhaniyeti sineğin kanadı ile gelir demiş; ‘şahsi manevisi’ ismi ile’de yol açmış. Böylece sinek kılığında gelen şeytan nur şakirtlerini telkine alıştırıp sonra kulak ve kafasına girip ağrı ile bağımlı ediyor.

Kur’an’da, Neml Süresi. 39 ve 40 belirtilen, Süleyman (a.s)’ın Belkisin tahtı ile ilgili, ‘Cinlerden bir ifrit, „Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim“ dedi. 40. Kitaptan ilmi olan kimse ise, „Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm“ dedi. İlim sahibi zatın, Süleyman (a.s)’ın veziri Asäf bin Bahriyä, yahut da Hızır olduğu riväyet edilmektedir.

Vezir, ifriti koğup, kendi ilmi ile tahtı getirir. Cinlerin, Süleyman (a.s)’ın hizmetinde çalışdığı anlatılan  kıssada; ise, “cinlerin gaibin ilminden habersiz olduğunu“ haber ve söz taşımasına inanılmamasını ikaz eder... Aksi durum, Kur’an-a muhalifet’dir.

Din adamları manevi yolda ilerlerken İbrahimi karekteri ile karşilaşınca; şeytan iki erkek, folklorik Sofiler ve Kur’an’ musallat olmuş faize fetva verip, Allah’a şavaş açan Süleymancılar olarak görünüp, (onları sürer) ‘döndermek için’ telkin eder... Onlar iki kişi, sende bu kız çocuğu ‘ilmi siyaset’ ile ol güçlen der... Böylece her dönen birisi ile insanlar müsübete müstehak hale hazırlanıp, bölge ve bölgesel oluşumlar zafiyetler ile „onların bilmeyeceği şekilde yanıltılıp“, terörün fiziki hale dönüşmesin’de insanlar, „sebeplerin manevi arzi boyutunu hazırlayanlar ile içli dışlı olup“, bilmeden müsübete  açık hale geliyor, getiriliyor. Din’i ve tarihi mirasın beşiği bölgenin üzerinde rahmet bulutlarının oluşması  için, „diğerlerinin deşifre edilip“, insanların uyarılması gayreti ile Allah’ın selamı, üzerinize olsun. Haci Bayazit 27.08.2009

 

15.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.7

 

„Müminin ferasetinden sakınınız“

Bir hadisi şeriflerinde Âlemlere Rahmet Hazreti Muhammed (s.a.v) Efendimiz, feraset (öngörü, sezgi) hakkında şöyle buyurur; „Müminin ferasetinden sakınınız; zira o Allah Teâlâ’nın nuru ile bakar“ (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağır, 1, 24). Feraset konusunda Ayeti kerimede de şöyle buyurulur; „Ey iman edenler! Şayet Allah’dan ittika ederseniz, o size furkân (hem zahir, hem batında hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir“ (el-Enfâl, 8/29).

Kanaat önderlerinin taşıdığı vebal. O zaman önümüze çok hassas bir ölçü çıkmaktadır. „Hadiseleri doğru okumak ferasetin ürünüdür“. Feraset kişinin yaşantısında daha doğru bir istikamet için çok önemlidir. Feraset, kanaat önderlerini ve toplumda önderlik konumunda bulunan kişileri çok daha yakından ilgilendirir. Çünkü etkiledikleri, ya da peşinden sürükledikleri kişilerin ve toplumun sorumluluklarını üstlenmek gibi bir vebal ile karşı karşıyadırlar. Fertlere düşen; peşinden gittikleri kanaat önderlerini ya da fikir adamlarını feraset açısından mutlak değerlendirmektir.

İtimat ettikleri kişiler eğer ferasetten yoksun iseler, yanlış istikamete yönlendirilme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını bilmek zorundadırlar. Toplumun genel durumuna bakılınca maalesef endişe duyduğumuz bu durumun gerçekleş- tiğini görmek mümkündür. Nitekim yanlış yönlendirmelerin neticesinde İnsanımızın geldiği durum meydandadır. insanlar, hadiselerin yanlış okunması ve yanlış yönlendirilmeleri neticesinde yanlışa sürüklenmiş, amelî ve itikadî hatalar batağına sürüklen- miştir. Gelinen durum; sadece ferdi planda kalmamış, toplum olarak tehlike çemberine düşürülmüştür.

Toplum, kimin peşinden gittiğini sorgulamalıdır. Toplumun geldiği noktada kanat önderleri ve fikir adamlarının, parti liderlerinin, medya patronlarının, yazar-çizerlerin mutlaka katkısı vardır. Fertlere düşen; kimin fikirleri ile beslendiklerini ya da kimin peşine takıldıklarını gayet yakın muhasebe etmektir. Dinlerarası diyalog, ılımlı İslam ve başka değişim rüzgârlarının arkasındaki gerçekler milletimizden gizlenmiş, gerçek maksatlar ve hain emeller rahatlıkla saklanabilmiş, ferasetten yoksun kişilerin alet olması neticesinde de iş çığırından çıkmıştır. Normal İnsan aklıyla bile anlaşıla- bilecek gerçekler, ferasetten yoksun kanaat önderleri sayesinde saptırılmıştır. insanlar kendi akıl melekelerini kullanarak gerçeklere ulaşmak dururken, fikrine önem verdiği kimselere müracaat etmiş, onların hadiseleri yanlış okuması neticesinde de tahribat hız kazanmış, toplumdaki fertler kolayca kandırılmıştır. Uğur Kepekçi 09.09.2009

 

15.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.8

 

Din Mercii olan bir alim, ‘siyasi akımlara’ kapılmaz“

İran’ın önde gelen büyük alimi Ayetullah Safi Gülpaygini, merci konumunda bulunan din alimlerinin çizgisinin, İslam ve Kur’an-ı Kerim çizgisi olduğunu ve asla, „siyasi akım ve kanatlara“ girmeyeceklerini vurguladı. İmam ve rehberlik çizgisini izleyenler cephesi üyelerini kabul eden İslam aleminin büyük alimi Ayetullah Safi Gülpaygani, İslam inkılabı rehberi Ayetullah Hamanei- nin çizgisinin rahmetli imam Humeyni’nin -ks- çizgisi olduğunu belirterek, „ulema ekseninde hareket eden, ve İslam hedeflerini izleyenlerin“, mutlaka amaçlarına ulaşacaklarını vurguladı.

Ayetullah Safi Gülpaygani konuşmasının devamında ancak, „sadece tahrip etme pişinde olan, ve rehberliği korumayışünmeyenler“, gerçekte İslam’a ihanet etmiş olurlar ve kendilerini düzeltmeleri gerekir, ifadesini kullandı. Ülkenin güvenliğinin korunmasına da temas eden Ayetullah Safi Gülpaygani, İslam dini ve İslami nizamın korunması için bütün herkesin çaba sarf etmesi gerektiğini, siyasi parti ve kanatlar arasındaki ihtilafların bir kenara bırakılması gerektiğini, çünkü bu tür ihtilafların gerçekte ülkenin bağımsızlığı ve İslam için tehlike arz ettiğini vurguladı. Ayetullah Safi Gülpaygani: 14.11.2009

 

15.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.9

 

Vera, nafile namazdan daha hayırlı

Mısır evliyâsından Ali bin Şihâb hazretleri, „zâlimlere yardımcı olduklarını tahmîn ettiği kimselerin hiçbir şeyini alıp yemezdi.“ Bir gün kendisine, birisi yemek getirdi. Getirilen yemeği yemedi… Getiren kişi; „Efendim bu helâldir. Alnımın teri ile kazandım“ deyince; „Ben terâzisini tutanın, hangi tarafın ağır bastığını, ihlâsla gözetmeyenin yemeğini yemem!“ buyurdu.

Ali bin Şihâb hazretleri verâ sâhibi olmada meşhur di. Şüphelilerden çok sakınırdı. Değirmene gittiğinde, kendisinden önce un öğütülmüş ise, taşı kaldırır, başkalarının un kalıntılarını temizler, bunları toplayıp hamur yapar, sonra hayvanlara verirdi. Daha sonra kendi buğdayını öğütürdü. Kendisine getirilen hediyeleri dul ve yetimlere dağıtırdı.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî bir sohbetinde buyurdu ki: „Verâ, şüphelilerden temizlenmek ve her an nefisle muhâsebe etmektir.“ Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî buyurdu ki: „Verâ yâni şüphelilerden kaçmak, amellerin, ibâdetlerin esâsı, temelidir.“ Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî buyurdu ki: „Verânın, şüpheli şeylerden sakınmanın faydası, âhirette hesâbın kolay olmasıdır.“ Hindistan’da yetişen büyük İslâm âlimlerinden ve evliyânın en üstünlerinden Muhammed Ubeydullah Serhendî tarafından zamanın sultânı olan Ebü’l-Muzaffer Muhyiddîn Muhammed Âlemgîr’e yazılmış olan mektub- un bir bölümü şöyledir: Seite|Page\*Mergeformat 38

„Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Verâ sâhibi ol ki, insanların en âbidi olursun!) Hasan-ı Basrî buyurdu ki: ‘Zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır.’ ‘Kıyâmet günü, Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar, verâ ve zühd sâhipleridir.’ Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: Bana yaklaşanlar, sevgime kavuşanlar içinde, verâ sâhipleri gibi yaklaşan olmaz.“ Hadis-i şerifte, „Allahı en iyi tanıyanınız ve Ondan en çok korkanınız benim“ buyuruldu. Bir kimse, velâyet derecelerinde yükseldikçe, Allahü teâlâdan korkusu da artar. Mehmet Oruc 22.11.2009

 

15.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.10

 

Nasrullah’tan İrfan Dersleri

Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah’ın „Dini terbiye Yöntemi ve Nefisle Mücadele“ konusunda Hizbullah mensuplarına verdiği dersler.

Bugüngü dersimizde İmam Humeyni’nin Dini Terbiye Yöntemi ve Nefisle Mücadele konusundaki bakışısını daha iyi anlamak için kendisinin ameli yöntemleri hakkında konuşacağız.

Acaba Hz. İmam’a (r) göre nefsimizi nasıl ıslah edebilir, onunla nasıl mücahede edebiliriz? Başka bir ifadeyle Allah’a kavuşma yolunu nasıl katedebiliriz? Bu konunun derki birkaç noktanın anlaşılmasına bağlıdır: Bu âlemde varlığın (vücudun) iki boyutu bulunmaktadır (burada ahlak ilminin ıstılahlarını kullanmak zorundayız): Bunlardan birincisi teorik ve ilmi olanı, yani uzmanlıkla ilgili olanıdır ve „nazari irfan“ şeklinde tanımlanmaktadır. Bu bilim için üstada ve kitaba ihtiyaç duymaktayız. Tıpkı herkesin hizmetinde olan felsefe ve tıp kitapları gibi bu alanın da kendine has kitapları vardır; alanın üstatları öğrencilerine bu kitapları öğretir, kendi yorumlarını da ilaveten eklerler.

Seyr-i sülukun ikinci boyutu ise, Kur’an-ı Kerim, Resul-ü Ekrem ve Ehl’i Beyt’in (s) bizlere açıkladıkları ameli yöndür. Yüce Allah’a seyr ve süluk etmenin nasıl olacağı, ve nefsi emmare ile cihadın mertebelerini ve yolunu öğrenebilmek için ayetleri ve rivayetleri bizler için tefsir ve tebyin edecek büyük âlimlerimize de başvurmak zorundayız. Zira hiç kimsenin kendi kendine seyr-i süluk yöntemi icad etme yetkisi yoktur. Bu konuyu Allah-u Teâlâ’dan öğrenebiliriz yalnızca. Peki, bu konuların teorik bilgisini elde ettikten sonra amel ve tatbik aşamasında üstat ve mürşide ihtiyacımız var mı yok mu, arifler ve âlimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Önemli sayıda bir âlim ve arif topluluğu, seyr-i sülukun kendi nezareti altında sürdürüleceği bir üstadın varlığının gereklilik olduğunu söylerler.

Başka bir görüşe göreyse, eğer yolun özelliklerini (dinin ve seyr-i sülukun hususiyetlerini) örneğin İmam Humeyni gibi güvenilir âlimlerden öğrenmiş isek artık özel bir üstat ve mürşide ihtiyacımız kalmayacaktır; her ne kadar üstada sahip olmak daha iyi olsa da. Daha emin olmak için İmam Humeyni’ye onlarca yıl yarenlik etmiş olan yaranından birine, Ayetullah Tevessüli’ye bu konuyu sormuştum: „Acaba Hz. İmam amel aşamasında mürşid ve üstadın varlığını zorunlu buluyorlar mıydı?“ Kendileri İmam’ın bunu şart olarak görmediğini söyleyerek „İmam Humeyni’nin ameli seyr-i süluk, nefisle cihad ve tezkiye ile meşgul olup manevi makamlara eriştiği sıralarda özel üstadı yoktu. Evet, teorik irfan dersleri görmek için hocalarının huzurunda bulunuyordu ama ameli seyr-i sülukta hiçbir üstadın şakirdi değildi“ dediler.

İmam’ın hayatının hiçbir evresinde hiç kimse ile „şunu yap bunu yapma, kendi hallerini bana anlat, ne ettin ne etmedin?“ vs. şeklinde bir üstatlık ilişkisi olmamıştır. Ayetullah Tevessüli’nin dediği gibi „Esasında İmam Humeyni’nin üslup ve yöntemi böyle değildi. Eğer birisi kendisinden vaaz ve nasihat isterse tavsiyelerde bulunurdu yalnızca. Elbette bu yönelime sahip olan başka arifler de vardır.“

Nefisle Cihadın iki Makamı (Zahir ve Batin) İmam Humeyni (r) nefisle cihad alanında iki makam ve mertebe olduğunu belirtmiştir:

Nefisle cihad kâmil olduğunda ve İnsan, Şeytanı bu memleketten (yani nefisten) atmayı ve onu meleklerin ve Allah’ın salih kullarının mesken, vatan ve mabedi kılmayı başardığında -yani sözünü ettiğimiz her şeyle amel ettiğinde- ve nefsimizi şeytanın askerlerinin yuvası olmaktan kurtardığımız bir merhaleye ulaştığı- mızda „süluk-u ilallah“ kolay ve İnsaniyetin sırat-ı müstakimi aşikâr olacaktır.

Bu durumda Yüce Allah basiret gözümüzü açacak ve yolu bizler için apaçık ve aydınlık kılacaktır. İşte o vakit cennetin bereket kapıları İnsanın yüzüne açılacak ve cehennemin aşağı mertebeleri (derekat) bize kapalı olacaktır. Âdemoğlunun yolu ilahi maarifin kapılarına açılacaktır, bu, insanların ve cinlerin yaratılışının nihai hedefidir. Yüce Allah bu kişinin elini tuttuğunda artık üstat ve şeyhe ihtiyacı kalmayacaktır, zira bu baştan sona tehlikelerle kaplı yolda onun kalbini ve aklını kendi marifet nuru ile aydınlatan bizzat Allah’u Teâlâ’dır.

Seyr-i sülukun en önemli kısmı olan nefisle cihad ve nefsin tezkiyesi alanındaki hedef zahir ve batınımızın, dilimizin ve aklımızın Yüce Allah’ın istediği gibi olma- sıdır. Eğer böyle olunursa Allah’ın has kullarından olunmuş demektir. Ubudiyet, kulluk budur. Kulluk, kişinin efendisi karşısında isyan edememesi, görüş önerememesi ve itiraz sadedinde bir söz söyleyeme- mesidir. Bütün emirlerine itaat etmesi ve teslim olmasıdır. Meleklerle Şeytan arasındaki fark da meleklerin Allah’ın emrine asla itaatsizlikte bulunma- masıdır.

İnsan da zahir ve batının’da ve bütün işlerinde Allah’ın istediği şekilde davranırsa halis bir kul olur. Ubudiyet makamı çok yüce bir makamdır, şehadet kelimesinde „Eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resuluhu“ dememizin nedeni de budur. Eğer Peygamber’in (s.a.a.) „ubudiyeti“ olmasaydı „risalet“ makamına da ulaşama- acaktı.

İşte bu nedenle Yüce Allah bizden hayatımızda, zahir ve batınımızda kendi sevdiği gibi olmamızı istemektedir; Şeytan ise bundan hoşnut olmamaktadır.

Savaş ve mücadele tam da burada kopuyor. Allah kendi istediği gibi olmanı istiyor, Şeytan ise buna razı değil. Şeytan için senin ne olup ne olmadığın hiç de önemli değildir; sana istediğini yap ve yeter ki Allah’ın dilediği gibi bir kul olmayasın. Şeytanın vazifesi budur. Amacı bizleri Allah’a ulaştıracak olan yolu kapamaktır, savaş bunun için çıkmaktadır.

İmam Humeyni (r.a) ise İnsanın beden ve ruh olmak üzere iki unsurdan mürekkep olduğunu, bedenin topraktan ruhun ise melekût adlı başka bir âlemden geldiğini söylemektedir. Çamur dünyadan ruh ise semadandır; İnsan yerin ve göğün bileşimi olduğu için kendisini hem toprağa hem de göğe çeken güçler mevcuttur. Ruhtan yoksun bir beden hiç mesabesindedir, ölüdür...

Bedeni faal kılan ruhtur. Cisim, nefsin (nefs-i natıka, ruh anlamında) sevk ve idaresi altındadır, kararları alan bu nefistir. Nefsanî (Nefsi Natıkaya Ait) Kuvvetler: Demek ki esas mesele İnsan nefsidir. Hz. İmam ve bütün ahlak âlimleri İnsan nefsine ait olan iki türlü kuvvetten bahsetmiş- lerdir: 1-Zahiri kuvvetler; İmam Humeyni’nin Kırk Hadis Şerhi kitabında belirttiği üzere bu kuvvetler göz, kulak, dil, mide, tenasül uzvu ve el ile ayaktan ibarettir.

Bâtıni kuvvetleri ise akıl, vehim, şehvet ve gazap oluşturmaktadır. Bazı ameller gazap kuvvesi ile ilgilidir, bazıları da şehvet, vehim ve hayalle. İmam iki merhaleden bahsettiği için birinci aşamada nefsin zahiri kuvvetleriyle, ikinci aşamada da bâtıni kuvvetleriyle verilen mücadele hakkında açıklamalarda bulunmaktadır. Biz de ilk önce zahiri kuvvetler alanında nasıl mücadele edeceğimizden söz edecek, sonra da ikinci aşamaya, yani batıni kuvvetlerin hallerinin şerhine yöneleceğiz.

A) Zahiri Kuvvetlerle Cihad (Akıl ve Cehalet Arasındaki Mücadele) Akıl ve din bir yanda, Şeytan da öte tarafta olmak üzere zahiri kuvveleri kendi tarafına çekmek için şiddetli bir kavga verilmektedir. Akıl ve din; göz, kulak, dil ve diğer zahiri organların ilahi iradeye teslim olmasını istemektedir, Şeytan ise bu güçlerin Allah’tan başkalarına itaat etmelerini istemektedir. Hz. İmam, nefsin bu zahiri organlarını ele geçirmek için verilen mücadeleyi „Rahman’ın ve Şeytan’ın ordularının çatışması“ veya başka bir tabirle „Akıl ve cehalet ordularının savaşı“ olarak isimlendirmektedir. Akıl ve nefis, örneğin gözü farklı yerlere çekmek istemektedir ve İnsan tam da burada savaşa girmekte, nefis ile cihadın bu ilk merhalesinde son sözü söylemekte ve savaşın kaderini tayin etmektedir.

Yüce Allah bizlere namahreme bakmayı yasaklamıştır. Bu durum her gün yüz yüze olduğumuz, açık bir örnektir. Her gün gözümüzün önüne çıkan reklam panolarına ve televizyon dizileri ile filmlerdeki sahnelerin, dergilerin çoğuna bakmak haram ve masiyettir. İşte burada aklın ve dinin sana „Bakma!“, nefs-i emmaren ise „Bak, nasıl olsa sonra tövbe ve istiğfar edebilirsin“ demektedir. Fakat İnsanın sağ kalabileceği ve tövbe edebileceği kesin değildir. İnsanın tam da bu haram ile meşgulken ölmesi ve fırsatı yitirmesi mümkündür. Şeytan İnsanı kandırmakta ve yoldan geri çevirmektedir.

Başka bir örneği de Kur’an kıraatinden verelim. Kur’an’ı ezberden değil de yüzünden okumak müstehaptır, böylece Ayet-i Şerifelere göz teması sağlanabilmektedir. Fakat Şeytan İnsanı bu işten de alıkoymaktadır.

Kur’an’ı açar açmaz esnemeye başladığımız ve uykumuzun geldiği hiç olmamış mıdır? Bu Şeytanın işidir. Şeytan zincirlerini İnsanın boynuna geçirebilmek için bütün çabasını kullanıyor. Bazen İnsanın uykusunu getirmekte, bazen de zihnini değişik vesveler ve endişelerle meşgul etmektedir. İlk aşamada Kur’an okumasını engellemek istemekte, bunu başaramaması durumundaysa kalp huzuru olmadan ve anlamına dikkat etmeksizin dağınık bir kafayla okumasını sağlamaya çalışmaktadır.

Demek ki gözlerinin bakmak istediği şey her ne olursa olsun eğer bu bakışta Allah rızası bulunursa aklın ve dinin sana „Bak“ diyecektir ve nefs-i emmaren de aksini isteyecektir senden. Burada sen tam yol ağzındasın. Seç ve kararını ver. Hiç kimse seni mecbur etmiyor. Ne akıl, ne din, ne melek ve ne enbiya ve imamlar; ne de şeytan boynuna kılıç uzatıyor. Kıyamet günü Şeytan sana „Yaptığın işlerin benimle hiçbir ilgisi yoktu“ diyecek. Şeytan o gün kendine tabi olanları kınayacak. Burada son sözü söyleyecek olan ve kararını verecek olan sensin. Acaba harama bakacak mısın yoksa bakmayacak mısın?

Kulaklarda da durum böyledir. Gınaya kulak vermek haramdır ve bu türden sesler İnsan iradesinde etkili olan en olumsuz unsurlardandırlar. Şeytan nefs-i emmarene „Bu güzel bir şarkıdır, niye dinlemiyorsun?“ derken aklın ve dinin „Niçin bu tür müziklere kulak veriyorsun? Bu haramdır ve Allah sana bu yüzden azap edecek“ demektedir. Burada kendini engelleyecek olan yalnızca sensin. Gıybete kulak vermek ve laf taşımakta da aynı şey geçerlidir.

Dile gelince, Allah senden dilinin doğruluk mazharı olmasını istemekte, Şeytan ise yalan söylemeni. Allah dilinin ıslah aracı olmasını dilerken şeytan dilinin fitne ve koğuculuk aleti olmasını istemektedir. Allah senden hayra davet eden bir dil talep etmekte, Şeytansa bu dilin sapkınlık, hokkabazlık ve üçkâğıılık dili olmasını istiyor. Dilden kasıt dilin konuşabilme yeteneğidir, yoksa ağzımızdaki şu et parçası değil. Konuşabilme, açıklama yapabilme ve konuları aktarabilme yeteneğidir. Dil üzerinde verilen bu kavgada son sözü söyleyecek olan kişi de sensin ve nefisle cihad tam da budur.

Mideye gelince, acaba haram mı yemeliyim yoksa helal mi? İçki içeyim mi yoksa içmeyeyim mi? Acaba başkalarından gasp edilen şu malı yesem mi? Süluk ehli sana „Her zaman oruç tut, sürekli aç kal ve açlıktan öl!“ demiyorlar, helal ve temiz olan şeylerden yemeni istiyorlar. Burada da seçim senindir.

Cinsi şehveti tatmin meselesinde de durum budur. Şeytan ve nefis cinsi şehvetini hangi yoldan olursa olsun doyurmanı isterler. Yüce Allah da bu şehveti inkâr etmiyor, sana dediği bu ihtiyacını helal yoldan tatmin etmendir ve helalin yolunu, yani evliliği de İnsana öğretmiştir. İnsan elleriyle pek çok iş gerçekleştir- mektedir. Geçmişte ellerinden daha çok yemek ve içmekte yararlanmaktaydı, bugün ise bilgisayar ve internetle iş görmektedir, resim ve heykel yapmaktadır. Elin kullanılabilirlik alanları bilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte daha da artmıştır. Ellerin imza attığı bütün bu işlerin iki boyutu bulunmaktadır. Birincisinde Allah’a itaatsizlik, diğerinde ise O’nun rızası yatabilmektedir.

Ayaklar ise bazılarını mescitlere ve cephelere, şehid cenazelerine taşırken bazılarını ise Allah göstermesin fesat ve lehviyat meclislerine götürmektedir. Bu yedi organ üzerinde hâkimiyet kurmak için hiç bitmeyen bir mücadele verilmektedir ve İnsan bu karşılaşmada muzaffer olmak zorundadır. Göz memleketi öylesine korunmalıdır ki hiçbir zaman Şeytan ordularının eline geçmesin, kulak yurdundaki murakabe de bu organın Şeytanın oyuncağı haline gelmesine engel olmalıdır. Diğer zahiri kuvvetlerde de durum böyledir.

İnsan bu savaşta yedi askeri karargâhı elinde tutan ve bunları savunmak zorunda olan asker gibidir.

İnsanın bu yedi mevzinin tümünün savunmasında muzaffer olması gerekmektedir. Altı cephede çok iyi olsa ve yalnızca bir cephenin savunulmasında başarısız olsa bile bu durum yeterli olmayacaktır. Örneğin İnsan göz, kulak ve avret organlarını haramdan korusa fakat dilini kontrol gücüne sahip olmasa, Şeytan karşısında kâmil bir galibiyet elde etmesine imkân yoktur. Tek bir mevzide Şeytana yenilmiş olmak, diğer karargâhlara da yol bulmasına neden olabilir.

Şeytan ile mücadelede önemli noktalardan biri de ümitsizliğe düşmememiz gerektiğidir. Mesela üç karargâhı bile kaybetmiş olsak ümidimizi korumalı ve savaşı bu karargâhları geri alıncaya dek sürdürmeliyiz. Bugün ve bu aşamada elimizden gelen budur. Bazen Rahman’ın orduları bu mevzilere hâkim olurlar, bazen de Şeytan orduları. Televizyon seyrederken haram sahnelerle karşılaşır karşılaşmaz kanalı değiştiren veya televizyonu kapatan biri göz cephesinde Şeytan orduları karşısında galip gelmiş demektir. Fakat aynı kişi başka bir gece haram sahnelere gözünü açarsa göz memleketinde şeytanlar hüküm sürüyorlar demektir.

Bu merhalede muzaffer olmamız durumunda güçlü bir şekilde ikinci merhaleye adım atabiliriz. Fakat ilk aşamada yenilgiye uğrarsak eğer hiçbir zaman ikinci merhaleye geçmemiz mümkün olmaz. Çatışmanın Silahları (Seyr-i Süluk’un Ameli Aşamaları): Bu meydanda hangi silahlar kullanılmak- tadır? Bizler bu meydana girmek ve çatışmaya katılmak istiyoruz. Bu meydanda mücehhez olmamız gereken silahlarımız nelerdir? İmam’a bu savaşa hangi silahlarla gireceğimizi sormak istiyoruz. Bu meydanda nasıl dik duralım? Şeytanın ordularını nasıl dışarı atalım? İmam’ın bu savaşta kullanımımıza sunduğu silahlar şunlar:

1-Tefekkür, 2-Azim, 3-Tövbe, 4-Murakabe, 5-Muhasebe, 6- Müşarete, 7-Tezekkür.

Biz yalnız bu yedi silahtan bahsedeceğiz, özelliklerini açıklayacağız ki kendimiz için bir program hazırlamamız durumunda buna sadık kalalım ve sürdürebilelim. Devamlılık çok önemli ve temel bir şarttır. İnşAllah sonunda öyle bir noktaya ulaşacağız ki Şeytan ve askerlerinin bu yedi zahiri kuvveye nüfuz etmeleri tamamen imkânsız olacaktır.

Fakat burada daha önemli olan nokta, bu yedi silaha ek olarak her anımızda Allah’a tevekkül içinde olmamız gerektiğidir. Bu çok önemli bir noktadır ve İmam (r) da sürekli olarak bu konuyu vurgularlardı. Her anımızda ümidimiz ve inancımız O’na olmak zorundadır. Sürekli olarak dergâhında dua ve istiğase etmeli ve Şeytan, nefs-i emmare ve şehvetimiz karşısında bize yardım etmesini istemeliyiz. Eğer Allah’a tevessül edersek bizlere yardım edecektir, tıpkışmanlar karşısında verdiğimiz savaşta bizlere yardım ettiği gibi. „Eğer Allah’a yardım ederseniz O size yardım eder.“ (Muhammed Suresi, 7. Ayet)

İmam (r) burada çok ince bir noktaya işaret etmekte ve şöyle buyurmaktadır: Yüce Allah’a, kendi nezdindeki en sevgili varlıklarla, yani Muhammed ve Ehl’i Beyti (s) ile tevessül etmeliyiz. İmam Humeyni’nin önemle üzerinde durduğu başka bir konu da Yüce Allah karşısındaki aczimizi ve kusurlarımızı alçakgönüllüce ve huşu içersinde itiraf etmenin gerekliliğidir. İnsanın marifet, basiret ve nuraniyeti arttıkça Allah karşısındaki aczine ve yoksulluğuna olan vukufu da derinleşmektedir. İşte bundan dolayı, bu meydanın temel şartlarından biri kalbimizin kendisinden memnun olmaması ve yalnız Allah’a güvenmesi ve O’ndan yardım dilemesidir. Güvencimiz Allah’a olmalıdır. Yarattıkları arasında kendisine en sevimli gelen Muhammed ve Ailesinin (s.a.a.) vesilesiyle Rahman olan Allah’a tevessül edelim. Kendimizi sadece dilde değil amelde de O’nun karşısında küçük ve aciz bilerek dergâhına tevessül edelim. İnsan bazen oturarak tevessül eder bazense secde eder. Secdedeki tevazu ve huşu daha fazladır. Bazen de secde eder, yüzünü toprağa koyar, gözyaşı döker ve kendisini Hakk’ın karşısındaki aczin, yoksulluğun zirvesinde görür. Böylesi bir tevessülün eseri ve faydası hepsinden daha çoktur…

Az önce bahsettiğimiz bu yedi başlık hakkında açıklamada bulunacağız, önce tefekkür, sonra da azim hakkında. 1. Tefekkür İmam şöyle buyuruyor: „Tefekkür nefis ile cihadın ve Hakk’a doğru yolculuğun ilk şartıdır.“ Bizim buradaki konumuz ilk merhaledir ve ikinci merhale hakkında yeri gelince konuşacağız. Elbette İmam’ın Kırk Hadis kitabında sözünü etmediği bazı merhaleler de bulun- maktadır. Tefekkür seyr-i sülukun bütün aşama- larında istifade edilen bir silahtır fakat tefekkürün her aşamadaki düzeyi farklılık göster- mektedir.

Bu merhalede sözünü ettiğimiz tefekkür, Şeytan ve ordusu ile yedi zahiri kuvvenin hâkimiyeti için verilen savaştaki tefekkürdür. Bu Merhaledeki Tefekkürün Düzeyi Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu merhaleye uygun olan tefekkür düzeyi nedir? İmam (r) şöyle diyor: Her birimiz tek başınayken -yalnız olunması daha iyidir- tefekkür ve teemmül etmeliyiz. Bunun illa da bir karanlık odada olmasına gerek yok. Sahilde, deniz kenarında veya bir dağ başında oturarak düşünsün. Önemli olan etrafında kendisini meşgul edecek kişilerin olmamasıdır.

Tefekkür ve teemmül esnasında kendi hakikatine baksın ve kendisine şunu sorsun: Beni yaratan ve yaratılışımı en güzel bir şekilde gerçekleştiren, beni türlü türlü nimetlere boğan (göz, kulak, ruh, akıl…) Yüce Allah, beni bütün mevcudattan ve hayvanlardan mümtaz kıldı ve bütün bu varlık âlemini benim için musahhar eyledi. O’nun bütün bu dünyayı ve ahireti, cenneti ve cehennemi; ne hayvanlar, ne yıldızlar ve ne de bu dünyanın idaresinde, rızıkların indirilmesinde ve ruhların kabzedilmesinde etken kıldığı melekler için değil de yalnız ve yalnız İnsan için hazırlamasındaki hedefi ne idi? Bütün bunların da ötesinde bizim için Peygamber gönderdi ve bu Peygamberlerle birlikte kitaplar nazil etti.

Eğer bütün bu konuları kabul ediyor, onlara iman ediyorsak öyleyse şu soruya da cevap vermek zorundayız: Acaba bunca nebiyi, resulü ve kitapları İnsan için göndermesi, Peygamberlerin bütün bu dert ve işkencelere göğüs germeleri ve bizlerin hidäyeti ve terbiyesi için şehid olmaları yalnızca bu dünya için mi? Yani hedef yalnızca bu dünya mıdır? Ben ve sizler beş on yıl, bilemedin yüz yıl yaşayalım, yiyip içelim ve şehvet duygumuzu dindirelim; bu sultan veya diğeri hâkim olsun, şu zengin bu fakir olsun diye aramızda savaşmamız için mi bütün bunlar? Yaratılışın hedefi bu mu? Bu sonsuz nimetlerin, binlerce Peygamberin ve onca ilahi kitabın hedefi bu mu?

Her birimiz azıcık düşünmekle bile bu yüce hedefin saydıklarımızdan ibaret olmasının muhal olduğu neticesine ulaşacaktır. İnsanın önünde yemek içmekten daha önemli bir hedefi vardır. İnsanoğlu bu durumu, özellikle bu dünyanın türlü hallerine iyice dikkat ettiğinde daha iyi kavramaktadır. Bu dünyadaki nimetlerin hepsi yok olucudur, ebedi ve sonsuz nimetler bu dünyanın ötesindedir. Bu âlemdeki tüm lezzetler dert ve eziyet ile karışıktır; mutlak, katışıksız lezzeti yoktur. Fakat bu dünyanın maverasın- daki cihanda içersinde hiçbir şekilde dert ve yorgunluk bulunmayan, asla aklınızdan bile geçmemiş lezzetler bulunmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin çoğu ahiret hakkında, Yüce Allah’ın mümin ve itaatkâr, salih amel işleyen kullarıyla, kâfirler mücrimler ve münafıklar için hazırladıkları şeyler hakkındadır… Niçin Düşünmüyoruz?

Dünyanın hali buysa ve diğer âlemin başlangıcı da can verme öncesindeki sıkıntılar, ölüm ve ruhun bedenden ayrılması ve bunların ardından kabir, yalnızlık, korku ve karanlık; sonrasındaysa sorgu ve azap ise, niçin sonumuz hakkında düşünmemekteyiz? Kabirde başımıza gelecekler hakkında niçin düşünmüyoruz? Kıyamet gününe kadar berzahımız olacak olan o kabri? Kıyamet gününde başımıza gelecek olan şeyler hakkında niçin düşünmüyoruz peki? „En büyük açlık“ ve „en büyük susuzluk“ gününü, insanların en sevdiklerini terk edecekleri o günü? „O gün herkesin kendisini meşgul edecek işi vardır.“ (Abese, 37) „Bütün sırların açığa çıkacağı o gün.“ (Tarık, 9)

insanlara defterlerinin arz edileceği ve bazılarına ateşe git deneceği o gün hakkında, cehennemin özellikleri hakkında niçin düşünmüyoruz? Cehenneme giden insanlar iki türlü pişmanlık duyarlar: Cehennemin azabı ve cennetten yoksunluğun azabı. Cennetlikler için de iki mutluluk vardır: cennetten alınan haz ve cehennemden kurtuluşun mutluluğu.

İnsan tefekkür ehli olmalıdır. Niçin pek çok ayet ve rivayette ölüm, kabir, berzah, cennet, cehennem ve kıyametten söz edilmektedir? Elbette kitabı doldurmak için değil hâşâ! Burada amaçlanan insanların düşünmesi ve uyanmasıdır. „insanlar uykudadırlar, öldüklerinde uyanırlar.“ (Bihar-ül Envar; 4, 43) Ölmeden önce kendinize gelin, zira gaflette ve uykuda olanların ölümden sonra uyanmaları bir işlerine yaramayacaktır. Fakat bu hayatlarında gaflet uykusundan uyanan kişilerin eksikliklerini telafi etmek için fırsatları vardır. İşte bu tefekkür o tefekkürdür. Tefekkür Yüce Allah’a seyr ve süluk etme yolunun başlangıcıdır. Eğer mümkün se her gün otur ve değişik yöntemlerle bu konuları ve anlamları zihninden geçir. Bunun yollarından biri de Kur’an’ı Kerim’i ve kabir, ölüm, cennet ve cehennemden, dünya ve ahiretten bahseden rivayetleri okumaktır. Geçmiştekilerin öykülerine ibretle bir bak. Bak, neredeydiler, ne oldular ve şimdi neredeler? Böyle düşünen bir kişi marifet makamına ulaşacak ve gaflet uykusundan uyanacaktır. İnsanın asıl sorunu gaflettir ve düşünmenin en önemli faydaları ise şunlardır:

1-Gafleti ortadan kaldırır, gaflet ise Şeytan’ın işidir. Şeytan sen Allah, ahiret ve kendinle ilgili hakikatlerden gafil olduğunda peşine düşmektedir.

2-Haramların terkinde İnsan için teşvik edici bir unsur olmaktadır.

Azim: İkinci etken de azim ve iradedir. Düşündükten ve helali ve haramı tanıdıktan, dünyanın ve ahiretin hallerine vakıf olduktan sonra karar vermek zorundayız. Yani İnsanda artık bundan sonra Yüce Allah’ın emirlerine isyan etmemeye niyetlenme hali oluşmalıdır. Öyleyse tefekkür, bilinç ve tanıma tek başına yeterli değildir. Tefekkürden sonra azim ve iradenin varlığı şarttır. Haram işlememe ve Şeytanla nefs-i emmare ile cihad kararı almak seyr-i sülukun olmazsa olmaz şartlarındandır. Bunun gerçekleşmesi için pek çok fedakârlıkta bulunmalı ve zorluklara katlanmalıyız.
Hz.
İmam’ın (r) buyurduğu üzere sağlam bir azim ve iradenin elde edilmesi şu şartlara bağlıdır:

1- Günahların terki

2-Taat ve ibadet ile meşgul olmak

3- Boynumuzdaki vaciplerin kazasını gerçekleştirmek

İmam (r) şöyle demektedir: „Azim, İnsanın namaz ve oruç gibi üzerinde geçmişten kalan tüm vaciplerin kazasını gerçekleştirme ve zulüm ettiği biri varsa ondan da helallik dileme kararı almasıdır.“ Azim yolun başında şart olduğu gibi yolun sürdürülmesi için de şarttır.

İmam şöyle buyuruyor: „Azim ve iradeyi en çok zayıflatan şey günah işlemektir. Bu yüzden İnsan kendisine günah işlemek için izin verir vermez ve bu hayâsızlığı işlemesiyle birlikte iradesi zayıflama- ktadır.“ Hz. İmam, çok değer verdiği hocası Ayetullah Şehabadi’den -büyük ihtimalle kendisi İmam’ın teorik irfan hocasıdır- şöyle nakletmektedir: “Azim, İnsaniyetin cevheri ve temelidir. insanların değişik mertebelerde bulunmalarına neden olan şey, hepsinin azimlerinin farklı olmasıdır.

Peygamberler (s) bile böyledirler; Yüce Allah onları azim ve iradelerine göre derecelendirmiştir, bundan dolayı bazı Peygamberlerimiz „ulül azm“ iken bazıları da „ulül ilm“ ve „ulül ibadet“ olmuşlardır. Azmi zayıflatan ve ortadan kaldıran şey günahlardır.“

İmam şöyle devam ediyor: „İnsanın azim ve iradesini zayıflatan önemli günahlardan biri de gınaya kulak vermektir. Gınanın söyleyenleri ve dinleyenleri için en büyük tehlikesi irade ve azmi ortadan kaldırması ve İnsanı Şeytan’ın emirlerinin itaatçisi yapmasıdır. Sonunda da Şeytan İnsanı kendisiyle birlikte sağa ve sola döndürmekte ve onu günahlara daldırmaktadır.“ Dolayısıyla tefekkür ve azim çok önemlidir ve bu kavramlara gereken önem gösterilmelidir. Bunlardan birincisi, yani tefekkür hakkında sayısız ayet ve rivayet vardır. Tefekkür, bu rivayetlerin birinde yetmiş ve hatta yedi yüz yıllık ibadetten daha faydalı addedilmiştir. Tövbe Tefekkür ve azimden sonra atmamız gereken üçüncü adım tövbedir. Tövbe çok beğenilmiş bir davranıştır. Yüce Allah’a şu şekilde yakarmalıyız: „Allah’ım! Bugüne kadar işlediğimiz bütün günahlardan dolayı senden bağışlanma diliyor ve sana dönüyoruz. Ömrümüzün geride kalan yıllarında pek çok günah işledik, pek çok vacibi terk ettik, insanlara zulümler ettik.“

Allah’a varacak bir yola adım atan İnsanın yükü ağır olmamalıdır. Birisine „Gel şu dağı aş“ dediklerinde bu kişi elinden geldiğince yükünün az olmasına çalışacaktır. Günahlar ve başkalarının hakları İnsanı Allah’a kavuşmaktan alıkoyan ağır yüklerdirler ve bundan dolayı da azimden sonra yapılması gereken ilk iş tövbe etmektir. Yüce Allah hiç kimse dergâhından ümitsiz olmasın diye bu kapıyıık tutmuştur.

Resül-i Ekrem (s) zamanında gerçekleşen mezar hırsızın- ın hadisesini duymuşsunuzdur mutlaka. Bu kişi Müslümanların mezarlarını kazıyor ve kefenlerini çalıyordu. Bir gün de yeni vefat etmiş Müslüman bir kadının kefenini çaldıktan sonra cesedine tecavüz etmiş! Sonra da Peygamberin (s) huzuruna geliyor ve tövbesinin kabul olup olmayacağını soruyor. Efendimiz ise ona meclislerini terk etmesini, zira gökten gelecek olan bir ateşin üzerlerine düşeceğinden korktuğunu söylüyor. Bu kişi de çöldeki bir dağa gidiyor ve gece gündüz burada günahı için ağlıyor, istiğfar ediyor. Bu kişi en sonunda Allah tarafından bağışlanıyor ve gufrana mazhar oluyor. Tövbe kapısı işte bu kadar açıktır hem de! Allah Kur’an-ı Kerim’de „De ki, Ey kendi nefisleri aleyhinde aşırıya giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları affeder“ diye buyurmaktadır.

Tövbenin Aşamaları ve Unsurları. Tövbenin pek çok merhalesi vardır, bizler şu an içersinde bulunduğumuz merhalesinden söz edeceğiz, yani günahlar mevzu- sundan. İmam şöyle buyurmaktadır: „Rivayetlerimizde İnsanın beyaz kalbi diye bir konu bulunmaktadır; çok temiz ve parlak bir levha gibi. İnsan günah işlediğinde bu günahı, büyüklüğüne göre İnsan kalbinde siyah bir nokta bırakmaktadır. İnsanın günah- larına devam etmesi durumunda kalbinin kararması kişinin tamamen Allah’ı unutarak gafillerden olmasına yol açmaktadır. Allah da onu unutmakta, bu kişi de hatta kendi kendisini unutmaktadır. „Nesullahe feensahum enfüsehüm“ „Onlar Allah’ı unuttular Allah da onlara kendi kendilerini unutturdu.“ (Tövbe, 67) „Nesullahe fenesihum“„Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.“ (Haşr, 19)

Şeytan böyle bir İnsanı tamamen kendi kontrolüne geçirmekte ve ona şöyle demektedir: „Sen artık benim hizbimdensin, zira artık senin için hiçbir ümit kalmamıştır.“ Böyle bir durumda tövbe etmenin yolu kalpteki bütün karanlıkları ve siyahlıkları temizlemek ve kalbi en baştaki haline döndürmeye çalışmaktır. Demek ki tövbenin işlevi temizlemekten ibarettir; yani kalbi siyahlıklardan, karanlıktan ve günahlardan temiz- lemek, ta ki İnsan seyr-i sülukunu gerçekleş- tirebilsin ve Allah’a ulaşabilsin. Allah Kur’an-ı Kerim’de „Şüphesiz Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever“ (Bakara, 222) demektedir. Hadis-i şerifte ise „Günahından tövbe eden hiç günah işlememiş gibidir“ (Usul-ü Kâfi, 2. Cilt, 435) diye buyrulmaktadır. Peki, tövbe nasıl gerçekleşecektir? İmam şöyle diyor: „Sadece, Allah’ım bizi bağışla, Sana döneceğiz“ demek yeterli değildir. Zira tövbe dil laklakası değildir. Tövbenin iki rüknü, iki de kabül şartı vardır. Yani eğer bu ikisini gerçekleştirirsek tövbemiz daha kâmil olacaktır. Demek ki tövbenin hakikatinden olan iki rükun, onsuz tövbenin kabul edilmediği iki de şart vardır. Tövbenin iki rüknu işlenen günahlara pişmanlık duymak ve bir kez daha bu günahları işlememeye karar vermektir. Bu iki şey tövbenin hakikatiyle ilgilidir. Yani pişmanlık olmadan ve bir daha günah işlememeye niyetlenmeksizin tövbeden söz etmek mümkün değildir.

Tövbenin İki Kabul Şartı. 1-Kişinin hakkını yediği kişilere (kul hakkı) olan borcunu ödemesi gerekir. Bir daha hırsızlık yapmamaya, fitne çıkarmamaya niyetlenmesi yeterli değildir. Malını yediği yetimlere haklarını ödemelidir, aralarında fitne çıkardığı eşler arasında tekrar sulh ve sükûneti sağlamalıdır... 2-Eğer üzerinde namaz ve oruç gibi ilahi haklar bulunuyorsa bunların kazasını gerçekleştirmelidir. Hac, zekât, humus ve kefaretler gibi vaciplerde de aynı işlemi yapmak zorundadır. Tövbenin kemali için iki şart daha bulunmaktadır; yani bu iki şartı gerçekleştirmemiz durumunda tövbemiz daha iyi ve daha faziletli olacaktır. Pişman olmak, azim ve hakların iadesiyle tövbemiz gerçekleşmiş, hakikati hâsıl olmuştur ve kabul şartları gerçekleştirmiştir. Fakat kusursuz ve sürekli bir tövbenin peşindeysek bunun gerçekleşmesi için iki şarta daha ihtiyacımız var ve İmam bunlara „kemal şartları“ demektedir: 1-Bu şart vücudunu haram mal ile semirtmiş kişilere mahsustur, yani hiç helal mal yememiştir bu kişi. İmam „Bu etleri erit! İster oruçla, ister yemeyerek! Sonra da ikinci kez helal maldan yemeye başla ki derin ve kemiklerin arasında helal maldan helal et oluşsun“demektetir. Bu şartı gerçekleştirmek zor olduğu için kemal şartı olarak tanımlanmıştır. 2-Cismine günahın lezzetini tattırdığın gibi (zira günahın zahiri bir lezzeti vardır) itaat ve kulluğun acısını da tattırmalısın. Tefekkür, azim ve tövbe hakkında konuştuktan sonra murakabe muhasebe ve müşarete hakkında da bazııklamalarda bulunmak zorundayız.

Murakabe. Murakabe sabahtan geceye kadarki bütün eylemlerimize ve konuşmalarımıza dikkat etmemiz anlamına gelmek- tedir. Gözümüzle nereye baktığımıza, dilimizle ne konuştuğumuza dikkat etmeliyiz, aynı şekilde diğer zahiri organlarımıza da. Sürekli kendisini murakabe altında tutan bir İnsan hata ve günah işlemez, Şeytan böyle bir kişiye musallat olamaz, ayakları sürçmez. Murakabenin anlamı budur. Şeytan bu alanda da bizi kendi halimize bırakmıyor; gün boyu kendi halimize dikkat eden ve ibadet etmek ve günahları terk etmek için uğraşan bizler üzerine ins ve cin şeytanlarını sevk etmektedir. Bunu özellikle muraka- beye niyet ettiğimiz ilk gün gerçekleştirmektedir, zira ilk gün ihanet eden kimsenin ikinci ve üçüncü günlerde de bunu tekrarlaması daha kolay olacak ve daha rahat günah işleyecektir. Şeytan seni bu imtihanda başarısız kılmak ve sonrasında da „Artık başarılı olamazsın, daha önce de sana yapamazsın demiştim ama dinlememiştin!“ demek için bütün silahlarını, yöntemlerini, hile ve tuzaklarını kullanmaktadır. İşte bu yüzden İnsan günün başlangıcında dikkatini iyi toplamalıdır ve tüm eylemlerine ve sözlerine dikkat etmelidir. Murakabenin ilk günü için özellikle önemli olan şeylerden biri de, İnsanın Şeytana kendi derununa nüfuz etme izni vermemesinin zorunluluğunun hatırlanmasıdır. Şeytanın sıza-cağı en küçük bir delik ve çatlak bile bırakılmamalıdır.

Muhasebe (Kendini Hesaba Çekme) Günümüzü iyi ve ciddi bir murakabe ile tamam- lamamızın ardından uyku vakti geldiğinde muhasebenin zamanı da gelmiş demektir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: „Her gün veya her gece kendi muhasebesini yapmayan bizden değildir.“ (Usul-ü Kâfi; Cilt 2, 453) Her gece uykudan önce kendinle halvete girmeli, sabahtan akşama yaptığın her şeyi yazmalı ve sonra da bakmalısın; acaba yalan söyledin mi? Kimseyi aldattın mı? Eğer bunlardan hiçbirini yapmadıysan galip gelmişsin demektir, artık burada secdeye vararak Yüce Allah’a sana inayet ettiği bu nimetten dolayı şükretmelisin. Kıyamet günü bu gününü çok nurani olarak göreceksin. Elbette benliğinle mağrur olup „ben, ben“ dememeye gayret etmelisin, aksi takdirde gerisin geriye dönersin. „Allah’a şükürler olsun ki elimden tuttu, Şeytanı benden uzak tuttu ve bana nefs-i emmarem karşısında galip gelme gücü verdi, bana ibadet etme tevfikini nasip etti“ demelisin. Her zaman lütuf ve faziletin Allah tarafından geldiğini ve O’nun inayeti olmadan hiçbir iyi ameli gerçekleştirmeye gücünün yetmeyeceğine iman etmelisin.

Muşarete. Bugün günah işlemediğine emin olduktan sonra -bunda başarılı olmak çok zor değildir- ikinci gün de tıpkı ilk gün gibi olmak için kendi kendine söz vermelisin. İkinci gün de ilk gün gibi kendini murakabeye almalı ve günün sonunda hesap defterlerini açmalı, tıpkı ilk iki gün gibi üçüncü günün kararını almalısın. Bunu Yüce Allah’a kavuşuncaya kadar sürdürmelisin ki ne gecen ve ne de gündüzlerinde hiçbir günah yazılmamış olsun. Bahsettiğimiz noktaya ulaşabilmek için zorunlu olan şart, devamlılık ve ısrardır. Eğer yalnızca bir hafta bu program doğrultusunda hareket edip sonra bundan vazgeçersen bir fayda elde edemezsin, hatta bunu bir ay sürdürsen bile faydadan halidir. Eğitimle ilgili meselelerde az bile olsa sürekli yapılan bir eylemin etkisi bölük pörçük yapılan işlerden daha etkilidir. Örneğin İnsan bir gün pek çok müstehap işlese fakat sonra buna bir ay süreyle ara verse bunun çok faydasını görmeyecektir. Küçük fakat sürekli ve sebatla sürdürülen işler daha faziletli ve etkilidir. Zira devam İnsanda meleke oluşturmaktadır. Meleke ya İnsanın tabiatında olan, doğuştan getirdiği bir özelliğidir ya da alıştırma ve telaşla elde edilmiş bir hususiyettir. Bu yüzden başında cimri olan birinin asla cömert bir İnsan haline dönüşeme- yeceğini zannetmemeliyiz.

Aksine, bir İnsan sürekli olarak kendini cömertlik göstermeye zorlar ve bu yönde davranmayı sürdürürse cömert bir İnsana dönüşecektir. Ailesi ve çevresi yüzünden çocukluğundan itibaren yalan söylenen bir ortamda büyüyen ve yalan söylemeye adet etmiş, yalan „zati tabiatı“ olmuş bir kişinin de bu özelliğinden sıyrılamayacağınışünmemiz doğru olmaz. Israrlı bir şekilde doğru söylemeyi sürdürürse bu sıfat vücudunda yer edinecek ve meleke halini alacaktır.

İnsanın hedefi bünyesinde ibadet ve günahı terk etmeyi meleke haline getirmektir. İşte bunun içindir ki fakihler cemaat imamı için zorunlu olan adalet vasfını tanımlarken „Adalet, sahibini günahtan alıkoyan deruni bir melekedir“ demişlerdir. Yani doğumundan bugüne kadar günah işlememiş bir İnsanın adalet sıfatına haiz olması zorunlu değildir. Adil olması için itaat etmek ve günahtan kaçınmak o kişi için meleke olmak zorundadır. İşte bundan dolayı adil bir İnsanın ayağının sürçmesi ve günah işlemesinin ardından tövbe etmesi halinde, bu günahı adalet sıfatını kendisinden selbetmemektedir. Tövbe eder etmez arkas-ında namaz kılmak mümkündür, zira adalet sıfatı onun için meleke halini almıştır, hatasının ardından tövbe etmesiyle bu melekesini yanında hazır bulacaktır. Demek ki İnsan için önemli olan doğru söylemesi değil, doğru söylemeyi kendisi için meleke haline getirmesidir. Önemli olan takva, vera, huşu ve alçak gönüllülük, kalp huzuru ve Allah korkusu gibi sıfatların İnsanda hâsıl olmasıdır. Süreklilik ve çaba ile her İnsan kendisinde bir meleke oluşturabilir, her nefsin bunu kabul etme ve en üst dereceli sıfatları edinme liyakati ve yeterliliği bulunmaktadır.

Zikir ve Tezekkür. Seyr ve sülukun ve nefisle cihadın bu son merhalesinde bahsedeceğimiz son konu zikir ve tezekkür konusudur. Hz. İmam bunu en önemli ve en etkili etken olarak tanı-mlamaktadır. Bu konuda pek çok hadis nakledilmiştir. Örneğin Resülullah (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: „Biliniz ki Rabbiniz katındaki en hayırlı ameliniz, dereceleriniz içinde en temizi ve en yükseği ve güneşin üzerine doğduğu en hayırlı şey Yüce Allah’ın anılmasıdır. Allah kendi halinden haber vermiş ve buyurmuş- tur: Ben, beni ananla birlikte otururum.“ (Vesail-üş Şia; 7. Cilt, 162) Başka bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır: „Hiçbir şeyi Allah’ın zikrine tercih etmeyin. Çünkü Allah ‘Zikrullah her şeyden yücedir’ (Ankebut, 45) demektedir.“ (Bihar ül Envar; 74. Cilt, 109)

Resülullah’dan (s.a.a.) „Cihadın niçin yapıldığı soruldu. Efendimiz cevaplarında „Eğer Allah’ın zikrinin hatırı için olmasaydı hiçbir zaman cihad emri verilmezdi“ dediler. Cihad kelimetullahın yüceltilmesi ve insanları karanlıklardan aydınlığa hidäyet etmek ve yalnızca Allah’a kulluk edilmesini sağlamaktır. Bedir Savaşında Hz. Peygamber şöyle dua etmişti: „Eğer bu topluluk yok olursa yeryüzünde artık Sana ibadet edecek hiç kimse kalmayacak.“ Onlar yalnızca cihad etmek için savaşmadılar, özel bir hedef için savaştılar. Allah’ı anmak savaşın kendisinden daha sevimlidir.

Emirül Müminin İmam Ali (a.s.) „Kalbin temizliğinin temeli Allah’ı anma ile meşgul olmasıdır“ (Gurerül Hikem) diye buyurmaktadır. Hz. Ali başka bir yerde de „Zikre devam ruhun gıdasıdır“ demiştir. İmam Cafer Sadık (a.s.) da „En faziletli tavsiye Allah’ı unutmaman ve Rabbini sürekli hatırlaman, günah işlememen ve otururken ve ayaktayken O’na ibadet etmendir.“ (Bihar-ül Envar; 75. Cilt, 200) diyor. İmam Sadık’tan gelen başka bir rivayette ise şöyle deniyor: „Allah şöyle diyor, ey âdemoğlu beni kalbinde an ki ben de seni anayım, beni yalnızlıkta an ki ben de seni kimsenin olmadığı yerlerde anayım, beni kalabalıkta an ki ben de seni kalabalıkta (meleklerle) anayım.“ (Bihar-ül Envar; 90. Cilt, 157) İmam Cafer’in yakın ashabından birine şöyle dediği rivayet edilmektedir: „Allah’ın kulları için vacip kıldığı en zor şeyleri size söyleyeyim mi? Halka insaflı davran, kardeşini kendine ortak kıl (rızıkta) ve her yerde Allah’ı an.“ (Vesaül üş Şia; 15. Cilt, 255)

Zikir ve Tezekkürün Manası. Zikrin seyr-i sülukun en önemli ve en büyük amili olduğunu söylemiştik, fakat zikir ve tezekkürün geniş anlamları olduğuna dikkat etmeliyiz. Zikrin manasının en açık mısdaklarından biri de unutmanın, yani nisyanın karşısındaki anlamıdır. Hem itaatte, hem de masiyette Allah’ı hatırlamalıyız. Nimet anında O’nu anmalı, musibet zamanında da Yüce Allah’ın zikrini dilimizde cari kılarak ilahi kaza ve kader karşısında sabretmeliyiz. Dolayısıyla burada zikirden kastedilen her durumda Allah’ı anmaktır. Örneğin çok sevdiği bir yakını vefat eden bir şahıs bu esnada sürekli Allah’ı anma ile meşgul olursa Allah da ona kalp itminanı ve dinginlik verecek ve bu kişiye ayaklarını yere sabit basmasını inayet edecektir; zira bu İnsan musibet anında Rabbini anmıştır.

Zikrullah her hal ve durumda, hareketlerinde ve sözlerinde, pazarda ve camide İnsanın beraberinde olmalıdır. Uyanık olduğun sürece tezekkür halinde olmalısın. Burada zikrin örneği olarak gösterdikleri şeylerden biri dil ile yapılan zikirdir, yani kitaplarda mevcut olan ezkar ile -örneğin „Estağfirullahe Rabbi ve etubu ileyh“, „La ilahe illallah“ gibi- yani Yüce Allah’ı kendi isimleri ve mukaddes sıfatları ile anmak. Dolayısıyla dua bir zikirdir, Kur’an okumak zikirdir, namaz zikirdir. Tüm bunlar rivayetlerde önemle tekit edilen dille zikrin örnekleridirler. Başka bir zikir çeşidi de „kalple zikir“dir. Bu, başlangıçta da söz ettiğimiz unutmanın karşısında yer alan durumdan farklıdır. Öyle bir zaman gelir ki dilin tevhid kelimesini söylerken kalbin de buna eşlik etmeye başlar, İnsan için bunun gerçekleşmesi mümkündür. İmam (r.a.) üstadından naklederek şöyle demektedir: „Dilinle zikrettiğinde bunun etkili ve değerli olmasını istiyorsan mutlaka kalp huzuru ve teveccüh sahibi olmak zorundasın. Bir İnsan dikkati dağınık ve kalp huzurundan yoksunken eline tespih alsa ve günde bin kere „Subhanellah“, „La ilahe illallah“ ve „Allahu Ekber“ dese bunun bu kişiye etki etmesi mümkündür fakat bu eser çok az olacaktır. Etkili olan zikir teveccüh, kalp huzuru, tefekkür ve tedebbür ile birlikte yapılan zikirdir. Bazen İnsanın kırk yıl namaz kılıp bu namazın kendisini kötülüklerden alıkoymadığı olmaktadır. Bu kişi hala manevi sorunlarından kurtulamamıştır zira namazında huşusu ve alçakgönüllülüğü eksik; ibadeti gaflet ve kalp huzuru yoksunluğu, tefekkürsüzlük ve kalbi Allah’tan başkasıyla meşgul etmekle beraberdir. Böyle bir namazın etkili olmayacağı çok açıktır. Zikir de böyledir. Eğer bazı özel tesbihat, salâvat ve namazlara devam ediyorsak ve bunu gaflet içersinde ve huşusuz gerçekleştiriyorsak, bunu günde bin kez de olsa yapsak nasibimiz yorgunluktan başka bir şey olmayacak ve değerden yoksun olacaktır. Bundan dolayı dille zikirde kalp huzuru şarttır. Zikrin ilk merhalelerinde kalp dilin takipçisidir fakat kalbin iyice öğrenmesi ve alışması halinde bu sefer kalp zikredecek ve dil de onu takip edecektir. Şu an bahsettiğimiz zikrin geniş anlamı, her şeyden önce Allah’ı anmamız ve O’nun hazır ve nazır olduğunu hissetmemizdir. Bu hissedişin kendisi zikirdir. Bu zikrin manasıdır ve daha önce geçtiği gibi iki çeşittir: dilinle bir zikri söylemen ve kalbin ve ruhunda bu zikri tekrar etmen.

Bu konuyla ilgili diğer temel konuları ele almadan önce tezekkürle ilgili halleri biraz daha açıklayalım - İmam Humeyni de bu konuyu geniş bir şekilde ele almıştır- ve tezekkürün bereket ve sonuçlarından bahsedelim. Dikkatinizi dille yapılan zikirle ilgili bir meseleye çekmek istiyorum. Hakkında konuştuğumuz İmam Humeyni’nin metodunda bir kişinin şeyhine giderek belli bir zikri alması diye bir durum yoktur. İmam Humeyni’ye göre bu iş doğru değildir. İmam şöyle diyor: „Eğer zikir istiyorsan Ehl-i Beyt’in (s) kapısına git ve bize hangi zikirleri öğrettiklerine bir bak. Sana şu zikirleri çek şunları çekme diyecek bir üstada ihtiyacın yok…“ İmam’ın dayandığı kitap Şeyh Abbas Kummi’nin „Mefatih“ kitabıdır. Bu kitapta zikirler, dualar ve pek çok müstehap namaz ve amel mevcuttur, bunlardan istifade edebilirsiniz.

Zikrin Ortamları ve Merhaleleri. İmam zikrin değişik mertebeleri olduğunu buyuruyor, bunlardan biri de işaret ettiğimiz gibi her yerde Yüce Allah’ın varlığını, huzurunu hissetmek, sizinle birlikte olduğunu ve amellerinize nazır olduğunu bilmektir. Bizler de O’nu yâd etmeli ve kudreti ve huzurunda eşi ve benzeri olmayan O’na ihtiram etmeliyiz. İmam büyük bir İnsana ihtiram göstermenin kâfir veya mümin olsun bütün insanların fıtratlarında mevcut olan bir özellik olduğunu kaydetmektedir. İnsanın inancı ne olursa olsun her güçlü ve saygın kişi karşısında ihtiram göstermektedir. Halk padişahlara, başkanlara ve para sahibi insanlara ihtiram göstermektedir, çünkü bu insanların büyük olduklarınışünmekteler. Peki, herkesten daha güçlü, daha büyük ve daha zengin olan kimdir? Azıcık düşünmekle Allah’ın Malikül Mülk ve Rabbül Âlemin olduğunu anlarız. Eğer büyüklere ihtiram göstermek vacipse ilk önce Yüce Allah’ı ululamak ve O’na kulluk etmek, yalnız O’na itaat etmek ve sadece O’ndan korkmak zorundayız, zira gerçek güç sadece O’na aittir, O’ndan başka kimsede güç ve kudret yoktur, gücü olan da kudretini O’ndan almaktadır. Demek ki ihtiram göstermek İnsan için fıtri bir duygudur fakat İnsan bundan gaflet etmekte ve benzeşen durumlar karşısında şaşırmaktadır, yoksa dikkatli düşünen bir İnsanın Allah’ın yegâne mutlak kudret olduğunu ve bu yüzden kendisine saygı gösterilmesi ve sevilmesi gerektiğini fark etmesi zor olmayacaktır.

Nimet Verene İhtiram Göstermek. İmam Humeyni’nin bahsettiği ikinci örnek de nimet verene ihtiram gösterilmesi ve teşekkür edilmesidir ve bu özellik de mümin-kâfir herkesin doğasında mevcuttur. Verilen nimet büyüdükçe minnet altına giren kişinin kendisine cömertlik gösteren kişi karşısındaki hürmeti ve sevgisi de artacaktır. Bu iyilikle başka bir şeyin hedeflenmemesi ve karşı taraftan bir şey talep edilmemesi durumunda ise teşekkür duygusu daha da artacaktır.

Yüce Allah’ın bize inayet ettiği dünyevi nimetleri saymamız mümkün değildir ve kendisine kulluk etmemiz durumundaysa bizlere ne gözümüzün gördüğü, ne işittiğimiz ve ne de aklımızdan geçmiş olan uhrevi nimetler ihsan edecektir. Acaba böylesi bir nimet sahibi Zat sürekli anılmaya, itaat edilmeye, sevilmeye ve şükredilmeye layık değil midir? Nimet ihsan etmede kim Allah ile mukayese edilebilir? İmam (r) bütün bunlardan sonra İnsanın her zaman zikir halinde bulunmasına yardım edecek olan unsurun tefekkür etmek olduğunu söylemektedir ki biz başta bundan söz ettik. Tefekkürün düzeyi arttıkça zikrin mertebesi de yükselecektir. Yani tefekkür İnsanı tezekküre yöneltmektedir. Faydalı zikir zat, nefis, ufuklar ve gökler ve sahip olduğumuz şeyler hakkında düşün- menin mahsulü olan zikirdir. İmam bu konuda şöyle buyurmaktadır: „Tezekkür tefekkürün sonuçların- dandır ve tezekküre vesile olan her tefekkür bütün amel ve ibadetlerden daha büyük, daha değerlidir. Böylesi bir tefekkürün değeri bir yıllık ibadetten bile fazladır.

Hadis-i şerifte ‘Bir saatlik tefekkür atmış yıllık ibadetten daha hayırlıdır’ denmiştir. (Bihar-ül Envar; 66. Cilt, 292) Bir saatlik tefekkürün, İnsanın yüzüne yetmiş yıllık ibadetin açamadığı ilahi marifetlerin ve bereketlerin kapılarını açmış olması mümkündür.“ Önemli olan İnsanın Allah’a yaklaşması, bilinç sahibi olması ve kendisinde ilahi aşkın vücuda gelmesi, ilahi huzuru hissetmesidir. Tefekkürün ve tezekkürün İnsandaki eserinin maddi ibadetlerden daha fazla olması mümkündür.

İmam şöyle devam etmektedir: „Peygamberlerin, imam- ların ve irfan ehlinin tefekkür ve tezekkürleri böyledir. Tefekkür ve tezekkür birlikte, ahlakı ıslah ve sülukta avam ve orta dereceli insanlar için en iyi yoldur.“ Bu bahsin sonunda şunu görüyoruz ki İmam bize en iyi programı vermiştir ve eğer bunu uygular ve gözümüzün nuru sayarsak pek çok kapının yüzümüze açılması mümkündür. Demek ki İnsan her halinde Yüce Allah’ı anmalı ve O’ndan gafil olmamalıdır. Zikir diğer hiçbir işe de engel olmaz. Sokakta, işyerinde veya sınıfında Allah’ı anma ile meşgul olabilirsin. Ebette dilinle ifade etmek zikrin şartlarından biri değildir, zikir Allah’ın varlığını hissetmendir. Zikir bütün varlığınla Allah’ın seni gördü- ğünü ve O’nun huzurunda olduğunu hissetmendir. O kalbinden geçenlere vakıftır ve sana şah damarından

daha yakındır. Allah’ı anmak kalplerin ışığı ve dinginliği, gönüllerin şifasıdır. Zikir, Şeytanı İnsandan uzaklaştırma- ktadır da aynı zamanda.

B) Batını Güçlerle Cihad. İmam Humeyni diğer âlimler gibi nefsin batıni kuvvetlerinin dört tane olduğunu söylemektedir: 1-Akıl kuvveti, 2-Gazap kuvveti, 3-Şehvet kuvveti, 4-Vehim ve hayal kudreti. Demek ki deruni (içsel) kuvvelerimiz akıl, gazap, şehvet ve hayalden ibarettir. Bu Dört Kudretin Tarifi. Bir kısım âlime göre İnsan için en önemli hedef kendi nefsini tanımasıdır. Yani önce nefsini tanıyacak, sonra da seyr-i süluka yönelecektir ki maksadına ulaşabilsin. Başkaları ise kişinin nefsini tanımasının anlamının, kendi nefsinin ihtiyarında olan şeyleri tanıması olduğunu -yani nefsinin sahip olduğu zahiri ve batıni kuvvetlerini- söylemek- teler. Kendi ihtiyarımızda olan bu İnsani nefsi ve bu nefsin güçlerini ve imkânlarını tanımak istiyoruz. Zira bir yola girmek isteyen kişi elindeki olanakların nelerden ibaret olduğunu bilmek zorundadır. Uçakla mı gidecektir yoksa otobüsle mi? Aracı sağlam mıdır yoksa arızalı mı? Allah’a doğru seyr-i süluk etmek istemek isteyen bir İnsan da nefsinin zaaf ve kuvvet noktaları hakkında yeterli bilgiye sahip olmak zorundadır. Biz de imkânımız ölçüsünde bu kuvvetler hakkında açıklam- alarda bulunmaya çalışacağız.

1-Akıl Kuvveti: Eşyanın hakikatini bu kuvvet sayesinde derk etmekteyiz. Dünya ve ahiret, Peygamberler ve imamlar hakkındaki bütün hakikatleri bu güçle kavramaktayız. Yine bu nefsanî kuvvetin yardımıyla nesneler ve olgular arasındaki farkları anlıyor; doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırt ediyoruz. Aklın yardımıyla başardığımız işlerden biri de yol gösterici talep etmek ve hidäyet olarak doğru yolu bulmaktır.

2-Gazap Kuvveti: Gazap tabirinin anlamı günlük dilde. kullanılan kızgınlık manasından daha geniştir. Bütün bu bağırıp çağırmalar, kırıp dökmeler gazabın mısdakların- dandır fakat gazap, İnsandaki bu hayvani parçalayıcılık sıfatından daha geniş bir manadadır ve bazı davranışların ve bir ahlak anlayışının kökenidir. İleride bunu daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız. Kısacası kudret ve şiddetin bulunduğu her yerde gazap kuvveti devrededir demektedir.

3-Şehvet Kuvveti: Şehvetten kasıt İnsanın arzuları ve nefsanî istekleridir ve bunun an belirgin örnekleri de yemek yeme ve cinsel şehvettir.İnsan ahlakına etkide bulunan ve farklı sonuçlara neden olan başka şehvetler de vardır (bunlarla ilgili ayrıntılııklamalar ilerde yapılacak).

4-Hayal ve Vehim Kuvveti: İnsan bu gücünün sayesinde hile ve tuzak kurabilir, hokkabazlık yaparak yolu başkalarına tıkayabilir. Başkalarına üçkâğıılık yapmayı aklımızdan öğren- diğimizi zannediyoruz ama bize hile yapmayı öğreten vehim ve hayal kuvvetimizdir.

En Önemli ve En Zor Aşama. Asıl savaş meydanı burasıdır. İmam bu merhalenin ilk merhaleden bile daha önemli ve tehlikeli olduğunu belirtmektedir. Savaşı burada kazanan orada da kazanmış demektir, zira ilk merhalede bile göz, kulak ve el deruni kuvvetlerin takipçileridirler. Örneğin bir İnsan gazap kuvvetini kontrol ve ıslah etmemişse bir İnsana kızması durumunda ona vuracak ve zulmedecektir, eğer şehvet duygusuna hâkim değilse de haram işleyecek ve zina edecektir. Şehvet yüzünden harama bakmakta ve harama kulak vermektedir. Bu batıni güçlerini kontrol altına alacağı bir merhaleye ulaşması durumunda hiç şüphesiz zahiri güçlerine de üstün gelmiş demektir, bu yüzden nefsin içsel kuvvetleriyle mücadele etmek daha tehlikeli ve zordur. Buradaki savaş cephenin ilk hattın- dadır ve ikincil değil stratejik mevzileri ele geçirmek için verilen bir mücadeledir. Bu savaş, sonucu belirleyen bir çatışmadır. Mesela harama bakıştan gözünü koruyabil- mene rağmen etkisi içinde kalabilir. Eğer bu duyguyu içinden söküp atmışsan gözünden, dilinden ve kulağından da kesinlikle atmışsındır demektir.

İmam Humeyni bundan dolayı şöyle buyurmaktadır: „Gerçek nefisle cihad buradadır, en önemli, en zor ve en tehlikeli merhale burasıdır. İnsanın benzersiz bir önem vermesi gereken bir aşamadır burası. Bizden istenen şey yalnızca nefsimizi kötü ve şeytani ahlaktan temizlemek değildir. Nefsimizde aynı zamanda iyi ahlaki vasıfları da yerleştirelim. Yani güzel ahlak içimizde bir melekeye dönüşmeli, bizim tabiatımız olmalıdır.“

İmam Humeyni’nin seyr-i süluk yönteminde ahlaka çok önem verilmektedir. Hz. İmam’a göre seyr-i süluk namaz ve oruçtan ibaret değildir: „Güzel ahlak olmadan İnsanın ilahi visale ulaşması mümkün değildir.“

Resül-i Ekrem (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: „İslam güzel ahlaktan ibarettir.“ Başka bir hadiste de şöyle denmektedir: „İyi ahlaklı bir kul bu ahlakı sayesinde ahiretteki en yüksek makamlara ulaşmaktadır, hatta ibadeti az bile olsa.“ Bu hadis çok önemlidir, bazılarının bunu işitmekle şaşırmış olmaları mümkündür; zira bu kişiler hayattaki vazifelerinin yalnızca fazlaca ibadet etmek ve kuru bir maddi zühd olduğunu zannetmek- tedirler. İmam Cafer Sadık (a) da şöyle buyuruyorlar: „Allah katında, müminin Allah’a sunduğu ameller arasında vaciplerden sonra hiçbir şey insanlara güzel ahlak göstermekten daha sevimli değildir.“ (Usul-ül Kâfi; 2. Cilt, 100) (Çünkü vacipler zaten uygulanmak zorundadır ve burada bir sorun yoktur. Bazıları vacipleri beş vakit namaz ve bazı sınırlı fiillere hasretmekteler ki bu yanlıştır.) Başka şaşırtıcı hadisler de vardır. Örneğin „Din doğru sözlülük ve emaneti eda etmektir“ gibi. (Usul-ül Kâfi; 2. Cilt, 239) Bu hadis az önce söz ettiğimiz rivayetlerle çelişmemektedir, zira doğru sözlülük güzel ahlakın mazharlarındandır zaten.

Dolayısıyla İslam dinimizde temel önem verilen bu konu İmam Humeyni’nin seyr-i süluk yönteminde önemle vurguladığı bir başlıktır. Güzel ahlak meleke halini aldığında her şey çok daha kolay olacaktır. Kökünden Sökmek Değil Islah Etmek Burada önemle işaret etmemiz gereken bir konu bulunuyor. İslam nefsi tezhip etmek isterken nefsin bu kuvvetlerini ortadan kaldırmak istemiyor. İslam’ın talebi gazap sıfatını yok etmek değildir örneğin, zira gazap kuvveti pek çok güzel ahlaki hasletin ve güzel sıfatın kaynağıdır. Eğer İnsan kendi derunundaki gazap sıfatından yararlanmaz ise artık cesur ve mücahit bir İnsana dönüşmesi mümkün değildir. Öyleyse niçin bu gücünü tamamen körleş- tirmek ve öldürmek istiyorsun? Kötü ahlaka neden olduğu için mi? Fakat aynı zamanda iyi sıfatların da kaynağıdır bu kuvvet. insanlara zulüm yolunda kullanıldıkları için „Fizik, kimya ve matematik gibi bilimleri okumak haramdır“ diyen bir kişiye „Müslümanlar bu bilimleri okuyarak güçlü olur ve namus ve şereflerini, dinlerini korurlar, bu ilimleri niçin tahsil etmeyecekmişiz?“ diye cevap verdiğimiz gibi, bu kişiler karşısında da İslam’da İnsanın gazap gibi bir nefsanî kuvvetini ortadan kaldırmasını salık veren bir hüküm olmadığını belirtmek zorundayız. Esasında böyle bir şeyin olanağı da yoktur, zira bu güç bize Allah tarafından verilmiştir ve bunu tabiatımızdan çıkarıp atmamız mümkün değildir. Şehvet ve hayal kuvvetlerini de İnsandan çekip almak imkân- sızdır. Eğer hayal ve vehim yeteneklerimiz olmasaydı dış âlemde ve manalar dünyasındaki seyrimizi gerçekleştir- emezdik. İslam’ın bizden istediği bu güçleri ıslah etmemiz ve dinin kontrolü altına sokmamızdır. Böyle yapmamız durumunda bu nefsanî güçlerden yardım alarak „huluk-ul azim“ sahibi olmamız mümkündür.

Ahlaki Melekeleri Edinmenin Yolu. Sözünü edeceğimiz son konu, iyi ahlaki melekeleri edinmenin ve kötü ve fasit melekelerle (rezail) mücadele yolunun nasıl olacağı hakkındadır. İmam bizlere hepim- izin başarabileceği ve ahlak âlimleri tarafından da tavsiye edilen bir yol öğretmektedir. Bu yöntemin kaynağıysa gerçekte İmam Ali’nin (a.s.) „Eğer nefsi zor olan şeyde kendisine itaat etmezse sevdiği şeyi ondan yoksun bırakır“ şeklindeki ifadesinde yatmaktadır. (Nehc-ül Belağa; 193. Hutbe)

Şöyle ki, İnsanın nefsinin hoşuna gitmeyen bir şey yapmak istediği için nefsinin kendisine itaatsizlik etmesi durumunda -örneğin kişi ihtiyaç sahibine bir miktar para vermek isterken nefsin „Hayır, bizim de ihtiyacımız var“ demesi halinde- bu kişi kendi nefsine muhalefet etmeli ve aksi yönde davranmalıdır. Böylece nefsine galebe çalması ve kendini ıslah etmesi müyesser olacaktır. Bahsimizin sonunda İmam’ın pek çok kez vurguladığı bir hususa dikkat çekmek istiyoruz: Nefsin tezkiyesi yolunda hareket edip günahtan kaçınma ve farzlarla amel etmeye, nefsimizin zahirini ve batınını kontrol altında tutmaya çaba gösterdiğimiz bütün aşamalar boyunca Allah’a tevekkül etmek ve O’na sığınmak zorundayız. Bu yolda eğer ciddi çaba gösterir ve Allah’tan yardım dilersek Şeytan ve nefs-i emmare karşısında muzaffer oluruz ve bizlere ilahi yakınlığın en üst derecelerine ulaşma kemali nasip olur, İnşAllah. Rast Haber 08.12.2009

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.1

 

„Kerbela mesajı ve dersleri insanları cesur yetiştirir“

Kerbela dersleri, insanları cesur yetiştirir. Muharrem ayı ve Kerbela olayı dolaysıyla bir açıklama yapan İran’ın önde gelen büyük alimlerinden Ayetullah Tebatebainejad, Kerbela derslerinin cesur insanlar yetiştirdiğini vurguladı.

İran’ın İsfahan kentinin Cuma namazı imamı Ayetullah Tebatebainejad, İmam Hüseyin’in (sa) tam anlamı ile bir feraset sahibi olduğunu, bu büyük şahsiyetin şehit düşeceğinden haberdar olduğunu belirtti.

Ayetullah Tebatebainejad, imam Hüseyin (sa) İslam’ın tealimine itaat ettiği için kıyam ettiğini, çünkü İslam’ın tealimine göre eğer Allah’ın dini zarar görecekse, şehit olacağını bildiğin halde harekete geçmek gerektiğini kaydetti. İranlı alim Ayetullah Tebatebainejad, bu yüzden Kerbela olayının büyük bir hadise olduğunu ve bu hadisedençıkarılan dersler ve alınanmesajlar insanları cesur yetiştirdiğini vurguladı. FHA 23.12.2009

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.2

 

„Bugün öz Muhammedi İslamı ve ilahi ilkeleri tanıtma zamanıdır“

İran cumhurbaşkanı İran milletinin önemli görevinin has Muhammedi İslam ve ilahi ilkeleri tanıtmak olduğunu söyledi.

Mahmut Ahmedinejad bugün İran'ın güneyindeki Fars eyaleti seçkinlerinden bazılarla bir araya gelerek yaptığııklamasında İran milletinin üzerinde son derece ağır bir sorumluluk bulunduğu ve bu meselenin bir taratan iftihar vesilesi iken diğer taraftan da sorumluluk gerektirdiğini söyledi.

Ahmedinejad, İnsanlığın nihai hedefe ulaşmak için çağımızda Marksizm ve Liberalizm gibi iki önemli engelle karşı karşıya bulunduğuna değinerek İslam inkılabının zaferi sonucu Marksist düzenin çöktüğü günümüz uzmanlarının da İslam inkılabının bu düzeni çöktürdüğüne inandıklarını belirtti. Ahmedinejad kapitalist liberal düzenin sonuna yaklaştığına değinerek milletlerin genelde savunup koruduklarışünce ve medeniyetin kalıcı olduğunu söyledi.

Ahmedinejad  günümüz toplumunun ihtiyaçlarını karşılayabilen tek ekol ve kültürel düşüncenin İslam inkılabı ilke ve düşüncesi olduğunu söyledi. Ahmedinejad, velayet ve imamet hükümetinin kurulmasıyla emperyalizmin hırslılık, yağmalama ve sert çıkışlarına fırsat kalmadığını söyledi. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad konuşmasının devamında, İnsanlığı bekleyen yeni dönemin, „halkların ilahi değerlere yöneldiği nurlu ve aydın bir dönem olduğunu belirterek“, „Böyle bir dönemim gerçekleşmesi, ilahi vaaddir... İlahi vaad de kesin olandır“ ifadesini kullandı. 24.12.2009

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.3

 

Hz. Zeyneb’in Yezid’e Muhteşem Hitabı

Bağlanmış ve zincire vurulmuş halimizle huzurunda bizi el pençe divan durdurmakla bizi zavallı tutsaklar durumuna düşürdüğüne ya da bu yolla bizim üstümüzde egemnlik kurduğuna mı inanıyorsun?

Her şeyi bilen, her şeyi yaratan Allah’ın adıyla… Allah’ın selamı Resullerin güvencesi olan dedemin üzerinden eksik olmasın.

Allah aynen şöyle diyor: „Allah’ın ayetlerini yalan- layandan ve onlardan yüz çevirenden daha zalim kimdir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmele- rinden dolayı kötü bir azapla cezalandıracağız.“ (E’nam: 157)

Ey Yezid! Bizi aç ve sefil bıraktığına, bizim varlığımızı tehlikeye soktuğuna mı inanıyorsun gerçekten? Bağlan- mış ve zincire vurulmuş halimizle huzurunda bizi el pençe divan durdurmakla bizi zavallı tutsaklar durumuna düşürdüğüne ya da bu yolla bizim üstümüz- de egemnlik kurduğuna mı inanıyorsun? Allah katında bizim itibarımızı yitirdiğimizi, gözden düşğümüzü, buna karşılık sizin de yüceldiğinizi, şereflendirildiğinizi mi düşünüyorsun? Sizin dış görünüşteki başarınızın yüce şerefinizden ya da üstün konumunuzdan ileri geldiğini mi sanıyorsun? Kibirli ve basiretsiz kılığına bakmadan buna mı dikmişsin gözünü? Dünya âlemi elde ettiğine, bütün cihan üstünde nüfuz sahibi olduğuna mı inanmaya başladın yoksa? Dalavere işlerinizin düzlüğe çıktığını ve kendini ülkenin efendisi, devletin de yöneticisi olduğunu mu sanıyorsun?

Bekle, bekle…

Cahilin cühelanın aklını çeliyorsun. Allah’ın ‘inkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz sürenin sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara ancak, günahları çoğalsın diye süre veriyoruz Küçültücü azab onlaradır’ (Âl-i İmran: 178) diyen buyruğunu nasıl da unutursun?

Ey Âzâd edilmiş kölelerin zürriyetinden olan!

Sizin kadınlarınız perdelerin arkasında saklanacak da, Resûlullah’ın kızları, onlar hep tutsak edilecek ve pazar pazar, kapı kapı dolaştırılıp halka teşhir edilecek öyle mi? Bu mu sizin adaletiniz? Bizim hicaplarımızı açtırmakla Resûlullah’ın Ehl’i Beyt’inin masumiyetini gerçekten ayaklar altına düşürdün. Senin kaprislerin yüzünden kent kent dolaştırıldık. Dağlarda yaşayanların, yol kıyılarında, Pınar başlarında çadır açanlarıyla varlık- lısıyla, yoksuluyla, şereflisiyle, şerefsiziyle, yaşlısıyla genciyle herkes, binbir çeşit İnsan, uzak demeden, yakın demeden bizi seyretti. Eli iş tutan bir erkeğimiz yok ki yardıma gelsin, bir yakınımız yok ki imdada yetişsin.

Yezid! Bu yaptıklarında Allah’a karşı kibirlilik davası güttüğünü en kesin biçimde kanıtladın. O’nun Rasulü’nü tanımamak. Kutsal Kitab’ın ilkelerini ve Allah’ın Resul’üne indirdiği öğretiyi reddetmek… Ama bunlar ne diye garip karşılanacakmış ve ne diye şaşırta- cakmış? Kutlu bir soydan gelen ve Resûlullah’ın mübarek kurultayında terbiye gören ilk İslâm şehid- lerinin (Örneğin Hz. Hamza’nın) ciğerlerini dişleriyle yiyenlerin soyundan gelen birisi değil misin sen?  Senin ataların değil midir ordular hazırlayıp da bizzat Resûlullah’ın kendisine kılıç çekenler? Böylesi adamların torunlarının zulümde, hilede ihanette, fitneye ve fesada yol açmakta, Allah’a ve O’nun Resûlü’ne karşı girişilen her hareketin başını çekmekte Araplar içerisinde şöhret bulmaları oldukça doğaldır. Şunu bil ki senin bu âdi, bu iğrenç, bu pis hareketlerin, sizin ruhunuza işlemiş olan inançsızlığınızın tâ Bedir Savaşı’ndan beridir kalbinizde alev alev yanan intikam hırsının dışa vurmasından başka bir şey değildir. Bize karşı kin, garez ve intikam beslersin, Resûlullah’ın Ehl’i Beyt’ine karşı olan düşmanlığınııkça ilan etmekten de çekinmezsin. -Sen Resulullah’ı hiçe sayarsın ve damlara çıkıp göğsünü gere gere, övünerek haykırırsın, dersin ki, „Bana Yezid derler, Resûlullah’ın oğlunun katili ve kasabı benim. Aile bireylerini tutsak eden benim.“ Sen yaparsın bunu; sence bunun kötü bir yanı yoktur asla… Senin bu şeytanî başarını ataların görebilseydiler, atılırlardı hemen ve ‘Aferin sana Yezid. Bileğine kuvvet, intikam- ımızı iyi aldın’ diyerek sana cesaret verirlerdi.

Yezid! Şu meclisin huzurunda zevkten dört köşe olarak ve ağzın kulaklarına değerek, elinde asayla Ebu Abdullah el-Hüseyin’in dişlerine vuruyorsun. O dişlerin, o dudakların Resülullah’ın öpüp sevdiği dişler ve dudaklar olduğunu biliyor musun bari? Yemin ederim ki güzellikte Gençliğin Efendisi’ni, Resülullah’ın ve Ali’nin oğlunu, Abdulmuttalib sülalesinin nur saçan tek ışığını söndürmekle bizi derin bir eleme boğdun.

Yezid! Otur da kendini dinle bir an. Son derece menfur ve dehşet verici olan şu işlerini şöyle bir gözlerinin önünden geçirmen bile kollarının bileklerinden kesilmesini candan istemene ya da anandan doğduğuna pişman olmana yetecektir, çünkü düşünürsen bir an, Allah’ın sana karşı gazaplandığını ve Resülullah’ın sana düşman kesildiğini kavrarsın

Ey yüce Allah’ım!… Hakkımızı bize geri ver. Bize zulmedenlerden intikamımızı al ve kanımıza girenlerin, yeminlerini bozanların, bütün erkeklerimizi kılıçtan geçirenlerin ve masumiyetimizi kirletenlerin başlarına gazap yağdır.

Ey Yezid! Sen ancak sizin o sulanmış kuş beyin- lerinizin düşüne- bileceği bir şey işledin. Ama unutma ki, bu suçu işlemekle kendi derinizi dilmiş, kendi etinizi parça parça etmiş oldun. Gerçekten çok kısa bir zaman sonra bu büyük günahınla birlikte, varisinin kanları henüz ellerinden silinmemiş olarak Resülullah’ın huzurunda bulacaksın kendini. Onların şereflerine ve manevî makamlarına karşı işlediğin suçlar da cabası. Bütün Peygamber sülalesinin bir araya toplanacağı ve onların düşmanlarına hüküm biçileceği bir zamandır bu zaman.

Ey Yezid! Bu vahşi azgınlığın günahı üstüne, bu katliam üstüne cümbüş yapma. Canlarım hak yolda sebil edenlerin, Allah’ın şanı uğrunda kurban olanların öldüğünü sanmayasın sakın. Hayır, onlar diridirler. Allah’tan gıdalarını aktadırlar. Onlar, yaratıcıları tarafından kendilerine bağışlanan yüce şehadetin kutsallığıyla mest olmuşlardır. „Senin defterini dürmek için yalnızca Allah yeterlidir; davacınsa Resülullah olacaktır; ve sana karşı bizim yardımcımız, koruyucu- muz da Cebrail olacaktır.“ Seni devlete başkan yapanlar ve Müslümanların sırtına zorba saltanatını yükletenler çok geçmeden görecekler başlarına nelerin geldiğini. „Mezalimin meyvesi ancak nefrettir ve her taşkınlığın ardında bir acı yatar, içinizden hanginiz fark edebilirsiniz, kimin azıttığını, kimin sapıttığını?“

Ey Yezid! Konuşmam sırasında bütün kötülüklerini sayıp döktüm, gelecekte seni nelerin beklediğini tüm berraklığıyla ortaya sererek yaptıklarına lanet okudum. Müslümanları facialarla bunaltıp onların gönlünde onulmaz yaralar açtığından dolayı bir anlık pişmanlık duyacağını ummak boşunadır. Bunu düşünmek bir hayalden ibarettir; çünkü sen kalpleri katılaşmış; fıtrattan kokuşmuş, tipleri bozulmuş olanların ve varlıkları hem Allah’ın hem de Resulünün gözünde hiç bir değer taşımayanların takınmadansın. Senin gibilerin kalbine şeytan yuva yapmıştır da murdar yumurtalarını hep oraya yığıp durmaktadır. Gerçekten de senin karakterin Şeytanın en çirkin eserlerindendir.

Resullerin torunlarının ve Resullerin varislerinin ve ihlâslı insanların; alçak kölelerin ve hainlerin ve münkirlerin torunları tarafından kılıçtan geçirildiğini gördükçe, bunların ellerinin onların kanıyla boyandığını gördükçe, doğrusu İnsanın küçük dilini yutası geliyor... Onların kutsal ve pak bedenlerinin oklarla delik deşik edilişlerini, ateş gibi kumların üzerine seriliverişlerini, linç edilmiş halleriyle oracıkta kabirsiz ve gömülmemiş olarak terk edilişlerini düşünmek ne kadar zor geliyor İnsana.

Yezid! Bu aşikâr kepazelikleri hala savunacak kadar körsün. Unutma ki, Duruşma Günü’nde bu kepaze- liklerin cezasını mutlaka çekeceksin. Allah, kullarına asla zulmetmez, biz ancak O’na dayanmaktayız. O’na inanmaktayız. Bizi korumaya Allah tek basma yetecektir; tek sığmağımız O’dur bizim, bütün umudumuz O nadir. Gerçek çehreni saklamak istediğin için istediğin kadar hileye başvur. „Kitabını bize indiren Allah üzerine yemin ederim ki“, siz bizim sahip olduğumuz şeref ve mertebeye asla ulaşamayacaksınız. Ne bize bırakılan mirası ortadan kaldırmaya, bizim ışığımızı söndürmeye gücün yetecek, ne de bize karşı giriştiğin iğrenç ve alçakça hareketlerinle kendi hesabınıza kaydettiğiniz rezaletleri „silip yok etmeye gücün yetecektir.“

Konuşmasının burasında susar Zeyneb…Meclistekiler de, Yezid ve çevresinde bulunanlar, sanki kafalarında kuş oturmuşçasına hareket etmeksizin susuyorlardı. „Meclis ’te oturanlardan birisi, yaşlı bir adam“, Yezid’in hala, elindeki değnekle Hz. Hüseyin’in kanlı başıyla ve dişleriyle oynadığını görünce bağırdı:

„Yezid, Allah’tan kork, senin bu ağaçla vurduğun yeri ben defalarca Hz. Peygamberin koklayıp öptüğünü gördüm. Öteki Dünyada O’nun şefaatçisi Hz. Peygamber olacak. Senin ki de İbn-i Ziyad, bunu bil.“ Canı iyice sıkılmış olan Yezid adamlarına bu adamı Meclis’ten atmalarını buyurdu. „Zeyneb’in konuşmalarına bozulm- uştu Yezid.“ Çevredeki havanın değiştiğini de hissed- iyordu. „O sırada Ali İbn-i Hüseyin’i zincirlere vurulmuş halde içeriye getirdiler.“

Ali haykırdı: „Eğer Allah’ın Resulü beni böyle zincirlere vurulmuş görseydi, hemen serbest bırakılmamı isterdi.“ Yezid, aklı hâlâ Zeyneb’in konuştuklarına takılı cevapladı: „Doğru söylüyorsun.“ Ve Eli ibn-i Hüseyin’in zincirlerinin çıkarılmasını emretti. O’nu yanına çağırdı, sonra; „Ey Hüseyin’in oğlu! Görüyorsun ki, baban ailelerimiz arasındaki bağı iyice kopardı ve bana ait hakları tanımamakta direndi. Benim hükümetime karşı savaş açtı ve bunun için de Allah O’na gördüğün sonu hazırladı.“ Ali İbn-i Hüseyin de: „Biz hükmü yerde ve gökte câri olan ilâhî kazadan başka bir şey görmedik.“ Yezid: „Sen, Allah tarafından öldürülenin oğlusun“ diyerek, tıpkı Ibn-i Ziyâd gibi suçunu Allah’ın iradesine

yıkmak istedi. Ali İbn-i Hüseyin yine karşı çıktı ve dedi ki: „Ben, senin tarafından zulümle öldürülenin oğluyum.“ Yezid bir an ne diyeceğini şaşırdıysa da, Ali İbn-i Hüseyin’in yanında susarak etrafındakilere küçük düşmek istemediği için aklına gelen bir Ayet-i Kerime ile karşılık vermek istedi hemen: „De ki: Allah’ım, hükümranlık Senin içindir. Dilediğine verirsin hükümranlığını ve dilediğinden alırsın.“ (Kur’an-ı Kerîm) Ancak hemen susmak zorunda kaldı Yezid… Çünkü içeriden kadınların ağlayışları, feryatları geliyor, bunlar gittikçe yükselerek kulakları tırmalıyordu. Toplantının fazla uzaması mümkün değildi. Zaferim ve üstünlüğünü kutlamak için etrafına topladığı adamları nasıl dağıtacağını bilemedi Yezid. Ezici askerî başarısı olarak göstermek istediği olay gittikçe kendi aleyhine dönüşmekteydi. „Halk vicdan azabı duyuyor“, Hz. Hüseyin’in başına gelenlerden dolayı kendilerini sorumlu tutuyor ve bu olayın baş müsebbibi olarak gördükleri Yezid’e karşı bir tavır almaya doğru gidiyordu. O günlerde gerek Küfe, gerek Şam ve öteki şehirlerde Hz. Hüseyin’in başına gelenlere ağlamayanın kalmadığı söylenir nitekim. Üç gün sürdürülür bu yas.

Yezid, olayın geniş boyutlara ulaşmasının önüne geçmek ister ve esirler kervanını Medine’ye göndermek için harekete geçer. Esirler kafilesi Medine’ye doğru yol alırken, Yezid evine yollanıyor ve kulaklarında Zeyneb’in sözleri çınlıyordu hala… Bu sözler, etrafını çeviren dalkavukların ona yaptığı tüm işleri haklı gösteren riyakârlıklarından öte bir gerçeği yansıtıyordu. Artık Yezid de anlıyordu sonuna değin dilediğince ve ölçüsüz davranmasının mümkün olamayacağını.

-    Şam’da, Yezid’in camide düzenlediği toplantıda Kerbelâ cephesinin ikinci mücadelesi başarıyla sona ermişti. Yezid’in gönlüne kuşku düşş, bu kuşku O’nu, dilediğince davranma hususunda tedirgin etmiş, esirler kafilesi, Zeyneb ile Ali başkanlığında yeni bir yolculuğa, yeni mücadelelere doğru yola çıkmıştı.

Bir başlangıçtı Kerbelâ ve son bulmayacaktı yankıları. Kaynak: Hz. Zeyneb „Kerbela Şahidi“ Yazar. Cihan AKTAŞ 26.12.2009

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.4

 

Suruş ve Nehc’ul Belağa’dan Cevap

Kulları Hidäyet eden Allah’ın adıyla. Değerli Rasthaber okuyucularının, Abdulkerim Suruş’un Ayetullah Hamenei’ye yazmış olduğu mektuba bir cevap yazılma- sında ısrar etmelerinden dolayı bu cevabı yazmayı şeri bir vazife gördük. Bu mektup yeni değil aylarca önce yazılmış olup fitnecilerin fitnelerinin ayyuka çıktığı, hakikatlerin ters yüz edilerek gösterildiği bu dönemde  tercüme edilerek sunulması da işin başka bir ilginç yanı olsa gerek. Konu eğer bilimsel bir hakikatin ortaya çıkarılması ise bunun muhatabışünürler, alimler ve fakihler olması gerekirdi. Hayır, siyasi bir mesaj ise yazarın siyasetçi olmasını gerektirirdi. Kısacası yazanla muhatap arasında akademik veya  siyasal bir ilişki kurmak güç olduğu gibi mektubun içeriği bir aydınlatma ve açıklama isteğinden ziyade karalama ve iftiralarla doludur.

Suruş bu mektuptaki küfür ve saldırılarını, son cumhur- başkanlığı seçimlerinde iddia edilen ve hiç bir şekilde ispatlanamayan hile ve tutuklulara tecavüz iddiaları ve düzmecelerine dayandırmakta ve Velayet-i Fakih temelli İslam Cumhuriyetini devirme denemeleri sırasındaki karışıklıkların zirveye çıktığı bir dönemde anlaşılan heyacanlanarak kaleme almış bulunmaktadır. Heyeca- nlanmasının sebebi ise siyonist medyanın dolduruşuna gelmesi ve İslam Cumhuriyetinin yumuşak darbe/kadife devrim ile yıkılacağına dair haberlere inanmasıdır. Bunun için iftira ve hakaret dolu mektubun içeriğini ilmi, akli ve dini dayanaklardan yoksun gördüğümüzden iddialarına değinmeyi şimdilik uygun görmedik.

Ünlü düşünür vs. ünvanlarla tanıtılan  Abdulkerim Suruş’un düşüncelerini incelemeyi ve başka İslam düşünürlerinin görüşleriyle karşılaştırmayı başka bir fırsata bırakarak ve Abdülkerim Suruş’un bu mektubunu bahane ederek İran’da İslami geçmişe sahip ve İslam İnkılabının gerçekleşmesinde ve sonrasında zahmetlere katlanmış bir takım alimler ve aydınların ayaklarının kayma ve dimağlarının dumura uğrama sebepleri üzerinde durmak istiyorum. İlim havzasında dini eğitim görmüş, edebiyat, tefsir, felsefe, irfan derslerinin yanısıra müsbet bilimler okumuş bu şahıslar nasıl bu duruma geldiler ve geçen bu çeyrek yüzyıl içerisinde niçin bazen yüzseksen derece dönüş yapabildiler? Maneviyat, ahlak, irfan, takva ve iman nurunun yayıldığı bir yuvadan nasıl nasiplenmemiş ve gaflet pisliği ile kirlenmiş, kararmış kalbi bu nurla nasıl yıkıyamamış, bunu anlamak kolay olmasa gerek.

Hem Suruş gibilerinin durumunu anlamak ve hem de kendimizin ibret almamız ümidiyle Hz.Ali’nin (a.s) Nehc-ül Belağa’da yeralan 7.hutbesini kısaca açıklamanın en güzel cevap olduğunu düşünüyoruz. „İşlerinde şeytanı ölçü aldılar, şeytan da onları ortaklar edindi. Şeytan gönüllerinde yuva yaptı, yumurtladı, civciv çıkardı, onları kendi eteğinde terbiye etti, büyüttü. Böylece onların  gözleriyle baktı, dilleriyle söyledi. Onları hatalar merkebine bindirdi, onlara kötülükler süsleyip güzel gösterdi. Sonunda işleri, güç ve saltanatında şeytanla ortak olanın ve onun diliyle batıl söz söyleyenin işine benzedi.“ Nehc-ül Belağa. Hutbe/7

Hz. Ali (a.s) bu hutbesinde insanların şeytanın tuzağına düşüp onun velayeti altına nasıl girmiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şeytanın, insanları „sırat-ı mustakimden“ çeşitli tuzak ve yollarla ayıracağını Allah’ın izzetine and içerek söylediğini, Allah’ın Kur’an’da nakl etmesi bunun gerçekleşeceğini ve bazılarının bu tuzağa düşeceğini göstermekte ve uyarmaktadır.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: „İşlerinde şeytanı ölçü aldilar, şeytan da onları ortaklar edindi. Şeytan gönü- llerinde yuva yaptı.“ Bir grub şeytana uyarak helaket çukuruna düşerler çünkü onlar gaflet uykusundadırlar, şeytan önce onların kalplerinin etrafında dolaşır durur, onların henüz uykuda olduklarını görünce kalplerine girmek için bir kapı arar, onlar uykuda olduklarından rahatca kapıyı bulur ve   kalplerine girer. Girdiği yerde kendisini emniyette hissetti mi, yavaş yavaş orda yuvalanmaya başlar. „yumurtladı, civciv çıkardı, onları kendi eteğinde terbiye etti, büyüttü“ Şeytan bu insanların kalbinde yuva yaptıktan sonra yumurta ve tohumlarını bırakır, orda büyütmek, yeşertmek istediğini yeşertmeye başlar. Böylece kalbin tamamını kendi emrine almış ve sahiplenmiş görürsün, bu merhaleden sonra şeytan o kalbin sahibi ve maliki olmuştur artık. „Böylece onların  gözleriyle baktı, dilleriyle söyledi“ Bu merhalede artık İnsanın kalbi şeytanın emrinde olduğu gibi azaları da ona hizmet eder, dünyaya o kalbe hakim olanın gözüyle bakar, olayları onun gözüyle değerlendirir ve böyle olunca da kalbe hakim olan şeytan onun diliyle konuşur, onun gözüyle bakar. Kalp şeytanın velayetine geçtiği gibi göz, kulak, dil de şeytanin velayetini kabullenir. Artık gözü şeytanın görme aleti, dili şeyatanın konuşma vesilesi olmuştur. Bundan sonra o şahıs ne konuşursa şeytanın sözüdür, ne duyarsa, ne görürse artık şeytanın duyması ve görmesidir. Şeytan onun gözüyle görür, onun kulağıyla işitir ve onun diliyle konuşur. „Onları hatalar merkebine bindirdi.“

Allah’ın arşı olan kalp şeyatanın tasarrufuna girdi mi o İnsan hatalar işlemeye başlar, hatalar zinciri başlar, çünkü gaflet uykusundan uyanıp bindirildiği hatalar merkebinden inmediği sürece hataların sonu gelme- yecek tir. „onlara kötülükleri süsleyip güzel gösterdi“ bu merhalde ise İnsan kendi hatasını görmez kendisini hakk mihveri/ekseni, diğerlerini de batıl olarak görür; hakkı, batıl olarak, batılı da hakk olarak görmeye başlar. Şeytan, tamamen onu kendi velayeti altına aldığından ona kötülüklerini süsleyip güzel gösterir, akıl da artık tamamen şeytanın tasarrufuna geçmiştir artık. Bu aşamadan sonra yaptıkları her kötü ameli şeytan süsleyip, güzel gösterir.

„Hani şeytan onlara işlerini güzel gösterdi...“ Enfal/48  Ayet-i celilesi şeytanın tuzaklarından birini beyan etmektedir. Bu merhaleden sonra artık şeytanın velaye- tine girmiş bu İnsan şeytan- laşmıştır. Böylece her Peygambere İnsan ve cin şeytanlardan bir düşman var ettik. Enam/112.

Kur’an şeytanın,  İnsan ve cin olmak üzere iki kısım olduğunu beyan ediyor, Hz.Ali(a.s) İnsanın, şeytanın tuzağına düşerek şeytanın velayetinin gölgesinde nasıl şeytanlaştığınııklıyor. Bu merhalede artık kendisi şeytan olmuş ve sırat’ı mustakimin yanında durmuş, insanları o yoldan saptırmaya çalışmaktadır.

Bel’am b. Baura’nın nasıl şeytanın arkasına takıldığını Kur’an’dan ibretle okumak gerekir: „Onlara o kimsenin haberinide oku ki, o kimseye ayetlerimizi vermiştik, onlardan sıyrılıp ayrıldı. Şeytanda onu kendisine tabi kıldı. Artık sapıklardan olmuş oldu.“A’raf/175

Bu mübarek ayetler, birtakım ilimlere, hidäyet vasıtal- arına nail oldukları halde dünya varlığına meylederek şeytana tabi olan, o hidäyet vasıtalarını elden çıkaran ıhtiraslı kimselerin çirkin äkibetlerini tasvir ederek nazarı dikkate sunmaktadır...

Şöyleki: Resülüm!. O Yahudi kavmine ve benzerlerine (o kimsenin haberin de) hayatındaki macerayı da (oku) hatırlat, nazarı dikkatine sun (ki, o kimseye) vaktiyle (ayetlerimizi vermiştik) ona Tevrat gibi ilahi kitapların hükümlerini öğretmiştik, Allah’ın biriğine ve diğer dini meselelere, delillere muttaki olmuştu. Fakat bunlardan istifade etmedi, o ayetlere göre hareketlerini düzenlemedi, bilakis onlara muhalif hareketlerde bulundu (onlardan sıyrılıp ayrıldı.) onları terkedip arkasına atıverdi. (Şeytanda onu kendisine tabi kıldı.) Cenäb-ı Hak’kın emirlerine muhalifer ederek şeytanın vesveselerine uyup gitti. (Artık sapıklardan olmuş oldu.) Sapıklığıa düşş; helake uğramış kimseler zümresine girmiş bulundu.

İmam Rıza (a.s) Bel’am hakkında şöyle buyuruyor: Bir rivayete göre böyle bir feci akibete maruz kalan şahıs, Bel’anı Ibni Bavra’dır. Bu Ken’an ilinde zorbaların bulunduğu bir köyde yaşıyordu. ilim ve marifet sahibi idi, iyi hal sahibi olarak tanınırdı. Fakat bu köye yönelen Hz Musa aleyhine dua etmek için kavmi kendisine müracaat etmişler, hediyeler vermişler, bunun tesiriyle o Yüce Peygamber aleyhine dua etmiş, din dairesinden çıkmış, bu yüzden şeytana uyarak İlim ve marifetten mahrum kalmıştır. İşte dünyalık için din’ini fede edenlerin ibret almaya değer akibetü. Kur’an-ı Kerim Tefsiri-Ö.Nasuhi Bilmen

Kur’an insanlara, Hz.Musa’nın (a.s) insanlardan olan şeytanının somut örneğinin Bel’am olduğunu beyan etmektedir. İnsan için bu merhaleden sonra da artık son aşama başlar ilahlık taslamak; heva hevesine uyan ve şeytanlaşmış nefsin bitmek tükenmek bilmeyen istekler- ine tabi olarak nefsini ilah edinen kimse hakkında Kur’an buyuruyor: „Nefsinin isteklerini kendine ilah edinen kimseyi gördün mü?..“ Furkan/43

Allah’ın velayetinden çıkıp şeytanın veliliğini kabul eden, şeytanın besleyip büyüttüğü ve nefsini ilah edinen bu İnsan artık „Ben sizin en yüce rabbinizim.“ Naziat/24  demeye başlar.

Neticede, Hz. Ali`nin (a.s) Nehc‘ul Belaga’da buyur duğu gibi Allah`ın gazab ve azabının ve izlal fiilinin mazharı olacaktır. İşte A.Süruş gibiler Bel’am’ın Fıravun’a meyl ederek şeytanı takip eden kimselerdendir. Süruş gibiler Batılı seküler şeytanlardan değildir, onlardan daha bir üst mertebededirler, yani Batılı şeytanların -önünde insi sürcü, onları bilemeyecekleri şekilde sürükleyen- onların takip ederek kendilerine üstad seçtikleri makama çıkımıştır. Şimdi bu gibi şahısların söz ve yazılarına, mektup ve kitaplarına ne kadar güvenilir.

Allah Kur’an’da hem şeytanın hilelerini beyan etmiş hem şeytanilerin kimler olduğunu ve hem de onların hile ve tuzaklarından kurtulma yollarını. Bu yollardan bir tanesini şöyle beyan ediyor: „Şüphesiz takva sahipleri, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca (Allah’ı) anarlar da hemen -geldiği yeri tesbit ederek oradan 'manen fikren ve fiziken' uzaklaşıp- basiret sahibi olurlar.“ A’raf/201 Muttaki olanlar, kalplerinin haremine yabancı biri, dost elbisesi giyerek kalbe girip orada yuva kurmasın, civciv yumurtalarını ve tohumları ekmeye kalkmasın diye „şeytan ve yardımcılarına karşı“ dikkatlidirler. Hemen onu kalp den dışarı atarlar. Muttaki, şeytanın niyetini bildiğinden hemen istiazeyle (euzubillahimineşşeytanir- racim diyerek)  onu kapı dışarı eder... „dini tahrip ederek yardımcı edindiği -insi taşıyıcılarına karşıda- manen fikren ve fiziken kalbi ve bedeni tekayyüz halinde olur,  insanları uyarma görevini ifa eder, böylece şeytan ve yardımcılarına karşı verilen mücadele Allah'ın yardımı ile Takva sahiplerini donanımlı korunaklı ve güçlü eder.“ Takvalılar, istiaze zikriyle onu recm ederler, eğer uyanık olmaz ve görmezse şeytan bu alana girecek ve  ondan sonra tamamen ona musallat olacaktır ve onun diliyle konuşacaktır.

Bu gibi şahısların sözleri dini, ilmi, akli delillerden yoksun olduğundan ve hedefleri tamamen izlal, sırat‘ı mustakimden saptır(mak)an evliyalarının emirlerine itaat olduğundan cevap vermek boşa vakit kaybetmek olur, yapılacak tek şey istiaze zikriyle onları recm etmektir.

Allah bizleri nefsimizin, İnsan ve cin şeytanlarının şerrinden korusun.amin Selahattin Türkyılmaz 24.12.09

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.5

 

Haya, imanın diğer yarısı

Resulullah (s.a.v) buyurdu ki, „Haya ve iman birbirlerinin yakınlarıdır. Birarada bulunurlar. Bunun için bunlardan biri kaldırıldığı vakit, diğeri de kaldırılır.“„Her ibadetin zahiri ve bâtını, kabuğu ve özü vardır. Her ibadetin kabukları hususunda da dereceleri ve her derecenin de kademeleri vardır. Bunu bildikten sonra dilersen sadece kabukla yetinir, öze inmezsin, dilersen akıllıların er meydanına inersin. „(İhya-i Ulumuddin/İmam-ı Gazali) Mucemmi bin Harise amcasından rivayet ediyor.

Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: Enes’in rivayetine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: „Fuhuş (kötülük) bir şeyde bulunursa mutlaka onu çirkinleştirir; haya da bir şeyde bulunursa mutlaka onu güzelleştirir.“

İbni Ömer’in rivayetine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: „Haya ve iman birbirlerinin yakınlarıdır. Birarada bulunurlar. Bunun için bunlardan biri kaldırıldığı vakit, diğeri de kaldırılır.“

İbni Ömer anlatıyor: Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: „Allah bir kimseyi helak etmek istediği zaman ondan ‘utanmayı’ kaldırır. Utanması kalkınca hep kötülük işlediğini görürsün. Kötü kişiye kimse güvenmez. O zaman hep hainlik yapar ve hainliğe uğrar. Bu defa da acıma duygusundan mahrum olur ve lanetlenerek kovulur. Böylece o kişi İslâmdan uzaklaşır.“ yenimesaj 12.01.2010

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.6

 

En büyük düşman olan şeytanın mahiyeti  

Şeytan nasıl bir yaratıktır? Neden isyan etmiş, İnsan- oğluna niçin bu kadar öfke duymakta, kin beslemek- tedir? Ona ve Hakk’a apaçık ve şiddetli düşman kesilmesinin sebebi nedir? Gerek inanmayan, gerekse inançlı kişiler üzerindeki etki sahası ve yaptırım gücü nedir?

Nâr-ı semûm denilen dumansız ateşten; 1 İnsan vücuduna işleyebilen siyah enerji boyutundan yaratılmış olan şeytan cin taifesinden bir mahlûktur. Baştan ayağa, süfliyât, kötülük, enâniyet ve kibre bürünmüştür.

Allah’ın emrini çiğnemiş, Âdemoğluna apaçık düşman kesilmiştir. Allahu Teâlâ bu hususu şöyle tasvir eder: „Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, ardından da ‘Âdem’e secde edin’ dedik. İblisin dışında herkes secdeye kapandı, o secde edenlerden olmadı… Allah: ‘Emrettiğimde seni secde etmeden alıkoyan nedir?’ dedi. O: ‘Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten onu çamurdan yarattın’ dedi.

Allah: ‘Öyleyse in oradan, orada kibirlenmek senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin.’İblis: ‘Bana onların diriltilecekleri güne kadar mühlet verir misin?’ dedi… Allah: ‘Haydi sen mühlet verilenlerdensin’ buyurdu. İblis: ‘Öyle ise beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere senin doğru yolunun üzerine pusu kurup oturacağım. Sonra onların önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından sokulacağım. Sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın’ dedi.

Allah: ‘Alçak ve kovulmuş olarak çık oradan! Onlardan her kim sana uyarsa iyi bilin ki Cehennemi sizlerle dolduracağım.“2

Şeytan; bütün hayır, iyilik, güzelliklere kapanmış; cevher ini bozmuş, özündeki gelişmeye açık hayır tohumlarını kurutmuş, bütün fenâ hasletleri kendisinde toplanmış; lânetlenmiş; kovulmuş bir mahlûktur. Şeytan, İnsanı isyana teşvik eder. Kin ve nefret doludur. Etkileyici, cazibedar/sehhârdır.3

Yüce Allah, onun İnsanoğluna karşı öfke, kin ve nefre-tten müteşekkil düşmanlığını, „Şeytan sizin düşmanınız- dır. Siz de onu düşman belleyin. O, kendisine tâbi olanları alevli ateş halkından olmaya çağırır“4 diye haber vermiş, müteyakkız/dikkatli olmamızı öğütlemiş tir.

Nâs Sûresi’nde cinnî ve insî (İnsan) şeytanların varlığından bahsedilir.

„insanlardan da şeytan olur mu?“ sorusuna karşılık Resûl’i Ekrem (asm), „Evet, olur, hattâ onlar cinnî şeytanlardan daha tehlikelidir“5 buyurur.

Şeytanın vasıfları, özelliklerini öğrenmeden ona karşı tedbir almak zordur. Mü’min, en büyük düşmanını iyi tanımalıdır.

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Hicr, 27; M. Vehbi, Hülâsü’l-Beyan, VII, s. 2742-43.  2- Agk, A’raf, 11-18. 3- Agk, Maide, 91. 4- Agk, Fatır, 6. 5- Nesâî, İstiâze, 48; İbn-i Hahbel, 5: 178, 265. Ali Ferşadoğlu 16.01.2010

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.7

 

Âmirlik ve bid’at

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Bid’at ehline saygı göstermek, İslam’ın yıkılmasına yardım etmek olur. Bu ise, amelin boşa gitmesine sebep olur.

Bid’at ehli, İslamiyet’e ekleme ve çıkarma yapan kimsedir... Yani İslamiyet’in doğru yolunu saptırandır. Bid’at sahibi, Resulullah efendimizin sünnetinden, yolundan ayrıldığı için, ondan gelen feyizlerden faydalanamaz.

Hadis-i şerifte, (Bid’at ehlinin cenazelerine gitme, onlarla birlikte namaz kılma! Ben onlardan değilim) buyuruldu. Allah’u Ekber

Şibli hazretlerinin Halife Harun Reşid’e nasihati şudur: (Sen bir suyun, bir pınarın başındasın, millet bu suyu içiyor, evlere bu su gidiyor. Bu suya ne koyarsan, millet onu içecektir. Bu suyu kirletme! Allahü teâlâ, Peygamber efendimizden beri akıp gelen bu İslamiyet suyunun bekçisi olmayı sana nasip etti, ‘bu suya pislik karıştırma, karıştırılmasına da izin verme!’ Yeni bir şey ilave etme, bid’at karıştırma, onu tertemiz olarak koru! Bu suya ilave edilecek her şey o suyu kirletir. Ona bir şey ilave etme, milleti bozma! Çünkü artık millet, seninle beraber Cennete veya Cehenneme gidecek. Sen bunların başına geçtin. Bunlara söyleyeceğin bir yanlış yüzünden, bunlar Cehenneme giderse, seni de götürecekler. Yahut sen giderken, bunları da götüreceksin. Bunlara da acı, kendi ne de acı!) İşte Emîr’ül‘’minîn’in yani Müslümanların başındaki idarecinin vazifesi, mevcudu muhafaza etmektir. İlave edilen her şey, her bid’at, mutlaka bir sünneti yok eder. Yani suya ilave edilecek her şey, sudan bir şey çıkarmayı gerektirir; çünkü o su, kemal derecesindedir.

Allahü teâlâ, (Ben dininizi kemale erdirdim) buyuruyor. Kemale ermiş olan bu dine, bir şey ilave etmek için, bir şeyin çıkması gerekir. Ona bir şey ilave ediyorsunuz, taşırıyorsunuz. İşte bid’at budur. İlave edilen her şey, aslından bir şey çıkarır. „Onun için dini korumak, aslını muhafaza etmek, her Müslümanın, hele işin başındakinin aslî görevidir.“ Dolayısıyla, milletin başına geçmekten, onların önüne düşmekten daha büyük tehlikeli şey yoktur. Herkesin vebalini omuzlarında taşıyor. İmtihana tâbiyiz. Allahü teâlâ yaptıklarımızı sınıflandıracaktır. Kendisi için yapılanları kendisine ayıracak, nefsimiz yani kendimiz için yapılanları bize bırakacaktır. Bu tercihi benim için yaptın, o halde bu tarafa gel diyecektir. Kendimiz için yaptıklarımız ise hiçbir şeye yaramayacak; hatta zararı olacaktır. Mehmet Ali Demirbaş 17.01.2010

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.8

 

‘Allah Allah’ diyerek!

Kim ki Allah’ın karşısına Atatürk’ü, laikliği, ateistliği yahut bir başka şeyi koyuyor, bilsin ki baştan kaybetmiş demektir. „Asıl asimetrik savaş budur.“ En sevdiğin kişi diyelim ki annen, evladın, sen nasıl tutar da onu Allah’ın karşısına dikersin?  Akıl bunun neresinde? İnsan, „Bu sevgiden mi, yoksa sevdiğini iddia ettiğin şeyden kurtulmak istemenden mi?“ diye sormak durumunda kalıyor. Tabii böyle bir şeyi kör gözüne parmak olarak yapan yok, ama öyle laflar söyleniyor, öyle tutumlar sergileniyor ki, başka türlü yorumlamak mümkün olmuyor.

-  Biz, „Powell’la gizli anlaşma yapan biri o koltuğa oturamaz“ diyoruz, ‘adamın bu umurunda değil’, o tutuyor, „Eşi başörtülü olan birinin orada ne işi var, Atatürk’ün kemikleri sızlar“ diyor.

Alevi’sinden Sünni’sine bu milletin kadınlarının yüzde 80’i başını örtüyor, sen böyle söyleyince millet Powell’la anlaşan adamın arkasında duruyor, iyi de şimdi sen Atatürk’e mi hizmet etmiş oldun, ABD’ye mi? Ve sen bilmiyor musun o yer, eşi ve annesi başörtülü Atatürk’ün yeri. Biri çıkıyor, „Ben başörtülüye burs vermem“ diyor, biri başı örtülü olan hastayı muayene etmiyor, biri tutuyor, yanına başörtülü teyze oturunca cüzzamlı görmüş gibi uzaklaşıyor, sonra bakıyoruz aynı kafalar, Rahmetli Atatürk’ün „şer ocağı“ dediği mihraklarla al takke ver külah’lar. Neymiş efendim, „Onlar başka“Ymış. O zaman sen de „başka“sın arkadaş, kusura bakma.

Birilerinin bilmediği bir şey var, o da milletin sağduyu sahibi olduğu gerçeğidir. Millet biliyor, yüzüne vurmuyor. Millet seziyor, kırmıyor, bu kol bendendir diyor, ihtiyacım var, bana vursa da ona mecburum, bir gün o da bana mecbur olduğunu idrak edecek diyor, onun için kırmıyor, burnuna acı tütün uğruyor, yutkunuyor. Tıpkı PKK ile 30 yıla yakın zamandır sürdürülen mücadelede olduğu gibi, gözyaşını içine akıtıyor, „Bu bir Türk-Kürt savaşı değildir“ diyor, şehit oğlunun tabutuna sarılıp gözyaşı dökerken Kürt komşusuna kızını veriyor, tanıdığı Kürt’ten gelin alıyor, Kürt de böyle davranıyor, niye?

Şifre, o başörtüsündedir, Kıble’dedir, Cami’de dir, Ezan’ dadır. „Sana öyle gelmez ama, öyledir, onun için kim ki İslâm’a ve İslâm’a sembol olmuş bir değer ve objeye toz konduruyor, bilsin ki baştan kaybediyor.“

Din işte böyle bir şeydir. Stalin Rus’u Kilise’den, Müslüman’ı Ezan’dan ayırmak için kullanmadık metot, denemedik zulüm bırakmadı, kaybeden kim oldu? Din olmasaydı, bugün İsrail diye bir devlet, bırakın devleti, böyle bir ırk kalır mıydı dünyada?

İslâm’ın ve İslâm’a en büyük hizmeti yaptığı için de Türk milletinin en büyük düşmanı, Şeytan’dır, buna kimsenin şüphesi olmasın. Hal böyleyken, Şeytan’ı tutup, „Al şu Türkiye’yi sen yönet“ deseler, öyle bir sevinir ki, sormayın gitsin. „Ama o bile İslâm’a asla laf söylemez, İslâm’ın hiçbir değerine açıktan saldırmaz“, çünkü bilir ki, böyle yaptığında Türk’ü yine karşısında bulur ve Allah’da Türk’e yardım eder... Onun yapacağı, Türk’le birlikte „Allah“ demek, hatta, Türk’e sadece „Allah“ dedirterek onu „Fiili duadan“ mahrum etmek, bid’atları çoğaltmak, helalleri haram, haramları helal gösterterek ve benzer yollarla, milleti peşine takıp Cehenneme öyle sürüklemek olacaktır... Zaten birilerinin laiklik adına yaptığını o da bu söylediğimiz yoldan yapıp durmakta ve hayli de yol almış bulunmakta. Öyleyse tam vatansever, hakiki Atatürkçü ve samimi mümin’e düşen, bütün kalbi ile gerçekten „Allah Allah“ diyerek, yola devam etmektir. Sükûn ve kurtuluşun reçetesi budur. Hasan Demir 27.01.2010

Allah(c.c)ın sonsuz rahmeti Hasan Demir beyin üzerine olsun. bir gün Yeni Mesaj Web sitesin'deki Mücadelemi desdekler yazılarından dolayı teşekkür ettim; Allah'u Ekber... sevindi, biz bunları senin için yazıyoruz; dedi. 

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.9

 

Mehmet Şevket Eygi bey den gerçekler

Türkiye Müslümanları iki ateş arasında, örs ile çekiç arasında kalmıştır. Bir tarafta ‘zâlim ve amansız, harbî ve militan’ din düşmanları, öbür tarafta din sömürücüleri. „Tarikat ve tasavvuf erbabı Allah’a karşı ihlâslı, mahlukata karşı adaletlidir.“  

Kendisinde ihlas ve adalet olmayan kişi sofu ve sûfî gibi görünse de ’aslında’ kızıl bir münafıktr. Dünya tuzağına düşen, ’parayı en büyük değer ve put haline getiren’, lüks ve sefih bir hayat süren kişi tarikat ve tasavvuf ehli değil, tarikatçı müsveddesidi 

Evliyaullahın ruhaniyetleri üzerimize sâyeban (gölgelik) olsun. Evliyaullah Allah’ın dostlarıdır. Allah’ın rızasını kazanmak, yardım ve keremine mazhar olmak isteyenler O’nun dostlarını sevsinler. Odatv.com 27.01.2010 

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.10

 

Hizbullah: „Mezhebi fitne İsrail’den daha büyük bir tehdit“

Hizbullah liderlerinden Nevaf Musevi, ’mezhebi fitnenin’, İsrail’den daha büyük bir tehdit olduğunu söyledi. Lübnan İslami Direnişi Hizbullah milletvekil- lerinden Nevaf Musevi Sur şehrinde direniş haftası münase betiyle düzenlenen bir etkinlikte yaptığı konuşmasında Lübnan’ın birliğini tehdit eden mezhebi fitne girişim- lerine dikkat çekti.

Musevi „Lübnanlıların ulusal birliğini, iç savaş ya da mezhebi fitne yoluyla tehdit eden tehlike, İsrail tehlikesinden daha büyüktür. Lübnan’ı çevreleyen bu tehlikeye ışık tutmak ve engellemek için çalışmalıyız“ dedi.

Mezhebi fitne ve iç savaşa karşı herkesi sorumlu olduğunu savunan Musevi „Mezhebi fitne tehlikesinin gerçekleşmemesi için herkes, gerekli tedbirleri almakla sorumludur“ diye konuştu. 

İran’daki Milyonlar, Dünyaya Mesaj Verdi. İran’da seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra meydana gelen olaylara değinen Musevi, „Karar, İslam Devrimi’nin düşürülmesi ve İran’ın Amerika’ya bağlı bir eve dönüştürülmesiydi. Fakat İran halkı, milyonlar halinde meydana inerek, tüm dünyaya mesaj verdi“ dedi. Musevi „İran’da İslam Devrimi’nin zafer kazanması, bölgesel ve uluslar arası tüm denklemleri değiştirdi. Zafer kazanan direniş de İmam Humeyni’nin fikirlerinin ürünüydü. İran, bugünlerde sadece İslam Devrimi’nin yıl dönümünü değil, son dönemlerde karşı karşıya bulun- duğu savaşa karşı elde ettiği zaferi de kutlamak- tadır“ sözleriyle konuşmasına son verdi. 

Safiyuddin: Denklemler, Temmuz 2006’da Bozuldu. Nebatiye’de İran Kızıl Ay’ı tarafından düzenlenen etkinliğe katılan Hizbullah’ın Yürütme Meclisi Başkanı Haşim Safiyuddin ise İsrailli liderlerin sık sık sözünü ettiği „denklemin bozulması“ tehdidine dikkat çekti.

Safiyuddin „Biz, Barak’tan Lieberman’dan ve Netanyahu’dan „denklemin bozulması“ndan söz ettiklerini duymaktayız. Biz, onlara „denklemlerin Temmuz 2006’da bozulduğunu hatırlatıyoruz. Temmuz 2006’da sadece denklemler bozulmadı aynı zamanda onların başları da Lübnan’da ezildi. Onlar bilmeli ki Hizbullah, Temmuz 2006’dan tamamen farklı bir konuma ulaştı. Denklemler değişti. Onlar, Hizbullah’a ulaşacak silaha tahammül edemeyeceklerini söylüyorlar. Oysa taham- mül edemeyecekleri, Temmuz 2006’de gerçekleşti. O da ağır bir hezimetti“ dedi.

İslam Devrimi’nin yıl dönümü münasebetiyle Sur şehrindeki İmam Humeyni Kültür Merkezi’nde düzenlenen etkinlikte söz alan Hizbullah milletvekili Ali Fayyad ise İran’ın, ümmeti tehdit eden tehlikeye karşı mezhep ve ırk ayırımı yapmadan herkese destek olduğunu söyledi. isra haber 14.02.2010

 

16.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.11

 

Bak Şu Filistinli Çocuğa

B’tselem örgütü, tutuklanan Filistinli bir çocukla onu sorgulayan Siyonist görevli arasında geçen bir diyaloğu da rapora alarak şunları ifade etti...

İşgal devletinde İnsan hakları alanında çalışan Yahudi İnsan hakları örgütü B’tselem bugün (20 Şubat Cumartesi) yayınladığı İnsan hakları raporunda, işgal ordusunun işgal altındaki Kudüs şehrine bağlı Silvan mahallesinde çocuklara yönelik baskı ve tutuklamalarını artırdığına dikkat çekti.

İşgal ordusunun Silvan mahallesinde yaşları 12 ila 15 arasında değişin onlarca çocuğu tutukladığını belirten B’tselem örgütü, tutuklanan Filistinli çocukların ağır işkencelere maruz kaldıklarını söyledi. B’tselem örgütü, tutuklanan Filistinli bir çocukla onu sorgulayan Siyonist görevli arasında geçen bir diyaloğu da rapora alarak şunları ifade etti:

„Filistinli çocuk Ahmed Siyam’ı (12) sorgulayan sorgu memuru, omuzlarına darbeler indirdiği çocuktan kendisine secde etmesini isteyince, Filistinli Siyam „ben sadece Allah’a secde ederim“ diyerek, (sorgu yapan memura unutamayacağı bir) ders vermiş oldu.“ Raporda ayrıca tutuklanan çocukların gördükleri ağır işkenceler nedeniyle kollarında, bileklerinde ve ayak- larında sürekli ağrı hissettikleri ifade edildi. fiem 20.02.2010

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.1

 

İmam’ın Masum (günahdan korunma) Olması

İmamlarımızın önemli sıfatlarından birisi de, Peygamberlerde olduğu gibi ismet sıfatıdır. Masum sözlükte korunmuş ve muhafaza edilmiş anlamındadır. Istılahta ise masum, ilahi teyitle hata, yanlışlık ve günahtan korunan bir kimseye denir. Masum, basiret gözü açık olan, yaratılış dünyasının hakikatlerini görebilen,gayb alemiyle irtibatlı olan, ilahi teyitlerle günah ve Allah’a muhalefetten kaçınan kimsedir.

Biz Ehl’i Beyt dostları, Peygamberler gibi, on iki imamın da masum olmaları ‘gerektiği’, inancındayız. Elbette nübüvvet bölümünde de işaret ettiğimiz gibi, masumiyetin anlamı, masum olan kişinin Allah’a muhalefet etmeye kadir olmaması ve gayri ihtiyari itaat zorunluluğu değildir. Zira bu bir fazilet ve üstünlük olmadığı gibi, masum olan kişiyi, İnsanı üstün kılan en önemli özellik olan ihtiyar sıfatından yoksun saymak olur ki bu, çok büyük bir eksikliği Allah’ın hücceti olan Peygamber ve imama yakıştırmak olur. Peygamber ve imamın masumiyeti, onların -basiret gözlerinin açık olması sayesinde her şeyin hakikatini görmekte ve sahip oldukları ilahi ilim ve teyitte yatmaktadır. 

Nübüvvet bölümünde masumiyet konusuna tafsilatlı olarak değindiğimiz için burada kısaca üzerinde duracağız. İmamların da Peygamberler gibi masum oldukları ilgili kitaplarda geniş olarak ele alınmış ve bir çok akli ve nakli deliller zikredilmiştir. Bizim maksadımız ihtisar olduğundan bütün bu delillere değinmemiz mümkün değildir. Ancak özet olarak şu delillere işaret edebiliriz:

a) İmameti zorunlu kılan deliller bölümünde de işaret ettiğimiz üzere, Allah Teala Hz. İbrahim’e imamet makamını verdiğinde, Hz. İbrahim’in bu makamı kendi zürriyeti için de isteyince, Allah Teala bu makamın kendi ahdi olduğunu buyurmuş ve zalim olanlara ulaşama- yacağını bildirmiştir. Bu ayet-i kerimeden imamet makamına gelen kişinin zalim olmaması, yani masum olması gerektiği anlaşılmaktadır. Zira zulüm Kur’an-ı Kerim’de üç yerde kullanılmıştır.

1-Allah’a şirk koşmak zulüm sayılmıştır. Şüphesiz şirk çok büyük bir zulümdür. [1]

2-Kullara zulmetmek, Asıl kınama yolu, insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere azgınlık yapanlara karşı vardır. [2]

3-İnsanın kendi hakkında zulmetmesi, Onlardan (İnsan- lardan) kimi kendi nefsine zulmeder. [3]  Zulmün sözlük anlamı, haddi aşmak ve bir şeyi layık olmadığı yer ve konuma getirmektir. [4] Dolayısıyla ister kasti, ister sehvi olsun her türlü hata, günah ve haddi aşmayı kapsamı altına alır. Sehvi olan hata ve günahlara cezai müeyyidelerin verilmemesi, makam itibariyle zalim olmamanın şart olduğu hususlarda, sehvi hatalar açısından bile zalim olmamalarının şart koşulmasına bir halel getirmez… „O halde imam olacak kimsenin, ‘sehvi hata ve günahlardan bile’, masum olması gerektiği, bu ayet-i kerimeden anlaşılmaktadır.“

b) Hz. Ali (a.s)’ın imametinin ispatı bölümünde de gördüğümüz üzere, Allah Teala Ulü’l Emr olarak isimlendirdiği kimselere de, Allah Teala ve Resulü gibi mutlak itaati farz kılınmıştır. [5]

Ulu’l Emirlerin de Hz. Resulullah (s.a.a)’in hadisleriyle Hz. Ali ve on bir evladı olduğu açıklandığına  göre, on iki imamın masum oldukları ortaya çıkıyor. Zira, Allah Teala’nın masum olmayan kimselere mutlak itaati farz kıldığınışünmek mümkün değildir. Çünkü böyle bir şey Allah’ın hikmet ve şefkatiyle bağdaşmamakla birlikte, kendi ve Resulü’ne farz kıldığı mutlak itaat emriyle de çelişmektir. Allah Teala çelişkiye emretmekten ve sonsuz hikmet ve şefkatine aykırı davranmaktan münezzehtir. O halde, bu ayet de imamların masum olduklarını ispatlamaktadır.

c)Allah Teala şöyle buyuruyor: Gerçekten Allah her çeşit pislik ve noksanlığı siz Ehl’i Beyt’ten gidermeyi ve sizi tertemiz kılmayı irade buyurmuştur.[6]Ehl’i Beyt ve Ehl’i Sünnet tarafından nakledilen çok sayıda hadisler, zikredilen ayetin Peygamber-i Ekrem, Ali, Fatime, Hasan ve Hüseyin (Allah’ın selamı onlara olsun) hakkında nazil olduğunu beyan etmektedir.

Ömer bin Ebu Selme şöyle rivayet ediyor: Zikredilen ayet Ümmü Seleme’nin evinde nazil oldu. Sonra Hz. Resul (s.a.a) Ali, Fatime, Hasan ve Hüseyin’i yanına çağırdı ve mübarek abasını onların üzerine atarak şöyle buyurdu: Allah’ım! Bunlar benim Ehl’i Beyt’imdir. Her çeşit pislik ve noksanlığı onlardan gider ve onları tertemiz kıl. Ümmü Seleme: Ey Resulullah! Ben de onlardan mıyım? deyince de, Hazret: Hayır, ama sen hayır üzeresin buyurdu. [7]

Tathir ayeti nazil olduktan sonra, Hz. Resul, altı aya kadar, bazı rivayetlere göre de sekiz aya kadar, sabah vakitleri, sabah namazına gittiğinde Hz. Fatime’nin evinin önünden geçer, mezkur ayeti okur,  Ehl’i Beyt’ini tanıtır, onlar için dua ederdi.[8] Tathir ayeti olarak bilinen bu ayet-i kerime açık bir şekilde Ehl’i Beyt’in masumiyetini (günah ve hatadan uzak olmalarını) ifade etmektedir.

Şöyle ki; ayette geçen rics (pislik-kir) kelimesinden maksat zahiri, pislik değildir. Çünkü herkesin pislik ve necasetten kaçınması gerekmektedir. Üstelik eğer maksat zahiri necaset olsaydı, artık o kadar teşrifat, tanıtmak ve Peygamber’in duasına da gerek duyul- mazdı. Ümmü Seleme o ayetin kapsamında olmayı arzu edince de, hayır cevabıyla karşılaşmazdı. Demek ki ayetin maksadı zahiri necaset ve pislik değildir, ...’maksat batini pislik’, yani alemlerin Rabbine karşı -günah ve isyanda bulunmaktır.

Dolayısıyla ayetin manası şöyle olur: Allah siz Ehl’i Beyt’ten her türlü günah ve isyanı gidermeyi ve sizi tertemiz kılmayı irade buyurmuştur. Bu iradeden maksat, tekvini irade olmalıdır. Zira, teşrii iradeyle Allah herkesin pak olmasını irade etmektedir. Bu ayette Ehl’i Beyt özel olarak ele alındığına ve Ümmü Seleme’nin onun kapsamı dışında bırakıldığına göre, bu teşrii irade değil, tekvini iradedir. Allah Teala’nın tekvini iradesinin gerçekleşmemesinin mümkün olmadığı da nazara alınınca, Ehl’i Beyt’in masumiyetinin Allah’ın tekvini iradesi gereğince muhakkak olduğu ortaya çıkıyor.

İşte bunun içindir ki, Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyur- muştur: Ben ve Ehl’i Beyt’im günah ve  isyandan masumuz.[9]

İbn-i Abbas şöyle rivayet ediyor: Resulullah’tan duydum şöyle buyuruyordu: Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin’in soyundan gelecek olan dokuz imam tertemiz ve masumuz. [10]

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: Allah Teala Peygamberi’ ne itaati vacip kılmıştır. Çünkü o masumdur ve hiçbir zaman halkı -Allah’a isyana götüren yöne yöneltmez. Emir sahipleri olan imamlar da öyledir. Onlara itaat Allah ve Resul’ü tarafından vacip kılınmıştır. Onlardan başka kimseye itaat kayıtsız ve şartsız vacip değildir. [11]

d) Ehl’i Beyt İmamları’nın masumiyetini ispatlayan diğer bir delil de, önceki bahislerimizde işaret ettiğimiz, Sakaleyn hadisi olarak meşhur olan Hz. Resulullah’ın Ehl’i Beyti’nin kıyamet gününe kadar Kur’an’dan ayrılmayacağını belirttiği ve benzeri hadislerdir.

ıktır ki, Cenäb-ı Hakk’ın ilminin tecellisi olan Kur’an masumdur. Ona ne önünden ne de arkasından batıl gelemez. Bunu bizzat Allah Teala Kur’an’da beyan buyurmuştur. [12] O halde kıyamet gününe kadar asla Kur’an’dan ayrılmayacak olan Hz. Ali ve Ehl’i Beyt İmamları’nın da masum olduğu ortaya çıkıyor. Zira aksi taktirde bilerek veya bilmeyerek onların Kur’an’dan ayrılmaları söz konusu olabilir. Oysa Hz. Resulullah’ın bu sahih hadisi böyle bir şeyin olmayacağını garantilemiştir.

e) İmamın uhdesine aldığı vazifesi -onun masum olmasını ‘zorunlu’ kılmaktadır. Nitekim resulün  uhdesine aldığı vazife onun masum olmasını gerektiriyordur. Geçen bahislerimizden anlaşıldı ki, imam Peygamberden sonra İslam toplumunun hidäyet, terbiye ve idaresi yanı sıra, Allah’ın dininin koruyucuları ve müfessirleridir. Böyle ağır bir mükellefiyet altında olan kişinin masum olması aklen gereklidir. Zira aksi taktirde bu önemli görevini yerine getiremeyeceği açıktır. O halde imamlar masum olmalıdır.

Büyük Ehl’i Beyt alimi Seyyid Mürtaza şöyle diyor: İster hata ve isyan kasten olsun, ister sehven olsun, hata ve isyan etme ihtimali olan bir kişinin sözlerinin bir imamdan beklenen etkide olmayacağııktır. Ziraterbiye üzerinde her iki çeşit hata ve isyanın etkisinin olumsuz yönde olduğu açıktır. Durum böyle olunca, Allah Teala’nın hikmet ve şefkati, insanların talim, terbiye ve hidäyetiyle görevli kıldığı kimsenin önünden her türlü engeli götürmesini icap etmektedir. O halde insanların hidäyet,  talim ve terbiyesiyle görevli kılınan imamların masum olması gerekir.

Allah Teala bizleri dünyada o mukaddes önderlerin izinden, ahirette de refakatlerinden ayırmasın.

 [1]- Lokman: 13, [2]- Şûrâ: 42, [3]- Fâtır: 42, [4]- Lisan-ül Arap c. 12 s. 373, [5]- Nisa: 59, [6]- Ahzab: 33, [7]- Yenabi-ül Meveddet s.125, [8]- Ed-Dürr-ül Mensur, c.5 s.199, [9]- Dürr-ül Mensur c.5 s.199, [10]- Yenabi-ül Meveddet, s.445, [11]- Bahr-ül Menakıb, s.100, [12]- Fussilet, İmamet İlâhî Bir Makamdır, İmamet Makamı,İmamın İsmeti,İmam, İnsan Vücudundaki Kalbe Benzer, Hz.Ali (a.s)’nın Hz. Resulullah (s.a.a) Tarafından Tayini, Her zaman bir İmam vardır, masum İmamın sıfatları, tathir ayeti 24/10/2007- 21.02.2010

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.2

 

Saldıray Berk neden hedef alındı

Onu diğer komutanlardan ayıran bir şey var. Ergenekon Operasyonu’nda evleri basılanların, gözaltına alınanların ve tutuklananların hemen hepsinin ortak bir özelliği vardı. ‘Türkiye’nin Atlantik ekseninden kopmasını’, Nato’dan çıkmasını, AB üyelik hedefinden vazgeçmesini ve IMF ile olan ilişkisini bitirmesini istiyorlardı.

Bu isimlere göre Türkiye, Avrasya ekseninde, Çin, Rusya, İran ve Orta Asya’daki Türkî cumhuriyetlerle yeni bir ittifak kurmalıydı. Örneğin eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, bu isteğini yüksek sesle ifade etmişti. Örneğin Şener Eruygur ADD’nin başına geçtikten sonra bu eksen kaymasını savunmaya başlamıştı. Örneğin Erol Manisalı bütün bir entelektüel mesaisini bu hedefe yönelik olarak harcayan bir akademisyendi. Örneğin Doğu Perinçek çok uzunca bir süredir „Avrasya Seçeneği“ni savunuyordu. Operasyonun bulaştığı Yalçın Küçük ya da Merdan Yanardağ gibi isimler ise, zaten dünya görüşleri olan sosyalizm nedeniyle, NATO, ABD ve emperyalizm karşıtıydılar, dolayısıyla onlar da içerde ve dışarıda bir eksen kaymasından yanaydılar. Üstelik Cumhuriyet Mitingleri Türkiye’nin Atlantik ekseninden çıkmasını isteyen güçlerin, hızla kitleselleşebileceğini de gösteriyordu. Mitinglerdeki yüz binler, hep bir ağızdan „ne ABD ne AB, Tam Bağımsız Türkiye“ sloganını atıyorlardı.

İşte bu noktada dışarıdaki ve içerideki Atlantikçi güçler, hem Türkiye’nin emperyalist planlar doğrul- tusunda dönüştürülmesine karşı durabileceklerini hem de bir eksen kaymasına neden olabileceklerini düşün- dükleri hedeflere yönelik bir tasfiye operasyonuna giriştiler. Birinci cumhuriyetin yıkılıp ikincisinin kurulması için bu güçlerin engel olmaktan çıkarılması gerekiyordu. Bu söylediklerimiz ışığında „neden 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk hedef tahtasında“ sorusunu sorabiliriz. Öncelikle komutanlığı Erzurum’da bulunan 3.Ordu’nun geçmişte Sovyetler Birliği’ne karşı kurulduğunu, şimdi ise Gürcistan ve Ermenistan sınırlarını koruduğunu bilmemiz gerekiyor; ABD’nin her daim yakından ilgilen- diğini ve önemsediğini tahmin edebiliriz. 3.Ordu’nun şimdiki komutanı Saldıray Berk ise biyografisinden anlaşıldığı kadarıyla, 2.Ordu Komutanı Orgeneral Necdet Özel’le birlikte, NATO’da görev yapmamış iki komutandan biridir. Berk, NATO’da görev yapmadığı gibi, yine biyografisine bakıldığında görülebileceği üzere, Moskova Kara Ataşeliği ve Bakü Silahlı Kuvvetler Ataşeliği görevlerinde de bulunmuştur. Ayrıca Berk, TSK bünyesindeki Rusça bilen az sayıda isimlerden biridir.

Saldıray Berk, cemaate yönelik Erzincan’daki soruşturma bağlamında hedef tahtasına yerleştirilmiş olabilir ama tek neden bu olmamalıdır; Berk Nato’cu değildir ve biyografisinden ve hakkında yazılanlardan Avrasyacı fikriyata yakın Kemalist bir paşa olduğu sonucuna varılmaktadır. Türkiye’nin Rusya’ya en yakın sınırlarını Rusya düşmanı ve NATO’cu olmayan bir paşa tarafından komuta edilen bir ordunun savunmasına ABD’nin sessiz kalması söz konusu olamaz. Bunlar göz önüne alındığında, Atlantikçi güçlerin ve onların içerideki işbirlikçilerinin Berk’i hedef seçmiş olmalarında şaşırtıcı bir yan bulunmamaktadır. Hakan Utka Odatv.com 21.02.2010

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.3

 

Abd tsk’ya niye düşman oldu

Odatv.com tarihinde bu ilk kez oluyor. İlk kez okuyucular bir okur mektubuna çok ilgi gösterdiler. Bunun üzerine biz de „N.Baba“ rumuzlu okuyucumuzun gönderdiği makaleyi manşetten verme kararı aldık. İşte ilgili makale… „Her şey 1991 yılı başında ABD’nin Körfez saldırısıyla başladı. ABD, Bağdat’a yürümedi. Bunun yerine Irak’ın kuzeyinde bir Kürt isyanı kışkırttı. Arkasından, Irak Ordusunun 36. enlemin kuzeyine geçmesini önleyerek buradaki Kürt oluşumunu güvence altına aldı

ABD’nin planı şuydu: Önce Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti kurmak ve sağlamlaştırmak, sonra Irak’ı tümüyle işgal etmek. Kuzey Irak’taki yeni devleti Türkiye’nin güneydoğusu, Suriye’nin doğusu ve İran’ın batısından koparacağı parçalarla birleştirerek Büyük Kürdistan’ı, yani ikinci İsrail’i kurmak. Bu projenin ismini biliyorsunuz: Büyük Ortadoğu Projesi (Cumhurbaşkanı ve Başbakanımız bu projenin resmi eş başkanlarıdır) Türkiye’deki bütün hükümetler, İncirlik’e yerleşen Çekiç Güç’ün görev süresini uzatarak ABD’nin Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunu desteklemesine yardımcı oldular.

TSK, bu süreçte Kuzey Irak’taki oluşum üzerinden Türkiye’nin bölünme tehlikesini erken algıladı ve ABD ile karşı karşıya gelinmesinin kaçınılmaz olduğunu da farketti. İlk olay: Orgeneral Torumtay’ın istifası Özal’ın, „kuzeyden Irak’a girme“ emrini uygulamamak için Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay istifa etti. Böylece TSK, Amerikan planlarında rol almaya direneceğinin ilk işaretini vermiş oldu. O andan itibaren TSK’ya karşı ABD „tetik“şürmeye karar verdi. „Ergenekon“ tertibinin planlanmaya başlanması, o zamandır.

Özel Kuvvetler komutanlığı Neden Kuruldu

Sovyet tehdidine karşı kurulmuş olan Özel Harp Dairesi (ÖHD) Amerikan güdümündedir ve Sovyetler yıkıldığı için tehlike ortadan kalkmıştır. Şimdi tehdit, Kuzey Irak’taki ABD varlığından gelmektedir, dolayısıyla, „ABD güdümündeki“ ÖHD, „ABD’den gelen bir tehdide karşı“ kullanılamaz. Geçmişteki kontrgerilla eleştirileri TSK’da zaten belli bir rahatsızlık yaratmıştı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, ÖHD’i yeniden örgütledi, ismini Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) olarak değiştirdi. Yıl 1991. ÖKK’nin PKK’yı hedef alması ve Kuzey Irak’ta kurulan devlete karşı tavır alması, Amerikan denetiminden kurtulma çabasının başlangıcıdır. „Tugay“ düzeyindeki ÖKK, „tümen“ düzeyine çıkarıldı. Ankara’da ÖKK için yeni bir eğitim tesisi yapımına başlandı ama ABD bundan çok rahatsız oldu, „kullandığı“ pek çok kişi aracılığıyla, tesis inşaatında yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla mesnetsiz davalar açılmasını sağladı, ÖKK eğitim tesislerinin yapılmasını uzun süre felce uğrattı.

Eşref Bitlis Öldürüldü. ABD’nin Kuzey Irak’taki planlarını bozan bir planı uygulamakta olan Orgeneral Eşref Bitlis, Amerikan Çekiç Güç helikopterlerinin PKK’ya silah ve malzeme attığını saptadı ve bunu bildirdi. Org. Eşref Bitlis, Jandarma Genel Komutanı olarak, Amerika’nın Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef aldığını gördüğü, bu tehlikeyi önlemek amaçlı, savunmaya yönelik bir strateji geliştirdiği için Amerika tarafından derhal „hedef“e seçildi. Org. Bitlis helikopterle Kuzey Irak’a giderken, bu yolculuk önceden ABD’ye haber verilmiş olmasına rağmen iki Amerikan savaş jeti yakın uçuş yaparak oluşturdukları vakumla helikopteri düşürmeye çalıştılar ama deneyimli helikopter pilotunun dalış manevrasıyla bu girişim sonuç vermedi. Bu saldırıdan hemen sonra telsizle Amerikalılara helikopterde orgeneralimiz olduğu tekrar bildirildi ama Amerikan savaş jetleri saldırıyı tekrarladılar. Helikopter pilotu büyük bir çabayla yeniden dağların arasındaki derin vadilere dalarak kurtulmayı başardı.

CIA tarihinin en önemli suikastlarından birisi 17 Şubat 1993 günü gerçekleşti: Uçağına yapılan sabotaj sonucunda Orgeneral Bitlis şehit edildi. Ağustos 1994’de Genelkurmay Başkanı olan İsmail Hakkı Karadayı döneminde Eşref Bitlis Planı „uygulandı“ ve Kuzey Irak’a Çelik Harekatı yapıldı. 35 bin Mehmetçik Mart 1995’de Kuzey Irak’a girdi. Kuzey Irak’a giren TSK, ABD’nin „egemenlik alanı“na da girmiş oldu. Bölge ABD ordusunun işgali altındaydı. ABD’nin Foreign Affairs, Foreign Reports, Mediterranean Quarterly ve Joint

Forces Quarterly gibi „yarı-resmi“ organlarında „Türk komutanlar hizadan çıktı“, „Türk Ordusu ABD-Türkiye ilişkilerini bozuyor“ türünden görüşlere yer vermeye başladılar.

Gazi Olaylarını Kim Tertipledi. Çelik Harekatı öncesinde CIA’nın Moskova İstasyon Şefi’nin CNN televizyonunda Türkiye’nin ‘„karışacağını“ dünyaya şöyle ilan etti: „Önümüzdeki dönemde dünya- nın en çok karışacak ülkesi Türkiye’dir. Şu anda Türkiye, gizli servislerin gündeminde ilk sıraya yerleşmiştir.“ Gazi Mahallesi olaylarından birkaç gün önce, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Holbrooke, Türkiye’nin Kuzey Irak sınırında yaptığı yığınağı durdurmak istediklerini şu „ifadelerle“ belirtti: „Kuzey Irak sınırına asker yığıyor- sunuz. Önümüzdeki günlerde terör olaylarının artma ihtimali var. Oraya yapacağınız bir harekatta dikkatli olmanızı tavsiye ederim.“mCIA Şefi’nin ve Holbrook’un „haber verdiği gibi“, 12 Mart 1995 gecesi İstanbul’da Gazi Mahallesi olayları başladı. TSK bu tehditi önemsemedi ve Çelik Harekatı yapıldı. NATO tarafından, üye ülkeleri komünizmden korumak için kurulan kontrgerilla (diğer adları Gladio ve SÜPER NATO) örgütleri, İtalyan savcının ispatladığı gibi, CIA tarafından yönetiliyordu ve esas görevleri bu ülkelerdeki hükümetlerin ABD kontrolün- den çıkmalarını önlemekti.

TSK Karşısına Polis Çıkarma. Türkiye de ÖHD de kontrgerilla ile bağlantılıydı. 1991 yılında Özel Harp Dairesi’nin Özel Kuvvetler Komutan- lığına (ÖKK) dönüştürülmesi aslında bir „ulusallaştır- maydı“. ABD bu kuruluştan dışlanıyor ve hedef, Kuzey Irak’tan yöneltilen tehdide karşı mücadele olarak tanımlanıyordu.

ABD, „kontrgerilla yapılanmasında TSK yerine polisi koyma“ denemesine girişti. 1973’ den beri İçişleri Bakanlığı içinde örgütlenen „İslamcı Cunta“, artık „F Tipi Gladio“ olarak kontrgerilla içinde TSK’den boşalan yeri alıyordu. „F Tipi Gladio“nun ilk büyük organizasyonu da 1995 Gazi olaylarıdır. ABD ordusu, özellikle Çekiç Güç, Irak’ın kuzeyinde 7500 „CIA Peşmergesi“nden oluşan bir askeri güç örgütlemişti.

Eylül 1996’da, Eşref Bitlis Planı gereğince Barzani, Türk Genelkurmayı’nın yönlendirmesi sonucu Saddam yönetimiyle işbirliği yaparak CIA Peşmergelerini dağıttı. 200’e yakın ölü veren CIA Peşmergeleri, ABD tarafın- dan Guam Adası’na taşındı. ABD kaynakları, bu harekatı „ABD’nin Vietnam’dan sonraki en büyük yenilgisi“ olarak değerlendirdi. Bu harekattan 20 gün önce ismini açıklamayan bir tuğgeneral, Aydınlık dergisine bir demeç vererek Eşref Bitlis’in uçağının ABD’ye bağlı Gladio görevlileri tarafından düşürüldüğünü açıkladı ve dergi de 25 Ağustos 1996 tarihli sayısında bu haberi yayınladı.

TSK, Çelik Harekatını Başbakan Çiller’e haber vermeden gerçekleştirmişti çünkü Çiller’in ABD’ye „örgütsel“ bağlılığı TSK tarafından biliniyordu. 28 Şubat harekatının en önemli başarısı, Hocaefendi’ye indirdiği darbe oldu. Hocaefendi kaçıp ABD’ye yerleşti.

Gıladiocu Subaylar Tasfiyesi... Mayıs 1997 YAŞ toplantısında „160 subayın irtica bağlantısı nedeniyle ordudan atılması“, Başbakan Erbakan’a onaylaması için „dayatıldı“. Bu uygulama, ordu içindeki Gladio’yu, yani ABD görevlilerini temizlemek anlamına geliyordu; çünkü kontrgerilla, artık; „F Tipi Gladio“Ydu. 28 Şubat kadrosu içinde „ABD’nin Truva Atı“ olan bir de general vardı: Çevik Bir. Çevik Paşa da hemen sonra TSK tarafından sessizce tasfiye edildi ve sadece bu nedenle bile, „İrtica“, 2002 yılı sonuna kadar iktidara el koyamadı.

1994-1998 arasında genelkurmay başkanı olan Orgeneral Karadayı şunları yaptı: ABD ve NATO yuvalanmasını, yani kontrgerillayı genelkurmay karargahından çıkardı. Özel Kuvvetlerin ulusal amaçlar için kullanılmasına yönelik önlemleri geliştirdi. Özel Harp subaylarımızın Çin’in Uygur bölgesinde ve Çeçenistan’da „kullanılmasına“ engel oldu.

Türkiye’yi İşgal Planı. 1998 yılında genelkurmay başkanı olan Orgeneral Kıvrıkoğlu, ABD’nin bölge ülkeleri için tehdit oluşturduğunu „ık bir dille“ belirtti. Kıvrıkoğlu, Washington ziyaretini iptal etti ve NATO döneminde „ABD’yi ziyaret etmeyen ilk ve tek Genelkurmay Başkanı“ olarak tarihe geçti. Kıvrıkoğlu, „28 Şubat’ı BİN YIL sürdürmeye kararlıyız“ diyen komutandı. Demek istediği aslında, „ABD tehdidine karşı, bin yıl da sürse direnilecek“ olduğuydu. Mesajı alan ABD, aynı sözcüklerle yanıt verdi: Bin Yılın Meydan Okuması (MILLENIUM CHALLENGE 2002) ABD, „bu“ isim altında, 24 Temmuz 2002’de Nevada çölünde Türkiye’yi işgal tatbikatı yaparak „gözdağı“ verdi.

Bu, „ABD tarihinin“ en büyük askeri tatbikatıydı. ABD’nin yarı resmi ajansı olan ASSOCIATED PRESS, „tatbikatın Türkiye’yi işgal senaryosu üzerine kurulu olduğunu“ık açık yazdı. Tatbikat senaryosu alabildiğine ilginçti. Assoc. Press’e göre, tatbikatın resmi senaryosu şu şekildeydi: Türkiye’de bir „deprem oluyor“ (!) ve TSK, „karışıklığı önlemek için“ yönetime el koyuyor- du. Bunun üzerine ABD Deniz Kuvvetleri önce Kıbrıs’ı kuşatıyor ve „96 saat içinde“ „hedef ülkeyi“ İşgal ediyordu.

„96 saat“, TSK’nın bir dış saldırıya karşı hazırlanması için gerekli olan minimal süredir ve bu süre, TSK tarafından „kozmik sır“ düzeyinde saklanıyordu (saklandığı „sanılıyordu“). Tatbikatta işgal süresi olarak  „96 saat“ seçilerek, „hedef ülkenin Türkiye olduğu“, „anlayan kişilere“ anlatılıyordu...

Gizli Anlaşma. O dönemde Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül, 2 Nisan 2003 günü ABD Dışişleri Bakanı Powell ile Ankara’da 2 sayfa 9 maddelik bir „gizli anlaşma“ yaptığını itiraf etti. Gül, anlaşma içeriğini „ıklayamayacağını“, „gizli olduğunu“ söyledi. 13 Temmuz 2003’de bu gizli anlaşmanın maddelerini açıklaNdı. Birinci madde: „TSK ve ÖKK 4 ay içinde Kuzey Irak’tan çekilecek“ şeklindeydi. Gül’ün yaptığı bu gizli anlaşmadan 3 ay sonra, ABD ordusu „Türk askerinin başına çuval geçirdi“. „Çuval geçirme“ eylemi, gizli anlaşmanın uygulanması için bir „ihtar“dı. Başbakan Erdoğan’ın o günlerde kullandığı „müzik notası“ vecizesi, yine, „anlaşmanın uygulanması gerektiğine“ ilişkin TSK’ya yönelik bir uyarıydı. „Biz anlaşma yaptık, Kuzey Irak’tan çık artık“ diyordu Başbakan, TSK’ya. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in, „çuval olayı“ndan sonra Başbakan Erdoğan’a gönderdiği mektupta şöyle deniyordu:

„TSK (ÖKK kastediliyor) Kuzey Irak’ta sizin bilginiz haricinde eylemler yapmaktadır.“ Rumsfeld, çuvalı „Erdoğan’ın değil“, „TSK’nın başına geçirdiklerini“ böylelikle anlatarak, Başbakan Erdoğan’ın „içini rahatlatmak“ istiyordu.

Beş Genelkurmay Başkanı. Ulusal devlet ve Kemalizm karşıtııklamalar yapan, Milli Egemenlik ve Milli Güvenlik kavramlarının „artık geçersiz olduğu“ıklamalarını yapan Org. Hilmi Özkök, böylece, tarihe „başına çuval geçirilen komutan“ olarak kaydedildi. Buna ses çıkarmadı, böylece „Ergenekoncu“ olarak suçlanmaktan kurtuldu. „Başına çuval geçiril- mesi“ne ve Kuzey Irak’tan çıkarılmasına rağmen „akıllanmayarak“ sınır ötesi harekatta ısrar eden TSK’ya karşı, Org.Torumtay zamanından beri hazırlanmakta olan organizasyon artık açığa çıkarılacaktı ve düğmeye basıldı.

„ABD’ye direnen 5 Genelkurmay Başkanı“ ve destekleyici tüm unsurlar „Ergenekon çetesi“ olarak suçlanacaktı. Suçlama belgeleri aslında çoktan hazırdı, ama Org. Özkök „Ergenekoncu olmadığından“, onun görev süresince organizasyon „uykuya“ yatırılmıştı. Organizasyonun uykudan uyandırılmasının ilk işareti Org. Büyükanıt’a karşı kullanılan „Şemdinli olayı“dır.

Başrolde Fehmi Koru. O günlerde, Büyükanıt „çete kurmakla“ suçlandı fakat sonuç alınamadı. Fehmi Koru, „Taha Kıvanç“ imzasıyla Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan 30 Nisan 2001 ve 1 Mayıs 2001 tarihli yazılarında „Yeniden kurulsun diye hakkında rapor hazırlanan Ergenekon, çok kapsamlı, bir partiyle irtibatı bulunmayan, ‘devleti yapılandırma’ amaçlı bir örgüt“ demektedir. Koru, yazısında 24 sayfa olduğunu söylediği bu dokümanın sonunda yazanın adının bulunduğunu da belirtmektedir.

Ne var ki, şimdi bu „masum“ tanımlamadan vazgeçil- mesi, daha büyük ve kapsamlı bir düzeneğin çalıştırıl- ması zorunludur. Bu, günümüzde devam eden Ergenekon davasıdır.

ABD’nin belirlibelirsiz „her tür“ desteğiyle iktidara gelen AKP, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD’ye „sorun çıkarmadan“ eş başkanlık yapabilmek için, başta TSK olmak üzere tüm ulusalcı güçleri saf dışı etmek zorundadır.

Sonuç. Plana göre, bu dava sürecinde komutanlar yıldırılacak ve „1991 öncesinde olduğu gibi“ ABD ile tam uyumlu olarak görev yapmaları sağlanacaktır. AB’nin de „bir kriter“ olarak dayattığı gibi, TSK „sivil otoriteye“ tabi olacak, kendisine Atatürk tarafından verilmiş olan „ulusal bütünlüğü ve laik cumhuriyeti koruma“ görevini unut acaktır.

„AKP sivil darbe ile değil, seçimle geldi“ itirazı yapacak olanlara da şunları söylemeliyim: CIA’nın yan kuruluşu Rand Corporation’un yayın organlarında ve ABD strateji merkezlerinin hazırladıkları raporlarda şöyle deniyor: „ABD artık ANAP ve DYP gibi partilerle Türkiye’yi kontrol edemez, Fazilet Partisi’nin başına yenilikçi kanadın geçmesi, Tayyip Erdoğan’ın Başbakan, Abdullah Gül’ün de Dışişleri Bakanı olması halinde ABD Türkiye’yi kontrol altında tutmaya devam edebilir. „ Tarih:20 Ekim 1996. Ve ABD Ankara büyükelçiliği yapmış CIA eski elamanı Abramowitz: „Erdoğan, Erbakan’ın yerini almalıdır“ Bu tarih de, 3 Kasım 2002 seçimlerinden „6 yıl“ öncesidir !“ Mektup böyle…Artık üzerinde durup analiz etmek odatv.com okurlarının işidir… Not: Hukuki olarak siteyi zora sokacak bazı isimler de kısaltmalara gidilmiştir. Odatv.com12.01.2010

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.4

 

Tarihin Şahitleri,

‘din’in ve tarihin beşiği, bölgenin üzerinden’, toz duman bulutlarının dağılması, Vicdani duyarlılığınız ile mümkündür.

Allah’ın selamı, Ona iman edenlerin üzerine olsun.

Ehli Vicdan Sahipleri. Allah için uyanın, uyduklarınız, eğer din’de ihlası esas alıp harfiyen uyarak kutsala emanete hürmet ediyorsa Peygamberinin izinde; eğer din’de menfati esas alıp birkısmına uyup birkismını hafife alıp kutsal emanete eziyet ediyorsa şeytanın izinde’dir. Din’in siyasallaşmasının mimarı milligörüş ve Erbakan İslam Ümmetinin başına gelmiş Cengiz handan daha büyük bir müsübet idi. Yıllardır doğu halkını partiye kanalize etmek için kürt meselesini kaşıdılar. Yıllardır Ordu’da namaz kılan her Müslümanı milligörüşcü gösterip, ‘atılmasına zemin hazırlayarak’, Ordu ile Halkı arasına nifak tohumları ektiler.

Ey Vicdan sahipleri eğer biliriseniz Dünya, TSK’ye çok şey borçlu.

Sayın Erbakan Başbakanlığı sırasında „şeytanın yardımcısı müslüman kılıklı karanlık ruhlu üfürkçü hocalarına güvenip“ Rektörlerin (masum istismar edildiğinden habersiz) kız çocuklarına selam duracağınığledi.

Partililerde siyasi hükümete ‘ona’ güvenip,  hocalarımız falan Prof hocanın işini bitirdi; falan Prof hocaları’da ele aldı üfürmeye başladı. diye demeç verdi. Hürriyet Gazetesi yayınlandı.

Tayyip bey ilbaşkanlığından beri Erbakan ve „din’in için boşaltıp bölge için emsal olacak“, ideolojisini siyaset sahnesinden bertaraf etmek için hazırlandı. Yani üzerine bir Rahmet isabet etmişti...  ta’ki bölücülüğü çağrıştan hallerine kadar.

Şimdi ise onların Orduya yaptıkları ‘şeytani yönlendirme’ baskı, mevcut siyasi hükümete yansıyacak. Yani, AKP ve Güleni bitirme düzmece uydurma hareketi Allah’ın izni ile ‘din ahlak maneviyat dairesinde’, Gülen (ftö) hareketinin arzi müsübeti AKP’nin bitmesine zemin hazırlayacak gerçekleşecek. Böylece, herkim’ki din’in tahribine yardımcı olur ise onların müsübeti, Allah’ın hesabı gereği, onları’da kuşatacak. İnşAllah. haci bayazit 18.03.2010

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.5

 

Hizbullah, Filistin İçin Her Türlü Bedeli Ödemeye Hazır

Hizbullah’ın Güney Lübnan temsilcisi Şeyh Kavuk, Filistinli çocuğun fırlattığı taşın Arapların zirvelerinden daha etkili olduğunu söyledi. Lübnan İslami Direnişi Hizbullah’ın Güney Lübnan temsilcisi Şeyh Nebil Kavuk, Lübnan’ın Marun Ras bölgesinde düzenlenen „Filistin ve Kudüs İçin Müslüman Alimler Toplantısı“nda yaptığı konuşmasında, Hizbullah’ın Filistin için her türlü bedeli ödemeye hazır olduğunu söyledi.

Şeyh Kavuk „Kudüs, artık konferanslardan, zirvelerden ve konuşmalardan bıktı. Filistinli bir çocuğun Siyonist işgalcilere fırlattığı bir taş dahi, Arapların düzenlediği konferanslardan ve zirvelerden daha büyük etki yaratıyor. Kudüs, yiğitleri ve havaya kaldırılan silahları özlüyor. Sadece güney Lübnan’daki direniş bile konferanslardan ve zirvelerden İsrail’i daha fazla korkutmaktadır. İsraili konferanslardan, zirvelerden korkma- maktadır“ dedi. Şeyh Kavuk „Marun Ras’tan, zafer kazanan güney Lübnan’da Sünni ve Şii alimler olarak bir araya geliyor, bir tek mezhepte, direniş mezhebinde birleşiyoruz. Filistin halkı bilsin ki bizler, Mescid-i Aksa ve Kudüs’ü savunmak için en ön saftaki konumuzu koruyacağız. Kudüs’ün surlarında, Filistin bayrakları dalgalanıncaya kadar en ön safta kalmaya devam edeceğiz“ dedi

Hizbullah’ın Filistin davasına verdiği desteği kesebilmek için uluslarası ve bölgesel baskıların sürdüğünü belirten Şeyh Kavuk „Ey Kudüs! Senin olmadığın bir zafer, hezimettir. Kudüs, gasbedilmişken, her türlü onur, eksik olarak kalacaktır. Hizbullah, kanını ve canını Filistin için feda etmeye, her türlü bedeli ödemeye hazırdır. Hizbullah, Filistin’e verdiği desteği asla kesme- yecektir. Bu, Seyyid Abbas Musavi’nin bize vasiyetidir“dedi. İsraille yapılan barış görüşmelerinin Filistin’e ve bölge halklarına hiçbir getirisinin olmadığını kaydeden Şeyh Kavuk İsrail’e karşı verilecek tek yanıt, direniş stratejisini güçlendirmek ve bölgede yaygınlaştırmaktır. isra haber Lübnan  28.03.2010

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.6

 

İran, Pakistan’da kaçırılan diplomatını kurtardı!    

İran İstihbaratına bağlı İmam’ı Zaman’ın Adsız Askerleri tarafından özel bir operasyonla yakalandığınııkladı. Bir süre önce Pakistan’da kaçırılan İranlı diplomat, İran istihbaratına bağlı İmam’ı Zaman’ın Adsız Askerleri tarafından düzenlenen nefes kesici bir operasyonla kurtarılarak İran’a getirildi.

2008 Ekim’inde Pişaver’de silahlı bir grup tarafından kaçırılan İranlı diplomat Haşmetullah Ettarzade, İran İstihbarat Bakanlığı özel görevlilerinin (İmam-ı Zaman’ın Adsız Askerleri) operasyonlarıyla kurtarıldı. İran İslam Cumhuriyeti Pişaver Konsolosluğu, kurtarılan İranlı diplomatın İran’a ulaştırıldığınııkladı.

Bölgeye güya „terörle mücadele“ adı altında sızan ABD ve yandaşı ülkelerin tam tersine, bölgede terör ve adam kaçırma girişimlerinde bulunduğuna dikkat çeken yetkililer, ABD ve İsrail ikilisiyle onlara taşeronlukta bulunanların, her zaman hezimete mahkum olduklarının altını çizdiler.

Dışişleri sözcüsü Mihmanperest: „Diplomatımızı kurtardık, gücümüzü gösterdik!..“ İran istihbaratının, Pakistan’da kaçırılan İranlı diplomatı kurtararak ülkeye getirmesi, İran’ın bölgedeki gücünü bir kez daha ispatlamış oldu. İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ramin Mihmanperest , 2008 Ekim’inde Pişaver’de silahlı bir grup tarafından kaçırılan İranlı diplomat Haşmetullah Ettarzade’nin alıkonulduğu mekanın, İran istihbaratı tarafından tespit edildikten sonra bir dizi karmaşık operasyonlardan sonra başarıyla kurtarılıp İran’a getirilmesini, İran İslam Cumhuriyeti’nin güç ve iktidarının en belirgin göstergelerinden biri olduğunu açıkladı. Pakistan makamlarıyla yapılan bir dizi görüşmeden hiçbir sonuç alınamayınca İran istihbaratının bizzat devreye girerek ülkesinin diplomatını kurtardığını belirten Mihmanperest, bunun İran istihbaratı için büyük bir başarı olarak kaydedildiğinin altını çizdi. 2008 Ekim’inde Peşaver’de silahlı bir grup tarafından kaçırılan İranlı diplomat Haşmetullah Ettarzade, İran İstihbarat Bakanlığı özel görevlilerinin operasyonlarıyla kurtarılıp İran’a getirilmişti.. Rast Haber 30.03.2010

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.7

 

şmanın en son silahı, Şii-Sünni fitnesini körüklemek!..

Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri, bölgeye istila planının son bulduğu ve işgalci İsrail’in dağılmakta olduğuna değinerek „şmanın en son silahı Şii-Sünni ihtilaflarını körükleme konusu başta olmak üzere Müslümanları bölme projesidir“ dedi.

Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, Kuveyt’in „Er-Ray“ televizyonuna verdiği röportajında Lübnan’ın eski Başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesi olayıyla ilgili yargı düzeyinde bir araştırma başlatılması konusunda görüş belirtirken, söz konusu mahkeme ve araştırmalarına güvenmediklerini, bunun için de yeteri kadar delilleri olduğunu belirtti. Nasrullah açıklamalarının devamında Refik Hariri’ye suikast olayında katil İsrail’in parmağı olduğunun altını çizerek „İsrail’i, bomba yerleştirmekle suçlayan ip uçları var elimizde. Fakat Araştırma Komitesi bu ip uçlarını incelemeye yanaşmıyor ve İsrail’in bu olayda suçsuz olduğunu ileri sürüyor. Bu da, bu araştırmada adaletin dikkate alınmadığının bir göstergesidir“ dedi.

Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Nasrullah açıklamalarının başka bir bölümnde bölgeye istila kurma projesinin sona erdiği, zira işgalci İsrail’in çözülmeye ve dağılmaya doğru gittiğinin altını çizerek, „Artık bu durumda düşmanın en son silah olarak düşündüğü proje, Müslümanlar arasında bölücülük ve gruplaşma fitnesini körükleme ve özellikle de Şii-Sünni ayrılığı fitnesini alevlendirme projesidir“ dedi. Seyyid Hasan Nasrullah: FHA 02.05.2010

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.8

 

Hacı Bayazıt                             Wien, am 20.04.2010

Alser Strasse 30/26, 1090 Wien

An das

Bezirksgericht Josefstadt,

Florianigasse 8, 1080 Wien

Konu: Postadan 12.04.2010 tarihinde almış olduğum 1P 109/5z-212 numaralı Bezirksgeriht Josefstand’ın 07.04. 2010 tarihli kararının usulune itiraz ediyorum.

Alemdeki olaylar din ahlak maneviyat dairesinde gelişir. Devletler maneviyat ehlinin feraseti, halkı Allah’ın hesabına yatkın hazırlamsı ile kurulur. Yıkılıması’da, din adamlarının maneviyat’dan uzaklaşıp, din’de tahribat yolu açarak halkı şeytanın hesabına yatkın hazırlamsı ile olur.

Bayezid-i Bistami hazretleri, kalbimin köşesinde bekleyeni melek sanıyordum meğer şeytanmış; der, otuz senelik ibadetini iade eder... ama aleme ışık tutacak böylesi bilgiler gizlendiği için; Müslüman, şeyhin efendinin abinin karanlık tahribat yolundan gelip kalbinin köşesine yerleşmiş şeytanı, cibril olmuş nefsi sanıyor.

Edirne’de Selimiye Camisi yapılırken, işçinin biri devamlı taşı birakacağı temele bırakmadan geri götürürmüş. Bunu gören Mimar Sinan sebebini sorar. İşçi sabah boy abdesi alacak su bulamadım onun için gönlüm razı değil boy abdessiz, bu Mabedin temeline bir taş koymaya der. Mimar Sinan hemen işi paydos edip önce hamam yaptırır.

Devlet böylesi itikat ve amele sahip Mimar İşçiler ve Cemat üzerinde maneviyat ve adalet burcuna yükseliyor... Bu olaya mütakip/muhalifeten; İcazet alacak Şeyh adayları Edirne’de başka bir Caminin odasına akşam girip beklermiş... Bir müddet sonra bir kız cin  gelir; eğer icazat alacak aday gece cin kıza namaz kılmayı öğretir ise sabah birlikde çıkar, ‘Haya Perdesini Bırakıp’ icazati alırmış. Böylece, „ulu Mabedler içinde cinler“ insi/taşıyıcıları ile cirit atmaya başlayıp, ‘devleti, maneviyat ve adalet burcundan aşağı doğru’ din’in dört ana esasından ikisini hafife alan tefsirci/ mealci kız tarafı ile boşaltıp, diğer ikisini’de gayleye almayan, gelenekci/ bidatci oğlan tarafı ile  yıkılmaya müstehak hale hazır- amışlar.

Saidi Nursi yiğit adam, vefatından üç sene önce, Ben siyaset yolu ile devlete hizmet etmek istemiştim, diyor. „din’in siyasete aleti, kız cin ile birlikdeliği ima ediyor“, pişmanlığını dile getiriyor... Yani, Süleyman aleyhissellam gibi „şeytan haber taşımaya mecbur edilir“ diye fetva vermiş.

Şeytanı perdelemek içinde „evliyanın ruhaniyeti sineğin kanadı ile gelir“ demiş; ‘şahsi manevisi’ ismi ilede yol açmış. Böylece sinek kılığında gelen şeytan Nur şakirtlerini telkine alıştırıp, sonra kulak ve kafasına girip ağrı ile bağımlı ediyor.

Kur’an’da, Neml Süresi. 39 ve 40 belirtilen,  Süleyman (a.s)’ın Belkisin tahtı ile ilgili, ‘Cinlerden bir ifrit, „Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim“ dedi. 40. Kitaptan ilmi olan kimse ise, „Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm“ dedi. İlim sahibi zatın, Süleyman (a.s)’ın veziri Asäf bin Bahriyä, yahut da Hızır olduğu riväyet edilmektedir. Vezir, ifriti koğup, kendi ilmi ile tahtı getirir. Cinlerin, Süleyman (a.s)’ın hizmetinde çalışdığı anlatılan  kıssada; ise,  cinlerin gaibin ilminden habersiz olduğunu; haber ve söz taşımasına inanılmamasını ikaz eder. Aksi durum, Kur’an-a muhalifet’dir.

Din adamları manevi yolda ilerlerken İbrahimi karekteri ile karşilaşınca; şeytan iki erkek, folklorik sofiler ve Kur’an-a musallat olmuş faize fetva verip, Allah’a şavaş açan Süleymancılar olarak görünüp, (yani bunları ileri sürer) ‘döndermek için’ telkin eder... Onlar iki kişi, sende bu kız çocuğu ‘ilmi siyaset’ ile ol güçlen der. Böylece her dönen birisi ile insanlar müsübete müstehak hale hazırlanıp, bölge ve bölgesel oluşumlar zafiyetler ile ‘onların bilmeyeceği şekilde yanıltılıp’, terörün fiziki hale dönüşmesin’de insanlar, ‘sebeplerin manevi arzi boyutunu hazırlayanlar ile içli dışlı olup’, bilmeden müsübete açık hale geliyor/getiriliyor.

Din’i ve tarihi mirasın beşiği bölgenin üzerinde rahmet bulutlarının oluşması  için, ‘diğerlerinin deşifre edilip’, insanların uyarılması gayreti ile Allah’ın selamı, rahmeti üzerinize olsun. Haci Bayazit  27.08.09   

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.9

 

Bezirksgericht Josefstadt               028 1 P109/05Z-216

Florianigasse 8, 1082 Wien

Haci  Bayazit Alserstraße, 30/2/26 1090 Wien

Soweit in diesem Formular personenbezogene Ausdrücke verwendet werden, umfassen sie Frauen und Männer gleichermaßen.

Pflegschaftssache                        20.04.2010

Betroffene Person:

Haci Bayazit Alserstraße 30/2/26 1090 Wien

20.04.2010 tarihli yazınızın, 07.04.2010 tarih ve 1 P 109/05z-212 sayılı karara karşı bir Temiz (itiraz) teşkil edip etmediğini 7 gün içinde mahkemeye bildirin. 

Bezirksgericht Josefstadt

Mag. Claudia Chatah (RICHTERIN)

Hacı  BAYAZIT                    Wien, 26.04.2010

Alser Strasse 30/26, 1090 Wien       

An das

Bezirksgericht Josefstadt,

Florianigasse 8, 1080 Wien

Konu: 20.04.2010 tarihli, 1 P 109/05 z 212 sayılı yazılarım, Josefstadt Bölge Mahkemesine

Yüksek Mahkeme!

Jossefstadt Bölge Mahkemesinin 07.04.2010 tarihli kararına karşı, açık süre içerisinde, yukardaki 07.04. 2010 tarihli, 1 P 109/05z-212 sayılı yazılar,Temyiz hakkını temsil belirlenir.

 Saygılarımla

Hacı BAYAZIT

Bu „Mahkeme’ye özel olarak gelmiş yüksek rutbeli bir devlet adamı.“ „Bana“ Neden bunları yazdın, dedi?

„Ben“

Benim var oluş sebebim Mahkeme üzerinden bunlar (dini tahrip edenler) ile mücadele etmek, dedim’...  „Mahkeme sonucu Sachwalterin mahkemelere karşı kararı değişti.“ ... Bu olayı takiben 16 Wien’de Diyanete bağlı Ulu Cami imamı bir Cuma namazı çıkışı „biz Mahkeme’de şahitlik yapacaktın“ dedi; ima ile... ama Ümmetin Ehl’i Beyt üzerinden imtihanının açığa çıkıp; ilk üç halife devrini gölgeleyen perde kalktığı için şeytan onları din adamı olarak Mahkemeye süremedi. Austurya Devleti Mahkeme üzerinden „islamın hakikatını (Ehl’i Beyti) gördü“ önceki sünni islam inancı değişti; diyanetin ve muaviyenin takipcisi şeytanın hizbi gurupların imamlarına „din adamı olarak“ oturma musadesi vermeyi kaldırdı. İklim değişimi ile mücadelenin zemini oluştu.

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.10

 

Şakirt Fetullah Gülen

Bismillah...

İlk kendisini ağlamaklı hararetli vaaz kasaetlerinden tanıdım. 80 öncesi bayağı radikal sayılabilecek vaazları vardı. Ve seksen darbesinde herkes aranırken o İzmir’de en merkezi camiide yine kürsüdeydi.  Üstelik adı da arananlar listesinin en üstelerinde iken.. bulunamıyordu.. Şakirt deruni yönü çok güçlü kelime hazinesi çok geniş birisi. Konuşmalarını dinlediğinizde hiç de boş biri olmadığını görüyorsunuz.. kekeleme düşünme dil sürçm- esi yok denecek kadar az olan güçlü bir hatip.

Bir o kadar da siyasi dehaya sahip. Herkesin kaçacak delik aradığı 28 şubat post modern darbesinde onun üzerine de gittiler. O, devletim isterse tüm okullarımı eğitim bakanlığına devretmeye hazırım kendim de hiç konuşmam ömrümün sonuna kadar bir mağarada bile yaşayabilirim diyerek tüm şüphe ve tereddütleri savacak kadar bilgili bilinçli..

Ama buna rağmen ülkesi onu kabul etmedi onun değerini bilmedi ve ömrü ahirinde ecnebi memleketinde yurda hasret günlerini tüketmekte. Tedavi dense de gerçekte Şakirt’in ülkesine dönememesinde başka etkenler söz konusu. Buraya kadar yazdıklarımız zahiri görünüm ve halkın geneline yansıyan şekliyle dıştan bakışlar. -Oysa olayların iç yüzleri de var ve „hakikat genelde bu iç yüzlerinde“ olayların... Şakirt çok ince kurnaz bir siyaset gütmektedir. Ki bu siyasetinin temel maskesi „siyasete karışmayız“ sloganı oluşturmaktadır. O siyasetin tam merkezinde, belki de yönlendirici tepe noktasındadır. Öyle ki iç siyaset kendisine yetmeyip çapını genişletmiş dünya siyasetine müdahil olmak istemiş ve kendisine göre dünyanın yönetim merkezi gördüğü ABD’ye taşınmış karargahını oraya kurmuştur. Etkili de oldu tabi bu taşınmada. Böylece siyasal İslam’a karşı en etkili mücadele yöntemi olan ılımlı İslam temsilcisi olmuştur.

Dünyada ABD, şeytani plan ve acımasızca sömürü ve fesadı için bu etkili silahı kullanmak için -bizzat en iyi aday „Şakirt’i“ kanatları altına almıştır. Artık nerede bir ABD üssü var „orada Şakirt okullarını“ görmeden edemezsiniz. Ve bu okullar bulunduğu ülkenin aristokratlarına hitapla geleceğin yöneticilerini yetiştirirler. 30-40 yıl sonrasının yöneticileri böylece ABD kolların da yetişen ılımlı İslamcılar bu okullardan çıkacaktır. Türkiye’de kendini güç sananlar Şakirt’i tanımayanlardır. Devlette bile işsizlik, diplomalı işsizlikten geçil- mezken istihdam sıkıntısı olmayan tek kurum Şakirt holding şirketidir. Yurt  içi ve yurt dışı iş garantili okul cemaat yapılanması özenle tıkır tıkır yürümektedir.

Tüm bu işlerin çuval çuval dolarlar (pardon finans finans bankalar) olmaksızın yürümesi mümkün değildir. Bu cemaatin gazete, tv ya da bir kaç hayır sahibinin bağışlarıyla dönecek bir çark değildir. Hiç bir yurt dışı yoksulluk içinde okul açma çalışmasında koşuşturan nurcu erlerin gizemli hikayeleri bu açığı kapatacak türden değildir. Bunu ancak hayattan habersiz çocuklar ya da kafasını kuma sokmuş dünya ticaretinden ve dengelerinden habersiz saf cemaatçiler inanabilir.

Böyle bir atmosferde Şakirt’ten Gazze olaylarında farklııklama beklemek, gücünün üstünde bir beyan ummak mümkün müdür? Herkes bu olaylarda durduğu yerden konuşmaktadır. Ve Ahiretteki konumu da bu konumdan farklı olacak değildir. Peki nedir Şakirt’ın durduğu konum. Dünya siyasetine maddi açıdan bakan birisi için siyonizmin gücünü görmemek imkansızdır. „İşte ABD’de yaşayan hoca bunu gördü. Ve kendisi bundan sonra her işinde İsrail’i efendi sayıp ondan izin almaya başladı.“ Ondan izin almadan dünyada bir iş yürütmek mümkün değildi çünkü.

Çünkü dünyada siyonist İsrail ona göre tam bir hüküm süren tanrı idi... Öldürdüğü ölür yaşattığı yaşar, izin verdiği iş yapar, izin vermediğinin okulları tv leri kapanır şirketleri batar.

Böyle bir güce teslim olmuşluk altında biri gün geliyor penceresini açtığında gözü bir karartıya ilişiyor. Siyonist tanrılarının arasında hiç sağa sola aldırmadan başı dik yürüyen bir gurup var. Siyonist tanrı mağduru mazlumların elinden tutmak için elini uzatmış, var olan tüm onuruyla yürümekte yoluna.

Şakirt gözlerini ovuşturarak hayal gördüğünü sanır önce çünkü hiç hayalinden bile geçiremez bunları. ve içlerinde kendini adam yerine koyan birileri bu işi nasıl yapalım der. Onlara tanrıdan izinsiz ha! der. ve kervan yürür gider. Sonunda siyonist kan içici tanrı gazaplanır ve küfürler savurarak kervanın yolunu keser, mağdurlara yardım edecekken onları mağdur duruma düşürür. İşte Şakirt bir kez daha yanılmadığını görüp siyonist tanrısına şükret-mek-tedir... Daha bir samimiyet ve ihlasla nasıl bir güçlü tanrısı olduğunu hissedip ibadetini kulluğunu daha bir pekiştirmekte’dir.

Ya tanrının hak olması sonsuz hayat, hak adalet özgürlük zulüm mağduriyet gibi kavramlar mı!.. „Günün birinde hayatın sadece dünyadan ibaret olduğunu kabul edip beyinlerini ve vicdanlarını bu ‘yalanla ezenlerin’ sar-sıla-cak-ları an gelecektir.“ „O zaman kimlerin -kime taptığıayan beyan ortada olacaktır.“ „Dünyanın zalimlerine yakın durup ateşe tutulanlar hatta bu zalimlerle birlikte zulüm ateşi yakanların kandır-dık-ları da kurtulamayacaktır“…

Bu olay bana Ebu Hureyre’yi hatırlattı.

Muaviyenin kuduz köpeği Busr b. Ertatla her yerde cinayet işlerler, Medine’de 20 bin Müslüman kanı döker, sahabe katleder, ‘kadınların ırzlarına geçmeyi mübah görürler’ ‘ve sonrasında’ Ebu Hureyre oraya vali bırakılır. „Busr köpeği kan dökmeye Basra’ya yol alır.“ Olayın ilgisi belki de aynı hadis ve siyasetten beslendikleri içindir. Ali Mert 09.06.2010

 

 17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.11

 

Allah’ın selamı, Ona ihlas samiyet ile kul, Habibine Ümmet olanların üzerine olsun

Sözde Anayasa Prof'u Burhan Kuzu diyorki, bu anayasa ile olmaz, bu anayasa millete dar geliyor. Yani demek istiyorki; „biz bu devleti parçalayacağız“, ama bu anayasayı aşamıyoruz; onun için bu anayasanın değiştirilmasi lazım.

Anayasa Mahkemesi; birbirinin tahribatın’dan beslenen siyasi partilerin siyasetcilerin değil, devletin bölgenin güvencesi bekcisidir. Anayasa Mahkemesi devletin „bölgenin İslam ümmetinin“ üzerinde şeytani hesapları olanların ensesinde, Ebu Zerr-i Gafari’nin kılıcıdır.

Türkiye dini ve tarihi konumu gereği İslam aleminin dünyaya açılan kapısıdır. Müslüman türk İslam’dan çıkamaz; eğer çıkarsa kendisini kaybeder; „samimi Müslümanların gördüğü, insanların bildiği“ yerden çıkan kemirgen bitki gibi mahluk dünyayı kaplar. Müslüman türk İslam ümmetinden ayrılamaz; eğer ayrılırsa herşeyini, tarihini, medeniyetini, köklerini var oluş gayesi, efsanesini kaybeder.

Allah(c.c) Müslümanları; korkularını ilah edinip „ilahlarını, küresel güçler ile perdeleyen“, insanları cehenneme sürüklemede şeytana yardımcı olan, din iman hırsızlarının müsübetinden, en azından imanın en zayıfı, Buğz etmeniz ile korusun, onları bertaraf eylesin. Amin. Hacı Bayazıt 10.06.2010

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.12

 

Allah’ın muhteşem yaratığı, tarihin şahitleri.

Din’ler arası diyalog, önceki ve son din İslam’ın ikinci ana esası Peygamberini perdeleyip, insanlara uydurulmuş yeni bir din; deccalizmin misyonudur.

Fetullah Gülen de deccalizim misyonunun ileri birliği, karaya vurmuş oturmuş yanıdır. Vatikan ‘uyandı’ anladı bu gurupların İslamı, Müslümanı temsil edemeyeceği kabul görmeyeceği, din’ler bahcesi, temsili sırat köprüsü gibi etkinlikler ile insanları kurtuluşa karşıya değil, „önlerinde engel olup“ aşağı ateşe itdiklerini.

F.Gülen şeytanın telkinlerini, uyanıkken kendi şekilinde veya rüya yolu ile kapı giriş çıkışı, pencere altı, mutfak,  çöplük, kulak çınlaması, göz sarimesi, dolgu dişlerden gelen sesler ile alan bağımlılarını, „adanmış ruhlar“ diye aldatıp, ümmetin ismaillerini asrın nemrutlarının ateşine adak yapıyor.

Böylece, „İslam dairesinde yapılan tahripat“ haya ve bereketin kalkmasına zemin olup, „anarşi kaos ve küresel  ısınma“, olarak zahire yansırken, küresel devletlerin iktisadi değişimi’de hoşgörü, diyalog ılımlı İslam yanıltmaları ile engelleniyor. Yani, „onların zülümlerine dolaylı olarak zemin hazırlıyorlar.“

Allah(c.c) vicdani duyarlılığınız ile alemi İslam ve insanların kalplerinin üzerindeki, üç gaflet perdesini kaldırıp insanlığın ismaillerini, asrın nemrutlarının ateşine hazırlayları bertaraf eylesin. Allah(c.c) vicdani duyarlılığınız ile alemi insanlığı aydınlatsın. Amin. Haci Hayazit 13.06.2010

 

17.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.13

 

Ortadoğu Birliği tezgahı

Banu Avar, İsrail ve ABD büyükelçiliklerinin aktif müdahalesi ile TRT’deki işinden edilmişti, bilirsiniz. „Sınırlar Ötesi“ programının „Filistin Bir Bıçaktır, Kalbimize Saplanır“ bölümüne hükümet tarafından yayın yasağı konulmuştu. „Muhammet ve Duvarlar“ bölümü güçlükle yayına girdi. Çünkü İsrail yetkililleri TRT kapısına dayanmıştı. Şimdiki „Filistin efelenmeleriyle“ ne kadar ters bir durum. Anlayın yani!

Sitesinde, anlattığına göre Gazze ile ilgili büyük bir oyun tezgahlanıyor. „PKK’nın avukatı, Türkiye’yi İnsan Hakları adı altında yerden yere vuran AP Yeşiller grubu lideri Daniel Cohn Bendit, parlamento oturumunda Gazze harekatından beklentilerini açıkladı: „AB Türk ordusuyla birlikte Gazze geçiş kapılarını kontrol etsin.

„Yani AKP ile direnişi çökertip, BM’nin kabul edeceği Vatikan benzeri bir Filistin.“ „Kim bu Yeşiller?“ Türkiye’ye en çok saldıran Caludia Roth’u ile, Cem Özdemir’i ile Türkiye’de etnik bölme operasyonunda başı çeken, Heinrich Böll adlı Alman Vakfı güdümünde bir parti. Almanya’daki tüm vakıflar gibi, bu vakıf da istihbari görevleri olan ve devlet tarafından finanse edilen bir vakıftır. Almanya’daki tüm vakıflar siyasi partilerle bağlantılıdır ve devletin istihbarat örgütünü oluşturan yapılardır. Dolayısıyla herhangi bir partiden bir yetkili öyle durup dururken bir şeyler, söyleyemez. Bendit de belli bir planın çerçevesin de „Türk askeri Gazze’ye“ önerisini ortaya atmıştır.

Banu Avar 1, Dünya harbinde, Alman Paşalar güdü- mündeki Sarıkamış faciasını hatırlattıktan sonra şöyle yazıyor: „ık olan şudur ki, tıpkı o zaman olduğu gibi, bu gün de Küresel Güçler petrol ve doğal kaynakların merkezi Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’i tamamen kontrol altına almak istiyorlar.“ „Pentegon’un önde gelen adamı Yahudi, CİA görevlisi Richard Perle“ 90’larda „Türkiye ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının bekçisidir“ demişti.

Görüntüde Türkiye „One minut“la, Gazze harekatıyla, „İran’a yakınmış gibi yapmasıyla“, bölgede güç odağı oluyor. ABD projesi „Ortadoğu federasyonu“ kurma yolunda adımlar atıyor. ABD ile elele Avrasya ile Ortadoğu’yu şekillendirmeye soyunuyor. Fuller, „Ortadoğu’ya akılcıl geri dönüş, Kemalist değerlerin indirgenmesine bağlı“ diyordu. Fuller bir Ortadoğu, CIA-Türkiye uzmanıdır. Şöyle diyor: „Türkiye 1945 ile 1975 arasında Ortadoğu sahnesinden yok oldu. Amerikan’ın sadık bir müttefiki haline geldi. Şimdi yavaş yavaş Kemalist değerler Türk politikası içinde daha normal bir seviyeye indirgeniyor.“

Bugün „Yol haritasi“ Türkiye jandarmalğında bir Ortadoğu federasyonuna işaret etmektedir. Kıbrıs’la Türkiye ve Gazze şeridi arasındaki üçgen ele geçirilirse en büyük petrol yataklarının denetimi de sağlanmış olur. Küresel güç, Türkiye’yi AB kapısında tutma oyunundan vazgeçti. AB fiilen yok oluyor. İkincisi, küresel güçlerin Avrupa uzantısı Türkiye’yi Doğu Akdeniz birliğine doğru itiyor. Türkiye AB kapısından bıktı. Siyasilere, Amerika’ nın Ortadoğu liderliği teklifi cazip geliyor. Ayrıca bir yıl içinde seçim var. Türk halkının yumuşak karnı Filistin ve soydaşlarımız için yapılacak herhangi bir harekat, Başbakan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in tanımıyla „halkın gazını alıyor“ ve iyi bir seçim yatırımı oluyor. Hem de her gün kan kaybeden Türk milletine „başkaldırma duygusu veriyor.“ „Ama tüm bu aldatmaca uzun sürmeyecektir.“ Türk milleti, özellikle Batı’ya beynini kiraya vermiş olanlar, başlarına örülen çorabı farkedecek, Allah’la aldatanları, Mason mahfillerinden yol gösterenleri ve onların patronu emperyal odakları şaşkına çevirecektir. Afet Ilgaz 21.5.10

 

18.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.1

 

Müslümanların iman gücü karşısında dünya güçleri bir hiçtir.

İran İslami Şura Meclisi ulusal güvenlik ve dış siyaset komisyonu başkanı, dünya güçlerinin Müslümanların iman gücü karşısında hiç güçlerinin olmadığını bildirdi. İran İslami Şura Meclisi haber ajansının bildirdiğine göre İslami Şura meclisi Milli güvenlik ve dış siyaset komisyonu başkanı Alattin Brucerdi dün Tahran’da Pakistan partileri liderleri ve Ehli Süne ulemasından bir grubu kabulü sırasında yaptığı konuşmada, „uluslar arası güçlerin kendi çıkarlarını korumak amacıyla“ İslam ümmeti içerisinde ihtilaf ve tefrika çıkarmaya çalıştıklarını ve şeytanın bu oyununu etkisiz bırakmanın ise İslam ulemasının üzerinde var olan „çok ağır bir sorumluluk“ olduğunu bildirdi.

Brucerdi şöyle dedi: „İslam dünyası çok geniş kapasiteli zengin, imkanlar ve kudrete sahip azim bir İnsani-kültürel mecmuaya sahiptir ve İran İslam Cumhuriyeti, uluslar arası arenada bu gücü hayata geçirmek ve Müslümanların hak ve hukukunu savunmak gayreti içindedir. Brucerdi İran İslam Cumhuriyetinin, Müslüman ülkelerin gelişmesi ve kalkınması konusunda her türlü yardım ve katkıda bulunmaya hazır olduğunu hatırlatarak, muhtelif ebatlarda İran İslam Cumhuriyetinin gelişip kalkınmasının İslam dünyasının çıkarları ve İslam ümmetinin takviyesi doğrultusunda olduğunu söyledi. rasthaber 27.06.2011

 

18.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.2

 

Kahramanlar Böyle Ölür!

Yakalanması sonrasında Abdullah Öcalan’ın verdiği ifadelerden bir bölüm: „1997’de Yunanlı iki istihbarat generali ile silah yardımı ve Lavrion kampının imkanlarından yararlanma karşılığında anlaştık. Yunanlı general bizden ısrarla Turizm Bölgelerini vurmamızı ve pilot bölge olarak da Antalya’yı seçmemizi istedi. Anlaştık ve Antalya’da terör için örgütün seçkin kadrolarından iki grup oluşturduk. Birinci grubu Tolhildan kodu ile Antalya’nın Kemer tarafına, ikinci grubu da Tandürek kodu ile Manavgat tarafına konuşlandırdık. Hedefimiz Türkiye’nin Akdeniz sahilinde turizmi bitirmekti.“

Tarih: 1997’nin Aralık ayı! Kemer-Aslanbucak dağ yolunda safari yapan yabancı turistlerin yolu bir grup PKK’lı tarafından kesildi ve örgüt propagandası yapıldı. Dahası, 9 araç ateşe verildi! Turizmin merkezindeki bu olay üzerine dönemin Başbakan’ı Mesut Yılmaz başkanlığında askerlerin de katılımı ile acil olarak İç Güvenlik Zirvesi yapılarak bu konu masaya yatırıldı. Saatler süren toplantı sonrasında özel bir birliğin Antalya kırsalına gönderilip PKK ile göğüs göğse muharebe etmesi karar altına alındı.

Hemen birlik oluşturuldu ve başlarına da gözüpekliği ve kararlılığı ile tanınan bir subay atandı. İşte o subayın komutasındaki özel birlik, MİT, Emniyet ve Jandarma İstihbaratı ile de koordinasyon kurarak tamı tamına 6 ay Antalya kırsalında cirit atıp operasyonlar yaptı. Günler ve haftalarca şehre inmeyip Antalya’nın dağlarında PKK’lı kovalayan ve operasyonlar yapan bu birliğin komutanı Haziran ayının 14’ünde raporunu şöyle verdi: Antalya kırsalı terörist unsurlardan tamamen temizlenmiştir, arz ederiz! PKK mücadelesinde sembol olmuş bu kahraman komutan Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrasında devlet tarafından sorguya da dahil edildi.

Peki kim midir bu komutan? Albay Atilla Uğur’dur. Şimdi ki yeri ve rütbesi mi? O şimdi cezaevinde! Niçin mi? Kendisi ve hiç kimse bilmiyor! Nasıl mı olur? Silivri’de Ergenekon kapsamında yatırılanlar için oluyor işte!

Dehşet verici olan ayrıntı, teröristle mücadelenin kahramanı olan bu subayın bugün terörist ithamı altında olmasıdır! Adeta 1997’de Antalya kırsalındaki PKK avının rövanşı yapılıyor ya da hesabı soruluyor!

Kahramanları - ancak - böyle öldürürsünüz! Kahramanları  öldürülen topluluklar ise er ya da geç dağılırlar! Sabahattin Önkibar 15.08.2010

 

18.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.3

 

Ehli Vicdan Sahipleri,

İsa Aleyhisselam buyurmuşki, bir gün karanlık’da düşünmeye çekindikleriniz aydınlık’da açığa çıkacak ve onu çatıların başında haykıracaksınız. Allah ve Resülü aşkına uyanma vakti’dir.

Akıl Sahipleri.

Fetullah terör tasarım örgütü, Tüklerin en büyük düşmanıdır. Yani, İslam dairesine girecek, hertürlü bölücü hal ve fikirleri İslam içerisinde eritecek türklerin önündeki en büyük engel. Fetullah terör tasarım örgütü dünyadaki en tehlikeli örgüt. Yani bunların bağımlısı, ‘sempatizanın’dan dahi’, bir yakının, ahbabın olsun; bilmiyor, korunmuyor isen; kalbin perdelerine, derinliklerine düşenleri ayır edemiyor tanıyamıyor isen, devamlı uyuşturucu alan İnsan gibi, onların vucut ısısı ateşini taşıyacak hale, müsait olunur.  Bunlar halka anlatılmadan terör bitmez, çünkü terörü yapanların önünde, „fiziken onlara görünmeyen“ din’in tahribi neticesi, insanları müsübet ve sıkıntıya müstehak hale sebep hazırlayanlardan insi bir şeytan vardır.

Fetullah terör tasarım örgütü ve benzerleri deşifre edilmeden terör bitmez; çünkü terör yapan insanlar güvenlik güçlerinden bir adım önde’dir. Bir ağacın göğdesine bir kurt girdiği vakit ağacı çürütür; işte bu gurupların bağımlısı kurum ve kuruluşların içerisine benzeri gaye için sokulmuş gibi’dir En basiti Anayasa Mahkemesine yerleştirilmiş Osman Can ve Abant toplantılarına katılan Valiler gibi.

Allah’ın muhteşem yaratığı güzel insanlar, fiziken sarhoşluk pek o kadar önemli değildir, yeterki sarhoş iken ibadete yaklaşılmasın ve töğbeye yatkın olunsun. Amma nefsen sarhoşluk çok tehlikelidir; „bir ömür boyu İnsanı ayıktırmaz“, ta’ki hesap gününe kadar. O gün hesaba çekilmek için, İnsan kaldırıldığında ‘önünde’ birisinin kalktığını görür. Bu nerden geldi dünyada yoktu der; ‘ona söğlenirki’, işte bu senin dünyada peşinden gitdiğin’idi.

İnsanlar her ne yapar ise hayır yada şer ‘İlahi hüküm gereği’ kendine döneceği için islam’dan kurtulamaz. İslamı siyasallaştırıp siyasete alet edenler, din’de ikinci tahribat aşamasını tamamlayıp peşlerindekini ömür boyu sarhoş ederler.

Türkiye din’i ve tarihi mirası gereği İslam aleminin dünyaya açılan kapısıdır. Bu kapı, aslına, tarihine, mirasına uygun tavizsiz, zafiyetsiz muafaza edilmeli ve bilinmeli ki insanlar din’siz olamaz, din’in beli ve omurgası ise maneviyat’dır. insanlar, din ahlak maneviyat dairesinde, Allah’dan rahmet ve bereket gelecek hale maneviyatın sebepleri tarikat ile hazırlanır. „Ama tairikatın iki hali vardır.“ Hak aydınlık tarafı ile devlet maneviyat ve adalet burcuna yükselir, şeytanslı karanlık tarafı ile yıkılmaya bölünmeye hazırlanır… İşte fetullah tipi örgüt ve benzeri dini bölücü guruplar, din’in içi maneviyatı boşaltan tarikatın şeytanslı karanlık tarafı’dır.

Hanifi Avcı beyin „Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat“ kitabı milat’dır. ve Asrın Derviş Gazileri, Ulusalcı, Avrasya Cephesi, kavli yönü maneviyat ve adalet olan her İnsan, bu kadar cesur olmak zorundadır. Hacı Bayazıt 29.08.2010

 

18.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.4

 

Nerelere Saklandınız

Bu gençleri alkışlayın! Irak’ta bir buçuk milyon Müslüman öldürülüp onbinlerce mümin hanımefendinin ırzına geçildi. Bir grup genç hariç, bütün Türkiye bu kahpeliği seyretti. Ermenistan’a cici görünmek için Azeri kardeşlerimiz aşağılandı. Bir grup genç hariç, bütün Türkiye bu rezaleti görmezden geldi. Libya’da Haçlı armadası hâlâ Müslüman avı yapıyor. Bir grup genç hariç, „bu alçaklığı“ sokakta protesto eden yok!

Emperyalizm pençesini Suriye’ye geçirdi! O bir grup genç hariç, toplumdan yine tık yok! O bir grup genç Türkiye Gençlik Birliği üyeleridir ve ben onları alkışlıyorum. Sahi bu ülkenin milliyetçileri, mukaddesatçıları neredesiniz! Cuma Namazı sonrası Yeşil bayrak açan „sözde islamcılar“ neredesiniz! Mazlum milletler için yürüyenler neredesiniz! Sabahattin Önkibar 14.07.2011

 

18.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.5

 

İKÖ Yeni „Büyük Oyun“un Parçası Oldu

ABD - İslam Dünya Forumu toplantısı için Washington’a gelen İslam Kalkınma Örgütü (İKÖ) Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu; Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Denis McDonough, Ulusal Güvenlik Konseyi Yetkilisi Quintan Wiktorowicz ve Beyaz Saray İKÖ Özel Temsilcisi Reşat Hüseyin ile 30 dakikalık bir görüşmede bulundu. Görüşmede „İ’nün Afganistan’da yaşanan anlaşmazlıkların çözümündeki katkısını takdirle karşılıyoruz, önümüzdeki dönemde daha aktif olunmasını istiyoruz.“dendi. Görüşme sona ermek üzereyken odaya ansızın Başkan Obama giriverdi, İhsanoğlu ile başbaşa görüştü ve öncekilerle aynı talepte bulundu.

Görüşme sonunda yaptığııklamada İhsanoğlu; bu görüşmenin bir İKÖ Genel Sekreteri ve bir ABD Başkanı arasında Beyaz Saray’da yapılan ilk toplantı olduğunu hatırlattı ve „O açıdan tarihi önemi olduğunu söylemek bir mübalağa değildir. Bir çok konuda beyan ettiğimiz fikirlerle Sayın Obama’nın beyan ettiği fikirler arasında bir hayli yakınlık var. İKÖ ile ABD arasında ilişkiler daha da ivme kazanacak.“dedi. (Hürriyet, 14 Nisan 2011)

Afganistan’da yaşanan çatışmaları sona erdirmek için Taliban’la diyalog kurulması fikri; Aralık 2010’da ölen Afganistan-Pakistan (Af-Pak) Özel Temsilcisi Richard Holbrooke döneminde gündeme getirildi ve bunun üzerine bir dizi görüşmeler gerçekleştirildi. Holbrooke ’un ölümünün ardından bu göreve getirilen Marc Grossman; ABD İslam Dünya Forumu toplantısı için Washington’a gelmiş olan Ekmeleddin İhsanoğlu ile buluştu ve ağırlıklı olarak Afgan uzlaşma süreci ele alındı. Görüşmede Grossman; ABD yönetimi olarak, İ’den Afganistan’daki anlaşmazlıkların çözümünde çaba beklediklerini ifade etti. (Hürriyet, 15 Nisan 2011

İKÖ; Cidde merkezli „Mut’temerü’l İslami“ adlı İslami teşekkülün başında bulunan Pakistanlı İnamullah Han tarafından kuruldu. İnamullah Han; o dönemde İslami camiada etkin bir konumda olan Prof. Dr. Sabahattin Zaim’in yol arkadaşlarındandır. Daha sonraları İKÖ Genel Sekreterliği’ne seçilen Ekmeleddin İhsanoğlu da Sabahattin Zaim’in çok sevdiği bir arkadaşı ve yoldaşıdır. İhsanoğlu; merkezi İstanbul’da olan İslam Ülkeleri Kültür Sanat ve Tarih Araştırmaları Merkezi’nin de (IRCICA) uzun yıllar başkanlığını yaptıktan sonra 1 Ocak 2005’te İKÖ Genel Sekreterliği’ne seçilmiştir. Bu seçimde; Zaim ve ABD ile onun etkisindeki güçlerin büyük katkıları olmuştur. İhsanoğlu’nun bu göreve seçilmesinde; Kahire doğumlu olması, doktorasını El Ezher Üniversitesi’nden almış olması, ve İslamcı Prof. Dr. Emin Bilgiç’in damadı olması da rol oynamıştır.

İKÖ ve İ’ye bağlı Milletlerarası İslam Bankaları Birliği’nin kuruluşu sırasında; David Rockefeller ve Harvard Üniversitesi’nden Prof. Dr. John Thomas Dunlop’un da bulunduğu bir grup Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan’ı ziyaret ederek çalışmaları yönlendirdiler. Dunlop; Harvard Üniversitesi’nde, 1951 yılında Zaim’le birlikte doktora öğrencilerine hocalık yapıyordu. CIA ve Pentagon’la da bağlantılıydı ve Zaim’in çok yakın dostuydu.

BOP Eşbaşkanı Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül gibi Zaim’in takdir ettiği etkili isimlerinden biri olan İhsanoğlu’nun; Mısır, Libya, Suriye ve İran’a karşı, ABD ile birlikte hareket etmekten başka bir seçeneği bulunamaz… Nitekim İhsanoğlu; tarihte ilk defa ABD Ulusal Güvenlik kadroları ve Başkan Obama’yla doğrudan görüşmeler yapmış, ve Af-Pak Temsilcileri Holbrooke ve Grossman’ın politikalarını benimsemiş ve uygulamıştır. İhsanoğlu bu bağlamda İ’yü; BOP’un bir kuruluşu haline getirmiş, ondan da öte İ’nün adını ABD’nin dayatmasıyla İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) olarak değiştirmiş, ve İ’yü yeni „Büyük Oyun“un bir parçası yaparak; ABD’nin İslam ülkelerindeki imajını güçlendirme misyonuna soyundurmuştur.

Not: Yeni „Büyük Oyun“; yüzyılımızda ABD’nin, petrol ve doğalgaz zengini Ortadoğu, Güney Asya ve Orta Asya’yı hakimiyet altına alma mücadelesini ifade etmektedir. Erol Bilbilik İlk Kurşun 26.07.2011

 

18.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.6

 

Hz. Ali hilafetin peşinden koşmamıştır

Halife olanlar O’nun peşinden koşmuştur! Hilafetin kendisine gelmesi durumunda ise Efendimiz Ali O’nu bir sorumluluk olarak kabul etmiştir, hatta kabul etmek zorunda kalmıştır. Yoksa Hz. Ali’nin özgüveni çok yüksektir. Kendisinden emindir. Bunun rahatlığı vardır Onda!

Hz. Ali’nin hilafete ilişkin ortaya koyduğu tavra bir bakalım… Anasının ak sütü gibi helal olan, aksini bırakınız ispatı, iddia etmenin dahi en hafif ifade ile delilik olduğu bir hakkın gasbı için Hz. Ali Efendimiz niçin savaşmamıştır? Savaş meydanlarının yenilgisiz aslanı, tek başına bir orduya bedel Hz. Ali, niçin rıza göstermediği bir iş için kan dökmemiştir?

Bunu anlamak için öncelikle başka bir frekansa geçmek lazımdır? Üstad’ın „İmam Ali“ eserinden öğreniyoruz ki bir kere Hz. Ali, gaybın kendisinden kalktığı birisidir. Ahmet b. Hanbel’den ve başkaca ravilerden rivayet ile Hz. Ali minberde buyuruyorlar: „Beni kaybetmeden bana Allah’ın Kitabından sorun. Her ayetin nerde nazil olduğunu, dağda mı, yumuşak toprakta mı indiğini herkesten daha iyi bilirim. Bana fitneleri sorun. Her fitnenin ne zaman kopacağını ve onda öldürülecekleri bilirim“. Olacaklar kendisine Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz tarafından haber verilmiştir. O, kendisine Resulullah neyi haber verdi ise öyle davranmıştır. Prof. Dr. Haydar Baş Hocamızın „İmam Ali“ adlı eserin 362. sayfasından okuyoruz: „Resulullah (s.a.v.) bana hitaben buyurdu ki: Sen Kâbe’nin menzilindesin. Sana gelirler, Sen gitmezsin, şayet bu toplum sana gelip hilafeti teslim ederse kabul et, vermezler ise gitme, ta ki onlar Sana gelsin!“

O’nun özgüveni çok yüksektirİşte meselenin sırrı ve tüm yaşananlar bu sözde açıklığa kavuşmuştur. Hz. Ali hilafetin peşinden koşmamıştır. Halife olanlar O’nun peşinden koşmuştur! Hilafetin kendisine gelmesi durumunda ise Efendimiz Ali O’nu bir sorumluluk olarak kabul etmiştir, hatta kabul etmek zorunda kalmıştır. Yoksa Hz. Ali’nin özgüveni çok yüksektir. Kendisinden emindir. Bunun rahatlığı vardır Onda!

Şıkşıkiye Hutbesinde bakınız neler söylüyor: „Filanca kişi benim hilafete olan konumumu, milin değirmen için olan konumu gibi olduğunu bilir. Sel benden iner, kuş bana yükselemez. Hilafet ile arama bir perde sarkıttım. Ve onun hakkındaki düşüncemi içinde sakladım. Kesik bir elle üzerine atlamayı ya da büyüğü iyice ihtiyarlatan, küçüğü yaşlandıran, mü’minin Rabbine kavuşuncaya kadar içinde hapsettiği kör bir karanlığa sabretmek zorunda kalmayı çok düşündüm. Buna karşı sabretmenin daha uygun olduğunu gördüğüm içine üzülmeme, boğazımda düğüm olmasına ve mirasımın yağmalandığını görmeme rağmen sabrettim.“

Sonuçta Hz. Ali manen, madden ve fikren güçlülerin güçlüsüdür, yücelerin yücesidir ama kendisine verilen habere bağlılık ile sabretmiştir!

Kendisini öldürmeye gelen Mülcem’den de „haberdardır“ amma kaderini bilmesi, „engellemesi için yeterli değildir“ ve katili için „beni daha öldürmedi ki“ diyecek kadar da hukukun şekline kaderin akışına sadıktır. Anlıyoruz ki, Hz. Ali Efendimizin yol haritasını Hz. Peygamber çizmiştir. O, aklını, bileğini, toplumsal gücünü, çeşitli kaygılar güderek kullanmamıştır. O, Resulullah kendisine ne dedi, neyi haber verdi ise onu yapmıştır. Meseleleri Aristo mantığı ile değerlendirmemiştir. Heva ve heves ise hiç şüphe yok ki Efendimiz için mümkün olmayacak bir durumdur. Dolayısı ile, tavrı şöyle olsaydı, böyle olsa idi diye bir değerlendirme Hz. Ali Efendimize uymaz.

O’nun tavrı da bambaşkadır. İlim şehrinin kapısı Hz Ali’den bahsediyoruz. Onun için bu oyunları çözmek oyuncak mesabesindedir ama O bambaşkadır… O’nun tavrı da bambaşkadır. O’nun tavrında milim kirlilik yoktur, hırs yoktur, sonuna kadar haklı olsanız da Müslümanın kanına girmeye vesile olmak yoktur. Ayrıca Hz. Ali Efendimiz, hilafetine dönük yapılan haksızlık için söz söylememenin de aslında çok önemli olmadığınışünmektedir. Öyle ya, güneşin varlığını ispata ne gerek vardır ki! Ya da güneşin varlığını ispat etmek zorunda kalacaksanız bu insanlara halife olmanın ne anlamı var ki?

Bir de şöyle de soralım: Hz. Ali’nin hilafetini gasp edenler bunu bilmedikleri için mi  hataya düştüler?

El cevap:

Elbette hayır…

Onlar bile bu yanlışı yaptılar! Hz. Peygamberin iradesini icma ile değiştirmeye kalktılar! Dolaysı ile, Hz. Ali’nin elindeki tek imkan savaşmak, yani kan dökmekti! - Hz. Ali için ise bu çok kolay olmasına rağmen Efendimizden kendisine bildirilen haber doğrultusunda bu yola tevessül etmedi!  „Aradaki boşlukları yüzlerce çok ama çok haklı nedenlerle de doldurabiliriz ama büyük fotoğraf budur! Kaldı ki Nechul Belağa’da kendisi de bu zahiri nedenlerin bir kısmına değiniyor:

„Allah’a and olsun ki, eğer Müslümanların parçalanıp ihtilafa düşeceğinden korkumuz olmasa idi, küfür ve putperestliğin yeniden İslam topraklarına dönmesinden ve İslam’ın yok olmasından çekinmese idik, onlara başka türlü davranırdık!“ Fitnenin ne kadar büyük olduğunu buradan da anlayabiliriz! Tehlike hem dışarda hem içerdedir! Birisi fedakarlık etmediği takdirde İslam yolun en başında yok olma tehlikesi ile baş başadır. O fedakârlığın adresi de elbette Hz. Peygamberin dostu Hz. Ali olacaktır! Bu büyüklüğü başka kim taşıyabilirdi ki! Yenimesaj 28.10.11

 

18.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.7

 

Ahmedinejad’dan Papa’ya mesaj: Putlara başkaldır!

Papa’nın mektubunu aldıktan sonra bir açıklama yapan İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, bugün artık din alimlerinin maddi putlara karşı kıyam etme ve onları devirme zamanının geldiğini söyledi. Vatikan Papalık Konseyi Başkanı Kardinal Jan Lui Foran’ı kabul eden İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, Müslüman ve hristiyan alimlerin elele vererek bugün dünyaya egemen olan şartları, adaletin lehine ve salihlerin zuhuru için hazır hale getirebileceklerini belirtti.

Din'in İnsan saadeti üzerindeki etkisine temas eden Ahmedinejad, beşeriyetin tüm sorunlarının dini emirlerden uzaklaşmaktan kaynaklandığını kaydetti. Ahmedinejad, bugün din alimlerinin kıyam edip maddi putları yıkma ve hakikatleri ilahi Peygamberlerin anlattığı gibi dünyada yayma zamanının geldiğini vurguladı. Din ve İnsanlık derdi taşıyan din adamlarının, hangi din veya mezhepten olursa olsun, „bu çağın“, Firavunlarına karşı başkaldırmaları ve hakkı haykırmamaları gerektiğini belirten Cumhurbaikanı Ahmedinejad, zamanın putlarını devirmeden bu dünyaya din ve maneviyatın huzurunu ve adaletin güzelliğini getirebilmenin imkansız olduğunu söyledi. Rasthaber 10.11.2010

 

18.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.8

 

Balanlı’dan Ağır Beddua

Salon, „Amin“ diye inledi. (Sözde) „Balyoz“ sanığı Org. Bilgin Balanlı, duruşmada, „Allah bize bu acıları yaşatanları helak etsin“ diye beddu etti. Sanıklar „Amin“ diye karşılık verdi. İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce görülen (Sözde) „Balyoz Planı“davasının duruşmasna 1. Ordu Komutanı eski emekli Orgeneral Çetin Doğan, Hava Kuvvetleri eski Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, 1. Ordu eski Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan ve MHP’den milletvekili seçilen emekli Korgeneral Engin Alan ile Orgeneral Bilgin Balanlı’nın da aralarında bulunduğu tutuklu 148 sanık ile tutuksuz sanıklardan 4’ü katıldı.Tutuklu yargılanan 36 sanık ile hakkında yakalama kararı bulunan sanıklar Tümamiral Ahmet Sinan Ertuğrul ve emekli Orgeneral Ergin Saygun ise duruşmaya gelmedi. Savunma yapan Orgeneral Bilgin Balanlı, „Türk ulusu adına, Türk hakimleri önünde temelsiz sahte iddialar nedeniyle savunma yapmak zorunda bırakıldığım için son derece üzgünüm“ diyerek, kendisini bu duruma düşürenleri de lanetlediğini söyledi. Balanlı, „Bizlere iftira atanlar bunun hesabını bir gün mutlaka vereceklerdir. İstiklal Marşı’nda da belirtildiği gibi ‘Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın“ dedi. Görsel sunum da yapan Balanlı, „Kartalın başı kopartılmış ve donanma Hasdal Limanı’na demirletilmiştir. Bu dava ile TSK mensupları suç örgütü gibi gösterilmiştir“ dedi. Bilgin Balanlı, davada yaşanan hukuksuzluklar nedeniyle Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’nın istifa ettiğini de sözlerine ekledi.

Bu arada, Balanlı duruşmada „Allah, ‘Balyoz’ komplosunu yapanları ve bizlere bu acıları yaşatanları helak etsin“ diyerek beddua etti. Org. Balanlı’nın bu sözleri üzerine sanık ve izleyici bölümünden „Amin“ sesleri yükseldi. Askerhaber/ İstanbul 25 Kasım 2011

 

18.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.9

 

Saflar Netleşiyor, İmtihanlar Başlıyor

Allah’ın Adıyla... Dünyadaki gelişmeleri hemen hemen her gün köşe yazarlarından siyeset kürsüsünde konuşan politikacıya, minberdeki hatipten üniversitedeki öğretim görevlisine kadar herkes insanları yönlendirme  düşüncesiyle yorumlayıp kitlelere sunmaktadırlar. Değişimler ve uyanışlar  aynı zamanda  aynı bölgede gerçekleşiyor. Aynı haber kaynakları olayları insanlara aktarıyor . Bazen farklı kaynaklardan yararlanılsa da üç aşağı, beş yukarı haberler aynı. Öyleyse yorumlar, analizler, değerlendirmeler neden farklı oluyor? Ve çıkarılan sonuçlar ise niçin tamamen birbirine karşıt olabiliyor?

Bir kesim bu değişimlerin tamamen demokrasi talebi olduğunu haykırırken bir diğer kesim adalet isteği olduğunu vurguşuyor. Birisi İslami uyanış olarak değerlendirirken, bir diğeri Batının mudahalesi olarak algılıyor. Libya, Mısır,Tunus gibi ülkelerde olup bitenler hep böyle değerlenidirilip gidiyor. Bahreyn, Yemen gibi ülkelerde ise herşey tam tersine; Kuzey Afrika’da halk ayaklanmalarını özgürlük ve demokrasi talebi diye tanımlayanlar bu iki ülke  söz konusu olduğunda çifte standart uyguluyorlar. Halka destek vermedikleri gibi kuklalarını korumak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama İslami uyanış diyenlerin duruşu yine aynı; halkın feryadı İslami uyanıştır, diktatör ve emperyalist uşaklarına karşı adalet talebidir.

Suriye’de ise olay daha vahim. Suriye kırılma noktasıdır. Suriye imtihan sahnesine dönüşş bulunuyor. Suriye safların netleşme, belirginleşme meydandı olacağa benziyor. Suriye duruşların renginin ve ciddiyetinin belirlenme arenasıdır. Suriye’deki gelişmeleri analiz ederken gözde hangi gözlüğün olduğuna bakılmalıdır. Olaylara hangi perspektiften bakıldığı bilinmeden yorumlar afaki olacaktır. Analiz ve yorumlar arasındaki fark görülemeyecektir.

Olayların hakikatine vakıf olmadan birilerine akıl vermeye çalışanlar, tavsiyelerde bulunanlar; küresel değişim ve özellikle de Suriye’de çıkacak olaylardan hasıl olan korku ve paniklerini gizleyerek saflarını belirleyememenin edişesindedirler.

Batılısıyla doğulusuyla herkes safını belirlemiş durumdadır; Batı emrperyalistlerinin safı net, emperyal gücün uşaklığını yapan „Arap Birliği“ safını belirledi. Sahi geçen gün „Arap Birliği Konferansından“ çekilmiş bir fotoğrafta sayın akıllı hariciyemiz Davutoğlu da vardı, yoksa biz de Arap olduk haberimiz mi yok? Türk oğlu Türk olan Davutoğlu Arap Birliğinin konferansına katılıyor ama  Arap olan Suriye alınmıyor. Neyse....

Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül de saflarını belirlediler. Düşünüyorum da Sayın Erdoğan’ı“one minute“ olayı ile başlayan „Mavi Marmara“ ile devam eden siyonistlere saldırısında samimi olduğunu söyleyenler, işin perde arkasını göremeden alkışlayanlar yine aynı görüşteler mi? Geçen Muharrem ayında yaldızlı birkaç söz söylediği için az daha „Şia oldu“ diyeceklerdi bazıları

Bu Muharrem ayında da Kerbela ve Hz.Hüseyin (a.s) hakkında iki parlak söz dedi mi, Yezid’i (l.a) kınadı mı, iş tamamdır artık. Tarihten az buçuk haberdar olanlar bilirler; Yezid İmam Hüseyin’i (a.s) şehid ettirdikten sonra halkın baskı ve uyanışını görünce yeni bir hileye başvurarak  Übeydullah’ı kınıyor ve Ehlibeyt esirlerine ikramda bulunarak  saygı ile Medine’ye gönderiyordu. Bu size birşey anlatmıyor mu?

Evet, gelelim asıl sorumuza; devletler, teşkilatlar, başbakan ve cumhurbaşkanları saflarını belirlemişlerdir, acaba siz de belirlediniz mi?

Demokrasi ve laikliğin bizim için en iyi sistem olduğunu yıllarca milletimize empoze eden değerli kanaat önderlerimiz, siz nasıl, safınızı belirlediniz mi? „Ne şiş yansın, ne kebap“ taktiği uygulayan bazı akıllı geçinenler, Peygamberin müşriklerle savaşında „kim kazanırsa onun yanında yer alırız“ diye düşünen ve saflarını netleştirmeyen sahte Müslümanlar misali yoksa  hala beklemede misiniz? Peygamberin mirasçısı ulema ne yapıyor acaba? Hala maslahat icabı susmayı mı tercih etmeliyiz, sayın başbakana ve cumhurbaşkanına nasihat ve tavsiyelerde mi bulunalım, belki vazgeçerler tercihlerinden?

Evet! Muharrem ayında İmam Hüseyin’i (a.s) anacak olan milyonlar, sinelerine vurup gözyaşı dökerken ne düşünecekler acaba? İmam Hüseyin’in mazlumiyetine mi ağlamalı yoksa kendi acizliğimize ve miskinliğimize mi? Evet! Zamanın Hüseynileri ve Yezidileri saf bağlamış savaşa hazırlanıyorlar.

Zamanın Yezidilerini tanıyamayan zavallılar ise savaş çıkmasın diye ellerini duaya kaldırmışlar.

Hüseyniler ise izzetin ve yiğitliğin sergileneceği imtahan sahnesinde Allah indinde yüzü ak çıkmanın planlarını yapıyor.

İşte imtahanlar serisi başlıyor; şimdi  hangi safta yer alınacaksa, devamında da aynı safta yer alınacaktır. Bölgesel savaşlar, Ortadoğu’daki savaş ve küresel savaş peşi sıra gelecektir. Bu savaşlar zinciri Suriye ile başlayacak gibi görünüyor. Aynı zamanda imtahanlar da buradan başlayacak. Abdullah Özgür 29.11.2011

 

18.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.10

 

İlahi mi? Şeytani mi?

Hristiyan olmasına karşın, Hz.Muhammed hakkında yazdıklarıyla dikkati çeken İskoç asıllı tarihçi Thomas Carlyle diyor ki: Bir İnsanın başkasından istediği her şeyde ya bir „İlâhi Hak“ ya da bir „şeytanî Haksızlık“ vardır. Yüce Allah Muhammed‘in Ocağını Korusun. Reşit Çağın İlk Kurşun 24.12.2010

 

19.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.1

 

Rusya Fethullah Gülen’in CİA Ajanı Olduğu Gerekçesiyle Tüm Okullarını Kapattı.

Rusya’da Yüksek Mahkeme, Tarikatın Bütün Faaliyet lerini Yasakladı. Rusya’dan Fethullah Gülen’e ağır darbe! Rusya Yüksek Mahkemesi, Fethullah Gülen tarikatının bütün faliyetlerini yasakladı. Yüksek Mahkeme,  Gülen okullarının kapatılmasına karar verdi. Rusya’nın önde gelen kuruluşlarından Yakın Doğu Enstitüsü de Gülen örgütünün CIA’nın paravanı olduğunu belirtti. Rusya’da, Fethullah Gülen cemaatine bağlı grupların faaliyetleriyle ilgili davadan yasaklama kararı çıktı. Rusya Yüksek Mahkemesi, başsavcılığın talebi doğrultusunda Gülen cemaatini, „aşırı örgüt“ kapsamında değerlendirdi ve faaliyette bulunmasını yasakladı. Mahkemede „Uluslararası dini örgütlenme“ olarak bahsedilen Gülen hareketinin, geçen yıl kitapları yasaklanan Saidi Nursi’nin fikirlerini savunduğu ifade edildi. Rusya’da faaliyet gösteren ve Gülen cemaatiyle bağlantılı olan çok sayıda okul da, dini propaganda yaptıkları gerekçesiyle kapatıldı. Yüksek mahkemenin kararının ardından Gülen örgütünün bütün okullarının kapatılması bekleniyor.

Rusya’nın önde gelen düşünce kuruluşlarından Yakın Doğu Enstitüsü de  Gülen Cemaati’ne ilişkin bir rapor yayımladı. Enstitü’nün uzmanlarından Şeglovin; Fettulah Gülen’ in CIA ajanı olduğunu belirtti. Şeglovin; Fettullah örgütünün CIA’nın dünya çapında kullandığı paravanı olduğunu söyledi. Yakın Doğu uzmanı; örgüt faaliyetlerinin temel merkezlerinin Afganistan, Afrika ve Orta Asya olduğunu ifade etti. Ulusal Kanal  09.04.2011

 

19.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.2

 

Millî birliği bozmanın yolu „dinî birliği“ çökertmektir.

Yıllardır dünyanın en problemli bölgelerinden biri olma özelliğini sürdüren Ortadoğu’nun sorunlarının kökeni 200 yıl öncesine kadar iner. Meselenin temelinde başta İngiltere olmak üzere Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki hesapları yatmaktadır.

Bilhassa İngiltere, Osmanlı Devleti üzerinde çok girift hesapları olan bir devlettir. Bu maksada yönelik olarak İngiltere 17. Yüzyıl ortalarından itibaren Ortadoğu’ya çok sayıda ajan-misyoner göndermiştir. Bu misyonerlerin iki gayesi vardı: Birincisi, Osmanlı’yı yıkmak diğeri, Müslüman halkları Hıristiyanlaştırmak. Misyoner-ajanlar bu gayeyi gerçekleştirmek için: 1.Merkezî otoriteyi tesis eden tasavvuf kurumunu, 2.İslam’ı ve Kur’an’ı tahrif edebilmek için Hadislerin kaynakları konusunda ihtilaf çıkararak Hadis müessesesini ve Peygamberin Sünnetini tahrife yöneldiler.

Nitekim 1710 yılında İngilizler tarafından ajan-misyoner olarak İstanbul’a gönderilen Ajan Humpher, Müslümanlar arasında, Renk, Kabile,  Arazi, Dinî kavmiyetçilik akımlarını tutuşturmakla görevlendiri- lmiştir. „Zira Osmanlı’yı yok etmenin, yani millî birliğini bozmanın yolu dinî birliği ve din müessesesini çökertmekten geçmekteydi.“ Bunu gayet iyi bilen İngilizler, hedeflerini gerçekleştirmek için Osmanlı hâkimiyeti altındaki beldelere özellikle Ortadoğu ve başkent İstanbul’a binlerce ajan-misyoner gönderdiler. Bunların bazıları „Herbert“, „Humpher“, „Lawrance“, „İ.Goldziher“, „Ernest Renan“, „Gaitana“, „Rodinson“, „Louis Massignon“, „C. Snauch Hurgrange“, „Wayt“, „Francis E. P. Botta“… gibi meşhur misyonerlerdir. Dinî ve Millî Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Yay; s.78-80) Yarın: Ajan Humpher’in korkunç itirafları. Oğuz Köroğlu 18.04.2011

 

19.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.3

 

Dini yanlış kavramak, Dinsizlikten daha tehlikeli

İran Medrese ve üniversite hocası Ayetullah Muhakkık- damad „Toplumda dini yanlış anlama olgusu oluşursa bu dinsizlikten daha tehlikeli olur“ uyarısında bulundu. Medrese ve üniversite öğretim üyesi Ayetullah Seyyid Mustafa Muhakkıkdamad dün öğleden sonra „Kur’an Açısından Suçu Önleme Tedbirleri“ başlığıyla düzenlenen panelde yaptığı konuşmada ilk önce Hz Peygamber Efendimizin-s- sevgili kızı Hz Fatıma-i Zehra’nın-s- „şahadet günleri“ yıl dönümü olması münasebetiyle taziyetlerini ifade ettikten sonra „Kur’an-ı Kerim’de suç kavramı için çeşitli tabirler kullanılmıştır, ki bunların her birinin muhtelif anlamları var, fakat birbirine yakındır“ dedi.

Ayetullah Muhakkıkdamad daha sonra, Kur’an’ın suçun önlenmesi için bir önerisi olduğu, onun da takva olduğunu vurgulayarak, ‘Takvanın güçlendirilmesiyle’, suçu kökünden kazımak veya en aza indirmenin mümkün olduğunu belirterek, „Ama takvayı korumak da kolay bir iş değil. Tarihte, din adına yapılmış cinayetlerin sayısı az değil“ hatırlatmasında bulundu. Medrese ve üniversite hocası Ayetullah Muhakkık- damad konuşmasının devamında, Kur’an’da iki tür takvadan bahsedildiği, birinin diğeri için zemin ve altyapı niteliği taşıdığı ve o ilki olmadan ikincisinin de olamayacağını belirterek, „Birinci takva dini bilinç ve dini şuur dediğimiz şeydir. İkincisi de, dini buyruklara uyulması yoluyla gelişir“ ifadesini kullandı. Ayetullah Muhakkık Damat FHA 29.04.2011

 

19.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.4

 

Deccal ve avanesini tanımak

İnsanlığın en büyük fitnesi olan Deccal’ı ve avanesini tanımak isteyen varsa, Müslümanları Hz. Muhammmed’ den kopartarak Hıristiyanların veya Yahudilerin inançlarına sürüklemeye çalışan Müslüman kılıklı dinlerarası diyalogculara baksın.

Unutmayın, Deccal ve avanesinin fitnesi, sırat-ı müstakim üzere bulunan müminlere etki edemeyecektir Hiç kimse Müslüman cübbesine bürünerek Vatikan’ın „dinlerarası diyalog“ projesini, toplumdaki çeşitli inanç mensupları arasında „çay-kahve içmektir, dostane ilişkiler geliştirmektir“ gibi basitleştirmesin, bayağılaş- tırmasın. Dinlerarası diyalog, misyonerliktir. Dinlerarası diyalog, papalığın Hıristiyanlaştırma projesidir. Dinler- arası diyalog, papalığın misyonudur. Diyalogun akademik tarafı da budur, sosyal tarafı da budur, somut Hıristiyanlaşma neticeleri de bunun göstergesidir.

Papalık misyonu, çağdaş misyonerlik ve diyalogcular. Fetullah Gülen de 9 Şubat 1998 günü Papa’yı ziyaretinde sunduğı mektubunda.“ Papalık misyonunun bir parçası olduğunu“ ilan etmiştir. Bu mektubu 10 Şubat 1998’de Zaman gazetesi, aynı haftaki Aksiyon dergisi yayınlamıştır. Dinlerarası diyalog, Papalığın II. Vatikan Konsili’nin 4. oturumunda kabul edilen, „Nostra Aetate“ diye maruf Konsil metninde aktarılan ve 28 Ekim 1965’te Papa VI. Paul’un onayıyla ilan edilen, „Papalığın 3. bin yıl hedefi olarak açıkladığı Asya’nın Hıristiyan- laştırılması projesi“nin bir yöntemidir. Papalığın „çağdaş Hıristiyanlaştırma ve misyonerlik usûlü“dür. (Bakınız; John W. O’Malley, Reform, Historical Conciousness And Vatikan Ii’s Aggiornamento, Theological studies, 1971 XXXII/4; M. Raukanen, The Catholic Doctrin of Non-Christian Religions According to the Second Vatikan Council, New york 1992, 35; The Second Vatikan Council, Nostra Aetate, 1-4)

Prof. Baş’ın „Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler“ adlı kitabı tarihi bir şaheserdir. Aynı zamanda dünyanın çeşitli üniversitelerinde kürsüsü olan ve halen üniversite hocalığını sürdüren Prof. Dr. Haydar Baş, 1990’lı yıllardan beri gençlerimiz üzerindeki bu misyonerlik manevralarına, bu manevraların gerçekte milli bütünlüğümüzü hedef aldığına, bu manevraların yeni adının „dinlerarası diyalog“ olduğuna dikkat çekmektedir, Hicaz Bölgemizi bu kabil İngiliz oyunlarıyla kaybettiğimizi tarihi belge ve hatıratlarla anlatmaktadır. Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler adlı kitabı bu bağlamda yazılmış tarihi bir şaheserdir.

Ülkemizdeki dinlerarası diyalog çığırından sonra toplumumuzun iman çivilerinin söküldüğünü, özellikle gençlerimizin „kilise evler“de fevc fevc Hıristiyanlaştırıldığını fark eden vatandaşlarımız, „Beyler çocuklarımızı kaybediyoruz, bu kadar dinsizlik de fazla.“ demeye başladı. Bu tepkileri alan diyalogcu çevreler, bu faaliyetlerin kültürler arası yakınlaşma, medeniyetler arası buluşma olduğu şeklinde kıvırtmalara koyuldular.

Müslümanların kalbinden Hz. Muhammed’e imanı sökme gayreti; Hiiç sağa-sola kıvırmaya, akademik gevezeliklere tevessül etmeye gerek yok... Kim ne derse desin, dinlerarası diyalog papalık misyonudur, Vatikan’ ın geniş çaplı Hıristiyanlaştırma yöntemidir. Haçlı dünyasının, Müslümanların kalbinden İslam’ın temel rüknü olan Hz. Muhammed’e imanı sökme gayretidir. Böylesi bir dinlerarası diyalog namlı Hristiyanlaştıma faaliyeti İslam imanı ve Ehl-i Sünnet akaidinin esaslarına göre açık, net ve ilmi ifadesiyle „küfür“dür (Muhammed b. İsmail er-Reşîd, Tehzib’ü Risalet’il Bedri’r-Reşîd fi Elfâz’il Mükeffirat, vr 12, Yahya bin Ebi Bekr, Esir’ul-Melahide, vr 11b. A.Z. Gümüşhanevî, Camî’ül Mütûn, c.1, Elfaz-ı Küfür, b. 2)

Müslüman kılıklı deccal. Bu dinlerarası diyalog namlı Hıristiyanlaştırma faaliyetinde Müslüman kılıklı insanların, hacı efendi veya hoca efendi kimlikli zevatın vazife üstlenmeleri, Müslüman kılıklı insanların bu işlerde kullanılmaları bu işi meşrulaştırmaz. Bilakis, Alemlere rahmet Hz. Muhammed’in kıyamet fitneleri ve ahirzaman ahvaline dair işaretleri hatırlandığında, Müslüman kılıklı kimselerin Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinde taşeronluk yapmaları Deccal’in vazifesini üstlenmeleri veya Deccal’e askerlik yapmaları olarak ortaya çıkar.

Deccal, Müslümanlar arasından çıkacaktır. Deccal, öyle kulakları farklı, kolları bacakları değişik, boyu zürafa gibi bir mahluk değildir. Alemlere rahmet Hz. Muhammed’in kıyametin büyük alameti olarak uyardığı, hatta tüm Peygamberlerin kendi ümmetlerini ikaz ettikleri Deccal, Müslümanlar arasından çıkacaktır (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9). Bu deccasllerin veya onun avanesinin gayretiyle Ümmet-i Muhammed’den gruplar halinde müşriklere, yahudi ve Hristiyanlara iltihaklar yaşanacaktır (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9).

Bu süreç, aynı zamanda İstanbul’un Haçlı fitnelerine maruz bırakılacağı günler olacaktır (Ebu Davud, Sünen, Melahim 3, (4294).

Ahirzamanın bu korkunç fitnesi kendisine sorulduğunda Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (ra), „Anası doğurmayasıca, bilmiyor musun, bu fitne Müslüman- ların İslam’ı ve Hz. Muhammed’i terk ederek müşriklerin, Hıristiyanların ve Yahudilerin dinlerine iltihak etmeleridir.“ İmdi bu büyük fitnenin adı oldu dinlerarası diyalog.

Deccal’in fitnesini ortadan kaldıracak topluluk kim? O halde İnsanlığın en büyük fitnesi olan Deccal’ı ve avanesini tanımak isteyen varsa, Müslümanları Hz. Muhammmed’den kopartarak Hıristiyanların veya Yahudilerin inançlarına sürüklemeye çalışan Müslüman kılıklı dinlerarası diyalogculara baksın. Unutmayın Deccal ve avanesinin fitnesi, kıyamete dek hep hak din olan İslam ve Hz Muhammed’in yolu olan sırat-ı müstakim üzere bulunan bir topluluğa etki edemeyecektir. Deccal’in fitnesini, sayıları az da olsa işte bu Hak ve haklı topluluk sona erdirecektir (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9). Mehmet Emin Koç 16.06.2011

 

19.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.5

 

Hakan Albayrak siyasal İslamcı’dır.

Siyasal İslam’cılar iflah olmaz sarhoş’dur. Onların (nefs) sarhoşluğu İslam düşmanlığına varacak şiddetde’dir. Onların tabi olduklarının günahından, önlerinde bir perde vardır.

Din’de ikinci tahribatı islamın en büyük düşmanı gizli ajandası „meshepci fitne siyasal hilafet projesi“ olan siyasal islam’cılar tamamlar. Bunlar tamamı ile deşire edilip, bertaraf edilmeden alem sukuna kavuşmaz. Bunlar „dinin içini boşaltan, siyasal islamcılar“ kumuna tuz karıştırılmış inşaat harcı gibidir, binayı devleti temelden içerden yıkar. Bunların tahribatın’dan sonra „üçüncü gurup“ Bid’at ehli din’de tahribatı tamamlar... artık bundan sonra kaos ve anarşinin sebeplerinin taşnması için iç ve dış etkenler fiziki hareket eder. Bir diğer ifade ile dini siyasalaştıran bu guruplar „dış etkenlerin ününde“ onlara görünmeyen önlerinde insi sürücüdür. Hacı Bayazıt   

 

19.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.6

 

Cehenneme götüren liderlerin peşinden gidenler

İnkâr edenler derler ki; „Rabbimiz cinlerden ve insanlardan bizi delalete düşürenleri bize göster; o ikisini ayaklarımızın altına alalım da en aşağılıklardan olsunlar.“ (Fussilet / 29)

Fakat o zalimleri Rablerinin huzurunda durdurulmuş kimseler olduklarında bir görsen! Birbirlerine söz çevirirler (aralarında münakaşa ederler) zayıf düşürülen- ler büyüklük taslayanlara: „Siz olmasaydınız elbette biz de mü’min kimseler olurduk“ derler. (Sebe / 31)

„Kıyamet Günü’nde kavminin önüne geçer de onları (suya götürür gibi) ateşe götürür. (Güya önderlik ettiği) o vardıkları yer, ne kötü bir yerdir.“ (Hud / 98)

Hesap verme günü. Tek söz sahibi Allah Azze ve Celle’nin huzurunda milyarlarca İnsan. Hiçbir kaçışın, sığınağın olmadığı en zor gün. Herkes kendi derdinde. İki sınıf İnsanı tasvir ediyor Rabbimiz. Yöneten, lider, serok, başkan, diktatör... Ve yönetilen, güdülen, bilinçsizce sürüklenen liderinin, önderinin peşisıra cehenneme sürüklenen sıradan insanlar.

Biz daha Allah kelamının canlı şahitleri olmadık. Ama zaman mefhumundan beri Rabbimiz o sahneyi gözlerimizin önüne getiriyor: Cehenneme önderlerinin peşisıra girecekler bağırarak. „Nerde o  bizi aldatanlar, bizden hakikati gizleyip bizi necis emellerine alet edenler, bizi dünyada da ahirette de rezil edenler, dinimizi gözümüzde küçültüp bizi ondan uzaklaştıran o zalimler nerede? Onları bize verin de onları perişan edelim.“

Günümüzdeki tabloyu ne de güzel izah ediyor Rabbimiz. Milyonlarca İnsan ahirette birlikte haşrolacağı zamanımızın Firavunlarının, Nemrutlarının… peşinden cehenneme gideceğinin hesabından uzak yaşıyor. Ne büyük felaket Ya Rab!

Bir kısım halkın gösterdiği teveccüh, -güneşin önündeki bulutların çekilmesiyle, asıl dostuna, velisine yönelecektir. Müslümanım diyenin velisi, dostu, sırdaşı uğruna canını vereceği Müslüman kardeşinden başkası değildir. Hakikatlerini halktan gizleyen sağ veya sol parti ve liderlikler bu hallerini uzun süre devam ettiremeyeceklerdir. O halde nasıl bir önderlik Müslümanın peşinden gidebileceği bir liderlik olsun!

Müslümanlar İslam’ın hayatlarının her anında tek referans olması gerektiği gerçeğiyle Laik bir anlayış sergileyemezler. Zulme direniş Müslümanca... Ticaret Müslümanca... Ev hayatı Müslümanca... Önderimiz, liderimiz dediğimizde Hz. Muhammed (s.a.v) ve onun yolundan gidenlerden başka bir alternatifi kabul edemeyiz. „O ayrı bu ayrı mesele“ söylemi şeytandandır.

Müslümanım deyip her türlü gayri meşruluklarla insanları İslam’dan soğutanları mazeret gösterip çareyi başka yerlerde aramak İslam’ın anlaşılmadığını gösterir. Oysa asrımızda, gerek bölgemizde gerekse de farklı coğrafyalarda İslam’ın doğruluğuna şahitlik eden şehitler, mahpuslar, mahrumların oluşu bizim için nimetlerin en büyüğü olsa gerek. Müslüman halklar, kıyamet gününde, „İslam halkasından çıkmış“, başkanlarının, önderlerinin peşinden gitmekle -bilmeliler ki; o liderler kendilerini suya götürür gibi cehennem çukurlarına götürüyorlar.

İşte henüz kıyametleri kopmadan, „kendilerini aldatanlari“, ayakları altında ezmek isteyenler için fırsat kaçmış değildir. Yapılması gereken samimi bir yönelişle Allah’a teslim olmaktır. Halkını cehenneme sürenlere yazıklar olsun. Fikret Gültekin 08.07.2011

 

19.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.7

 

„Mehdeviyet gerçeğini saptıran yanlış konular, ‘bekleyişi’ mehcur edecektir“

İslam İnkılabı Rehberi, mehdeviyette uzman olan öğretim görevlileri, uzmanları, yazarları ve mezun olanların bir grubunu kabulünde mehdeviyet gerçeğini saptıran yanlış konuların bekleyişi mehcur edeceğini söyledi. İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei, mehdeviyette uzman olan öğretim görevlileri, uzmanları, yazarları ve mezun olanların bir grubunu bu sabah kabul etti. Ayetullah Hamanei bu kabulde, tarih boyunca hareket ve mücahidet hedefinin ünvanıyla mehdeviyet konusunun önemine işaretle, bekleyişin mehdeviyetin ayrılmaz bir parçası olarak niteleyerek, gerçek uzman olan kişilerlerce güçlü, dakik ve alimane şeklide çalışmanın mehdeviyetin en önemli konusunu teşkil ettiğini söyledi.

Ayetullah Hamanei ayrıca hayali, itibarsız, cahilce ve kaba işlerden uzak kalmak gerektiğinin altını çizdi. İslam İnkılabı Rehberi, mehdeviyetin dinin yüksek maariflerin bir kaç asıl meselerinin arasında yer aldığını vurgulayarak, bisetlerin ve enbiyaların hareketinin tevhid çerçevesinde ve adalet esasında göre insanlardaki tüm kapasitelerini kullanmak için gerçekleştiğini belirtti. Ayetullah Hamanei, „İmam Zaman(a.c)’ın zuhur ettiği zaman tevhid, maneviyet, din ve adalet İnsanın çeşitli ferdi ve sosyal hayatı üzerinde hakim olacaktır“ dedi. İslam İnkılabı Rehberi, „mehdeviyet olmadan enbiyaların mücahidetleri ve çabaları faydasız olacağını vurguladı.“ Konuşmanın tam metni gelecek. Mha 09.07.2011

 

19.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.8

 

Mısır’lı müftü:

Mısırlı Müftü Peygamber efendimiz zamanında Develerin bulunduğu mekanlara, „cin ve şeytanların sızmış olacağından“, orada namaz kılmanın sakıncalı olduğu iddiasında bulundu. Abna 09.07.2011

Allah'u Ekber ya haram ve şüpheliden kasıtlı kaçmayan dinde tahribat yolu açmış, din'i iş kolu menfat haline getirmiş gurupların üzerinde içinde taşıdığı beraberinde sızdırdığı şeytan ve cinlerin girdiği yerlerde nasıl namaz kılınacak ve onlardan nasıl korunulacak!.. Çare; manen fikren ve fiziken mümkün olduğunca onlardan uzak durup en azından imanın en zayıfı ile Buğz ederek. Hacı bayazıt

 

19.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.9

 

Türkmenistan Fetullah’ın Okullarını Kapattı

Gerekçe ABD için casus yetiştirmek devletin yönetimine sızmak. Türkmenistan devleti, bu ülkenin idari ve kültürel yapısına sızmaya çalıştığı ve ABD için casus devşirdiği gerekçesiyle Fetullah Gülen cemaatinin okullarını kapattı. Fars Haber Ajansı’nın haberine göre, Türkmenistan, bu ülkenin idari ve kültürel yapısına sızmaya çalıştığı ve saf Türkmen gençleri arasından seçtiği genç dimağları ABD için casusluk yapmak üzere devşirdiği gerekçesiyle „Türk Okulları“ adı altında faaliyet gösteren Fetullah Gülen cemaatinin okullarını kapattı.

Fars Haber Ajansı’nın haberine göre, Türkmenistan, bu ülkenin idari ve kültürel yapısına sızmaya çalıştığı ve saf Türkmen gençleri arasından seçtiği genç dimağları ABD için casusluk yapmak üzere devşirdiği gerekçesiyle „Türk Okulları“ adıyla faaliyet gösteren Fetullah Gülen cemaatinin okullarını kapattı. Fars Haber Ajansı muhabirinin Aşkabat’tan bildirdiğine göre, Türkmenistan yönetimi Türkiye’nin Nur Cemaati’nin Türkmenistan’da dini - siyasi nüfuzundan duyduğu kaygı yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten tüm Türk okullarının faaliyetini askıya aldı.

Haberde, okulların kapatılma gerekçesi şöyle anlatıldı: „Söz konusu Türk okullarının eğitim çalışmalarının yanı sıra hedef ülkelerde Türk milliyetçiliğinin propagan- dasını yaptığı ve okullardan mezun olan öğrencileri hedef ülkelerde anahtar evkilere atamak için rüşvet bile verdiği ifade ediliyor.“ Geçtiğimizyıllarda bu okulların ‘Türkiye’ adına yetiştirdikleri zannedilen öğrenci ve elemanları -aslında ABD casusluk teşkilatı CIA’ya bağladığı ve „Türk milliyetçiliği ve Osmanlı hayallerinin aslında bu gençleri 'kandırmak için bir tuzak' olduğu, tuzağın CIA’da ayarlandığı ortaya çıkmıştı.“ Türkiye Gençler Birliği 16.07.2011

 

19.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.10

 

Vatana İhanetle Yatgılanacaksınız

Tuğamiral Cem Aziz Çakmak, „dış mihraklara uşaklık eden şerefsizlere sesleniyorum“ (Sözde) Balyoz davasının tutuklu sanığı Tuğamiral Cem Aziz Çakmak, davanın çöktüğüne dikkat çekerek, „Sahte dijital verilere dayalı bu dava bence çökmüştür. Bizleri bir süre daha çöken bu sahte davanın enkazında tutabilirsiniz. Ancak asıl soru, bu davanın sonunda enkazın altında kimlerin kalacağıdır“ dedi.

Çakmak, savunmasının bir bölümünde de, „Hainlik ve ihanetin odağı olan, dış mihraklara uşaklık eden şerefsizlere sesleniyorum. Bu salondaki koltuklara oturacaksınız ve vatana ihanet ile yargılanacaksınız. Bundan kaçışınız asla mümkün değildir.“ sözlerini kullandı. İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Balyoz davasının 40’ıncı duruşmasında eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek, eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına ile (SÖZDE) Balyoz Darbe planını hazırladığı ileri sürülen eski 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın da aralarında bulunduğu 146 tutuklu sanık ve 17 tutuksuz sanık hazır bulundu. Aralarında Koramiral Kadir Sağdıç, emekli Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek ve Albay Cengiz Köylü’nün de aralarında bulunduğu 16 tutuklu sanık ile 16 tutuksuz sanık ve hakkında yakalama kararı bulunan eski 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Ergin Saygun ise duruşmaya gelmedi. Mahkeme Başkanı Ömer Diken, duruşmaya katılmayan sanıklardan bazılarının, mazeret dilekçesi ya da sağlık raporu gönderdiklerini açıkladı. Yapılan kimlik yoklamasının ardından Başkan Diken, tutuklu sanık Tuğamiral Cem Aziz Çakmak’ın savunması ile duruşmaya başlayacaklarınııkladı. Müdahil avukat bölümü boş olduğu için sanık Çakmak o bölümde oturarak mikrofona yakın olarak savunma yaptı. Çakmak, Türkiye’nin her yerinden çıkabileceğini ifade ettiği suç unsuru taşıdığı ileri sürülen sahte dijital verileri lanetlediğini ve kabul etmediğini söyledi.

Sanık Çakmak, „Sahte dijital verilere dayalı bu dava bence çökmüştür. Bizleri bir süre daha çöken bu sahte davanın enkazında tutabilirsiniz. Ancak asıl soru, bu davanın sonunda enkazın altında kimlerin kalacağıdır.“ dedi. Hazırladığı iddia edilen personel listesinin sahte olduğunu ileri süren sanık Çakmak, „Listede bazı personelin görev yeri olarak belirtilen ve bir Nato Komutanlığı olarak ifade edilen CC MAR Naples’in 2004 yılında kurulmuştur. Oysa Personel listesinin oluşturma tarihi 2003 yılıdır. Dolayısıyla ya bu belgeyi hazırlayan kişi müneccimdir ya da belge sahtedir. „Bu belgeleri hazırlayan çete ne hazırladığının farkında bile değil“ ifadesini kullandı. Dönemin Donanma Komutanı olan emekli Oramiral Özden Örnek tarafından, ihraç edilmesi için Mart 2002 tarihinde Askare Mahkemeye gönderildiğini belirten sanık Çakmak, bu yargılama sonunda 2005 yılında beraat ettiğini söyledi. Sanık Çakmak, „2002 yılında beni TSK’dan ihraç edilmek üzere Donanma Komutanı sıfatıyla askeri mahkemeye sevk eden, diğer bir ifadeyle bana güvenini yitirdiğini açıkça göstermiş olan Oramiral Özden Örnek’in sözde böyle bir gayri yasal bir oluşuma beni görevlendirmesi mümkün müdür? Ya da benim böyle bir durumda görev kabul etmemi, akılve mantık sınırlarıiçinde kabul etmemi izah edebilir misiniz?“ dedi. Çakmak, „Özden Örnek’in, hazırladığı iddia edilen Amiral listesinde beni Tuğamiral ve Tümamiral olarak göstermesini hayatın doğal akışına uygun bulmak mümkün mü?“ eleştirisinde bulundu.

Sanık Çakmak suçlanma gerekçelerini ise şu iddialarıyla dile getirdi; „Bizim çocuklar başardı, başımıza çuval geçiremeyeceklerini bilmeleri, katıldığımız yüzlerce toplantı ve harekatta ulusal çıkarlarımızı korumamız, Atatürkçü kimliğimiz, karada terörle mücadele ettiğimiz, denizde ise küresel güçlerin oyunlarını bozduğumuz için buradayız. Geleceği zehirlenmiş bir ülkede sadece bizim değil, sizin de çocuklarınız ve torunlarınız yaşayacak“ Tutuklanması nedeniyle kızının, 16 Nisan’daki düğününün davetiyelerini yaktığını belirten sanık Çakmak, „Kızıma bunu bize yapanlardan ve destekçilerinden hesap soracağıma dair söz verdim ve sözümü tutacağım.

Son olarak hainlik ve ihanetin odağı olan, dış mihraklara uşaklık eden şerefsizlere sesleniyorum. Bu salondaki koltuklara oturacaksınız ve vatana ihanet ile yargılanacaksınız. „Bundan kaçışınız asla mümkün değildir.“ Allah(c.c) Cumhuriyeti ve donanmasını korusun“ diye konuştu. Askerhaber/ İstanbul 22.08.2011

 

20.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.1

 

ABD’nin Orta Doğu’daki varlığı ‘Ilımlı İslam Projesi’ine bağlı   

Bush’un Irak işgalini „Tanrı’nın emri’ olarak nitelemesi, Protestan yayılmacılığının habercisiydi...“Din sosyolojisi alanında uzmanlaşan Prof. Dr. Yümni Sezen, ABD’nin İran’a karşı Suriye stratejisini değerlendirirken meselenin bam teline basıyor: „Orada rehbere itaat vardır, taassup vardır, -Velayeti Fakih'ı- Ilımlı İslam’a yaklaştıramazlar. Bu nedenle Ilımlı İslam projesi, Batı’ya karşı daha „müsamahakâr“, daha „liberal“ olan Sünni toplumlar iktidarlar üzerinden yürütülüyor. Bu kesim „kapitalist“ sisteme uyduğu için, onlarla işbirliği daha kolay oluyor...“

Odatv’de 23 Eylül 2011 günü A. Metin Akpınar imzasıyla savunulan şu iddia da destekliyor Sezen’i: „Hangi ülkede yaşıyor olurlarsa olsunlar, ister iktidarda ister muhalefette olsunlar, ister azınlık ister çoğunluk olsunlar, ister İslamcı ister laik olsunlar, ‘Şiiler ve Aleviler‘, var oldukları her yerde ABD emperyalizmine karşı direniyorlar.“

Önce liberal bir Din gerekli. 11 Eylül 2001  itibarıyla dünyanın birçok noktasında yaşanan değişimi düşünelim şimdi. Nedir bütün olan bitenin tek kelimelik özeti: Liberalleşme.. Veya... Liberalleştirme değil mi? Ekonomileri, rejimleri, fikirleri ve elbette dini! Sözde  „terörizmi besleyen bataklıkları kurutmak“  için ortaya atılan Büyük Orta Doğu Projesi’nin  „demokrasi ihracı“yla varmak istediği gizli olmayan hedefi  „buralardaki pazarlar“dı. Ve „pazarları açabilmek“  için  „din“  aşılması gereken önemli bir  „engel“ di.

„Ne alakası var“ mı dedi biri? Bir Amerikalı, bir Budist’e ne pazarlayabilir ki? Yahut çay içmeyen, kahve içmeyen, sigara içmeyen, “iffet  yasası“ gereği filmlerin büyük bölümünü izlemeyen, yüzlerini endüstriye değil doğaya dönmüş haldeki Mormonlarla mesela, Philip Morris arasında nasıl bir arz-talep ilişkisi oluşabilir? Kentleşme olmadan, en önemlisi burjuva sınıfı oluşmadan, endüstriyel teknoloji gelişmeden ve  „talep“ edecek  „tüketmeye hazır“  bir kitle oluşmadan kapitalizm var olabilir mi?

Pekiiii... Bütün bu „şartlar“  bunların „caiz“ sayılmadığı bir ortamda tesis edilebilir mi?

‘Yeşil kuşak‘ın  rolü değişti. Kapitalizmin dün „komünist rejimler“le alıp veremediği neyse bugün Orta Doğu’ya diş bilemesinin temel nedeni de o aslında. Tabii burada yaman bir çelişki de çıkmıyor değil karşımıza. Soğuk Savaş döneminde, kapitalizmin en büyük „anti-komünist“ destekçileri, bugün işgale yeltendiği İslam ülkeleri değil miydi? „Evet öyleydi.“ Lakin İran Devrimi, Körfez Savaşı, Irak’ın işgali, Filistin sorunu gibi bir dizi tecrübeden sonra, 1970’lerde Sovyetler’e karşı oluşturduğu „Yeşil Kuşak“, ABD emperyalizminin ayağına dolanır hale geldi. İslamcı hareketlerin giderek anti-emperyalist karaktere dönüşme eğilimi, Orta Doğu’ daki Amerikan varlığııkarları için artık sadece bir tehditti. Dev Amerikan şirketleri ile hammadde ve pazar arasında örülen duvarların yıkılabilmesi için acil revize gerekliydi... Ve devreye, en kısa ifadeyle  „ABD düşünce kuruluş- larında geliştirilen Protestan İslam yorumu“  olarak tanımlanan Ilımlı İslam Projesi girdi. Rand Corporation Milli Güvenlik Araştırmaları Dairesi’nin „Uygar ve demokratik İslam, partnerler, kaynaklar ve stratejiler“ araştırmasına (2003) göre,  „dünyanın geri kalanının“ iktisadi ve siyasi çıkarları  „sistemle uyumlu, uluslararası normlara riayet eden bir İslam anlayışını“ gerektiriyordu. Rand Corporation’ın bu  „sorun“un halli için önerdiği çözüm  „köktendinciler, gelenekçiler, modernistler ve laikler“ olarak ele aldığı dört grubun birbirlerine müdahalesini sağlamaktı. Yani İslam, İslam içinde oluşturulan „kamplar“ üzerinden dönüştürüle- cekti.

Eylem Planı Yürürlükte. Dört aşamalı eylem planına göre; Önce modernistler desteklenecek; bu yönde bir kamuoyu oluşturulması için eğitim müfredatından, sivil toplum kuruluşlarının dizaynına kadar her yola başvurulacaktı. Okullar, enstitüler, internet siteleri, yayın organları, gençliği hedef alan organizasyonlar finanse edilecek ve bu kesim, gelenekçiler ile köktendincilere rakip çıkabilir hale getirilecekti. İkinci aşamada gelenekçiler  „köktendincilere karşı“ desteklenecek; anlaşmazlıklar kaşınarak iki grup ara- sındaki ittifak ihtimali sıfırlanacaktı. Gelenekçileri oluşturan mezhepler teşvik edilerek ayrımcılık uygulanacak, modernistlerin bu mecradaki etkinliği artırılacaktı. Yani  „gelenekçi“  diye adlandırılan kesim parça parça işbirlikçilerin safına devşirilecekti. Bu arada, kullanılan kavramlar gözünüzün önüne, RP-AKP ayrışmasının yaşandığı günleri getirmedi mi? İslamı, Protestanlaştırma Projesi’nin sonraki adımı köktendincilere savaş açmaktı. Savaşın silahı seçildi: Karapropaganda! Buna göre  „köktendinci kesim“  şiddet eylemleri ile örtüştürülecekti. „İslami terör“  denilen kavramın nasıl oluştuğunu hatırlayın şimdi! Karapropaganda aşamasının en önemli ayaklarından biri de toplum liderlerinin küçük düşürülmesi, zaaflarının ortaya serilmesiydi. Medya bu yönde yayın yapması için cesaretlendirilecekti.

Köktendincilerin „ortak düşman“  olarak algılanması sağlandıktan sonra, sırada son vuruş vardı. Bu kez tıpkı Erdoğan’ın „Arap Baharı“ turunda tabanını çok şaşırtan çıkışında olduğu gibi  „laiklik“ desteklenecekti. Laikçilerin  „köktendincilere“ karşıtlığı, ABD’ye karşı direnen farklı ideolojik grupların bir araya gelmesini engellemek için kullanılacaktı. Ne dersiniz, Türkiye’de  „laikçi“ kesimin bir bölümünün bütün  „milli“ duruşuna karşın İran konusunda, sırf  „din“ faktöründen dolayı, farkında olmadan ABD’nin ekmeğine yağ süren bir çizgiye kayıyor olması „son aşama“nın işaretlerinden biri sayılmalı mı?

Emperyalizmin İlk Hücresi. Ilımlı İslam Projesi’nin ana kumanda üssüne atanan yeni komutan Obama’nın, Başkan seçilmesinin hemen ardından yaptığı ve  „küresel imparatorluğunun bütün kullarına!“ hitap ettiği konuşmasında, „Bir rüyam var“ diyerek kendisini Martin Luther King’le özdeşleştirmesi de tesadüf değildi şüphesiz. King’e adını veren Martin Luther, Protestanlığın kurucusu ve  „kilise“den bağımsız bir Hristiyanlık hazırlayan kişiydi! Ve... Tarih, ekonomi, siyaset, sosyoloji ve teoloji bilimleri önünde sabittir ki, Protestanlık var olmasaydı kapitalist sistem bu denli ilerleyemeyecekti. Weber’in „kapitalizmin zorunlu şartı“ saydığı „Protestan ahlak“A göre „İster seçilmiş ister lanetlenmiş olsun bireyin dünyadaki ödevi, Tanrı’nın şanı için çalışmak ve yeryüzünde Tanrı’nın hâkimiyetini kurmak“tı. Hatırlayın, kendisini „seçilmiş“ sayan George W. Bush, Irak işgalinin  „Tanrı’nın emri“ olduğunu söylememiş miydi! Bu felsefeye göre Tanrı tarafından „seçilmiş olmak“, yani „günahlarından kurtulacak olmanın“ en önemli işaretlerinden biri (Özellikle Kalvinistlerde) ekonomik alanda başarıydı „Kâr“  bir çeşit bağışlanma umudu, ticaret de  „dini faaliyet“ olarak sunulunca ortaya „doymak bilmez bir canavar“  çıktı. Calvin’in faizin günah olmadığınııklaması, spekülasyon, devlet müdahalesi gibi konularda sağlanan özgürlükler sayesinde Sanayi Devrimi bir tür Protestan darbeye, Protestanların yayıldığı ülkeler (İngiltere ve Amerika örneklerindeki gibi) de dünyanın en büyük sömürge imparatorluklarına dönüştü. Lenin’in dediği; kapitalizmin en yüksek aşaması  „emperyalizm“ böylece gerçekleşti.

Bakın şöyle bir 11 Eylül’den sonra etrafımızda yaşananlara “Size demokrasi getiriyorum, size İnsan hakları getiriyorum, size eşitlik, size refah, size barış getiriyorum“ diyerek işgal edilen coğrafyalara dayatılan aslında neydi: Ya değişirsin, dönüşürsün, sömürgem olursun... Ya da; Düşmanız bundan sonra! Misyoner okullarıyla başladı. ABD’nin kendisine „biat eden kitleler“  hazırlamak için kullandığı „Protestanlaştırma“ yönteminin Anadolu’daki kökleri 1800’lü yılların misyoner okullarında çıkıyor karşımıza. Çok uluslu Amerikan sistemi, hem dünyaya verdiği bir tür „içe kapanma taahhüdü“ biçimindeki Monroe Doktrini’ni çiğnememesini, hem de sömürge yarışından geri kalmamasını sağlayacak  „misyonerler“ İkeşfettikten sonraki ilk hedefini Müslümanlar ve Yahudiler olarak belirlemişti. Ancak biri „çok sert“, diğeri ise „çok bütün“ olan bu iki gruba sızmakta zorlanacağını anlayınca rotasını Anadolu’da yaşayan Ermenilere çevirdi. Çünkü Ermeniler hem dağınık olmaları dolayısıyla Gregoryen Patrikhanesi etrafında güçlü bir birleşme gösterememişti, hem de Rumlar gibi arkalarında onları kollayan bir „hami devlet“ yoktu. Ortodoksların önderliğine soyunan Rusya ve o günlerde Anadolu’daki etkisi hiç de az olmayan Katolik Fransa karşısında, ABD’nin kendi siyasi çıkarlarına ulaşmak için kullanacağı Protestan varlığı böylece oluştu. Misyoner okulları eliyle Protestanlaştırılan ve ABD’nin emelleriyle örtüşen düşler görmeleri temin edilen Ermeniler çok kısa sürede Osmanlı’nın bağrındaki hançere dönüştü; ne zaman, ne-reye saplanacağını sömürgeciler arasındaki rekabet konjonktürü belirliyordu. Tıpkı bugün Orta Doğu’da olduğu gibi... rasthaber 29.09.2011

 

20.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.2

 

Allah’ın selamı, rahmeti üzerinize olsun

Aslan Ağbim, Devletler maneviyat ehlinin feraseti halkı Allah’ın hesabına yatkın hazırlaması ile kurulur; yıkılmasıda din adamlarının maneviyatdan uzaklaşıp İslam dairesinden çıkarak halkı şeytanın hesabına yatkın hazırlaması ile olur. „Irakın küzeyine kıyametin alametlerini döşemek için“ Özalın kulağına şeytanın sol ayağı dişi tarafından Fetulahcılar sağ ayağı oğlan tarafından Süleymancılar, Türkiye’nin himayesinde bir kürt devleti kurmayı üflüyorlar.

Daha soğraki gelişen süreçde, Özal’ın bu planı sosyal siyasi ve fikren sürükleyeceği ortamı müsait yapamadığı için... Ben hem Umremi yaparım hemde viskimi içerim diyen Karısı, üzerine sürdüğü alkol karıştırılmış kozmetik, yemiş olduğu haram ve şüpheli ile dışa vuran „nefesi ve teri“ sebebi ile zehirlenmesine, bağırsak düğümlenmesine „yarılmış göbek mide kasında“ atılamayan toksitlerin birikmesine zemin hazırlıyor... Yani karısı üzerinden „Özalın himayesinde gelişip kulağına üfleyenler“ zemin hazırlıyor... Benzeri olaylar bu şekilde oluyor.

Herkimki Allah’ın din’ini tahrip eder, tahrip edene yardım eder kollar gözetir sessiz kalır ise tahrip edenlerin ateşi onlarıda sarar İlahi Hükmü gerçekleşiyor. Kalbi maneviyat ve adalete dönük direniş cephesinde olan her İnsan hali anlayabilir korunabilir.

Tekrar aynı amaç için, „benzer olayın yapılması ile“ yani Başbakanın burnuna dibine kadar sokulan avanelerine güvenen „malum cemat/örgüt“ık ve imalı olarak Tayyip Erdoğan beyi tehdit etmiş ve ediyorlar... Mesela, nefes mesafesine kadar yaklaşan bağımlıları veya Eğemen Bağış gibi hayranları ile iletişim sağlayıp duyu yollarından sinir uçlarına dokunup ani başdönmesi göz kararması, yenilen içilen birşeye sinen nefesleri ile hazımsızlık, bağırsak düğümlenmesi yapabilirler; veya yenmiş ama henüz atılmamış „midede kalan bir parça üzerinde“ vucudun korunaksız bir anında mail, mesaj ve telefon ile iletişim sağlayıp, bütün vucudu kaplayacak derecede soğukluk verip bir anda vucudun bütün ısısınışürerek yaşamsal öneme sahip „vucut ısısı“ ile yağları yakan organların işlevini engelleyebilirler.

Allah’a yemin ederimki „İnsanlık alemi, deccalizmle mücadele asrında olduğunu anlayacak“ ve insanları İslam dairesinden çıkartan bu cematlerin önder- lerinin, sürücü ve taşıyıcı bağımlılarının Resimleri dahi Hastane ve Sağlık Ocaklarına asılıp, özellikle hasta insanlar ‘zayıf anında' son nefesde İtikat ve İmanını koruması için uyarılacak.

Korunmanın çaresi; haram ve şüpheliden manen, fikren ve mümkün olduğunca fiziken uzak durup euzu besmele ile, İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun okuyup ‘İslam dairesi’nin tahribinden geçinen sağlı sollu şeytanın iki ayağı üzerinde toplanmış bu gurupların hertürlü müsübetinden Allah’a sığınıp, en azından imanın en zayıfı ile onlara karşı Buğz etmek... ancak bu şekilde Allah’ın yardımı ile İbrahim (as) ın nemrutun ateşinden korunduğu gibi korunulur. Selam ve dua ile Allah’a emenet olunuz Hacı Bayazıt 02.12.2011 

 

20.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.3

 

İstiklal savaşı filan yok, hepsi dümen! ...diyen, südü bozuk haramzadelere!

Hürriyet yazarı Yılmaz Özdil’den çok konuşulacak tarihin Efsanesi ile yürekleri ısıtan bir yazı daha.

Punta’da bayram vardı. Yunan ordusu Pasaport’tan karaya çıkmış, İzmir Metropoliti Hrisostomos etekleri zil çala çala koşmuş, haçıyla takdis edip, „evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız“ diyerek yere kapanmış ve ilk ayak basan Yunan albayının çizmelerini öpüyordu.

Aniden... Uzun boylu, siyah takım elbiseli bi delikanlı fırladı ortaya, elinde revolver. Bastı tetiğe, trak trak trak! Efsun alayının sancaktarı karpuz gibi düştü atının sırtından. Panik... Baktılar ki, tek kişi, sarıverdiler etrafını, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse, orasına... Hasan Tahsin’di o yiğitler yiğidi Türk. Henüz 30’unda.

Hükümetimiz „bu tür şayialara ehemmiyet vermeyin“ diyordu hâlâ... Teori’yle pratik’in kesiştiği İnsan ise, vakit tamam demişti, Anadolu’ya geçiyoruz. Böyle başladı macera.

Ateşten gömleği giymişti ulus, aktı gitti, aylar yıllar, canlar... Takvimler 30 Ağustos 1922’yi gösterdiğinde, yer gök yarılıyor, şöyle yazıyordu hatıra defterine Yüzbaşı Kanellopulos, „Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz.“

Onun batmasını beklediği güneş, bizim için doğuyordu aslında... Çıktı bi kayanın üstüne Mustafa Kemal, haykırdı karanlığa, „Eyy Hacıanesti nerdesin, gel de kurtar ordularını!“

Kudurmuştu Ali Kemal... Büyük gazeteci! Kin kusuyordu köşesinden, „bu millici mahluklar kadar başları ezilesi yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir... „

O „mahluk“lardan biriydi İzmirli süvari teğmen Yıldırım... 18 yaşında. Vurulmuştu. 40 derece ateşli olmasına rağmen hastaneden kaçmış, cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonu’nu almaya çalışırken, son nefesini vermiş, bahçesine gömülmüştü.

Yıldırım toprağa düşerken, 30 kadar Yunan askeri girdi, savunmasız Kuzuluk Köyü’ne... Gözleri Fatma’ya takıldı, 15’inde... „Taze incir gibi“ dediler, sırıtarak... Kaçtı Fatma, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. Yakalım dediler, evi yakalım, nasıl olsa çıkar.

Çaktılar kibriti. Alev alev.

Çıkmadı kardeşim. Çıkmadı Fatma.

Teğmen Şevket, Uşak’tan geçiyordu o sırada... Sakarya’da şehit olan Yüzbaşı Basri’nin anacığı yakaladı kolundan, „Basrim nerde?“ diye sordu. İçi çekildi Şevket’in, boğazığümlendi... „Arkadan geliyor ana“ dedi. Söyleyemedi gerçeği... Ve, ömrünün sonuna kadar unutamadı bu yalanını, „kendimi asla affetmedim“ diye yazdı, o güne dair hatırasını.

„Bastır parayı, askerlikten yırt“ yoktu o zamanlar... Allah kısmet ederse, romanını yazmak istediğim, Albay „deli“ Halit, belinin sağında „namuslu“ dediği tabancasını, belinin solunda „namussuz“ dediği tabancasını taşıyordu. İşgalciye „namuslu“Yla sıkıyor, işgalciden korkup geri kaçana „namussuz“u gösteriyordu, „tercih senin yiğidim, istersen buyur kaçmayı dene!“

„Deli“ren biri daha vardı... İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Charpy, öfkeden deliye dönmüştü. Yırttı elindeki haritayı, fırlattı duvara, „bu hızla yarın İzmir’e girerler“ dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, hayalet gibi çıkıp, bi ordan bi burdan dalan, hızar gibi biçen Fahrettin Altay komutasındaki süvari tarafından lokma lokma bölünüyordu.

Kaçıyordu Yunan.

Ecel peşinde.

Ve, 9 Eylül. Hava mis. İzmir’in dağlarında çiçekler açıyordu. Bornova’dan boşaldılar aşağıya doğru, dörtnala. Sonradan adı Kahramanlar olan semte geldiler. Ödenecek „bedel“ vardı daha... İkinci Tümen Dördüncü Alay’dan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet, düştüler oracıkta. Bugün, anıtları var orada. „Vatan ve namus“ yazıyor altında.

İzmir’e ilk giren süvari olma „şeref“İ, İzmirli soyadını alan, Yüzbaşı Şeref’e nasip oldu. Bismillah ilk iş, koştu Şeref, Hasan Tahsin’in düşğü yere, Hükümet Konağı’nın alnı kabağına dikti al sancağı... Asteğmen Besim, Kadifekale’ye varmıştı bile.

Minarelerden ezan sesi yükselirken, Belkahve’deydi, Mustafa Kemal, seyrediyordu.

İşgal edildiği gün, bir ulusun Kurtuluş Savaşı’nı başlatan, işgali bittiği gün, o ulusun Kurtuluş Savaşı’nı bitiren, dünyada bu özelliğe sahip tek şehir, İzmir’i... Seyrediyordu.

Ağır ağır karardı hava. Kavuniçi top gibi gömüldü körfeze güneş, usuuul usul... Nif’te, kendisi için hazırlanan bağevine gitti. Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının cılız ışığıyla aydınlanan, buram buram Ege kokan bağevine... Etrafında, Celal Bayar’ın „Galip Hoca“lakabıyla dağlarda örgütlediği efeler... Yorgundu. Yemek getirdiler.

Yemedi. Cıgara çıkardı.

Kahve istedi. „Biliyor musun İsmet“ dedi...

„Bir rüya görmüş gibiyim.“

Karabasanla başlayan, 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya... Sona ermişti.

Taa ki... AKP’nin ilahiyatçı mebusu İhsan Şener, TBMM çatısı altında, „biliyor musunuz“ diye başlayıp, „Yunanlıların Türklerle savaşı yok. Bütün şehitlikler temsili“ diyene kadar. Yasu vre! Yılmaz Özdil Hürriyet 04.12.2011

 

20.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.4

 

Kerbela’yı anlamak ve anmak

Televizyon ekranlarında „İmam Hüseyin’i (as) anma ve Kerbela şehitleri“ ile ilgili matem programlarına  rastlıyoruz. Malumunuz Kerbela, İmam Hüseyin’in (as) katledildiği yerdir. Onunla beraber yanında bulunan yarenlerinin, ailesinin, kundaktaki bebeğinin, onun savunmasını Allah’a ulaşmanın vesilesi sayan 72 Allah dostunun vahşice kılıçtan geçirildiği, bu mübarek insanların Allah’a vuslat şerbetini içtiği yerdir.

Kerbela’yı anmak demek imam Hüseyin’in (as) İslam’dan sapmalara karşı kanını akıttığını hatırda tutmak, Allah rızası için canından geçebilmek, ümmetin ikazı ve irşadı için kurban olmak demektir. Kerbela’yı anmak demek, Yezid’in ordusuna ve Yezid gibilere; İslam’ı şahsi menfaatlerine alet edenlere; katliamları Allah rızasını umarak yapan dinden çıkmışlara lanet etmek demektir. Kerbela’yı anmak demek, hak ile batılın mücadelesini diri tutmak demektir.

Kerbela’yı anma merasimleri düzenleyenler ise: Din dersi kitaplarında yer alan „Kelime -i Tevhid“ İfadesinden „Muhammedur Resulullah“ kısmını çıkaranlardır, Müslüman halka domuz etini yemeyi serbest bırakanlardır, 40 bin kilse evini açanlardır,  Zinayı yasalaştıranlardır, Hıristiyan ve Yahudi firmalara bu ülkenin yeraltı kaynaklarını peşkeş çekenlerdir, Irak’ı işgal eden Amerikan askerlerinin sağ salim vatanlarına dönmesi için dua edenlerdir, Yine Irak’ta milyonlarca Müslümanın tepesine bomba yağdıran, binlerce kadının namusunu kirletenlere yardım edenlerdir,

Ortadoğu’yu isyanlar ve darbelerle işgal eden Hıristiyan Batı ile aynı safta yer alıp, onlara her türlü desteği sağlayanlardır, „Müslümana kılıç çeken bizden değildir“ hadisini hiçe sayarak, Müslüman alemine haçlı ordusunun ön safında kılıç çekenlerdir,

Bunları yapan bir zihniyet Müslüman alemine yani hak - batıl mücadelesinde Hakk’a, her gün Kerbela’yı yaşatmaktadır, Kerbela’yı unutturmamaktadır.  Ancak onların yaşattıkları ve unutturmadıkları Yezid’in mantığı, Yezid’in safı olduklarıdır.

Çünkü İmam Hüseyin (as) İslam’dan sapmaları engellemek, ümmeti ayıktırmak için kanını feda etmiştir. Bugün matem törenleri düzenleyenler ise, İslam’dan sapmaların merkezi olmuşlardır. Müslümanın kanına kast edenlerle beraberdirler. Bunca icraatlarından sonra, bu çevrelerin pak İmam Hüseyin’i (as) ve onun mübarek mücadelesini anmaya bizce artık hakları yoktur. Yapılacak olan önce tövbe istiğfar edip, bir daha Haçlının safına asla dönmemek; Hak’tan yana olanlarla beraber tek kalıncaya kadar beraber olmaktır. Haçlıyı İslam topraklarına yeraltı kaynaklarına ve yer üstü zenginliklerine sokmamaktır. Hem bunları yapıp haçlıya çanakçılık yapacaksın, hem de Kerbela’ya ağıt yakıp bu uğurda mücadele edenlerin yanında görünüp, karşısında yer alacaksın. Pes doğrusu! Allah ayıktırsın, bu derin gafletten Ümmeti Muhammedi uyandır- sın! Prof. Dr. Haydar Baş 06.12.2011

 

20.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.5

 

Kerbela Kıyamını Karartma Çabaları

Bismihî Teâlâ...

Muharrem ayında, İmam Hüseyin’in (a.s) tarihte emsali görülmemiş Âşûrâ kıyâmı, dini ne olursa olsun, bütün mazlumların yüreklerine cesaret, umut ve özgürce yaşama tohumları ekerken, zâlimlerin içine korku saldığı, müstekbirleri tir tir titrettiği bir gerçektir. Yaktığı bu meş’aleyle, her çeşit zulme ve despotizme karşı, özgürlük aşıklarının yolunu aydınlatan İmam Hüseyin’in bu dehşet verici fedakârlığının, bizim toplumumuzda gereken ilgiyi gördüğünü ve hak ettiği yeri bulduğunu iddia etmek, maalesef mümkün değildir.

Peki neden? Normalde hiçbir toplumun böylesine muhteşem bir olayı unutması, lâkayt kalmasışünülemezken, Ehl-i Beyt’i seven, çocuklarına Hasan ve Hüseyin adlarını koymaktan gurur duyan bu toplum, Kerbelâ’dan, Âşûrâ kıyâmından niçin habersiz?

Bunun ardında, elbette birçok sebep var. Ama, „ehli sünneti yaşadıklarını sanan“ Sünnî ulemânın Kerbelâ kıyâmının üzerini örtmeleri, örtemedikleri yerde karartma, dezenformasyon, tahrif ve çarpıtma girişimleri, bizce bunun en önemli sebebidir. Âşûrâ kıyamını -zülfü yâre dokunur kaygısıyla- olabildiğince gizlemeyi ilke edinen ulemâ, bu yolda utanç verici, akla zarar tahrifata imza atmış durumdadır. Şöyle ki:

1.Bunlardan biri „Kerbelâ kıyamını olabildiğince gizleme, üzerini örtme“ çabalarıdır. Toplumumuzda „İhyâ“sı dindar hemen her evde bulunan ve harıl harıl okunan meşhur İmâm(!) el-Ğazzâlî bu akımın öncülerindendir. el-Ğazzâlî ve ona eşlik edenler „Hüseyin’in öldürülüşünü halka anlatmak haramdır!“ diyebilmişlerdir.[1]

2.Olan bitenleri kadere bağlama, „takdir-i ilahi“ İle savuşturma gayretleri de bir diğer perdeleme harekâtıdır. Bu kaderci yaklaşımın mimarı, katliamın bizzat öncüsü olan Ömer b. Sa’d’dır. Kendisi orada işlediği cinayetleri, „Yukarıdan karara bağlanmış şeyler!“ olarak anlatıyor;[2] bu yolla toplumun infialini kırmayı amaçlıyordu.

3.Yezîd’in yönetimini meşru görme, böylece ona karşı yapılan ayaklanmaları -zımnen- mahkum etme girişimleri, söz konusu kıyâmı perdeleyen bir diğer etkendir.

Örneğin, „On iki imam hadisi“ olarak bilinen; „Bu din, sizlere on iki hâlîfe hükmettiği sürece aziz olacak / insanların işleri yolunda gidecektir.“ hadisini[3] duymuşuzdur. Vedâ Haccı sırasında Arafat’ta okunan hutbenin, dolayısıyla Vedâ Hutbeleri’nin bir parçası olan [4] bu hadisin verdiği mesaj esasen oldukça net. Ama bu mesajdan oldukça rahatsızlananlar, hadise makul ve inandırıcı bir çözüm bulamayınca; oturup bu on iki kişiyi bulmaya çalışmışlar. Sonunda fâsık Yezîd’i de bu on iki imam arasına katmışlar!

Yezîd’i bu on iki imam arasına katanlar arasında; İbn Hıbbân, Ebû Süleymân el-Hattâbî, el-Beyheqî, Qâdî Ebûbekr İbn’ül-Arabî, İbn Teymiyye, Qâdî İbn Ebil-Izz ve İbn Hacer el-Asqalânî de var!!![5] Yezit bu derece „düzgün“ bir yönetici olunca, Kerbelâ’da ve Harravak’asında dökülen kanlarla, ırza tecavüzlerle; bu dine(?) izzet ve şeref vermek ona kalınca, mahallenin namusundan sorumlu namussuzlar misali, kendisine karşı ayaklanmak kimin haddine!!!

4.Egemen Sünnî ulemânın, „Zâlim de olsa, bir yöneticiye karşı ayaklanmak haramdır“ Yaklaşımı, İmam Hüseyin’in şanlı kıyamının yaşayan Müslüman toplumlara aktarılmasının önündeki en büyük engellerden birisidir. Kimileri, İmam Hüseyin’e karşı Yezîd’i haklı bulabilecek ve Hz. İmam’ın kıyâmını mahkum edebilecek kadar alçalabilmiş, edep dışı bir duruş ortaya koyabilmiştir. Bunların başında, Yezîdî duruşuyla tarihe geçen Ebûbekr İbn’ül-Arabî gelir. İbn’ül-Arabî, „Yezîd’in askerleri, Hüseyin’i, ancak onun dedesinden işittikleri hadislere dayanarak katlettiler!“ diyecek [6] kadar arsızlaşa- bilmiştir! (el-Avâsım min’el-Qavâsım: s. 232) Bu hususta İbn Teymiyye’nin İbn’ül-Arabî’den pek geri kalır yanı yok aslında! Tamam, ona göre İmam Hüseyin mazlumdur, şehiddir! (Minhâc’üs-Sünne: IV, 530, 535, 550, 553-554) Onu öldürmek, öldürülmesine rıza gösterip sevinmek masiyettir. (IV, 550) Ama, bilin bakalım; İbn Teymiyye neden bu sonuca varmaktadır? İbn Teymiyye, İmam Hüseyin’in yönetimi ele geçirme arzusundan vazgeç- erek, Yezîd’in adamlarından şu üç seçenekten birini yapmalarını istediğini belirtir: a) Beni Yezit’le görüştürün. b) Bırakın, vatanıma döneyim. c) Uzaklara, sınır boylarına gideyim... Normalde gereken, ona bu üç seçenekten birini vermekti. Ama onlar bunu yapmadılar ve İmam Hüseyin’i katlettiler. (Minhâc’üs-Sünne: IV, 535, 553-554, 557)

Demek, İbn Teymiyye’ye göre, İmam Hüseyin şayet Yezîd’e karşı, „onu makamından uzaklaştırıp Müslüm- anların idaresini ele geçirmek“ niyetiyle savaş açsaydı, durum aynen İbn’ül-Arabî’nin dediği gibi; âsî, bölücü olurdu ve öldürülmeyi hak ederdi!!! İbn Teymiyye’nin has şakirtlerinden meşhur İbn Kesîr de aynı yoldan yürüyor:

„Hüseyin’i öldürenler, kuşkusuz onun Müslümanlar arasında tefrika çıkarmak ve toplumun biat edip üzerinde ittifak ettiği kişiyi (Yezid’i) yerinden alaşağı etmek amacıyla (Kûfe’ye) geldiğini düşünerek, te’vîlde bulundular / ictihâd ettiler.“ diyen İbn Kesîr, Sahîh-i Müslim’de bunun (= bölücülüğün) yasak olduğuna dâir hadis bulunduğunu; ama yine de çoğu âlimlerin İmam Hüseyin ve arkadaşlarının öldürülmesinden hoşlanmadı- klarını belirtir. (el-Bidâye: VIII, 220)

Bunlardan İbn’ül-Arabî’ye ilk tepki, tam 250 yıl sonra, kendi mezhebine mensup tarihçilerden İbn Haldûn’dan gelmiştir. Ancak, „Hüseyin’in katli, Yezîd’in fıskını pekiştiren icraatlarından biridir.“ diyen İbn Haldûn, bu sözünün ardından „Hüseyin orada şehid düşş, sevaba nâil olmuştur. O haklı ve ictihad sâhibidir. Yezîd ile birlikte hareket eden sahâbe de haklı ve ictihad sâhibidirler!“ diyerek, bir nalına, bir mıhına vurmuştur! (el-Muqaddime: s. 217)

Esasen İbn Haldûn’a göre, sultaya karşı ayaklananlarla savaşmak, ancak yönetici âdil ise meşrudur. (el-Muqaddime: s. 217) Ona göre, örneğin iktidarını „kan“ İle sağlama alan bir Abdülmelik b. Mervân, âdil bir yöneticiydi! (el-Muqaddime: s. 206)

Sonucu kestirmişsinizdir: Yani İmam Hüseyin, Yezîd’e değil de, Abdülmelik b. Mervân’a, hele bir de Muâviye’ye karşı ayaklanmış olsaydı; aklanmak için hiç şansı yoktu!!!

İbn’ül-Arabî’yi ettiği bu kelâm dolayısıyla eleştirenler arasında; İbn Hacer el-Heytemî, Molla Ali el-Qârî, Muhammed Ali eş-Şevkânî, Müfessir el-Âlûsî ve Abdürraûf el-Münâvî de var.[7] en-Nevevî’den „Zâlim de olsa, bir yöneticiye karşı ayaklanmanın icmâ ile haram“ olduğunu nakleden İbn Hacer el-Heytemî ile Hatîb eş-Şirbînî’nin, İmâm Hüseyin’in kıyâmı ayaklarına dolandığında, çözüm uğruna „Ama onun kıyâmı icmâdan evvel idi!“ demeleri [8], sizce de tam bir komedi değil mi?

Fakat işin doğrusu, genelde „İslam dairesinden çıkmış Peygamberin izinde olacak şekilde sünneti yaşamayan“ egemen Sünnî anlayışa göre, Hüseyin bu davada haksızdır ve onun katli yanlış değildir! Ne var ki, çoğunluk -belki edeben- bunu dobra bir dille ifade etmekten kaçınmıştır. İbn’ül-Arabî’ye yönelik hücumlar ise, onun daha çok edebini bozmuş olmasından kaynaklanmaktadır.

Son yıllarda Irak’ta, Pakistan’da ve birkaç aydır Suriye’de Müslüman kanı dökmeye bir türlü doymak bilmeyen tekfirci, Vehhâbî teröristlerin de İbn’ül-Arabî ile „kafadar“ olduklarını söylemek için, „müneccim“ olmaya gerek yok her halde! Bu terörist grupların, sürekli ama sürekli „Ş“ Müslümanları hedef alıyor olmaları, buna ilâveten, kendilerinin Suriye’de terörist eylemlerde bulunan çetelerinden birine „Yezid b. Muâviye Birliği“ Adını vermeleri [9], sizce de pek manidar değil mi?!

5.Dökülen kanlardan Yezid’i temize çıkarma gayretleri de var. „İmam Hüseyin’in katlini Yezid emretmemiş!“, „İbn Ziyâd’ın yerinde Yezid olaymış, kan dökmez, Hüseyin’i affedermiş!“, „Olan bitenlerden haberdar olduğunda üzülmüş!“ vs.[1] beyhûde dedikodular da, Sünnî toplumların bu büyük özveriden yeterince nasiplenmesini engellemiştir.

Oysa, Sa’düddîn et-Taftâzânî’nin de açıkça belirttiği gibi; „Yezîd’in, Hüseyin’in öldürülmesinden memnuniyet duyduğu, bu duruma sevindiği ve Peygamberin Ehl-i Beyti’ne ihânet ettiği; özü itibariyle mütevâtir haberlerdendir...“ (Şerh’ul-Aqâid: s. 188)

6. Kerbelâ kıyâmının tahrifinde, „dostluk, sevgi ve şefkat“ Pozlarına bürülü „kin ve nefret“ dolu açıklamalar da az önemsiz değildir. Örneğin İbn Teymiyye „Hüseyin’in çıkışında, ne dînî ne dünyevî; hiçbir maslahat yoktu! Aksine, o azgın zâlimler bu durumu fırsat bildiler ve nihâyet Rasûlüllâh’ın (s.a.s) torununu mazlum ve şehid olarak katlettiler.“ diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: „Onun çıkışı ve katledilişi yüzünden ortaya fesat çıktı! Şayet yerinde otursaydı, bunlar olmazdı. Onun, ‘hayır elde etme ve kötülüğü def etme’ amaçlarından hiçbiri gerçekleşmedi. Aksine, çıkışı ve katledilişi yüzünden kötülükler çoğaldı…“ (Minhâc’üs-Sünne: IV, 530) Mısırlı çağdaş tarihçilerden Şeyh Muhammed el-Hudarî ile Kuveytli Selefîlerden Osman el-Hamîs de bu konuda Selefleri İbn Teymiyye ile „uygun adım“ hâlindedir![2]

7.Sünnî câmiada sıkça görülen, „Yezîd’e lanet edilip edilemeyeceğine“ ilişkin kısır tartışmalar da, sonuçta İmam Hüseyin’in şanlı kıyâmını perdeleme girişimlerinden biridir. Tabii ya! Yezîd laneti hak edecek bir şey yapmamışsa, ona karşı yapılan Âşûrâ kıyâmını hangi meşru zemine oturtacak, neyi nasıl izah edeceksiniz?

8.Bu kıyâmı, kıyama destek vermeyen, hatta karşı çıkanların ağzından anlatmak, olayı sırf acıtasyon boyutuyla ele almak da, kıyâmın asıl maksat ve mesajını „hasır alti“ etme operasyonlarından birisidir.

9.Muharrem ayının 10. gününün, tarihte nice kurtuluşlara sahne olmuş, ne mübârek gün olduğuna ilişkin; o gün gerçekleşen Kerbelâ katliamını örtbas etmek için Emevîlerce kotarıldığı her hâlinden belli „uyduruk hadisler“ de bu yolda hayli etkilidir. „İHH mütevelli heyetinde görevli birisinin „Muharrem ayının bu yıl coşkuyla kutlandığını“ [3] söyleyebilmesi, bu çarpık anlayışın tezâhürü değil midir? Bu ne acı bir bilinç körelmesidir! Muharrem ve coşku... Ne de yakışıyorlar(!) birbirlerine, değil mi?“

10. Son zamanlarda, birileri Âşûrâ günleri düzenlenen mâtem merasimlerine takılır oldu! Hatta o gün döktüğümüz göz yaşlarına bile anlam veremeyenler çıktı!

Geçtiğimiz ay, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından, „Hacı Bayram Veli Câmii“nde „Aşure Günü ve Kerbelâ Şehitlerini Anma Programi“ düzenlendi. Programda bir konuşma yapan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez şunları söyledi: „Bugün Kerbelâ şehitleri için gözyaşı dökmek elbette takdire şayandır. Ancak sizce bu yeterli midir? Sadece hüzün, sadece keder, sadece gözyaşı yeterli midir Kerbelâ’yı anlamak için?...

Bugün bize düşen Kerbelâ’yı doğru okumak, Kerbelâ’yı doğru anlamaktır...“ [4]

Bütün bunlar, kuşkusuz, o gün düzenlenen matem merasimlerine „bid’at“ gözüyle bakan İbn Teymiyye vb.[5] nâsıbîlerden beslenen, talihsiz yaklaşımlardır! „İmam Hüseyin Kûfelilere kanıp yola çıkmasaymış“, „Ne yapalım, olan olmuş! Yürekleri dağlayan bu hâdiseyi sürekli hatırlayıp hatırlatmak, kabuk bağlamış yarayı kanatmak demektir. Bunun kime, ne faydası var! İyisi mi, unutalım gitsin!“ vs. yaklaşımlar; hadiseyi hiç anlamamış olmak bir yana, „İmam Hüseyin’in yolunu sabote etmek“, onun yaktığı özgürlük meş’alesini söndürmek, hedeflediği gayeyi, verdiği mesajı „katletmek“ demektir.

Günümüzde, „Ehl-i Beyt“ sözcüğünü ağızlarından düşürmeyen Semerkand cemaatinin çıkardığı takvime; 10 Muharrem’i gösteren yaprağın önüne arkasına bir bakın: İmam Hüseyin’in adından bir eser bulabilecek misiniz! Gerekçe aynı: Yaramızı deşmeyelim... Yezîd, İmam Hüseyin’in bedenini katletti; bu zihniyet ise onun kanıyla yazdığı evrensel mesajı katlediyor! 

Emin olun, bu ikinci katil İmam Hüseyin’e birincisinden daha çok acı verirdi! İmam Hüseyin’in ardından iki damla göz yaşını çok görenlere sormak istiyoruz: Olaydan sonra, tarih boyunca zâlim yöneticilere payanda olanlar, hak batıl kavgasında duracağı yeri şaşıranlar kimler; Hüseyin’in ardından ağlayanlar mı, ağlamayanlar mı? Etrafınıza bir bakın ve Allah için söyleyin: Şimdilerde Irak’ı, Pakistan’ı mezbahaya çeviren „Müslüman“ kaportalı tekfirci teröristler; ağlayanlardan mı, ağlamayanlardan mı? Öldürenler kimler, öldürü-len-ler kimler?

Bu durumda İmam Hüseyin’in mesajını kimler doğru anlamış; o gün göz yaşı dökenler mi, dökmeyenler mi? Ağlayın beyler, ağlayın! Hüseyin’e ağlayan gözler zarar görmez! Onun için dökülen göz yaşları hiçbir zaman boşa gitmez! Yok eğer göz yaşlarınız kurumuş, yürekleriniz katılaşmışsa; bari gölge etmeyin, ağlayanlara dil uzatmayın. Doğrusunu isterseniz, İmam Hüseyin’in bu emsalsiz özverisini karartma gayretlerinin altında yatan tek bir sebep var: O da sahâbeyi temize çıkarmak! Ümmetin maneviyat ve adalet ile siyaset ve menfat üzerinden imtihana çekilmesini perdelemek.

Tabii ya! Kerbelâ’yı doğru okuduğunuzda, fâsık Yezîd ve yönetimi hepten yerle bir oluyor. Bu olayda Yezîd’le birlikte hareket eden sahâbe, bütün itibarını(?) kaybediyor.

-  Bunun ucu, kendisini türlü ayak oyunlarıyla ümmetin başına musallat eden babası Muâviye’ye dokunuyor. Az yukarı yöneldiğinizde, Şam topraklarını „tepe tepe“ kullanma serbestisini „amca-oğlu“ Muâviye’ ye tanıyan, Halîfe Osman sorgulanmaya başlıyor! Sorgulama trendi, böylece yukarıya doğru çıkıp gidiyor!...

el-Ğazzâlî ve diğerlerinin verdiği fetvânın devamını okuduğunuzda, onların da aynı gerekçeye yaslan- dıklarını görüyorsunuz: „Bu durum sahabeden nefret etmeye ve onlara ta’n etmeye sebep olur...“

Yezîd’e (l.a) dokunmaktan çekinenlerin asıl korkularının bu olduğu yönünde, Sa’düddîn et-Taftâzânî de aynı tespiti yapıyor. (Şerh’ul-Meqâsıd: II, 307)

Esasen Ehl-i Sünnet toplumunun bu olayı doğru okuyamayışının temel nedeni, Hüseyin’e „Dedesinin torunu“ farkıyla, sıradan bir sahâbî gözüyle bakmalarıdır. Eğer ona, meveddet ve tathîr ayetlerine mazhar olmuş, Hz. Peygamber’in ilminin yegâne vârislerinden biri, söz ve davranışları bizim için bağlayıcı bir „huccet“ gözüyle bakılsaydı, elbette bu yanlışa düşülmezdi.  Selam olsun Hüseyin’e; onun dedesine, babasına, anasına, kardeşine ve çocuklarına!  Selam olsun; Hüseyin’in yaktığı meş’alenin aydınlattığı yolda yürüyenlere!  Selam olsun; özgürlük aşıklarına, bütün dünyanın mahrum ve mustaz’af halklarına!  Selam olsun; „Her gün Âşûrâ, her yer Kerbelⓠbilinciyle hareket edenlere!

 Ve lanet olsun; Yezîd’e, Yezit’lere ve onların bilinçli, „gönüllü“ avukatlarına! Vesselâm... Abdulkadir Çuhacıoğlu  10/01/2012

...“İmam Hüseyin alemlerin emniyeti İslamın beli ve omurgası ‘maneviyatın’ merhamet ve marifet kaynağı’dir; nasipsizler ondan mahrum olurlar... Şeytan alim müsvetdelerine yaklaşıp atar telkinini derinden, Peygamber vefat edince hemen kargaşa başladı, der... alim olacak zad’da, aman insanlar bunu bilmesin; diye, Ümmetin Ehl’i Beyt ile imtihanını gölgeleyip - zalimin dini tahribine - zülmüne ortak olur, peşindekilerini ateşe cehenneme sürükler... Böylece Allah’ın, „ Bugün kâfirler, sizin dîniniz’den “onu yok etmekten“ ümit kesmişlerdir.

Artık onlardan korkmayın;

Ben’den korkun! Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim… (el-Mâide, 3)“ayeti suhur eder...

Yani, alemlerin emniyeti İslam dışardan değil, içerden dünyaları için dinin ‘ucunu açıp genişleten’ yırtan alim müsveddeleri ile tahrip edileceği, ümmetin ‘dolaylı olarak insanların’ „Ehl’i Beyt” üzerinden imtihanı gizleneceği‘… haber verilir açığa çıkar. hacı bayazıt

 

20.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.6

 

ABD’nin Irak Yenilgisi Yeni Bir Dünyanın Başlangıcı

Ortadoğu uzmanlarından Wassim Raad, Amerika’nın Irak’ta yengilgiye uğrayıp çıkmasının anlamlarını analiz ediyor. Yangın dumanın gizleyemeyeceği bir çöküş. Amerika’nın Irak’tan kaçışı sürüyor ve uluslar arası medya tarafından aktarılan, ABD hükümetinin Irak topraklarını tahliye etme konusundaki hevesliliği, Amerika’nın hem ülkede, hem de tüm bölgedeki çöküşünün doğruluğunu kanıtlıyor. Amerikan yönetimi, birliklerini, aralık ayından çok önce çekmeye başladı -şuan da üslerde bulunan ve çekilecekleri duyurulanlar sadece sembolik birliklerdir. ABD’nin, medyayı ve siyasi dikkati ele geçirerek, olayları abartması ve sömürmesi konusunda son aylarda büyük başarı kaydederek, „Irak’taki çöküşünü gizlediği bir gerçek.“ Ayrıca ABD, bazı halk gösterilerinin yaptığı duman bulutları altına, Irak’taki çöküşünü gizlemekte de başarılı oldu. Fakat Arap ülkelerindeki olayların gizleyemeyeceği gerçek, bölgedeki Amerikan-İsrail macerasının başarısız- lıkla sonuçlandığı ve Obama liderliğindeki Amerikan yönetiminin, kolonyal istilayı ve İsrail’i koruma planlar- ının suya düşğüdür. Aslında ABD, Suriye ve İran’dan, İsrail’i koruma konusunda söz alamadı ve Lübnan ve Gazze’deki başarısızlıkların, İsrail’in caydırıcılığını ve stratejik üstünlüğünü sekteye uğratmasını engelleye- medi.

Tüm bunlar şu gerçeğin önüne geçemez: ABD sonrası Irak, Suriye-İran eksenine ve direniş güçlerine yakınlaş- maya başlayacak ve dünya, iki kutup arasında bir soğuk savaşa daha tanıklık edecek. Birinci kutup, ABD öncülüğünde, İsrail’i de içeren grup; ikincisi ise Rusya, Çin, Hindistan, Latin Amerika devletleri, Güney Afrika, İran, Suriye ve direniş güçlerinin oluşturduğu uluslar arası özgürlük ittifakı olacak. Şuandan itibaren, herhangi bir kimse için, bu soğuk savaş tarafında üretilen ya da kuşatılan denklemin dışında, bölgesel ve uluslar arası ilişkileri etkileyecek herhangi bir olay, çatışma ya da gelişmenin icabına bakmak mümkün olmayacak. Uluslar arası sahneyi ve ekonomik, siyasi ve stratejik güç merkezleri arasındaki dengeyi etkileyen bu çokluk, dünyanın geleceğidir, her ne kadar ABD, tarihin seyrine zıt yönde ilerlese de… Bu istikamet, kendisini, dünyadaki özgürlük güçlerinin bağlı olduğu iradelerin çatışması düzeyinde gösterecek. Özellikle Doğu, bir sonraki aşamada, büyük dönüşümlerin gerçekleştiği yer olacak. Velfecr 16.12.20.11

 

20.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.7

 

Dünyada Şii-Sünni fitnesi

Bismillah

„Karada ve denizde hiçbir kuş yoktur ki, Allah’ı tesbih etmekten gaflette olduğu zaman avlanmamış olsun... Allah’ı zikredene asla yıldırım isabet etmez.“ İmam Sadık (as)

Bir avcı avını avlamak için onun gaflet zamanını beklemektedir, avını gaflete düşürmeye çalışır, av gaflete düştümü onu rahtlıkla avlar. Karada ve havada bulunan hayvanlar Allah’ı tesbih ettikleri müddetce avcı onları avlayamaz. „insanlar da Allah’ı andıkları müdetce şeytanın tuzağına düşmez onun oklarının hedefi olmazlar.“

İslam düşmanları günümüzde Müslümanları avlamak için müsait bir ortamı beklemekte ve onlar Allah’tan, haktan, Kur’an’dan gaflet ettikleri anda onları avlarlar. Onların zaaf noktalarının peşindedirler; mezhebi duyarlılıklar, milli duygular düşmanın en önemli silahlarındandır.

Emperyalistler ya mezhebi farklılıkları gündeme getirip Müslümanları birbirine düşürmekte veya milli duyguları kabartıp birbirinden koparmaya çalışmaktadı-rlar. Bu hedef doğrultusunda öncelikle avını toplumun ileri gelenlerinden, halk arasında söz sahibi kişilerden seçmektedir. Onların siyasal alanda basiret ve feraset zayıflığından yararlanarak olanları tercih etmektedir. Bunların içinden makam, mevki hırsı olanlar, İslam’a hizmet adına hemen onların ağına düşmektedir.

Şiisi, Sünnisi bütün Müslümanlar çok dikkatli olmalıdır. Günümüzde siyonist kaynaklı fitne tekrar gündeme getirilerek Müslümanların birlik bereberliği zedelenmek isteniyor. Emperyal zihniyetin karşısında en büyük engel  olan Müslümanlarların „vahdet seddi“ yıkılmaya çalışılıyor. Gerçi tarihte de bu gibi fitneler hep olmuştur ama hidäyet önderleri, Müslümanların kardeşliğini hep güçlendirmiş ve Müslümanların vahdet seddine bir halel gelmesini engellemişlerdir.

Zalim tağuti güçler hep kılık değiştirerek Müslümanları kandırmayı başarmış ve Müslümanların kendi elleriyle vahdet, birlik ve kardeşliğe darbe vurarak kendi saflarına çekmişlerdir. Hidäyet önderleri Müslümanları her dönemde uyarmış ve hakim tağutların hilelerine karşı uyanık olmaya davet etmişlerdir. Tarihte hiçbir Masum İmam, Sünni Müslümanlara karşı bir savaş ve propa- ganda yapmamışlardır. Kendileri en zor şartlarda baskı, işkence ve hapisde olmalarına rağmen Şii Müslümanları Sünni Müslümanlarla vahdete, kardeşliğe ve birlik beraberliğe davet etmişlerdir. İmamların mücadelesinin Sünni Müslümanlara karşı olduğunu düşünenler tamamen yanılmakta ve emperyal gücün ağına düşerek avlanmışlardır.

Saltanatlarını sürdürebilmek için Müslüman kılığına giren tağuti güçler asla Sünni değillerdir. Emevi saltanatı Sünni saltanat değil, kendilerini Sünni Müslüman tanıtıp Sünni elbisesine bürünmüş zalimler ve onların yardımcılarıdır. Emevi saltanatında makam sahibi olanlar, zahiri Müslümanlar Sünni olmadıkları gibi, Ehlibeyt dostu elbisesine bürünmüş saltanatın yanında yer alan, onlarla işbirliğine girenler de Şii Müslüman değillerdir. “Masum İmamlar her iki grubu da kınamış ve Müslüman elbisesine bürünüp tağutun yanında yer alan bu sahte Müslümanlara dikkat edilmesi gerektiğini buyurmuşlardır.  Dört tane masum imamı şehid eden bu zihniyettir.“ Asıl hedefleri İslamı yok etmek olan Emevi saltanatını İslam devleti olarak gören Müslümanlar da onlarla aynı kefededir.

Abbasi saltanatının Emevi diktatörlüğünden geri kalan yanı yoktur. Ehlibeyt’in adını kullanarak başa gelen Abbasiler, Emevi saltanatını devirdikten sonra giydikleri Ehlibeyt dostu maskesi çok geçmeden düştü. Saltanata gelmek için Emevileri devirmenin hemen ardından en büyük engel olan Masum imamları kontrollerine alıp etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır, bunu başara- mayınca da  yedi masum İmamı şehid etmişlerdir. Anyı şekilde Abbasi saltanatını Müslüman olarak görmek onlarla aynı hedefi paylaştığını gösterdiğinden onların hükmündedirler. Osmanlı saltanatı, Safavi saltanatı da bunlardan istisna değillerdir. Her birisi Sünni veya Şii elbisesi giymiş kendi saltanatlarını sürdürme peşinde olan tağuti rejimlerdir.

Masum İmamlar yaşamış oldukları yaklaşık üç asırlık dönemde asla ...“Müslümanları Sünni-Şii diye iki gruba ayırmamışlardır.“ „Müslüman maskesi takmış tağutlar ve hak imama tabi olanlar“, diğer bir deyimle „gerçek Müslümanlar ve Müslüman kisvesine bürünmüş sahte Müslümanlar“ olarak nitelemişlerdir. Bu hidäyet önder- leri bir taraftan zalim tağuta itaat edilmemesi gerektiğini vurguluyor, diğer taraftan bu zalim tağuti sistemlerin İslami görünümlerine aldanılmamasını buyuruyor, bir diğer taraftan ise Müslümanların vahdet ve birliklerinin farz olduğunu beyan ediyorlardı.

Masum imamların siretinden de anlaşıldığı gibi onların bütün mücadeleleri, hangi isimle olursa olsun ilahi olmayan sistemlere karşı idi.

Günümüze geldiğimizde bu zalim tağuti zihniyetin kılık değiştirmiş olduğunu görmekteyiz. Zihniyet aynı ama isimler değişik. Zihniyet aynı ama taktikler farklı. Hedef aynı ama stratejiler ve metodlar farklı. Günümüz de emperyal tağuti güç, bir taraftan Müslüman ülkelerine kendi zihniyetini sürdürecek kukla rejimleri yerleştiriyor, diğer taraftan hidäyet önderlerinin yolunu takip eden ülkeleri ve Müslümanları tehdit, baskı, ambargo gibi yollarla sindirmeye çalışıyor ve diğer taraftan da Müslümanlar arasına Şii-Sünni fitnesini sokarak vahdetlerini bozmaya çalışıyor. Bu hedefine ulaşmak için bütün Müslümanların düşmanı olan „Vahhabi zihniyetini“ ortaya çıkarmış, kavga ortamı oluşturmak için ise bunun karşısında „gulatları“ takviye etmektedir. Ne „vahabiler Sünnidir“ ne de „gulatlar Şii“ ve  ne de halkı Müslüman olan ülkelere musallat olmuş „tağuti rejimler“ İslamidir.  Bundan dolayıdır ki, Müslüman ülkelerdeki „İslami uyanış“ konusunda Müslümanların vahdet ve birliğini korumları gerektiğini beyan eden müçtehidler özellikle Rehber  Hamanei bu fitne karşısında uyanık olmaya davet ediyorlar.

İşte günümüzde Şii-Sünni fitnesini çıkarmak isteyen emperyal tağuti güç en müsait ortamı ve fırsatı bulma peşindedir; bazen Sünnileri kullanıp Şiilere saldırtmak- tadır, bazen ise Şiileri tahrik edip Sünnilere düşmalık yapmalarını sağlamaktadır. Bu oyuna gelenler de aynı şekilde ne gerçek Sünnidir, ne de gerçek Şii. Şiinin düşmanı Sünni değildir bilakis zalim, tağut, emperyalist güç ve onlara destek verenlerdir. Sünninin düşmanı Şii değildir bilakis aynı şekilde emperyalist tağuti zihniyet, kafir ve müşriklerdir. Şii ve Sünninin ortak düşmanı, İslam’ın, Peygamber- in, Kuran’ın ve Masum İmamların düşmanıdır, kısacası gerçek Müslümanların düşmanı  Allah’a düşmanlık eden' dir.

Müslümanlar İmam Sadık (a.s) buyurduğu gibi, Allah’ı zikretmekten gaflet ettikleri, ilahi söylemler yerine emperyalistlerin sloganlarını tekrarladıkları müddetçe düşmanların ağına düşüp avlanmaktan emanda olamayacaklardır. Gaflet uykusundan uyanıp, Allah’ı daimen zikr ederek Müslümanların vahdetini, birliğini ve kardeşliğini koruma yolunda ilahi vazifeyi yerine getirme ümidiyle. Abdullah Özgür 17/01/2012

 

20.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.8

 

Cinlerini Eskişehire gönderdi

Aziz Yıldırım’ın avukatlarından şaşkına çeviren açıklama: Cübbeli, Eskişehir maçı kazansın diye cinlerini yolladı

Güneş gazetesinin sürmanşetten verdiği ‘Günün en geyik haberi Metris’ten’ başlıklı haberi çok konuşulacak. Cübbeli Ahmet Hoca Metris’te sohbet ettiği Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım’ın avukatları aracılığıyla Sarı Lacivertlilere mesaj gönderdi. „Galatasaray’ın yenilmesi ve puan farkının kapanmasın için dua ediyorum. Cinlerimi Galatasaray’ı marke etmeleri için Eskişehir’e gönderdim.“

Cübbeli cinlerini Eskişehir‘e gönderdi. Günün en geyik haberi Metris’te tutuklu bulunan Fenebahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın avukatlarından geldi. Yıldırım’ı ziyaret eden avukatlar yaptıklarııklamada, aynı hapishanede tutuklu bulunan Cubbeli Ahmet Hoca ile de sohbet imkanı bulduklarını belirterek, „Hoca Galatasaray’ın Eskişehir’de kaybetmesi, puan farkının azalması temennisinde bulundu“ dediler. Avukatlar ilerleyen sohbette Cübbeli Hoca’nın Fenerbahçe için sürekli dua ettiğini de belirterek, „Hocamız bize Eskişehirspor’un kazanması için dua ettiğini, hatta cinlerini Eskişehir’e yardımcı olması için gönderdiğini söyledi“ şeklinde konuştular. Aziz Yıldırım’ın avukatları, bundan sonra Metris’e her gittiklerinde Cübbeli Ahmet Hoca’yı da ziyaret edeceklerini belirrtiler. Internet 23.01.2012

 

21.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.1

 

Şehid İmad Muğniye’nın Kızı Fatıma’nın Konuşması

Uluslararası İslami Uyanış ve Gençlik Konferansı dolayısıyla Tahran’a giden Şehid İmad Muğniye’nin kızı Fatıma’nın İmam Hamanei’ye hitabı.

Bismillahir rahmanir rahim,

Vesselatu vesselamu ala eşrefi’l-halki seyyidina ve habibi kulubina Ebi’l-Kasım Muhammed b. Abdillah ve alâ âlihi’t-tayyibine’t-tâhirîn

Ey Serverim ve Velim, Ey Ümmetin Rehberi, Kardeşlerim ve bacılarım! Direnişin ve direnişçilerin kalbinden, mukavemet, cihad ve İslam yurdu ve Filistin’ in müdafaa sahnesi olan Lübnan’dan, Şehid Seyyid Abbas Musevi, Şehid Şeyh Ragıp Harb ve Şehid Komutan İmad Muğniye ve direniş önderi, iman ve sabır eri Seyyid Hasan Nasrallah’ın ülkesinden selamlar size…

Serverim! Ben sizin ve Şehid İmad Muğniye’nin, 25 seneden fazla bir müddet boyunca bütün istihbarat ve güvenlik güçlerinin gayretlerini suya düşüren ve istihbarat şebekelerini çökerterek dünyanın en büyük ordularının, yani Amerika ve İsrail ordusunun heybetini ortadan kaldıran o büyük mücahidin kızıyım. Bugün ben ve İmad Muğniye’nin yüzlerce öğrencisi, kendilerini görme şerefine nail olduğum yüzlerce devrimci genç, tağutların birbiri ardına devrildiği ve İslam güneşinin tekrar doğduğu bir sırada İran’a geldik, ta ki böylelikle İslam İnkılâbı’nın nurundan, aziz ve hekim İnkılab Rehberimizden şehidlerimizin yolunu nasıl sürdürelim, pak kanlarını koruyarak İslam düşman- larının komplolarıyla nasıl mücadele edeceğimizin ilhamını alalım. Bu düşmanlar yenilgilerinin son merha-lesini tecrübe etmektedirler. İnkılâbının ruhunun güzel kokusundan direnişin tesis edildiği bir ülkeye geldik.  Müslüman gençler olarak İslam’ı savunarak direnişi sürdürme ve ülkelerimizi müstekbirlerin kirli varlıkların dan temizleme sözünü vermeye geldik.

Kavram ve başlıkları yeniden ele alarak meydana gelen hadiselerin hakiki anlamlarını ifade eden ve aslolanı göstererek batılın ve tahrif edilen gerçeklerin yüzündeki peçeyi kaldıran bu uluslar arası konferans bize ve tüm ümmete kutlu olsun! „Tarihin tarihle, kanın kanla, cihadın cihadla, devrimin devrimle ve zaferin zaferle kurduğu bu bağ, bize ve doğudan batıya tüm ümmete kutlu olsun!“

İslami uyanışın, ümidin nedeni tektir; nübüvvet ırmağından abdest almış ve en şerefli öğretiden ders görmüş Kumlu bir adam, günün birinde herkes uyurken ayağa kalktı ve tarihin derinliklerinden „Zilletsiz ölüm hayattır“ diye ses verdi. Bütün varlığıyla haykırdı: „Camiler siperlerinizdir. Siperlerinizi boş bırakmayın“, ta ki böylelikle İslam ümmeti uyanarak muzaffer olsun ve İslam’ın sancağı İmam Mehdi’nin önderliğindeki Allah’ın kulları eliyle dalgalansın! Tercüme: Kemal SARAL Vellfecr 01.02.2012

 

21.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.2

 

Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı duruş

ABD’nin son dönemde Arap Baharı ile beraber kendi ile aynı görüşteki idarecileri ve Arap halklarını etkileyerek bölgeyi karıştırdığı malumdur.

Arap Baharının öncesinde ise, BOP çerçevesinde yine Ortadoğu’daki 22 İslam ülkesinde rejim ve sınır değişiklikleri projesi hayata geçirilmiştir. Bu iki çalışma da Arap aleminde ve İslam dini üzerinde tahribata yöneliktir. Asıl amacın ise, zengin kaynaklara sahip bölgenin kaynaklarını ele geçirmek olduğu Irak’ın, Afganistan’ın, Libya’nın petrollerine çöreklenmelerinden bellidir.

Rusya’nın ve Çin’in BM’deki Suriye yaptırımını veto etmesinin ardından, ABD Suriye’deki büyükelçiliğini kapattı. Görünen o ki, Rusya, Çin, Hindistan ve İran’ın birleşmesi ile ABD’ye ve BOP’a karşı bir ittifak oluşuyor. Bu ittifak ABD’nin ilerleyişini durduracak kadar güçlüdür. Tek kutuplu dünya düzeninden bahseden kapitalist ABD’ye karşı böyle bir ittifak, dünya dengeleri için de gereklidir. Görünen o ki, ABD’nin bu bölgede işi zorlaşıyor. Çeşitli bahaneler ile ülke kaynakları için işgal ettiği coğrafyada devletler ve de milletler onun asıl gayesinin farkına varıyorlar. Bu da ABD’nin, coğrafyadan elde edilen imkanlara artık daha zor ulaşacağını işaret etmektedir. Türkiye ise Müslümana ve İslam inancına yönelik topyekün Batının destek verdiği bu projelere sahip çıkmaktadır.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Suriye’yi destekle* yenler için „Bu nasıl Müslümanlık?“ıklama- sında bulunmuştur. Mezhepsel bölücülük ile halkını ayak- landırmaya çalışmalarına rağmen, Suriye’nin birliği- ni ve bütünlüğünü korumasının temeli aslında sağlam İslam itikadıdır.

Öyle ki, Filistin davasının en önemli bayraktarların- dan Hasan Nasrullah, Filistin ve Lübnan savunma- larında Suriye’nin verdiği maddi ve siyasi desdeği anlatmıştır. Nasrallah, Suriye’nin Filistin ve Gazze meselesinde, ABD ve İsrail’e teslim olmadığını söyleyerek; direnişin Suriye’nin desteği ile gerçekleştiğini vurgulamıştır. Nasrallah, Suriye dostu olan, Suriye’nin bağımsızlığını isteyen herkesin diyalog ve barış yanlısı hareket etmesinin altını çizmiştir.

ABD’ye teslim olmayan ve İsrail’in yayılmacı işgaline karşı Müslüman Filistin’i destekleyen Suriye Müslüman görülüp desteklenmeyecek; ama bu bir Haçlı Seferidir diyenler „demokrasi getiriyor“ gerekçesi ile desteklenecek… Hıristiyan Batının dediklerini yapmayı hatta projelerine sözcülük etmeyi, Müslümana namlu doğrultana ülke topraklarını üs yapmayı Müslümanlığa sığdıranlar, Müslüman Suriye’nin yanında yer almayı „Bu neden ve nasıl Müslümanlık?“ diye eleştirecekler?

Hz. Peygamber (s.a.v), „Müslümana kılıç çeken bizden değildir“ buyurmuştur. Demokrasi gelecek bahanesi ile işgal edilen ülkelerde bugüne kadar binlerce İnsan öldürüldü. „Ona ses çıkarmayanların“, Suriye’nin ülke bütünlüğüne ve halkının birliğine sahip çıkmayı eleştirmesi aslında doğaldır. Bu, yanlış siyaset Türk siyasetinin de bakışısıdır. Ne diyelim Allah bu yanlıştan, gaflet içinde olanları ayıktırsın. Prof. Haydar Baş 08/02/2012

 

21.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.3

 

Haçlıların İslamcı kalasları

Suriye ve İran eksenli operasyon tamtamları bağlamında, kimse, Avrupa ve Amerika’ya hayret etmiyor; onların kimliği belli, medeniyetleri belli, „haç“ları belli, geçmişleri belli, yaptıkları belli, planları belli, yapacakları belli… Akl-ı selim sahiplerinin hayreti, Türkiyeli kimi İslamcı takımına. Kendilerini nasıl bu kadar İslam’la kamufle edebilmişler! Amerika ve Avrupa’dan rol kapıyorlar; kimisi Haçlı’ya emir erliği yapıyor, kimisi zangoçluk. Irak ve Afganistan işgallerinde Amerika’ya emir erliği yapan bu Türkiyeli zavallılar, şimdi yine İslamcı kamuflajlarını üzerlerine geçirdiler. Müslüman avına çıkıyorlar.

Suriye bölgesinde Haçlı Avrupa’sının ve işgalci Amerika’nın emir erliğine soyundular, ısınma hareket- lerini tamamladılar, hazır ol vaziyetinde bekliyorlar. Ayranları yok içmeye; lakin Suriye’ye doğru, işgalcilerin ağzı ve edasıyla esip gürlüyorlar. „İşgalin ortakçılığı“nı yaptıkları Irak’ta can veren milyonlarca Müslüman’ın önünde, ırzına geçilen on binlerce Müslüman kadının huzurunda utanmıyorlar, aynaya bakmıyorlar.

Bakmayın, Elhamdülillah Müslümanız, demelerine; ayinesi iştir kişinin… Müslümanlara karşı kalplerinde gizledikleri buğzu, nifakı ve küfrü, gayr-ı müslim ortakçılarıyla işbirliği içinde dünden bugüne İslam coğrafyası üzerine kusuyorlar.  Münafikûn Sûresinde Yüce Allah, „asıl düşman“ ve „kıyafet giydirilmiş kalaslar“ diye tarif ettiği „eli kanlı gayr-ı Müslimlerle işbirliği halindeki“ bu tip İslamcı kılıklı nifak güruhunun Kelime-i Şehadetini dahi reddediyor (Münafikun Suresi, 63/1-11).

Bunların kalıpları hoşuna gider, konuştuklarında kulak asarsın, buyuruyor. Fakat, imandan sonra küfre sürüklenmeleri sebebiyle kalpleri mühürlenmiştir; ne söylersen söyle, anlamazlar, ikazını yineliyor Alemlerin Rabbi (Münafikun Suresi, 63/3).      

Dahası Yüce Allah’ın bizzat kendisi, bunlar hakkında, „Allah bunları kahretsin!“ diye beddua ediyor (Münafikun Suresi, 63/4). Böylelerinin İslam ve hidäyetten nasibi olmaz, bunlar iflah da olmaz…

Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında dünden bugüne İslam coğrafyasında katliam yapan işgalcilerle işbirliği içinde bulunan, şimdi ise Suriye’ye musallat olmak isteyen Türkiyeli bu tip İslamcıların vaziyetlerinin, ne kitapta, ne dinde, ne imanda, ne itikatta, ne demokraside, ne de devletlerarası menfaatte yeri var.

Kitapta, dinde yeri yok… Çünkü Haçlı’nın, üzerlerine bomba yağdırmak istediği insanlar, eksiği ile, hatasıyla Müslümanlar… Aynen ülkemizde olduğu gibi camilerde alınlarını secdeye koyuyorlar. Rab olarak Allah’ı, din olarak İslam’ı, Peygamber olarak Hz. Muhammed Mustafa’yı seçmişler, iman ve ikrar etmişler. Hatta bu Müslüman toplumun bir kısmı, Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’inde „sevilmesini emir buyurduğu Rasulullah’ın Ehl-i Beyti“ (Şura Suresi, 42/ 23) uğruna feda-i can edecek kadar da imanda kemal ehlidirler. Türkiye’deki sakallı, sarıklı, cüppeli İslamcıların birçoğunda bu sevgi ve bu iman yoktur.

Kelime-i Tevhid’i ikrar ve tasdik eden bir İnsan ve toplumun canı, malı, vatanı ve ırzı muazzezdir, mukaddestir, Allah ve Rasulü’nun koruması altındadır. Onlara tecavüz haramdır (Buhârî, Sahih, İmân 17; Müslim, Sahih, İman 36, (22).

Değil bir Müslüman’a dokunan; Rasulullah’ın beyanıyla, „anlaşmalarına sadık bir gayr-ı müslime dahi nahak yere kast eden bir cani cennetin kokusunu duyamaz“ (İbn Mace, Sünen, Diyat, 32).

Allah ve Rasulu’nun ortaya koyduğu „evrensel ölçü“ budur; hatta Kutlu Nebi, ikazının devamında „samimi olup olmadıklarına dair durumları Allah ile kendileri arasındadır“ buyuruyor. Böylesi bir Müslümanın veya İslam toplumunun üzerine saldırmak ve Haçlı ordularıyla işbirliği yaparak canlarına kastetmek, vatan ve namuslarına tecavüz etmek, asla Müslümanın işi olamaz. Zerre kadar imanı, iz’anı ve vicdanı olan bir Mü’min, böyle bir zulmün ve katliamın içinde yer alamaz. Bu olsa olsa, Asr-ı saadette olduğu gibi, İslamcı kamuflajlı münafıkların ve kalbi kafirlerin işi olur.

Müslümanların gerçekten düzeltilmesi gereken bir yanlışı varsa; bu yanlış, işgalci gayr-i müslimlerle işbirliği yaparak, -PKK’nın ve onları yüce milletimize karşı kullananların yaptığı gibi- masum insanların canlarına kastederek, mallarına ve namuslarına tecavüz ederek düzeltilmez. Kanla abdest alınmaz zira! Demek ki, bu işin dinde yeri yok, İnsanlıkta yeri yok… Bu iş demokrasi işi, İnsan hakları işi diyenler varsa; bunlar, fitne çomaklarını soktukları Mısır’a, Tunus’a, Cezayir’e, Libya’ya ve hatta birbirleri için kılıçlarını bileğleyen Irak’a getirdikleri „kardeş katli demokra- sisi“ne baksınlar. İşgalcilerin ve vahşi Batı’nın demokrasi oyunları, İslam ülkelerine „kardeş katliamı“ ve „kesintisiz iç savaş“tan başka ne getirdi?! Bu işin, demokrasi kitabındaki yeri bu ise; varsın böyle demokrasi eksik kalsın!

Efendim, devletler arası menfaat sözkonusu, diyen aymaazlar varsa; bunlar, gerçekten akıllarını peynir ekmekle yemiş veya vahşi Batı’ya satmış olmalılar. Böyle kirli ve vahşi bir işgale emir erliği yaparak sadece komşularımızı kaybetmiyoruz, her şeyimizi kaybedi- yoruz; bunu görmek için bir çuval akla gerek yok, çeyrek akıl bile yeter.

Türkiyeli kimi İslamcılar, ne pahasına bu Haçlı bir ateşine atlamak için can atıyorlar; bunu da Türk milleti anlamış değil... Belki de, Haçlı’nın bu „pis iş“İnin içine neden sürüklendiklerini kendileri de bilmiyorlar. Makul bir izahat yapamıyorlar çünkü. Bunların ahvali gerçekten izah edilebilir değil, anlaşılır değil... Anlayan varsa beri gelsin; saflar netleşsin. Hiç kimse, Yüce Allah’ın, „Bunlar kıyafet giydirilmiş kalaslardır, boyları-posları hoşunuza gider adam zannedersiniz… Allah bunları kahretsin“ (Münafikun, 63/4) diye beddua ettiği „Haçlı’nın İslamcı kalasları“nın safında yer alarak hayatını ve geleceğini riske atmasın! Mehmet Emin Koç 09/02/2012

 

21.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.4

 

Mezhep İhtilaflarını Eritmek En Büyük Görevimizdir

Sudanlı İslami düşünür Tahran’da düzenlenen Vahdet Konferansı’nı birleşik bir İslam Ümmeti görmek yolunda başarılı bir adım olarak niteledi.

Sudanlı İslami Mütefekkir ve Üniversite Profesörü Abdurrahim Amr Muhyiddin El-alem haber kanalına verdiği demeçte, „25.si düzenlenen İslam Birliği Kon- feransı, önceki devreleri yaşama geçirmek ve İslam birliğinin oluşması adına başarılı olmuştur; birlik olmanın başarılı kılınması için gereken sebepler bilinirse, birlik olma yolunda hiçbir engel kalmaz. Uluslararası İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Kurulu’nun düzenlediği ve 50 ülkeden İlim adamları ve Düşünürün değerlendiri- lmeye alınması için takdim ettikleri görüş ve önerileri ile konferans çok faydalı ve başarılı olmuştur“ıklamasın- da bulundu.

„Bu Birlik Konferansı beklenildiği gibi öncü rolümüzü yerine getirmemiz için üzerimize düşen görevi yerine getirmemiz gerektiğini ortaya koymuştur. O görev ise Birlik için çalışmak ve geçmiş devirlerde İslam Ümmetin' de Şia ve Ehli Sünnet arasındaki buzdağı gibi ayrılıkları eritmektir.“ diyen Amr Muhyiddin açıklamalarını şöyle sürdürdü:

„Bu konferans ve daha öncekiler dünya çapında tevhid yolunda olan İslami Mezhepler arasında somut, elle tutulur ve kuvvetli bir yakınlaşma sağlayacak bir özelliğe sahiptir... İslam ümmeti rolünü mezhepsel ve etnik fikirlerin üstünde tutmak icap ediyor... Kuran Müslümanlara mezhep veya taife olarak değil, bir ümmet olarak hitap ediyor. Ayrıca konferansın, halkı hakkından mahrum bırakmakla beslenen zorbalık ve diktatörlüğe karşı yapılan Arap devrimleri gölgesinde birlik görüntüsünü sağlaması gerekmektedir.“

Abdurrahim Amr Muhyiddin açıklamasını şöyle bitirdi: „Uzun yıllar boyunca İslam ümmetinin üzerine çökmüş bu rejimlere karşı şiddetli bir şekilde tepki verilmesi doğaldır. Rejim destekçileri, kalıntıları, zenginler ve güvenlik birimleri gibiler rejimin düşmesi halinde mahkemeye düşmekten korktukları için kendi halklarını vahşice öldürüyorlar. Şüphesiz bu gibi devrimler kazanacak; Mısır’da ve Tunus’ta İslamcılar öne geçti. Bu devrimlere karşı koyan Arap yönetimleri suçludurlar; çünkü İslami uyanış, Siyonist düşmana karşı tehlike oluşturuyor.“ velfecr 11.02.2012

 

21.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.5

 

Velayet

„Bu dünyayı sen mi idare ediyorsun?“ Rahmetli babamın ailemizdeki fertleri teselli babında zaman zaman sarf ettiği bir soru cümlesi idi. Babam rahmetli olduktan sonra benim de sıkıntılı zamanlarımda kendi kendime üzerinde düşündüğüm ve şimdi bile garip bulduğum „idare et kafana takma“ Anlamında bir cümle olduğu aşikar. Eğer niyetlerimiz iyi ve güzelse akibet her zaman hayırdır. Bizlere şer gibi görünse de, olan her şeyde bir hayır vardır. Önemli olan bizlerin kendimize arif olmamız ve niyetlerimizin güzelliğinden emin olma- mızdır.

Kendine arif olmak nefsin oyunlarını bir şekilde fark edebilmek, seçilmişlerin hakkını verebilmek her zaman kolay değildir. Bir Müslüman için yaşadığımız bu günün en büyük ve en önemli gerçeği Hz. Ali’nin (k.v.) açtığı velayet gerçeği, velayet yoludur. „Ben ilmin şehriyim Ali de kapısıdır“ diyen Resulullah Efendimiz (s.a.v.) de 18 bin alemin, kainatın yaradılış sebebi, Rabbimizin habibi, nebisi, şefi ve resulüdür. Çok şükür O’nun ümmeti olmak gibi yüksek bir şeref ile şereflendik.

Artık bizlere düşen O’nun irtihali ile başlayan açılan velilik yolunda gidenlere sahip çıkmak ve onlara teslim olmaktır, büyük sözü dinlemektir.

Okuduklarımıza göre:

Fahr-i alem buyuruyor;

„Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, üç kişi İsa meşrebi üzerinde, bir kişi de Muhammed (s.a.v.) meşrebi üzerinde bulunur... Bunlar mertebelerine göre insanların efendisidir.“

Peygamberimizin belirttiğine göre bunlar ile yağmur yağdırılır. Allah bunlar vasıtasıyla belayı def eder ve bunların yüzü suyu hürmetine insanları rızıklandırır.“ (İbn Hanbel, Kitabü’z-Zühd; Makalat, Prof. Dr. Haydar Baş, s.78).

Bu güzel hadisi-i şeriften anladığımıza göre; gerçekten aramızdan birileri „bu dünyayı idare ediyor.“ Allah(c.c.) bizleri de velilerinden, seçilmişler- inden eylesin, en azından onları seven ve yolunda gidenlerden. Kevser Doyurum 10.03.2012

 

21.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.6

 

Türklerin İslam’la şereflenmesi Ehl-i Beyt iledir.

İslam’a büyük hizmetlerde bulunmuş ve Hz. Peygamber- in (s.a.v) övgüsüne mazhar olmuş Türkler, İslam’ı bizzat Ehl-i Beyt’in kaynaklarından öğrenmişlerdir.

Ehl-i Beyt’i sevmemiz hususunda Cenäb-ı Hak şöyle buyurmuştur: „Deki: Ben bu (Peygamberliğimi tebliğime) karşılık sizden yakınlarıma sevgiden başka hiç bir ücret istemiyorum.“ (Şura, 23) Meveddet ayeti olarak bilinen bu ayete göre İmam Şafi, „Ehl-i Beyt’i sevmek farzdır“ der.

Türklerin Ehl-i Beyt’i sevmesinin bir diğer nedeni de İslam’la şereflenmelerine vesile olmalarıdır.

Kerbela’da Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra, Hz. Peygamber’in (s.a.v) torunları Türkistan’a göçtüler. Horasan ve Maveraünnehir’e yerleştiler.

İmam Hasan (as) ve İmam Hüseyin’in (as) soyu 8. yüzyılın başlarından itibaren İran, Horasan, Daylam, Tabaristan, Türkistan bölgesine yayılmışlardır. Bundan sonra başlayan süreçte Ehl-i Beyt imamlarının Türkleri İslam’a daveti büyük bir muhabbetle gerçekleşmiştir.

İmam Musa Kazım (as) ve oğlu İmam Rıza (as ) Horasan bölgesinde yaşamış olup, kendileri ve çocukları yerli halkla evlenmişlerdir.

İmam Zeynelabidin (as) oğlu Zeyd soyu, İmam Cafer’in (as) oğlu İsmail ve onun oğlu Muhammed soylu imamların Türklerle yakın ilişkileri olmuştur.       

Halife Memun’un, İmam Rıza’ı (as)  veliaht tayin etmesi ile Türkler Abbasi ordusunda ve yönetiminde önemli mevkilere getirilmişlerdir. Abbasiler, İmam Naki’yi (as) Samarra’da yaşamaya mecbur ettiklerinde, İmam Naki (as) de bu bölgede Türklere İslam’ı tebliğ etmiştir. Türklerin Kur’an’ın Türkçe anlamını öğrenmeleri, Hz. Peygamberin sünnetini, İslam’ın temel prensiplerini kavramaları hep Ehl-i Beyt imamları kanalı ile olmuştur.

Anadolu’nun İslamlaşmasında ve Türkleşmesinde en önemli isim Ahmed Yesevi’dir. Belh, Buhara ve Horasan taraflarından gelen erenleri bu coğrafyalara yerleştir- miştir. Ahmed Yesevi, Hacı Bektaşi Veli, Sarı Saltuk, Geyikli Baba, Abdal Musa ve Horozlu Dede gibi alperenleri Anadolu’ya göndermiştir.

Hacı Bektaşi Veli bu hareketin öncülerindendir. Soyu İmam Musa Kazım’a (as) uzanmaktadır. Kendi himayesinde 36 bin kişinin olduğu yazmaktadır. Hacı Bektaş’ın halifelerinden Karaca Ahmed Sultan İstanbul’da ve Akhisar’da; Akçakoca’da,  Akyazı’da; Barak Baba Bigadiç’de; Hızır Samut Bozok’da Yozgat’ta; Sultan Şüca Eskişehir’de; Hacım Sultan Uşak’ta; Taptuk Emre Sakarya bölgesinde faaliyet göstermişlerdir. Şeyh Abdal Murad Horasan erenlerindendir. Bursa’nın fethinde bulunmuştur. Şeyh Abdal Musa Yesevi fakirlerindendir. Hacı Bektaş ile Anadolu’ya gelmişlerdir.

Emir Sultan Hüseyni soyundandır. Şeyh Geyikli Baba da Yesevi fakirlerindendir. Bursa’dadır. Burada Ahilik teşkilatından da bahsetmek gerekir. Ahi teşkilatını kuran kişi bir Ehl-i Beyt aşığı olan Hacı Bektaşi Veli’dir.

Anadolu, Ehl-i Beyt anlayışı ile önce İslamlaşmış ve sonra Türkleşmiştir. Büyük Selçuklular, Anadolu Selçu-klular dönemlerinde Yavuz Sultan Selim zamanına kadar geçen süreçte Ehl-i Beyt’in nefesi, himmeti bu coğrafyada idi.

Ancak bundan sonra Ehl-i Beyt’e sırtını dönen anlayış zaten Osmanlının da sonunu hazırlamıştır. Türk İslam dünyasının geçmişte olduğu gibi yeniden gerçekleşecek hakimiyeti, bu Ehl-i Beyt, Türk İslam medeniyetinin tekrar inşası ile mümkündür. Türk İslam medeniyetini Anadolu coğrafyasındaki insanlara yaşatarak birliği temin etmek, bozulmadan, dağılmadan, Müslüman Türk kimliği etrafında buluşmak lazımdır.

Bugün asıl olan ayrışım değildir. Bu topraklarda yaşayan bütün etnik grupların Müslüman Türk kimliği ile var olması onların yücelmesine ve yükselmesine yegane sebeptir. Biz bu yoldaki gayretimizi çalışmalarımız ile devreye koyduk. Allah muvaffak eylesin. Prof. Dr. Haydar Baş 02.04.2012

 

21.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.7

 

Erdoğan’dan savaş çağrısı

Esad zaman kazanmadan saldıralım !!!

Bugün İstanbul’da düzenlenen „Suriye Halkının Dostları“ toplantısında ilk konuşmayı yapan Başbakan Erdoğan, „uluslararası toplumun harekete geçmesi kaçınılmaz hale geldi“ diyerek bir kez daha açıkça acil askeri müdahale çağrısında bulundu. Bugün İstanbul’da düzenlenen „Suriye Halkının Dostları“ toplantısında ilk konuşmayı yapan Başbakan Erdoğan, „uluslararası toplumun harekete geçmesi kaçınılmaz hale geldi“ diyerek açıkça askeri müdahale çağrısında bulundu. Bunun için gerekçe olarak Annan planı konusunda adım atılmamış olmasını gösteren Erdoğan, askeri müdahale konusunda ABD’den bile daha aceleci olduğunu bir kez daha gösterdi. haber.sol.org.tr 02.04.2012

 

21.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.8

 

„Esad’ın kalması İsrail için hezimet olur“   

Mossad’ın eski başkanı : ‘‘Esad kalırsa bizim için hezimet olur’’ İsrail gizli servisi Mossad’ın eski başkanı Efraim Halevi, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın görevde kalmasının, „İsrail için büyük bir stratejik hezimet olacağıni“ İleri sürdü. Halevi, Yedioth Ahronot gazetesinde yayımlanan makalesinde, Suriye’deki krize siyasi çözüm bulunması konusunda BM ve Arap Birliği’nin Suriye Temsilcisi Kofi Annan’ın hazırladığı plana ilişkin görüşlerini açıkladı.

Annan Planı“nın kabul edilmesi ve uluslararası toplumun Esad’ın koltuğunda kalmasına razı olmasının İsrail açısından taşıdığı tehlikelere işaret eden Halevi, şunları kaydetti:Annan girişiminde başarılı olur ve Türkiye, Rusya, Çin, ABD, Fransa, İngiltere ile Almanya bu planın uygulanmasını uygun görürse, bir devlet olmamızdan bu yana İsrail’in en büyük stratejik hezimetine tanık olacağız. Şayet Annan bütün bunları bizi hesaba katmadan yaparsa hezimet katlanacak.

Gelinen aşamada İsrail’in siyaset ve güvenlik bakımından bir meydan okumayla yüz yüze olduğunu savunan Halevi, İsrail hükümetinin ise sessiz kaldığına işaret etti. Annan Planı“nın Esad’ı, sorunun odağı olmaktan çıkarıp Suriye krizinin çözümü için önemli bir ortağa dönüştürdüğünü iddia eden Halevi, İran’ın da Suriye’de çözüm sağlanması konusunda büyük devlet- lerin stratejik müttefiki haline geldiğini savundu. Efraim Halevi, 1998-2002 yılları arasında İsrail gizli servisi Mossad’ın başkanlığını yapmıştı. Rasthaber 02.04.2012

 

21.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.9

 

Yok oluşun ilahi işaretleri

Tarihin karanlıklarında nice ölü devletler, nice kadavra imparatorluklar ve nice helak olmuş toplumlar gömülüdür. „Devlet ve toplum kabristanlığı“ndan ibret almamız gereken günlerden geçiyoruz. Nitekim merhum Akif, „kıssadan hisse“sinde şöyle der: „Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?  „Tarih“ „tekerrür“  diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?“

Yaşanan olayları ele alın; millet, hükümet veya devlet iradesinin esamesi okunmuyor. Türkiye sürüklenip gidiyor. Sürüklendiğimiz noktayı öngöremiyoruz. Sayısını hatırlayanımız yok… Şu kadar devleti yıkılıp gitmiş, şu kadar boyu ve soyu tarihten silinmiş bir millet olarak, akıl almaz gidişatımızın ve devlet-millet sürüklenişimizin varacağı yok oluşu görmek zorundayız. Hakkı teslim etmek lazım ki, Prof. Dr. Haydar Baş beyden başka, gelişmeleri ve tehlikeleri öngörebilen, sivil-asker herkesi ayıktırmaya çalışan, devlet ve milletin akıl sahiplerine çağrı yapıp çözümler sunan, yol gösteren bir Allah kulu yok…

Merhum Celal Mısır hocamız, 84’lü yıllarda şu gerçeğin altını ısrarla çizerdi: Bir milletin uleması (aydın kesimi) ve umerası (idarecileri) bozulursa, o millet yok olmaya sürüklenir. Bu hikmetin, Hz. Peygamber’den bir haber, bir tenbih olduğunu yıllar sonra fark ettim.          Nitekim Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurur:

„insanlardan iki sınıf vardır ki, onlar iyi olursa, tüm toplum iyi olur; onlar bozulursa bütün toplum bozulur. Onlar, alimler ve idarecilerdir“ (Suyuti, Cami’us-Sağir, H. No. 5047; Münavi, Feyz’ul Kadir, 5/ 384, 5047; Ebu Nuaym, Hilye, 4/96).

Bugün maalesef toplumumuz bu bozulmayı ciddi düzeyde yaşıyor. Alemlere rahmet Hz. Muhammed- ’in(s.a.v) „Ümmetim hakkında en çok korktuğum fitne, sapmış ve saptıran idarecilerdir. Ümmetimden bazı gruplar (Hak din olan İslam’a sırt dönerek) müşriklere ve Ehl-i Kitaba iltihak edeceklerdir, onların dinlerine dahil olacaklardır „ diye haber verdiği büyük fitne, Müslüman toplumları kasıp kavuruyor (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9; Darimí, Sünen, Rikak 39, H. No: 2755, 2/219).

Toplum, yöneticileri veya okumuş-yazmış takımı bahane ederek bozulmaya ya mazeret üretiyor, yahut duyarsız kalıyor. Ancak akıl sahibi hiçbir toplumun, „Ey Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yolda saptırdılar“ (Ahzab Suresi, 67) diyerek helak olmaktan ve azaptan kurtulması mümkün olmaz.

Vakıa şu ki, geçersiz hiçbir mazeret, toplumların helakini engelleyememiştir. Hatta birçok geçerli mazeret bile helak olmaktan kurtulmak için yetmemi- ştir.Toplumdaki bozulma öyle bir hal alır ki, kulaklar işitmez, gözler görmez, kalpler ürpermez. İdareciler başta olmak üzere toplum, bakar kördür artık… Bugün maalesef bu süreci yaşıyoruz. „Onları doğru yola çağırmış olsanız, işitmezler. Ve onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler“ (Araf Suresi, 198)

Akl-ı selim ikazlara kulak asmayan, yanlış ve batılda ısrar eden şımarmış idareciler, kendi toplumlarının helake sürüklenmesinde baş çekerler. Alemlerin rabbi olan Allah (c.c), toplumların yok oluşa sürüklenmesindeki evrensel ilahi ölçüyü şöyle açıklar:

„Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin servetten ve devletten şımarmış elebaşılarına (hakkı/doğru) gösterip ikaz ederiz; buna rağmen onlar ısrarla orada kötülük/batılı işlerler. -Böylece o ülke, helâke müstahak olur; biz de orayı darmadağın ederiz“ (İsra Suresi, 16).

Servet ve devletle sımarmış bu yöneticilerin en temel vasıflarından biri de, işbaşına geldiklerinde tarımı ve nesli /geni kökten kurutmaya kalkışmalardır… Nitekim bu bağlamda da ilahi ikaz söz konusudur: „Dünyaya dair konuşmaları seni imrendiren şu (Müslümana hasım olanlar), yer yüzünde iş başına geçti mi orada fesât çıkarmaya, tarımı ve nesli/geni kökünden kurutmaya koyulurlar.

Allah ise fesadı sevmez“ (Bakara Suresi, 205). Yerden bereket ve gökten rahmet kesilir. Yüreklerden iman ve samimiyet çekilir. Toplumu kaos, kargaşa ve korku kuşatır. Kardeş kardeşe kırdırılır. İlahi ve nebevî haberlerin işaret ettiği bozuk idarecilerin eli, uygulamaları ve hıyaneti ile toplumlar yok oluşa sürüklenir; devlet ve milletler, artık kadavra millet ve ölü devlet halini alırlar. Hz. Peygamber’in hatırlatmasıyla, böylesi hıyanet içindeki idarecilerin ne dünyada, ne de ahirette yatacak yerleri yoktur: „Bir adam ki, Allah onu, halkı görüp gözetmek ve himaye etmek üzere idareci yapar, o da idare ettiği halka hiyanet ederek aldatmış olduğu halde ölürse; Yüce Allah o kişiye, Cenneti kesinlikle haram eder“ (Buhârî, Sahih, Ahkâm 8; Müslim, sahih, İman, 63/227).

Toplumun helak oluştan kurtulmasının yegane yolu; sapmış ulema ve şımarmış umera/idareci takımına sırtını dönüp hak, adalet ve dosdoğru ölçülere sahip önderlerle bir ve beraber olarak tüm mukaddesata ve geleceğine sahip çıkmasıdır. Mehmet Emin Koç 04.04.2012

 

22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.1

 

Gadir-i Hum hutbesi Müslümanların ortak değeri

Hz. Ali’nin(ra) velayeti ve Rasulullah’tan(s.a.v) sonra ümmetin sahibi oluşu, İslam’ın tüm kaynaklarında „mütevatir derecede haber“lerle sabittir. Rasulullah (s.a.v) „kendinden sonra ümmetinin sapıklığa düşmemesinin garantisi olarak iki emanet olan Kur’an ve Ehl-i Beyt’ini bıraktığını“ ilan buyuruyor (M. Hamidullah, Mecmûatü´l-Vesaik, 362, 365; Tirmizî, Sünen, Menakıb 32; Ebû Davud, Sünen, Talâk 40; Müslim, Sahih, Kasame 26; Buharî, Sahih, Hudud 10; İmam Malik, Muvatta, Kader 3; Darimî, Sünen, Mukaddime 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/75, 3/212, 286, 4/206, 5/30).

Bu nebevî ilana mukabil, İslam’ın esaslarının ancak Emevî istibdat ve mezalim süzgecinden geçtiği kadarına vakıf olabilen Müslümanların Ehl-i Sünnet kesiminin kimi mürekkep yalamış cahilleri, Ehl-i Beyt’i diline doluyor… Hz. Ali’nin(ra) velayetini Emevî taassubu ile görmezlikten geliyor, Gadir-i Hum hutbesini inkâra yelteniyor, hatta Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de „sevilmesini emir buyurduğu“ (Şura Suresi, 23) Rasulullah’ın bu kutlu Ehl-i Beyt’ini sevenleri mel’un Yezid’in yaklaşımıyla red ve lanetleme noktasına sürükleniyor.

Halbuki Rasulullah’ın Hz. Ali’nin velayetini ümmetine duyurduğu ve kendisinden sonra ümmetinin sahibi oluşunu ilan ettiği Gadir-i Hum hutbesine dar rivayetler, Ehl-i Sünnet kaynaklarında da mütevatir derecesindedir. Nitekim el-Banî, Gadir hadislerinin her iki kısmının sahih, hatta ilk kısmının mütevatir olduğunu açıklar (el-Bani, Silsilet’ü Ehadis’is-Sahiha, I-IV, s. 343-344, 2. Baskı, Amman, 1404).

Gadir-i Hum olayı, Ehl-i Beyt’in bizzat Hz. Ali efendmizin hattyla kaleme alınmış temel hadis kaynak- larında teferruatıyla aktarıldığı gibi, Ehl-i Sünnet’in ana hadis kaynaklarında çeşitli detaylarıyla rivayet edilmek- tedir. Gadir-i Hum’a dair en sağlam kaynaklara dayalı en geniş malumatı, Prof. Dr. Haydar Baş beyin 10 ciltlik Ehl-i Beyt Külliyatı’nda bulabilirsiniz. Bu külliyatı, başucu kitabı yapın ki, gönlünüz ve haneniz Ehl-i Beyt sevdasıyla bereketlensin. Gadir-i Hum hadisleri bağlam- ında Cemal Sofuoğlu, Adnan Demircan ve Ali Osman Ateş hocalar da makale düzeyinde çalışmalar yaptılar. Rasulullah’ın Arafat’taki Veda hutbesinden sonra irad ettiği Gadir-i Hum hutbesi, orada hatırlattığı ölçüler ve emanet bıraktığı değerler, bütün Müslümanların ortak malıdır, ortak değeridir, ortak adresidir.

Ahir zamanda güya İslam namına Ehl-i Beyt’in karşısına geçip Deccalların safında yerini almış kimi Ehl-i Sünnet kılıklı softalar bilmezlikten gelseler de… Ehl-i Sünnet’in en sağlam kabul ettiği hadis kaynaklarında Gadir-i Hum olayının nakledilmesi, bu gerçeklerin, sadece 'ötelenmiş' Şia dünyasının değil, Sünni-Şii tüm Müslümanların ortak değeri olduğunu gösteriyor. Zerre kadar iz’anı ve imanı bulunan her İslam evladı, Prof. Dr. Baş’ın gayretleri ile „Rasulullah’ın ümmetine emanet bıraktığı“ bu değerler etrafında buluşuyor, yüreği birlik aşkıyla çarpıyor, Müslümanların tevhidi için çırpınıyor.

Gâdir- Hum, Mekke ile Medine arasında, Mekke’ye 190-200 km mesafede, Medine’ye gidiş istikametinde yolun sol tarafında, eski hac yolu ve mikat mahalli olan Cuhfe’nin 5 km. yakınında sazlık ve bataklık bir mevkidir. Hz. Peygamber’in veda haccı dönüşü dinlen- diği, ikindi namazını kıldığı ve okuduğu hutbe hatırası olarak metruk bir mescit bulunmaktadır (Yakut el-Hamevî, Mu’cem’ul-Buldan, II, 389).

Ehl-i Beyt Külliyatı’nın müellifi Prof. Dr. Haydar Baş beyin gayretleri ile Bursa’da düzenlenen Uluslararası Uluslar- arsı Ehl-i Beyt Sempozyumu’nun kapanış konuşmasında, Prof. Dr. Baş, Rasulullah’ın Gadr-i Hum hutbesinin Ehl-i Sünnet dünyasından 210 temel kaynak eserde konu edildiğini anlattı, ekrandan söz konusu kaynakları tek tek sıralayarak aktardı.

İmam Nesaî, Hz. Ali’nin fazileti hakkında Hasais adlı eserini telif ettiği ve oradaki hadisleri rivayet ettiği için şehit edilmiştir (Bkz. Nesai, Hasais, s. 4, Beyrut, Tarihsiz) Gadir-i Hum hutbesinin bizzat ismi, mevkii ve detayları zikredilerek rivayet edilen Ehl-i Sünnet’in temel hadis kaynaklarından bazılarını hatırlatarak, bugünkü bölümü sona erdirelim: Müslim, Sahih, Fedail’üs-Sahabe, 44/36,6175, 6176, 6177. Nesaî, Hasais-i Ali, H. No. 8, 76, 82,83,85, 90, 95, 96, İbn Mace, Sünen, Mukaddime, Fazl’u Ali’yy-İbni Ebi Talib, 29/116.  Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/241(s.262), 950(s.340), 964(s.344); 7/23959(s.779-780); 6/18671 (s.305-306), 19494 (s.528), 19518(s.534), 19540(s.538-539), 19543 (s.539).

Gadir-i Hum hutbesinin içeriği ve Rasulullah’ın dikkat çektiği ölçüler ise, Prof. Dr. Baş’ın hem Ehl-i Beyt Külliyatı’nda, hem de sempozyumun açılış konuş- masında belirttiği üzere, Ehl-i Sünnet’in 200’leri aşan temel kaynaklarında rivayet edilerek günümüze kadar gelmiştir. Konu bu derece açıktır, nettir, hakikattir.

Ehl-i Sünnet’in vazgeçilemez hadis kaynağı olan Müsned’in müellifi ve Hanbeli mezhebinin sahibi büyük imam Ahmed b. Hanbel(ra), „Hz. Ali’nin faziletleri hakkında varid olan hadisler bir başkası için varid olmamıştır“ demektedir (Heytemî, Sevaik, s. 118, Kahire Mat., Mısır, tarihsiz). Birçok muhaddisi Ehl-i Beyt sevgisi sebebiyle çürüğe çıkartmaya ve rivayetlerini zayıf diye yaftalamaya kalkışan Zehebi ve Nisaburî bile, „Hz. Ali’nin fazileti babında varid olan sahih ve hasen hadisler kadar, sahabeden hiçbiri hakkında varid olmuş değildir“ diyerek, hakkı teslim etmek durumunda kalmışlardır (bkz. Heytemî, Sevaik, s. 118-119)

Ehl-i Sünnet adı altında ahir zamanın Deccalların peşine takılıp Ehl-i Beyt’i sevenlerin karşısına geçerek oradan Müslümanlara kurşun atan cahillerin foyaları ortaya çıkıncaya ve hakkı sahibine teslim edinceye kadar, bu konuya devam edelim. Mehmet Emin Koç 06.04.2012

 

22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.2

 

Siyasal İslam’ın Emperyaliz İle

Bütünleşmesini, Bir Yerde Kırmak Zorundayız.

Suriye Meselesi Artık İran Meselesidir!

Tayyip Erdoğan’ın Güney Kore’nin başkentinde, Obama ile yaptığı görüşme, hem Amerika, hem de Amerika ile kaderini bütünleştirmiş AKP için, kader niteliğinde bir görüşmedir. Amerika’dan son içi boş tehdidin geleceğini anlayan Ahmedinecat, önce Erdoğan ile görüşmek istememiş, Erdoğan’ın ısrarı sonunda, görüşme ancak bir gün sonra gerçekleşmiştir. Bu görüşmede, Amerika İran’ı birkez daha tehdit etmiştir. Tehdidi iletenin de, tehdidi yapanın yanında olduğunu bilen İran, Türkiye’ye karşı sertleşmeye başlamıştır. İşaretler  şunlardır.

Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanını bir gün bekletmek, diploması dünyasında az görülen bir durumdur. „Suriye’ye olan desteğinin artarak devam edeceğini, İran, Türk tarafına bildirmiştir.“ Suriye’nin Dostları adı altında, Suriye’nin Haçlışmanlarının, İstanbul’da toplanmış olmasını, sert bir dil ile eleştirmiştir. Türkiye’nin, Amerika’nın emirleri doğrul- tusunda, İran’a petrol ambargosu uygulayacağını bildirmesi, İran’ı da, Türkiye’ye karşı tedbirler almaya yöneltmiştir.

İran’ın Suriye’ye yapılacak bir müdahalede, Suriye’nin yanında olacağınııklaması, Erdoğan’ı Suriye müdahalesi konusunda elini soğutmuştur. (Amerika’nın planına göre, Türkiye, önce Suriye’ye girecek,  seçimlerinden sonra da, Amerika İran’a hava saldırısı yapacaktı.)

İran ile (5+1) ülkelerinin nükleer enerji konusunda yapacakları görüşmelerin İstanbul’da yapılmayacağı, İran tarafından resmen açıklanmış olmasıdır. Üslup da oldukça yadırgatıcıdır. Bunlardan daha önemlisi, Amerika, İsrail ve Yunanistan’ın bölgede yaptığı askeri tatbikat sırasında, Malatya’daki Küreçik Amerikan Üssünden gemilerin haberleşme yardımı almış olmasıdır. Amerika, bugün yaptığı bir açıklamada, Suriye’nin muhaliflerine istihbarat desteği vereceğini açıklamış bulunuyor. Amerika, İran’ın Amerikan dolarını, diğer ülkeler ile yaptığı alış-verişte kullanmaması, Amerika’yı çileden çıkarmaktadır. Daha fazla dolar basmasını engellemekte, sömürü alanlarını tıkamaktadır. Amerika Suriye’yi vuramasa bile, İran’ı vurmak isteyecekdir. Pazarını genişletmesi,  yeni ham madde ve enerji alanlarına ulaşmasının önünde, İran büyük engel teşkil etmektedir. Yaşananlara böyle baktığımızda, mesele artık Suriye meselesi değildir. İran meselesidir.

Peki, bizim kaderimiz, Amerika’ya uşaklık etmek midir? Amerika komşularımızı bize düşman ederek, bölgede Türkiye’den de bir parça kopararak, Büyük Kürdistan’ı kurup, içine de üslerini yerleştirip, bize harabe bir bölge bırakacak, biz de Amerika’ya bu işleri yapmasında uşaklık edeceğiz.

Peki, bu bir kader midir?

Hayır.

Dincileşerek „dini bölücülük“ cemaatleşmek, sosyal bütünleşmemizi durduruyor. Bizi bölüyor. Sosyal serma- yemizi, „direnme gücümüzü“, Amerikan emperyal-izmini, halkımıza kavratarak bu bölcülüğü/gericiliği kırabiliriz. Siyasal iktidarı ve işbirlikçilerini korkudan eleştirem- iyorsak da, Amerikan saldırganlığını ve tahripciliği/ gericiliğini, yakınlarımıza anlatmak, bu ülkede yaşamanın bize verdiği sorumluluktur. Varlığımızı savunmaktır.

„İslam'ın en büyük tahrip aracı“, Siyasal İslam’ın emperyalizm ile bütünleşmesini,  bir yerde kırmak zorundayız. Bülent Esinoğlu 06.04.2012

 

22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.3

 

Kalıpları Ehl-i Sünnet,

kalpleri Ehl-i Salib

Büyük Ortadoğu Projesi’nin yerel savaş lobileri, Türkiye başta olmak üzere tüm İslam coğrafyasında işbaşı yaptılar. Toplum mühendisliği yapıyorlar. Kardeşi kardeşe kırdırtmak istiyorlar. Müslümanı Müslümana boğazlatmak peşindeler. Böylece BOP işgalcilerine ve İsrail’e yayılma alanı açmak istiyorlar.

Dinlerarası diyalog mavallarıyla Ehl-i Salib’i, Hıristiya- nları ve Yahudileri Müslüman’a „amentüde ortak iman kardeşi“ yapanlar, aynı Allah’a, aynı Peygambere, aynı Kur’an-a iman eden Müslümanları, birbirine düşman yapıyorlar, kendileriyle harp edilmesi gereken „kâfirler“ olarak ilan ediyorlar.

Bölgemizde yaygın bir Şii-Sünni çatışmasını, Alevî-Sünni kapışmasını kurguluyorlar. Irak’ta, Lübnan’da, Suriye’de ilk denemelerini yapmaya kalkıştılar; başara- madılar. Hatta Türkiye’de bile Türk-Kürt, Alevî-Sünni dalaşı arzuluyorlardı.

Topyekun seferber olmuşlardı. Hacılarını, hocalarını, cüppellilerini, şalvarlılarını, köşe başlarına ve STK’ların arasına konuşlandırdıkları ne kadar Amerikan ve Haçlı şebekeleri var idiyse hepsini seferber ettiler. Ayrılık ve fitne tohumlarını ektirdiler. İslam’ın ilk döneminin fitnelerine sarıldılar, Yezid pozisyonu aldılar. Şalvarlısını Muhammed Abdulvehhab’ı avladıkları Yahudi Safiye- lerle avlıyorlar.

Cüppelisinin önüne zina kasetlerini koyuyorlar; Haçlı gibi konuş, Müslüman’a savaş açmaya fetvalar ver, yoksa kodeste çürütürüz diyorlar.

İslamcısının önüne Amerikan lobilerinde verdikleri taahhütleri hatırlatıyorlar. Kimisini Saddam’ın boyuna geçirdikleri idam ilmeğiyle korkutuyorlar, kimisine koltuk gösteriyorlar. Pozisyonlarına göre Haçlının safında hizmet ettiriyorlar. Türk milletini tuzaklarına çekmek için Haçlı gibi konuşturuyorlar, Haçlı gibi vaziyet aldırıyorlar.

Sakalları, sarıkları, kalıpları güya Ehl-i Sünnet olanlar, Haçlının safında Müslüman’a karşı cephe vaziyeti alınca; kalplerinin Ehl-i Salib olduğu zahir oldu, kalplerindeki haçlar açığa vurdu. Bunlara rağmen oyun tutmadı… Tutturamadılar. Fitneyi yeşertemediler. Prof. Dr. Haydar Baş bey oyunları bozdu. İslam coğrafyasına Muhammed Mustafa’nın ve Ehl-i Beyt’in Tevhid mayasını çaldı, maya tuttu… Kirli savaş ötelendi. Sarıkları ve kalıpları güya Ehl-i Sünnet, lakin kalpleri Ehl-i Salib olan kesimin Prof. Dr. Haydar Baş beye karşışmanlıkları, taarruzları, yaygara ve hezeyanları bu yüzden.

Küresel işgalciler vaz mı geçtiler? Hayır. Türkiye-Suriye ve Türkiye-İran arasında benzer bir oyun tezgahlıyorlar. İşgalciler baş çekiyor, senaryo yazıyor; yerli-bölgesel figüranlar ve Haçlılardan rol kapanlar oynuyor. ABD, Avrupa Birliği ve İsrail, bu stratejinin senarist- leridir, baş aktörleridir. İslam coğrafyasındaki ülkelerin kimi idarecilerini, toplum önderlerini ve halklarını maşa olarak kullanıyorlar. Bu maşalar kimlerdir, diye sormanıza gerek kalmayacak kadar sorunun cevabııktır. Maşalar Haçlı kabağı gibi ortadadır. İslam coğrafyasında yaymak istedikleri iç savaşı ve Müslümanı Müslümana kırdıtma „fesad“ını, demokrasi ve İnsan hakları diye takdim ediyorlar.

Halkları içten ayartarak demokrasi getirdiklerini ilan ettikleri Irak’ta, Libya’da, Mısır’da, Tunus’ta, Cezayir’de, Sudan’da kan gövdeyi götürüyor. Huzur ve kardeşlik göğe çekilmiş, namuslar kirletilmiş, at izi it izne karışmış… gelen gideni aratıyor. Bütün yanlışlarına ve diktalarına rağmen Irak Saddam’ı, Libya Kaddafi’yi, Mısır Mübarek’i mumla arıyor. Suriye’yi de bu „menem demokrasi ülkelerine“ benzetmek istiyorlar… İran’ı da. Bu kirli işte Türkiye’yi kullanıyorlar. Türk siyaseti, ne Türkiye’nin, ne de kendilerinin akıbetini görüyor. Akıbet hiç ama hiç hayır değil… Hacısı-hocası, cüppelisi-şalvarlısı, İslamcısı-radikal İslamcısı, diyalogcusu-anti diyalogcusu, liberali-neoliberali işgalcilerin hizmetinde, Amerika’nın safında ve Haçlıların cephesinde Müslüman komşularına karşı kurulmuş vaziyetteler.

Haçlılar, Osmanlı’yı Birinci Dünya savaşına böyle bir provokasyon sokmadılar mı? Sonra da Osmanlı’yı bölüp parçalamadılar mı?! Sivili-askeri, yöneteni-yönetileni olarak topyekun Türk milleti aklını başına devşirmez, bu vahim gidişatı ve yakın akıbeti böyle okumazsa; kardeş kıyımı, bölünme ve yok olma çok uzak değildir. Mehmet Emin Koç 11 Nisan 2012

 

22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.4

 

ABD - İhvan - F Tipi Cemaatin Sünni kuşak hattı

Arap Baharı Pax Americana’nın Sünni İslam kuşağını oluşturma projesidir. Açın bakın arşivlere İhvan yani Müslüman Kardeşler Teşkilatının önderini yakın geçmişte Washington’daki Demokrasi ve İnsan Hakları Etüt Merkezinde ağırlayanın ABD derin devletinin ünlü ismi Senatör Mc Cain olduğuna tanıklık ederseniz! Buradan hareketle Tunus’ta uç verip bütün Arap coğrafyasına sıçrayan hareketin bağımsız bir halk isyanı gibi değerlendirmek gerçeği yansıtmaz!

ABD’nin yeni bölge planlamasındaki temel dinamik İslam’ın Sünni-Şia eksenli olarak ikiye bölünmesi ve bunun üzerinden dengelerin kurulmasıdır. İhvan, Taliban, El-Cezire ve Hamas’a Katar gibi ABD’nin uydusu olan bir yerde üs verilmesi bu tezimizin en somut işaretidir.

Türkiye’de seçilen partner ise zannedilenin aksine AKP’den ziyade F tipi Cemaattir ki bu durum o camia mensuplarının ABD’ye iman noktasında olmaları ve hadiselere yaklaşımları ile sabittir! Sabahattin Önkibar 12 Nisan 2012

 

22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.5

 

Cennet ve Cehennem yetkisini Allah’ın elinden kimse alamaz?

Haçlıların Cennete Müslümanların ise Cehenneme gideceğini biz demiyoruz Saidi Nursi Lahikalarında ve kimi Nurcular yazı ve sohbetlerinde diyor: „Birinci Dünya Savaşı’nda bizimle savaşmış da olsa, bir Hıristiyan ölmüşse şehit sayılır.“ (Kastamonu Lahikası,s.45). Ne dinden olursa olsun bir nevi şehit hükmündedir. Mükâfatı büyüktür, belki onu cehennemden kurtarır. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan ve Hz. İsa’ya mensup Hıristiyanların mazlumlarının çektikleri felak- etler, onlar hakkında bir nevi şehadet denebilir.“ (Kastamonu Lahikası,s.75). „Hatta o mazlumlar kafir de olsa, ahrette kendilerine göre o dünyevi afattan çektikleri belalara mukabil rahmet-i ilahiyenin hazinesinden öyle mükafatlar vardır ki, eğer perde-i gayb açılsa o mazlumlar haklarında büyük bir tezahürü rahmet görünüp ‘Ya Rabbi şükür elhamdülillah’ diyeceklerini bildim ve kati surette kanaat getirdim.“ (Kastamonu Lahikası, s.45)

Yukarıdaki alıntıları Muharrem Bayraktar kardeşimiz 3 Nisan 2012 tarihli Yeni Mesaj gazetesinde okurları ile bir defa daha paylaştı. Müslümanlarla savaştıkları için Hıristiyanların cennete gideceklerini savunan cemaat mensuplarının yaptıkları tevil ve Said-i Nursi’yi bu bahiste savundukları gereçe şu: „Kendilerine İslâm hakikati ulaşmamışsa!“ Gerekçeyi görüyor musunuz? Adam Çanakkale’de Müslümanları Anadolu’dan atmak için Haçlı savaşına katılacak amma İslâm gerçeğinden haberdar olmayacak! Bu kişi kiminle savaştığını bilmiyor mu? 1453’ten beri İslâm’ı bilmeyen bir Hıristiyan olabilir mi Avrupa’da? Hatta, Endülüs’ten beri İslâm’dan haberi olmayan bir Hıristiyan bulmak mümkün mü? „E biliyor amma, yanlış biliyor!“ öyle mi? O yanlış bilgi ile Müslüman’ı katledecek Cennete gidecek, Müslüman dinsizle savaşacak Cehenneme gidecek, olacak şey mi

Sakın ola ki Müslüman’ın savaşırken Cehenneme gideceğini kim söylüyor demeyiniz, Kadırga TV’de Hulki Cevizoğlu’nun programında bir başka Nurcu söyledi!“ PKK ile çatışırken ölen Mehmetçiğin şehit sayılam- ayacağı iddiasında bulundu.

Önce bu iddiaya Ankebut Suresinin 69’uncu ayeti ile cevap verelim: „Bizim uğrumuzda cihâd edenleri, elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz, iyi davranan- larla beraberdir.“ İşte Mehmetçik tam da bu ayetin muhatabıdır. Evet, Mehmetçik, Kürtleri Mecusi yapmak isteyen PKK ile mücadele etmektedir, yani Allah yolunda cihâd üzerindedir, şehittir.  Haçlılara hiç mümkün olmadığı halde, „Belki İslâm’dan haberleri yoktur“ diye şehitlik dağıtanların, bu milletin önemli bir kesimini Mecusi yapmak isteyen bir terör örgütü ile savaşan askerlerine şehitliği çok görmesi çok ilginçtir. Sizin bu haliniz yüzünden Aziz Karaca kardeşimizin çok doğru tespit ettiği gibi, „Ataları vatanı seven“ bu milletlin yeni zamane nesli „satanı“ seviyor.

Toparlayacak olursak… O zaman biz kendilerine şu soruları soruyoruz: Asla mümkün değil amma, „Hadi onların İslâm’dan haberi yok!“ Misyonerleri ile İslâm coğrafyasında cirit atan Vatikan’ı; Filistin’de 1948’den beri Müslüman kanı akıtan İsrail dinine mensupları ve devlet içinde devlet talebinde bulunan Patriği ve cemaatini Müslümanlarla aynı kefeye koyup Cennete göndermek neyin nesi oluyor? Onların da mı İslâm’dan haberleri yok?! Namazımızın olmazsa olmazı olan Fatiha’nın son ayetlerini kim neshetti!

Allah’u Ekber… Ayrıca Allah(c.c) „Bugün kâfirler, sizin dîniniz’den (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın; Ben’den korkun! Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim. (el-Mâide, 3)“ derken, sizin iddia ettiğiniz nedir?

Sonra Müslüman bir kadının Hıristiyan bir erkekle evlene-meyece-ği ayetler, sahabe uygulaması ve icmâ ile sabit olmasına rağmen sizler hangi yetki ile Müslüman bir hanımın Hıristiyan yahut Yahudi bir erkekle evlenebileceğine cevaz veriyorsunuz? Ellerinden topraklarını aldığı Müslümanların kollarını taşlarla kıran ve üzerlerine misket bombası yağdıran şu İsrail’e… Irak’ta ve Afganistan’da kirletmedik İslâmi değer bırakmayan şu ABD’ye… Suriye yahut İran’a yaptığınız eleştirinin onda biri kadar bir eleştiriyi en yetkili ağzınızdan bir kerecik olsun duyalım da bari „Çıkmadık canda ümit var“ diyelim.

Allah (c.c.)’ın yarattıklarını Cennete gönderme ve Cehenneme atma yetkisi Yüce Zatına aittir ve onları muhtelif ayetleri ile Kitabında derç etmiştir.  Yine Yüce Allah (c.c.)’ın kendine verdiği yetki ile Hz. Muhammed (s.a.v) de o ayetlerin tefsiri olan hadisi şerifleri ile Hıristiyanların ve Yahudilerin ebedî cehennemlik olacaklarını ümmetine ve İnsanlığa tebliğ etmiştir. O yetkiyi Allah (c.c.) ve Resulü (s.a.v)’nün elinden hangi güç alabilir? Hasan Demir 18 Nisan 2012

 

22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.6

 

Rabbani alimler ve iktidarlarla ilişkileri

Her devrin Nemrutları, Firavunları, Yezitleri halkı daha fazla sömürmek için âlim kılığındaki iblislerden fetva almak için, onları yanlarına almak zorunda kaldılar.

Hz. Peygamberin (s.a.a.) risaletine inanan ve Ehl-i Beyt imamlarının velayetine tabi olan rabbani âlimler iktidarların gayr-i meşru, haksız, hukuksuz ve adaletsiz, zalimane uygulamalarına ortak olmamak için, kendilerine verilmek istenen valilik, hâkimlik, defterdarlık, muhasebecilik gibi devlet memurluklarını kabul etmediler. Hatta bunun için bedeller ödediler, zorlandılar, zindanlara atıldılar, kırbaçlar yediler, yurtlarından sürüldüler, canlarından oldular. Ama yine de kabul etmediler. Bunun İslam tarihinde birçok örnekleri vardır.

İslam dünyasını yaklaşık 1300 yıldır fırkalaştırarak Müslümanların geri kalmasına sebep olan en önemli faktörlerden birisi mezhep ve mezhepçilik bile siyaset ve idare mekanizmasının maddi makamlarına satılan sözde din adamları tarafından temelleri atılmış ve siyaset tarafından güçlendirilmiştir.

İnançları ve Müslümanları kullanarak toplumları sömürmek isteyen siyaset ve devlet adamlarının bu tutumları halkın bir bölümünü sultanlara yakın olmak, devletin önemli makamlarına atanmak ve dünyalık toplamak için, din ilmini öğrenmeye sevk etti ve bu zihniyetler ilim öğrendikten sonra iltimaslar ve aracılarla, kendilerini zalim yöneticilere takdim ettiler.

Bir zamanlar zalim yöneticiler tarafından aranan din-ilim adamları, bu sefer yöneticileri aramak zilletine düştüler. Böylelikle aziz iken zelil oldular. Âlimlerin zalim idarecilerle düşüp kalkmasının sakıncalı görülüp halk tarafından hoş görülmemesinin sebepleri, Rabbani alimler tarafından çok geniş olarak izah edilmiştir.

O sebeplerden bir kaçı şunlardır: 1- Zalim ümera ile yan yana, 2- Ümera ile düşüp kalkmak dünyaya meyil ve muhabbete sebep olur. Bu da her günahın ve hatanın başıdır. 3- Haram toplamaya ve yemeye sebep olur. 4- Elindeki ilim nimetini ümeranın ayakları altına atarak küçültmüş olur. 5- Güç ve iktidar sahiplerine meyil, onlara muhabbet ve destek verdirir. Oysa bunlar alim için felaketler sebebidir. 6- insanların güç ve iktidardan yana olmalarına, onları sevmelerine, dalkavuk olmalarına ve aldanmalarına sebep olur. 7- İyiliği emir, kötülüğü nehiy vazifesini terk ederek günahkâr olur. Bu önemli ilkeyi ihlal eden âlime Allah lanet eder ve halk tarafından haksızlık karşısında sustuğu için dilsiz şeytan olarak addedilir. 8- Dalkavukluk, iki yüzlülük, yalancılık, riyakârlık, iftira, kıskançlık, kin, nefret ve düşmanlık gibi birçok kötü huylara sebep olur. 9- Allah'a, Resulüne, Ehl-i Beyt'e, mukaddes değerlere ve müminlere karşı vazifelerini yapmayarak hain olur. 10- Hakka bâtıl ve bâtıla hak elbisesini giydirerek hakkı değiştirdiği için dinden çıkar veya en azından büyük günahkâr olur. 11- Zamanla insanların inançlarından kopmalarına, yozlaşmalarına ve asimile olmalarına sebep olur ve böylelikle büyük veballeri ve günahları üzerine almış olur. Selam ve dua ile…Mehdi Aksu 15 Mayıs 2012

 

22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.7

 

An die                                         Aktenzahl  U 812/12 

Verfassungsgerichtshof 

Judenplatz 11, 1010 Wien             Wien, 20.05.2012 

Einschreiter: Haci Bayazit

Alser Strasse 30/26, 1090 Wien

Konu: a) Kendilerini deşifre edenlere karşı „dünyanın en tehlikeli suç tasarım örgütü Fetullah Gülen’i Üst Mahkemeye taşımak için“ tarih, 16.05.2012 de, Verfassungsgerichtsoh vermiş olduğum Schriftliche Aussage für die Verhandlung vom 07.10.2011, in der die Aussagen und inhalt vom 24.08.2011 beim Fachartz für beim Fachartz für Neurologie und Psychiatrie bericht berichtgt verden; ile, tarih, 03. 01. 2012, Bezirksgericht Josefstadt-in 21. Dezember 2011 tarihli kararına karşı yapılmış Protokol-a

ilaveten,

b) orjinali Verwaltungsgerichtshof’da, Verwaltungs-

gerichtshof. Süleymancıları gördükden sonra aşağıdaki kararı alıyor, 

VERWALTUNGSGERICHTSHOF PRASIDIUM   

A-1040 Wien, Judenplatz 11       S 2005/01139-4

Herrn

Rechtsanwalt

Dr. Wolfgang BLASCHITZ

Wolfischgasse 11/10,  1010 Wien

Sehr geehrter Herr Rechtsanwalt!

Im Hinblick auf Ihre Bestellung zum sachwalter für Herrn Hacı Bayazıt und unter Hinweis auf das Schreiben des Verwaltungsgerichtshofes vom 12. Juli 2005 darf in der Anlage die (neuerliche) Eingabe des Betroffenen vom 17. Juli 2005 übermittelt werden.

Seitens des Verwaltungsgerichtshofes sind keine weiteren Veranlassungen erfolgt.

Anlage

W i e n , am 19. Juli 2005

Für den Prasidenten:

c) Sachwalter „davaya bakış alanını değiştirmediği için“ yukardaki Üst Mahkemenin kararı doğrultusunda işlemi takip edemedi.

Dr. Wolfgang Blaschtitz, Verteidiger in strafsachen

Herrn

Hacı Bayazıt

Alser Strasse 30/2/26, 1090 Wien

Schreiben des Prasidiums des Verwaltungsgerichtshofes vom 12.7.2005 sowie 19.7.2005 jeweils zu Ihrer Kenntnisnahme.

Ich zeichne

Mit freundlichen Grüssen

Dr. Wolfgang Blaschitz

d) bilgilendirmede anlatıldığı şekilde aşağıdaki olaylar oldu, daha sonra’da Mehmet Cemil Şahin’de 17 Wien Tauber gasse 21/2-5, de benzer akibeti bulmuş.

Bilgilendirme

Allah(c.c)a’ hamdü senalar olsun. Sevgili Peygamber efendimize selät’ı selam olsun. Onun izinde ve ona dost olanlara selam olsun.

Ey Ehli vicdan sahipleri din adamları toplum hayatının mimarlarıdır. Din adamlarının hali ile toplum hayatına ya rahmet Veya siyaha yakın boz acımsı duman şeklinde müsübet yağar. Allah(c.c) Sizler ile insanları müsübete hazırlayan din tahripcilerin bertaraf  eyleyip; insanları rahmete hazırlayan bu yolda mücadele edenlere yardım eylesin.

Yıl 2007 ilk çeyreğinde Türkiye Gazetesine telefon ederek Mehmet Oruc bey ile diğer Beylere, İslam dairesini muafaza eden tarikatın hak tarafını doğrulayan yaylarından dolayı teşekkür etdim; Çok sevindi, O bize yeter Öbür tarafda; dedi. Bizde bilmiyorduk yaz, dedi. Yani bu yazılanalar ile kısmen 18 bölümü iki kitap halinde toparlanmış bilgileri söğlüyor.

Bir beldede insanlar kendi yaptıkları puta taparmış;

orada bir de Alim/salih kul varmış. Bir gün bu Alim İnsan paltasın alıp putu kırmak için yola çıkıyor; bir müddet sonra önüne şeytan geçip; yoldan çevirmek için mücadel ediyor. Mücadelenin sonunda Alim kişi şeytanı alt ediyor; altda olan şeytan, ey Alim İnsan putu kırınca eline ne geçecek vazgeç, ben her sabah yastığının altına altın bırakırım sende onları Çocuklara dağıtır sevap kazanırsın diyor. Alim kişi düşünüyor teklif akla yatkın kabul ediyor. Hergün şeytanın bırakdığı altınları Çocuklara dağıtıyor.

Bir müddet sonra altınlar gelmiyor. Hışımla yerinden kalkıp paltasını alarak tekrar yola çıkıyor; aynı yerde şeytan tekrar önüne geçiyor; tutuşuyorlar mücadeleye bu sefer şeytan Alim zatı yıkıp üzerine oturuyor. Altda kalan Alim zat şaşırıyor; nasıl oldu geçen sefer ben seni yenmişdim; diyor... Şeytan, nasıl olacak altın ile ihlası değişdik, diyor. Allah(c.c)ın sevgili kulları özellikle Çocukların din’i eğitimini ‘ihlası altına değişen’ yoldan cevrilmişlerin insafına/ateşine emanet etmeyin.

Yıl 2004 ortalarında 17 Wien Marien gasse’deki evime binadan içeri gireceğim vakit (Binan altı Süleymancıların Camisi) Bayram hoca ile bir kişi çapraza almış gibi bana bakıyor/bekliyorlardı.

Binanın dış kapısından içeri girdim, şeytan arkadan gelerek enseme çarptı; „haram ve şüpheliden korunulur insanları islamdan sapıtan şeytanın yardımcı guruplarına da kalbi yakınlık olmaz“ ise, etkisi olmuyor. 

Aynı yer, Camin dış giriş kapısını, yıl 2005 Onbirinci ay olabilir bombalamışlar. Mesaj açık; demek istiyorlarki bizde sizin ensenizdeyiz deccali saltanatınızı başınıza geçireceğiz.

Yıl 02.05.2005 iltica Mahkemesin’de Hakim, Bayazıt sen sakin ol, dedi... Her ayın birinde anlaşma gereği tranvay bilet parasını bankaya yatırıyor, hafta sonunda kontoda kalan paraya göre harcamalarımı yapıyordum. Banka veya Bilet dairesi beşinci ve altıncı ayın parasın zamanında çekmemiş bende bilmediğim için iki ay ödememiş olmuşum. Durumu öğrendim birazda kızgın olarak Bilet dairesine gitdim; görevli yere yaklaşırken öbür tarafdan iki tane Süleymancı geldi.

Süleymancıların taşıdığı şeytan telkin ediyorki; bizi deşifre etmez dost olur insanları uyarmaz hak yer günah işler isen, yediğin hak işlediğin veya ortak olduğun günah ile yaklaşır, İçerde ‘devletin içindeki önemli’ haberi getiririz.

„Din’in siyaset ve menfate aleti ile yardımcı edindiği insanlara; Allah(c.c) ve Peygamberine muhalifet yaptırıp ‘din’de yapılan tahribat oranında güç elde ederek’, etnik milliyetci ırkiçılara yaklaşıp beynelminel fitne eli yaparak dünyanın müsübet ve kaosa hazırlanmasının sebepleri hazırlatılıyor.“

Ey Aklı selim sahipleri,

büyüklü küçüklü iki ayak üzerinde toparlanmış dünyaları için ‘din’i yırtan’ bu gurupların sofrasına oturan onlar ile gönülden sohbet eden;

„devlet erkanının sırrı olmaz şeytan onlar üzerinden haber taşır, ırki ve milli duyguları hassas ve zafiyeti olan insanlara duyu yollarından yaklaşarak haram ve şüpheli ile kalbe attığı kana karışan telkin ile zihinsel kontrol ederek hata yaptırır.’’

Din’in tahrip/yırtıldığı oranda dünyanın ‘yaşam kenarı’ kutuplardaki yırtılma erimenin sebeplerini hazırlatır. Yaratılmışların en asili... Allah(c.c) Sizler ile Ehli Vicdan sahibi tarihçileri maneviyat deryasında hazırlayıp; kol kırılır yen içinde aldatılması ile insanların maddi manevi birikimlerinin boşaltılıp itikat ve inanclarının zafiyete uğratılmasını bekleyenleri deşifre bertaraf eyleyip; yaratılış gayesine uygun insanlığın geleceği için mücadele edenleri desdeklesin. Amin. Allah(c.c) selamı rahmeti üzerinize olsun. Hacı Bayazıt 19.10.2008

e) insanların kalbi maneviyat ve adalete veya siyaset ve menfate yatkın’dır. Iki hal bir arada olmaz. Mahkemeler üzerinden açıklanmış olaylar iltica yasaları içerisinde olmakla birlik’de çok daha derin öneme sahiptir. Bu yüzden din’in siyaset ve menfate alet edilmesi ile rahmet ve bereketin kaldırlıp içtimai ve iktisadi düzenin bozularak insanların kaos ve müsübete hazırlanmasına sebepler hazırlayan gurupların merkezi Türkiye’de’dir. Bundan dolayı Türkiye’de kısa müddetin haricinde ikamet etmem; heryerde deşifre edilmiş gurup ve insanlar ile karşılaşma olasılığı manevi ve fiziki korunmayı güçleştirmekde'dir.

f) yazılmış bilgiler donanım ve mücadele sonucu elde edilen, dini ve tarihi geçmiş'de gizlenen değişik haller ile perdelenip hayata aksedeni gerekli mücadele ile ığa çıkartarak geleceğin aydınlığı olacak insanlara ait bilgilerdir.

Allah’ın selamı bereketi rahmeti Onun dini üzere Habibi izinde olanlara olsun.

Dinler arası diyalogu önceki ve son din İslamın ‘ikinci ana esası Peygamberini perdeleyen’ deccalizimin misyonudur;

1960’lı yıllarda din’in siyasallaşması Türkiye'de kurumlaşmaya başlayınca;

daha önceden Saidi Nursi’nin göndermiş olduğu mektup ile Vatikan’ın kalbine kadar sızan şeytanın telkinlerini anlayan Vatikan dinler arası diyolog misyonun aslında peygamberi iblis olan proje olduğu anlıyor... Saidi Nursinin takipcisi Fetullah Gülenin dinler arası diyalog projesi kabul görmüyor.

Deccalizim misyonu diğer ayağı siyasal hilafet projesi ile Büyük Ortadoğu Projesi, fikri fiziki hale dönüştürülüyor, hertürlü bölücü din’i ve ırkı terör örgütleride’… „beynelminel fitne” Büyük Ortadoğu Projesinin As ve Eş Başkanlarının elinde maşa görevi yapıyor... ama onları şeytan, siyasi ve maddi hevesler ile yemleyip binek olarak sürüklediği için  Allah(c.c)ın aleme koyduğu kural gereği sonları yaklaşıyor. 

 

Ehli Vicdan Sahipleri, Fransada imam Hümeyni’ye İranlılar gelir, efendim Şahın zülmü „her ne kadar AKP’nin zülmü kadar olmasada“ dayanılmaz hale geldi ne yapaılım derler, İmam sabah namazı seher vakti kalkıp dua edin, der. Müslümanların duası ve mücadelesi ile Allah(c.c) bağımsızlıkçı vatanperver güçleri bu ilimleri alacak halde hazırlayıp Avrasya ve Direniş Cephesini güçlendirip islamı tahrip ederek dünyanın bir tarafını çökertenleri bertaraf ederek, ‘vadi gereği’ dünyayı maneviyat ve adalet asrına hazırlayacak, İnşAllah. Hacı Bayazıt 04.11.2011

Yüce Mahkeme Heyetinden açıklanmış olayları daha geniş alanda değerlendirmesini arz ve istirham ederim.   Haci bayazit

Sonuç olarak: Anyasa Mahkemesi Sachwalterin vermiş olduğu 'görünürde beni savunan' belge ve iddiaları Red etti... Sachwalter Anyasa Mahkemesinin kararından sonra tepki olarak, „Sen Bizim bütün yaptıklarımız yerle bir edip yıktın,“ dedi... böylece muaviyenin takipcisi şeytanın hizbini perdeleyen örtünün mahkemeler üzerinden kaldırılması sonucu islamın tahribine bağlı gelişen iklim değişimi ile mücadelenin zemini hazırlanmış oldu.

 

 22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.8

 

Bu Savaş Gerçek Muhammedî Devletin Tesisine dek Sürecek.

Muhsin Rızai şöyle devam etti: „Dün İran’ın savaş sahnesi kendi toprağına saldıran düşman karşısındaydı, bugünse İran’ın mücadelesi ilerlemesini engellemek isteyen her ülke ya da kudret karşısında verilmektedir. Ve bu savaş Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhur zamanına ve asil Muhammedî devletin tesisine dek sürecektir.“ Muhsin Rızai: Bu Savaş Gerçek Muhammedî Devletin Tesisine dek Sürecek. Eski Devrim Muhafızları Komutanı ve Nizamın Maslahatını Teşhis Komisyonu Sekreteri Muhsin Rızai „İran, muktedir bir şekilde İstanbul müzakerelerini Bağdat’a çekmiştir ve bu durumun kendisi İran’ın zaferinin ve halkın ve Rehberlik Makamı’nın direncinin göstergesidir. 5+1 grubunun İran’a taviz vermekten başka bir seçeneği yoktur“ dedi.

TABNAK’ın bildirdiğine göre bugünkü Meşhed Cuma namazı hutbeleri öncesinde halka konuşan Muhsin Rızai „İran milleti 8 sene boyunca, kendisine yüklenen savaş sırasında mücadele etti. İran, Baas rejimi karşısında zafer elde etmiş olmakla birlikte savaşını bugün de sürdürmektedir ve bu savaş günümüzde direnç ve istikamet formunda devam etmektedir“ şeklinde konuştu.

Muhsin Rızai şöyle devam etti: „Dün İran’ın savaş sahnesi kendi toprağına saldıran düşman karşısındaydı, bugünse İran’ın mücadelesi ilerlemesini engellemek isteyen her ülke ya da kudret karşısında verilmektedir.  Ve bu savaş Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhur zamanına ve asil Muhammedî devletin tesisine dek sürecektir.“

Rızai sözlerini şöyle sürdürdü: „İran İslam Devrimi’nin zaferinden sonra düşman İran’ın farklı bilimsel ve teknik sahalardaki ilerleyişi karşısında durmak istedi, zira İran’ın ilerleyişinin bir milyar Müslüman için örnek oluşturacağını bilmekteydi.“ Muhsin Rızai, İslami uyanış hareketlerine de değinerek „İslami uyanış hareketlerinin ortaya çıkmasıyla Batılılar Suriye ve Hizbullah’ı uluslararası camiadan uzaklaştırma projesini devreye soktular, böylece Tahran’a saldırının ön adımlarını da atmak istediler. İran defalarca Suriye’ye halk idaresi ve özgürlük konusunda tavsiyelerde bulundu, İslam İnkılabı Rehberi de bunu vurguluyor. Son dönemde Suriye devleti de demokrasi konusunda adımlar attı“ diye konuştu.

Muhsin Rızai, Suriye meselesinde Arabistan’ın perde ardındaki rolüne işaretle „Arabistan’da özgürlük ve demokrasi alameti olan seçimler mi yapılıyor ki kendileri Suriye’yi hedef alıyorlar? Mesele Suriye’yi yol üstünden kaldırmak ve Hizbullah’ ın silahsızlandırılmasıdır, ta ki böylece Tahran ve İran’a saldırının şartlarını hazırlayabilsinler.

Allah’ın lütfuyla Amerika’nın bu planı yenilgiye uğradı. İran’ın sağlam duruşu sayesinde Amerikalılar ve Siyonistler arasında ihtilaf baş gösterdi. Hatta öyle ki İran’a saldırıdan bahseden İsrail’e Amerika karşı çıkıyor ve bu saldırıyı Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve Suriye rejiminin düşüşü şartına bağlıyor.“ medyasafak 25.05.2012

 

22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.9

 

İçimizdeki „cemaat“ yüzünden, bizi helak etme Allah’ım.

Allah (c.c) bir ayeti kerimede mealen „İçinizde hakkı tebliğ eden bir topluluk bir cemaat bulunsun“ buyurmu-ştur. Bu neden ile Müslümanların cemaatler, topluluklar halinde, İslam’ı yaşaması bir ayrılık değil, bilakis bir zorunluluktur. Önemli olan bu topluluk veya cemaatin tevhit inancına, itikadına sahip olmasıdır. Ayrıca yaşayış ve çizgilerinin de milli ve dini bütünlük içinde olması gerekir ki dış güçler tarafından kullanılmasınlar.

İslam inancına göre sadece İslam Hak’tır, Allah katında din İslam’dır ayeti bu gerçeği ifade eder. İslam dışındaki bütün inanışlar, dinler batıldır. Bu İslam inancının temelini oluşturur, buna inanan Müslüman, inanmayan ise kâfirdir. Yani bu inanış Müslüman olanları bağlar, Müslüman olmayanları asla bağlamaz. Onların dini onlara, bizim dinimiz bizedir.

İslam dışındaki din ve inanışların da İslam gibi hak olduğunu söyleyen, „üç büyük din, ilahi dinler“ veya „İbrahim’i dinler“ adı altında dinlerin kardeşliğini iddia eden bir „cemaatin“ onlarca yıldır var olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Bunların inanışlarına göre; „Yahudi ve Hıristiyanlar  da cennete girecek, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslüman lık arasında bir fark yoktur, „akıl vahiyden daha üstündür.“

Sadece İslam haktır görüşü ırkçı bir yaklaşım ve hoşgörüsüzlük örneğidir. Müslüman kadın gayrimüslim ile evlenebilir, iman için Muhammedi kabul şart değildir, Allah’ı kabul iman, Muhammedi kabul kemaldir“ gibi görüş ve düşünceleri Türkiye’de yazıp, çizdiler... Hatta dev salon programları ile geniş kitlelere duyurup, milyonlarca Müslüman’ın aklını karıştırıp, imanını çaldılar.

Merkezini Amerika’ya taşımış adı, „cemaat“ ama henüz kendilerinin hangi dinin bir cemaati olduğu tam anlamıyla anlaşılamamış bu teşkilatın, ülkemizde din ve devlet alanında hangi icraatları yaptığını bilmek ve anlamak durumundayız. Önceden bazı kardeşlerimiz bizi bu konuda anlamaz, yapılan yanlışları anlattığımızda sözü ağzımıza tıkarak „kardeşlerin arasını açmayalım“ gibi basiretsiz bir tepki koyarlardı. Şu anda ise „yahu bunlar kardeş değil, kalleşmiş“ diyorlar.

Ülke meselelerinde ve milli konularda da çizgileri hep ecnebiden yana olmuştur. İsrail dokuz vatandaşımızı katlettiği zaman „İsrail haklı, kendini savunma da hakkıdır“ dediler. Kucağında oturduğu ülkenin başkanı ile tıpa tıp aynııklamayı yaptılar. Irak işgalinde destek verdiler işgal güçlerine. İsyanların başlatıldığı Müslüman ülkelerde basın yayın kuruluşları ile ABD ve İsrail’in tarafı olduğu isyancıları desteklediler.

Şu anda ise Erdoğan Suriye’ye girsin diye ona baskı ve şantaj yaparak aleyhinde çalışmaktalar. Esasen Sayın Erdoğan’ın küresel güçlerin taşeronluğunu iktidar olarak üstlenmesinde en büyük neden bu „cemaattir.“ ABD ve İsrail’in devlet içindeki örgütlenmesinin adına eskiden „Kontrgerilla“ ve ya „Derin Devlet“ denirdi, galiba Şimdi ise „cemaat“ denmektedir. Devletin tüm kurum ve kuruluşlarını ele geçiren milli elbiseli, ecnebi örgütlen- mesinin spora kadar el attığını da hesaba katarsak, ne büyük tehditle karşı karşıya olduğumuzu varın siz düşünün.

Milletin gerçek yüzlerini görmediği bu „cemaatin“ İslam’ı anlatmak, Hak ve hakikati yaşatmak, mazlumun yanında zalimin karşısında olmak yerine, zalimlerle ve küresel güçler ile el ele kol kola girerek, İslam dünyasına „Truva atı“ olma görevi üstlenmesi, işgal ve isyanların merkezi olması milletimiz adına çok tehlikeli bir sonuçtur. İçimizde ki bu „cemaat“ yüzünden bizi de helak eder misin Allah’ım, diyerek -onları yüce Allah’a havale ediyorum. Yusuf Karaca 13 Haziran 2012

 

22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.10

 

Cin ve İnsan şeytanları

Her zaman ve zeminde olduğu gibi günümüzde ve coğrafyamızda da cin ve İnsan şeytanları fitne-fesat üretiminde yarışmaya devam etmektedirler. Cin ve İnsan şeytanlarının her Peygambere düşman oldukları gibi son elçi son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) de düşman olduklarını kerim kitabımızdan öğreniyoruz. Cümle Peygamberlere düşman kılınan cin ve İnsan şeytanları elbette ki o Peygamberlerin izinden giden „sırat-ı müstakim“ yolcularına da düşmanlıklarını sürdürmüşler ve sürdürmektedirler.

Cin ve İnsan şeytanlarının şerlerinden emin olmak ve onların düşmanlıklarından en az zararla kurtulabilmek için elbette ki onları tanımak, özelliklerini bilmek gerekiyor.

Kerim kitabımız onları şöyle tanıtıyor: „Ey Peygamber, senin karşına kıyasıya mücadele eden düşmanlar çıkardığımız gibi, biz her Peygambere insanların ve cinlerin şeytanlarını, şeytan tıynetli ahlâksız azgınlarınışman haline getirdik. Bunlar, birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözlerle vesvese verirler. Eğer Rabbinin iradesi düzeninin yasaları içinde iradesinin tecellisine uygun olsaydı onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.“ „Âhirete, ebedî yurda iman etmeyenlerin kalpleri, akılları yaldızlı sözlere kansın, ondan hoşlansın ve işledikleri suçu, günahı işlemeye devam etsinler diye böyle vesvese vermeye devam ederler.“ (En'am: 112-113)

„Cin ve İnsan şeytanları sureti haktan görünerek yaldızlı laflar ederler, edebiyat parçalarlar, sakın onların yaldızlı lafları sizi aldatmasın, onlar hem bir birlerini kandırmak için hem de inkarcıların akıllarını çelmek, hakka yönelmelerini önlemek için „yaldızlı lafları“ araç olarak kullanırlar.

Bir İnsanın, bir kitlenin yanlışını hatırlatmak, gittiği yolun, tuttuğu işin yanlış olduğunu söylemek onların doğruyu bulmaları için bir kapı aralamak, önlerine bir ışık tutmaktır. Fakat onların doğru yolda olduklarını söylemek, onların doğruyu bulmalarının önünübüs- bütün kapatmaktır.

Cin ve İnsan şeytanlarının en önemli özelliklerini, en bariz vasıflarını öğrenmiş bulunuyoruz: „Bir de ahirete inanmayanların gönülleri o yaldızlı söze meyletsin, ondan hoşlansınlar ve onların işlediği günahları işlesinler diye yaldızlı söz fısıldarlar.“ Her ikisinin de bir araya toplanıp sorgulanacağı gün var bir de: „Allah, onların hepsini bir araya topladığı gün, „Ey cinler (şeytanlar) topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız“ der.

Onların, insanlardan olan dostları ise: „Ey Rabbimiz! (Biz) birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık“ derler. Allah da buyurur ki: Allah'ın dilediği hariç, içinde ebedî kalacağınız yer ateştir. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, bilendir.“        

„İşte böylece işledikleri günahlardan ötürü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine takarız.“ (En'am: 128-129) Aziz Karaca 26 Haziran 2012

 

22.İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan.11

 

İnsan Suretindeki Şeytanlar

Allah’ın adıyla

İblis insanları kendisine uşak ve kul etmek için her türlü oyunu kullanır. Bu manada mel'un iblisin insanları avlamak için türlü türlü yolları ve hileleri vardır demek doğru olacaktır.

Hz. Peygamber efendimiz bir hadisi şerifte şöyle buyuruyor; „Herkesin bir şeytanı vardır; benim de bir şeytanım vardır, ancak benim şeytanım bana iman getirmiştir.“ Veya „Herkesin bir şeytanı vardır; benim de bir şeytanım vardır ancak ben şeytanımı zincirlere vurmuşum.“ İnsan kendi şeytanını zincirlere vurmaz ise, şeytanı onu en zaaf olduğu yerden avlamak ve kendisine uşak etmek ister. Merhum Ayetullah İmam Humeyni bir sözünde şöyle buyuruyor; „Herkesin bir şeytanı vardır; Çiftçinin şeytanı çiftçi şeytandır, doktorun şeytanı doktor şeytandır, öğretmenin şeytanı öğretmen şeytandır, âlimin şeytanı âlim şeytandır...“

Âlimin şeytanı âlim konusunda, âlimi kendisine avukat etmek için vaktini içki, kumar, hovardalık, serserilik gibi alanlarda boşa harcamaz. Zira şeytan kendi işinde çok usta ve uzman olduğundan, âlimin içki içmeyeceğini, kumar oynamayacağını, lakayt bir hovarda gibi yaşamayacağını çok iyi bilmektedir. Şeytan âlimi haset, gıybet, kibir, kendini beğenme, makam düşkünlüğü ve kendini vazgeçilmez görme gibi sıfatlarla aldatmak ister. Zira İslam tarihinde ayağı sürçenler bunun bir kanıtıdır.

Merhum Fazlullah Nuri'nin idam fermanını veren İbrahim Zencani adında bir din âlimiydi. Bu fermanı veren, Allah'ın yanında olan izzeti tağutların yanında aradığı için böyle bir ferman vermiştir. Bu sebepler ve sakıncalardan dolayı âlimler, bilge insanlar, şuurlu gençler tüm Müslümanlar şeytana ve hilelerine çok dikkat etmelidirler. Zira şeytan günaha din süsü vermesini, şeriat kılıfı giydirmesini çok iyi bilmektedir.

İslam tarihi içerisinde İslamı, Kur'an'ı Peygamber ve Ehlibeyt imamlarının isimlerini kullanan çok İnsan olmuştur. Bir şeyi kullanan İnsan kullandığı alan hakkında bilgisi olmaz ise, onu insanları kullanma aracı yapamaz. Dolayısıyla kullananlar bilenler, kullanılanlar ise avam halk tabakası olmuştur.

İslam'dan dem vurup Müslümanlar arasında yaralar açmak, Kur'an'dan söz edip Kur'an'ı kendi fikri görüşleri etrafında yorumlamak, Ehlibeytten söz edip mektep mensupları arasında ihtilaflar çıkarmak, kendi mezhe- binden olmayanları kâfir ilan edip, İslam ehli olmayan- larla kol boyun olmak,  kendinden olmayanı ötekileş- tirmeye çalışmak, her denilene lebbeyk söylemeyeni fasık-müfsit ilan etmek, - Allah ve ilahi değerlerle aldatmanın bir yansımasıdır.

-    Unutmamak gerekir ki, Allah adına aldatanlar iblisin askerleri, Allah adına aldatılanlar ise iblisin tutsakları ve uşakları konumundadırlar. İslam tarihin en büyük katliam ve kanlarının, yalan dolanlarının, dehşet ve ihanetlerinin, soygun ve sömürülerin arkasında aldatma ve susturma aracı olarak genelde dini kavramlar vardır, kendini din diyanet ehli gösteren kişiler vardır. Emevi ve Abbasi zulümleri bunun açık bir örneğidir. Emevi ve Abbasi halifeleri, amirleri, hâkimleri, vaizleri, âlimleri gündüz mabette dinden söz eder, akşam ise günah partileri düzenler ve Müslümanları aldatarak din adına Peygamber evlatlarını bile doğramaktan, perişan etmekten, sürüp sürgün etmekten geri kalmazlardı. İtalyan düşünür Giordano Bruno (ölm 1600) ne güzel söylemiş: „Yeryüzündeki kötü insanlar kendi iradelerini hâkim kılmak için Allah'ı kullanırlar.“

Şeytanın kullandığı insanlar Kuran’da „şeytan evliyası“ veya „şeytan orduları“  diye anılmaktadır. Bu evliya veya ordular Allah adına aldatmanın öncüleri, uygulayıcılarıdır. Bunlar kimi zaman kendilerini sermayedar, kimi zaman siyasetçi, kimi zaman dindar, kimi zaman âlim, kimi zaman aydın, kimi zaman gazeteci, düşünür, kimi zaman idareci ve yönetici kisvesinde gösterirler. Böyleleri Allah adamı iddiasıyla mal-mülk menfaat-kudret celbi peşinde koşanlardır. Böylelerine âlim-abid suretinde iblis demek gerekir. Allah’tan başkasına teslim olmama anlamına gelen İslam, böylelerinin nazarında Allah dışında her şeye ve herkese teslimiyete dönüşür.

Tüm Müslümanların şeytani sıfat ve özelliklere sahip olan şeytan evliyalarına çok dikkat etmeleri, her duyduklarına ve gördüklerine kanaat etmeden önce araştırma yapmaları gerekir. Zira İnsan olaylara basiret ile bakmaz ise aldatılması söz konusu olabilir. Hz. İmam Ali bu aldatılma konusunda şöyle buyuruyor; „İki yaşındaki deve gibi olunuz; zira onun sağılacak sütü ve binilecek sırtı yoktur.“  

İnsan olaylara, hadiselere ve faillerine takım tutma ruhu ile yaklaşırsa aldatılması ve yanlışa düşmesi söz konusu olabilir. Oysa İmam Ali bu veciz sözünde inananların bu alanlarda nasıl olmaları gerektiğini açık bir şekilde beyan buyurmuşlardır. Çinli bilge Sun Tzu ise şöyle demiştir; „Beni bir kez aldatırsan sana yazıklar olsun; beni iki kez aldatırsan bana yazıklar olsun.“

Basiretli, şuurlu, hakka ve doğrulara taraf olan müminler için dini değerler; daha çok sorumlu olmanın, daha çok paylaşmanın, daha çok fedakârlığın yoludur. Şeytan evliyası olanlar için ise dini değerler başkalarından daha çok almanın, başkalarını daha rahat itham etmenin, dokunulmaz ve eleştirilmez olmanın kurumudur. Bazı insanların doğruları ve doğru yapanları bildikleri halde, birilerine veya bir yerlere hoş gelsin diye her yapılana şaşı bakarak itiraz etmeleri, ihlâstan söz edip riyakârlığı karakter edinmeleri, birlik, beraberlik naraları atıp da girdiği yerlerde ihtilaf tohumu ekmeleri aldatma yaftasının bir yansımasıdır. Gıybet etmek, çıkar için iftira atmak, töhmet vurmak,  Allah’ın kullarına suç ve ayıp bulmak, en küçük bir kızgınlık anında onları cehenneme göndermek, kendi yaptıklarını din adına kabul edip, din alanında başkalarının yaptıkları hizmetl- eri yok kabul etmek yine aldatma veya dar görüşlülük versiyonudur.

Allah ile aldatan kimliklerin hak duyguları yok, ehliyet ve adalete saygıları yok, sadece menfaatleri icabı hakaretleri, iftiraları ve bu doğrultuda eylemleri var. Hakka, hukuka, çaba ve hizmete ancak kendi hesap- larına uygun düşğünde saygı duymaktalar.  Oysaki hak düşmanında bile tecelli etse onu kabul etmek bir iman borcudur. Allah ile aldatanlar eleştiri kabul etmez. Kabul ettiği anda kendini inkâr etmiş olur. Allah ile aldatanları eleştirdiğiniz anda dinsiz, fasık ilan edilirsiniz. Bu minvalde halka da büyük sorumluluklar düşmektedir.

Şems-iTebrizihalk konusunda bir sözün de şöyle diyor: „Sana bir çift söz söyleyeyim: Bu halk nifak yoluyla konuşmaktan, iki yüzlülükten hoşlanır. Doğru sözden sıkılırlar. Birine desem ki „Sen çağımızın tek büyük adamı biricik şerefli İnsanısın“ şüphe yok ki hoşuna gider ellerimi yakalayarak „Sizi çok özlemiştim, kusurum çoktur gibi iltifatlarda bulunur.“  Hâlbuki geçen sene onunla dosdoğru konuşmuştum bana düşman oldu. Bu şaşılacak bir şey değildir. Çünkü halk ikiyüzlülük yönün- den geçinmek ister, ta ki onlarla birlikte hoşlukla vakit geçirsin.  Ama doğruluk yolunu tuttun mu dağlara kırlara kaçmak gerekir.“( ŞemsMakaalât, 1/99-100)

İslam tarihi boyunca âlim-abid suretinde olan bu iblisler, İslam dininin mukaddes değerlerini malzeme ve araç edinerek, Müslümanları aldatmış ve sömürmüşlerdir. Ehlibeyt imamları her fırsatta inananları bu aldatmaya, sömürüye ve aldatanlara karşı uyarmış ve bunlara karşı koymuşlardır.

Allah adına aldatan din tüccarları genelde siyasetçi, ilim adamı, tüccar, abid olarak Müslümanların karşısına çıkarlar. Bu dört zümrenin her biri kendi iç dünyasında besledikleri şeytani arzulara kavuşmak için dini inançları hedefleri doğrultusunda malzeme ederler. Siyasetçi hedeflediği makama, tüccar amaçladığı maddi güce, ilim adamı amaç edindiği mevkie ve abit de toplum içerisinde kariyer bulma amacına ulaşmak için dini inançları vesile edinirler. Kimi zaman da bazı insanlar hem toplumda yer edinmek, makam bulmak ve hem de nefsanî ve şehevi mikropluklarına cevap vermek için dini inançları kullanırlar. Selam ve Dua ile Mehdi Aksu 09.07.2012

-

Allah’ın izni yardımı ve sevdiklerinin desdeği ile mücadelemiz manevi fikri ve fiziki üç halin örtüşmesi ile alemde olaylar din ahlak maneviyat dairesinde islam üzerinden iki kurala bağlı gelişir İlahi kuralınca; „İslam dairesi içerisinde! Maneviyat, tasavvuf, tarikat ve İnsan“ künyesi ile 23’üncü bölüm ile devam edip 3 ve 4 üncü kitap olarak 40 bölüm de İnşAllah mücadelemiz tamamlanacak. Hacı Bayazıt 09.07.2012

 E Post: haci.bayazıt@chello.at – www.islamdairesi.com