Dini Bilgilr.1
HAK DAVADA TEK BAŞINA
"Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer
(gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz." (1)
Böyle buyuruyor Âlemlerin Rabbi Allah!.. Kendisinden başka hüküm koyucu ve
hükmüne tabi olucu ilâh bulunmayan Allah, üstünlüğün, izzet ve şerefin, şirksiz
iman etmekle gerçekleşeceğini beyan buyuruyor
Üstün olmak, katıksız iman
etmektedir
Katıksız iman edenler üstündürler
Katıksız iman edenler, Allah'ı
yegâne Rabb, Melik ve İlâh edinmişlerdir... Bu şirksiz iman sahibi olan muvahhid
mü'minler, yalnızca Allah'ın kulu olmuş, yalnız O'na ibadet eden ve yalnızca
O'ndan yardım bekleyen şahsiyetlerdir
Allah, üstünlüğü şirksiz imana bağlamıştır
Katıksız iman, üstünlüğün ve
zaferin olmazsa olmaz şartıdır
Katıksız iman şartına bağlanan üstünlük,
herhangi bir zaman ile sınırlandırılmamıştır
Hangi çağda, hangi asırda ve
dünyanın neresinde olursa olsun, emr olunduğu gibi iman edip iman üzere sabırlı
olan muvahhid mü'minler, düşmanları kim olursa olsun Allah'ın izni ve yardımıyla
onlardan üstündürler
Bundan dolayı bir anlık düşmanın galib oluşu, onları
gevşetmemeli, dağıtmamalı ve üzüntüye sürüklememelidir
Çünkü mü'min
müslümanların yegâne velîsi Allah, (2) "Eğer (gerçekten) iman etmişseniz en
üstün olan sizlersiniz" buyurmuştur
Bu, Allah'ın değişmez sünnetidir
- Rabbimiz Allah, kendisine ve indirmiş olduğu hükümlerine katıksız iman edip,
imanın gereği olan salih amelleri işleyen mü'min müslüman kullarının üstün ve
galib olduğunu beyan buyurmuştur
Düşmanlarına karşı galib gelip muzaffer
olanlar, Allah'ın taraftarları olan muvahhid mü'minlerdir
Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:
"Sizin dostunuz (velîniz) ancak Allah, O'nun Rasulü, rükû ediciler olarak namaz
kılan ve zekat veren mü'minlerdir.
Kim Allah'ı, Rasulü'nü ve iman edenleri dost (velî) edinirse, hiç şüphe yok,
galib gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır." (3)
"Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları
kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan
cennetlere sokacaktır, orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı
olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat
edin, şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip
kurtuluş) bulanların tâ kendileridir." (4)
Allah'a ve Rasulü (s.a.s.)'e itaat edenler, gerçekten iman ettikleri için üstün
ve galib olanlardır
Ferd olarak tek başına bırakılacak veya cemaat olarak
yalnız kalacak olsalar da, onlar için fark etmez
Çünkü onların yardımcısı
Allah'dır ve Allah, onları karanlıklardan nûra çıkarır
- "Eğer (gerçekten) iman emişseniz en üstün olan sizlersiniz" ayetinin
tefsirinde İman Kurtubî (rh.a.) şunları beyan eder:
"Bu ayet-i kerimede, bu ümmetin fazilet ve üstünlüğü de açıklanmaktadır. Çünkü
yüce Allah onlara, peygamberlerine hitab ettiği şekilde hitab etmiştir. Zira
yüce Allah, Hz. Musa'ya: 'Şübhesiz ki, en üstün olan sensin, sen!' (Taha, 20/68)
diye buyururken, bu ümmete de: 'Siz, en üstünsünüz' diye hitab etmiştir.
'Buradaki en üstün' anlamındaki lafız ise şanı yüce Allah'ın, 'el-Âlâ: En yüce,
en üstün' isminden müştaktır. Ve yüce Allah, mü'minlere: 'En üstün olanlar
sizlersiniz, diye hitab etmektedir.'(5)
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) ise, şu açıklamayı yapar:
"Cenâb-ı Hakk'ın: 'Siz, eğer mü'min iseniz" sözü hakkında da şu izahlar
yapılmıştır:
a) 'Siz, imanınızda devam ettiğiniz müddetçe, en üstünsünüz.' Bu ifadenin
maksadı ise, Allah Teâlâ'nın, onların İslâm'a sımsıkı sarılmalarından dolayı
derecelerini yükseltmeyi tekeffül ettiğini beyan etmektir.
b) 'Siz üstünsünüz. O hâlde Allah'ın size va'dettiği ve sizi kendisiyle
müjdelediği galibiyeti tasdik ediyor iseniz, bu müjdeyi bihakkın tasdik ediniz.'
c) Takdirin, 'gevşemeyin, mahzun olmayın siz eğer mü'min iseniz, en üstün
olanlarsınız. Çünkü Allah Teâlâ, bu dine yardım edeceğini, onu muzaffer
kılacağını va'detmiştir. Eğer siz, gerçekten mü'min iseniz, bu hâlin olduğu gibi
devam etmeyeceğini, devlet ve üstünlüğün müslümanların eline geçeceğini ve
müslümanların düşmanlara hükümran olacaklarını bilirsiniz' şeklinde olmasıdır."
(6)
İşte Rabbimiz Allah'ın va'di:
"Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir:
Hiç şüphesiz, onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları
da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir
şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıktır.
- Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Rasul'e itaat edin. Umulur ki, rahmete
kavuşturulmuş olursunuz." (7)
Gerçekten iman edip, emrolundukları gibi salih amellerde bulunarak, Allah
Teâlâ'nın bu va'dine ulaşan muvahhid mü'minler, her asırda ve her çağda
varolagelmiş oldukları gibi, kıyamete kadar da onların varlığı devam edecektir
Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
"Yarattıklarımızdan hakka yöneltip ileten ve onunla adâleti kılan (uygulayan)
bir ümmet var." (8)
Muğire b. Şu'be (r.a.)'ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Ümmetimden bir taife, kendilerine Allah'ın emri gelinceye (yani kıyamet
kopuncaya) kadar hak üzerinde birbirine yardım edici olmakla devam edecek ve
bunlar (muhalefet edenlere) dâima galib olacaklardır." (9)
- Merhamet olunmuş vasat ümmet, Allah'ın ve Rasulullah (s.a.s.)'ın
va'dettiklerine, katıksız iman ve salih amelleriyle kavuşmuşlardır
İslâm
tarihindeki galibiyet ve zaferler bunun apaçık delilleridir
Bunca fetihler ve
asırlarca süren iktidarlar bunun doğruluğuna şahid etmektedirler
- Hakk'a gerçekten iman eden, itaat ederek kul olan, bundan dolayı hak üzere
olmaya gayret eden muvahhid mü'min veya mü'minler, hak dâvâdan asla sapmamalı,
taviz vermemelidirler
Hak üzere ve Hakk'a kul olmaya devam ettikleri müddetçe,
imanlarından taviz vermeyip salih amellerde sabırlı davrandıkça, Allah'ın
va'dettiklerine kavuşmayı hakkederler
Onların, hak dâvâda yalnız
bırakılmalarının kendilerine zararı yoktur
Çünkü onların yardımcısı, güç ve
kuvvetin yalnızca kendisine aid ve her şeye kadir olan Allah'ındır
- Tarih boyu bu şekilde devam eden bu gerçek, gerek Rasullerin hayatında,
gerekse ümmetlerin hayatında gündeme gelmiştir
Allah Teâlâ'nın şirk
toplumlarında vazifeli kıldıkları Nebîler ve Rasuller, şirk içinde olan
insanları hakka, Tevhid'e, İmana ve İslâm'a davet etmiş, onları batıldan,
şirkten, küfürden ve tağutî düzenlerden alıkoymaya çalışmışlardı
O seçilmiş
zirve şahsiyetlerin vazifesi: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" diye
insanlara hakkı tebliğ edip kendilerini uyarmaktı
(10) Her biri vazifesini
hakkıyla yaptı ve hak dâvâda sabrın en güzelini ortaya koydu
Kimine birçok
insanlar iman ederek tabi olurken, kimi de yapayalnız bırakıldı
İçinde
bulunduğu şirk toplumunun tağutları tarafından birçok eziyetlere ve işkencelere
uğratıldı ve O'na inanıp tabi olan bir kişi bile çıkmadı
Allah'ın o seçkin
salih kulunun bütün gayretine rağmen insanlar inanmadılar ve O Rasul kul,
risalet veya rübüvvet vazifesini hakkıyla yaptıktan sonra tek başına Rabbi
Allah'a kavuştu
Hak Dâvâda tek başına kalan bu seçkin zirve kul, en üstün ve en
başarılı bir şahsiyet idi
Çünkü O, katıksız iman etmiş ve şirk içindeki
insanları Tevhid'e ve imana davet etmişti, fakat insanlar bu davete icabet
etmemiş, imanı reddetmişlerdi
- Abdullah ibn Abbas (r.anhuma)'nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle
buyurur: "Bütün ümmetler bana arzolunup gösterildi. Bir peygamber, yanına bir
ümmet alıp geçiyordu. Bir peygamber, beraberinde bir toplulukta geçiyordu. Bir
peygamber, beraberinde on kişiyle geçiyordu. Bir peygamber, beraberinde beş
kişiyle. Bir peygamber de yalnız başına geçiyordu." (11)
Hak dâvâda tek başına!..
Gevşemeden, üzülmeden, Rabbi Allah'ın kendisine emrettiği gibi tebliğ ve davet
vazifesini yerine getiren zirve şahsiyet, en üstün olan şahsiyetti
O, katıksız
iman etmiş ve salih ameller işlemeye hiçbir taviz vermeden devam eylemişti.
Dâvâsı hak olan dâvâ adamının imanı ve sabrı bu idi!.. Hak dâvâda tek başına da
kalsa veya bırakılsa, dâvâsından asla taviz vermeden, emrolunduğu gibi dosdoğru
olmalıdır
Peygamberlerin varisleri olan muvahhid mü'minler, hayırlı ilimlerini
miras aldıkları peygamberler gibi davranmalıdırlar
Peygamberlerin bütün
ilimleri hayırlıdır
Kendileri hayırlı şahsiyetler olup her hâlleri hayır
üzeredir... Yeryüzün varisleri olan mü'min Müslümanlar, peygamberlerin yolu ile
yollanmış ve hâlleri ile hâllenmişlerdir...
Bundan dolayı hak dâvâda tek başlarına bile kalsalar, asla hak yoldan sapmaz,
taviz vermez ve geri dönmezler... Özellikle ümmeti olmakla şeref ve izzet
buldukları, yegâne hayat önderi Rasulullah (s.a.s)'in izinden ayrılmaz, O'nun
Sünneti üzere olmaya bütün gayretlerini sarfederler... Hayat önderi Rasulullah
(s.a.s.), hayat kitabı Kur'ân-ı Kerim'de ne emredilmiş ise, öyle davrandı
Çünkü
O'nun ahlâkı, yani yaşantısı Kur'ân idi
(12)
İşte o zirve şahsiyetin hayatından bir kesit!..
Ukayl b. Ebi Talib (r.a) anlatıyor: Kureyş, Ebu Talib'e gelerek şöyle
dediler: Kardeşinin oğlu, bizim avlularımıza ve toplantılarımıza geliyor ve bize
rahatsızlık veren şeyler söylüyor. O'nu, bundan alıkorsan memnun oluruz. Ebu
Talib, onların bu sözünü Muhammed (s.a.s.)'e iletince, Peygamber (s.a.s) şöyle
buyurdu: "Gönderildiğim görevimi bırakamam. Bu, benim için birinizin kalkıp
güneşten bir şûle koparmasından daha zordur. (Ona nasıl imkân yoksa, buna da
imkân yoktur.)"
Bunun üzerine Ebu Talib şöyle dedi:
Kardeşimin oğlu, asla yalan söylemez. Haydi dönün, gidin!(13) Muhammed ibn
İshak (rh.a) anlatıyor: Bir başka zaman Kureyşliler, Ebu Talib'e gelip O'nunla
konuştular: Ey Ebu Talib, senin, aramızda yaşın, şerefin ve mevkiin itibariyle
bir yerin varsa da, yeğenini bu hâlde bırakmayacağız, yok edeceğiz. Ya da
ilâhlarımıza küfretmekten, atalarımıza saldırmaktan ve dinimizi eleştirmekten
vaz geçsin. Dilersen bizimle savaş, dilersen O'nu terk et. Biz, sana durumu
arzettik. Seninle savaşmak, seninle düşman olmak istemedik. İnancımız, tek çıkar
yol budur. Durumunu düşün, taşın. Sonra kararını bize bildir, dediler. Kureyş,
Ebu Talib'e bu sözleri söylediği zaman Ebu Talib, Rasulullah (s.a.s.)'e bir adam
gönderip çağırdı:
O'na:
- Ey kardeşimin oğlu, kavmimiz bana gelip bunları söyledi.
Savaşa girişmeden önce
bana mühlet tanıdılar. Bana ve kendine acı. Benim ve senin kaldıramayacağın yükü,
bana yükleme. Kavminle bizim aramızı açan şu beğenmedikleri sözlerden vazgeçerek,
onları, bu davranışlarından döndür, dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.),
amcasının fikir değiştirdiğini, kendisini terk edeciğini ve düşmanlarına teslim
edeceğini, yardımını ve himayesini azaltacağını zannetti.
Rasulullah (s.a.s.), Ebu Talib'e:
"Ey amca, sağıma güneşi, soluma da ay'ı versen, dâvâmdan yine de vazgeçmem. Ya
Allah, onun kadrini yükseltir, ya da o yolda ölürüm." cevabını verdi. Sonra
Resulullah (s.a.s.), gözyaşlarını tutamadı, ağladı. Ebu Talib, Rasulullah (s.a.s.)'in
durumunu görünce, O'na yaklaşıp: Gel, kardeşimin oğlu! dedi. Rasulullah (s.a.s.),
O'nun yanına gitti.
Ebu Talib:
İşine git, istediğini yap! Vallahi, seni asla teslim etmeyiz!.. diyerek
himayesinin süreceğini belirtti.(14) Hak Dâvâsını kesin ve katıksız iman eden
Rasulullah (s.a.s.)'in tavizsiz tavrı!.. İmanın gereği olan tavır!.. O'nun
ümmeti olan, O'nu ve Allah'dan getirdiklerine katıksız iman eden muvahhid
mü'minlerin tavrı da, O'nun tavrı gibi olmalıdır
Çünkü Allah Teâlâ şöyle
buyurdu: "Rasul, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de."
(15) Mü'min müslümanlar da,
Rasulullah (s.a.s.)'in iman ettiği gibi iman ettiler
Rasulullah (s.a.s.)'in
katıksız imanından kaynaklanan tavizsiz ve kesin tavrı, muvahhid mü'minlerin
tavrı olmalı
Onlar da, yegâne hayat önderi ve örnekleri olan Rasulullah (s.a.s)
gibi, tavizsiz ve kesin tavırlı olmalıdırlar
Hak dâvâ olan "İslâm Dâvâsı'"nda
tek başlarında da kalsalar, asla vazgeçmemeli, düşmanların isteklerine boyun
eğmemelidirler
Önderleri Rasulullah (s.a.s) gibi olmalı ve demelidirler ki:
Güneşi sağ elime, ay'ı da sol elime verseniz dahi, iman ve İslâm dâvâsından asla
vazgeçmem!.. Ya Allah beni muzaffer eder, ya da bu hak yolda ölürüm!.. Zamane
rüzgarı hangi yönden eserse essin, muvahhid mü'min şahsiyeti eğmemeli ve kesin
Tevhidî tavrından vazgeçirmemelidir
Ve kesin olarak bilip idrak etmelidir ki,
"her esen rüzgara eğilecek olursa, dağ kadar da olsa saman çöpü kadar kıymeti
yoktur!.."
Egemen zalim tağutların işgal edip küfür ve şirk hükümlerini hakim kıldığı İslâm
topraklarında esaret altında yaşayan mü'min müslümanlar, Rabbleri Allah'ın
kendilerine emrettiği gibi dosdoğru olmalıdırlar
Egemen tağutların bütün
zulmüne, sömürüsüne, işkencesine ve dayatmasına rağmen sabredip direnmelidirler
Şeytanların ve tağutların yaldızlı sözlerine ve va'dlarına aldanmamalı, hak
dâvâsından vazgeçmemeli, dosdoğru yoldan, batıl yollara sapmamalıdırlar
Batıl
yollar ve hareket metodları, her ne kadar kolay ve menfaata uygun gibi
görünüyorsa da, muvahhid mü'minleri hak yoldan ve Rabbânî metoddan uzaklaştırıp
saptırdığı için asla kabul edilmemelidir
- Allah'a ve Rasulü (s.a.s)'e katıksız iman edip itaat eden muvahhid mü'minler,
yalnız kalmaktan veya yalnız bırakılmaktan asla korkmamalıdırlar
Onlar,
hayatlarının her merhalesinde ve her anında Allah'a ve Rasulü (s.a.s)'e itaat
edecek olurlarsa, Allah, onları yalnız bırakmaz, ummadıkları yerlerden onları
rızıklandırır ve bir kurtuluş kapısı açar...(16) İmanını gereği gibi koruyan,
emrolunduğu ibadetlerini örneği ve önderi Rasulullah (s.a.s)'i örnek edinerek
yerine getirmeye çalışan, egemen zalim tağutlardan tamamıyla ilişkilerini kesen,
böylece Allah'dan korkup sakınan muvahhid mü'minlerin işleri, Allah tarafından
kolaylaştırılır, her anlarında hidayet olunurlar
Allah'ın, kusurlarını örttüğü,
affedip ecirlerini bol eylediği kullar, muttakî mü'min kullardır
Dünya hayatlarında hak dâvâ üzere olan hayırlı kullar, hayatlarının bütününü
Allah için kılarlar ve böylece kendilerini ebedî ahiret yurduna hazırlarlar
- Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:
"İşte ahiret yurdu. Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak
istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel)sonuç, takva sahiblerinindir."
(17) Tağutu bütün yönleriyle reddedip, Allah'a gereği gibi iman etmiş olan
şahsiyetler, imanlarında ve dosdoğru gittikleri yollarında hiçbir zaman şübheye
düşmezler
Delillerle tahkikli olarak iman ettikleri ve hareket metodlarını
Kitab ve Sünnet'ten hareketle gündeme getirdikleri için, doğruluğundan dolayı
asla tereddüd etmezler... Dünya hayatının bir imtihan olduğu idrakıyla hareket
eden muvahhid mü'minler, imtihanı kaybedenlerin çoğunluğundan dolayı yılmaz, ve
gevşemezler
Muhakkak Allah'a kavuşmayı uman selefleri gibi: "Nice az bir
topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galib gelip yenmiştir.
Allah, sabredenlerle beraberdir." (18) derler. Nerede ve hangi durumda olursa
olsun, Allah'a ve Rasulü (s.a.s)'e itaat eden şirksiz iman eden şahsiyetler, hak
dâvâsı üzerinde yollarına devam ederken, yolda dökülenlerden dolayı,
hedeflerinden ve Rabbânî metodlarından asla şübhede düşmez, tağutların içi zehir
dolu altın kase misali, menfaate çok uygun olan tekliflerini reddeder, hak
yoldan sapmazlar
Kalblerinde hastalık olan, imanlarını az bir dünya menfaatı
karşılığı değişen, reddetmeleri gerekli olan tağutu ve hükümlerini hangi niyetle
olursa olsun kabul edip, o doğrultuda çalışan bundan dolayı imtihanı kaybeden
tiplerin oluşturduğu cephenin kalabalıklığı, muvahhid mü'min şahsiyeti
sarsmamalı ve gevşetmemelidir
O, bütün bu olumsuz şartlara rağmen hak dâvâsına
daha çok sarılmalıdır... Sabırla, namazla Allah'dan yardım dilemeli ve Rabbi
Allah'ın şu emirlerini can kulağıyla dinleyip itaat etmelidir:
- "Sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın ayetlerinden alıkoymasınlar.
Sen, Rabbine çağır ve sakın müşriklerinden olma.
Ve Allah ile beraber başka bir ilâha tapma. O'ndan başka ilâh yoktur. O'nun
yüzünden (Zâtından) başka her şey helâk olucudur. Hüküm O'nundur ve siz, O'na
döndürüleceksiniz." (19)
1) Âli İmrân, 3/139. 2) Bkz. Bakara, 2/257. 3) Mâide, 5/55-56. 4) Mücadele,
58/22. 5) İmam Kurtubî, el-Câmiu Li-Ahkâmi'l-Kur'ân, Çev. M. Beşer Eryarsoy,
İst. 1997, C.4, Sh.393. 6) Fahruddin er-Râzî, Tefsiri Kebir Mefatihu'l-Gayb,
Çev. Prof. Dr. Suat Yıldırım, vdğ. Ank. 1990, C.7, Sh.81. 7) Nur, 24/55-56. 8)
A'râf, 7/181. 9) Sahihi Buhârî, Kitabu'l İ'tisam, B. 10, Hds.42. Sahihi Müslim,
Kitabu'l-İmare, B. 53, Hds.170-177. Süneni Tirmizî, Kitabu'l-Fiten, B.25,
Hds.2287. Süneni İbn Mace, Mukaddime, B.1, Hds.10. 10) Bkz. Nahl, 16/36. 11)
Sahihi Buhârî, Kitabu'r-Rikak, B.50, Hds.128. Sahihi Müslim, Kitabu'l-İman,
B.94, Hds.374. Süneni Tirmizî, Kitabu Sıfatu'l-Kıyame, B.14, Hds.2563. İmam
Buhârî, Edebü'l-Müfred, B.409, Hds.911. 12) Bkz. Sahihi Müslim, Kitabu
Salati'lMüsafirin, B.18, Hds.139. Süneni Neseî, Kitabu Kıyamu'l-Leyl, B.2,
Hbr.1601. Süneni Ebu Davud, Kitabu Salati'Tatavvu, B.26, Hds.1342. 13) İmam
Muhammed b. Muhammed b. Süleyman er-Rûdânî, Cemu'l-Fevâid Büyük Hadis Külliyatı,
Çev. Naim Erdoğan, İst. 2003, C.3, Sh.256, Hds. 6388. Ebu Ya'lâ ile Taberanî'nin
el-Mücemu'l-Kebir ve el-Mu'cemu'l-Evsat'tan. Muhammed İbn İshak, Siyer, Çev.
Sazai Özel, İst. 1991, Sh.211, md.201. 14) Muhammed İbn İshak, Siyer,
Sh.210-211, md.199-200. İbn Hişam, İslâm Tarihi Sireti İbn Hişam Tercemesi,
Çev. Hasan Ege, İst.1985, C.1, Sh.352. İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye Büyük
İslâm Tarihi, Çev. Mehmet Keskin, İst. 1994, C.3, Sh.63. Beyhakî'den. 15)
Bakara, 2/285. 16) Bkz. Talak, 65/23. 17) Kasas, 28/83. 18) Bakara, 2/249. 19)
Kasas, 28/8788 KUL SADİ YÜKSEL 06/01/2008
Dini Bilgilr.2
HÜSEYİN, HÜR VE ONURLU DİRENİŞİN
ADIDIR !
Hüseyin, Hz.
Resulullah'ın bize bıraktığı bir emanettir. Emanete karşı sadakat ve
samimiyetimizi salih amellerimizle ispat etmek durumundayız. Hüseyin'in mirasına
karşı alakasız ve duyarsız kalmak, böyle bir miras karşısında vurdumduymaz
olmak, emanete ihanetin ta kendisidir. Hüseyin bir İrfan Mektebidir. Tevhidi
Akidenin, adaletin , ahlakın, sadakatin, samimiyetin, insaniyetin, özgürlük
ateşinin ikametgahı olan tek adres, tek mekteptir. Adem'in yeryüzündeki
mirasının varisi olmak, Hüseyin'e aşk duymakla mümkündür. Zalimin zulmüne ancak
Hüseyni bir ruhla karşı koyulabilir, Hüseyni ruh Ehlibeytin bütün insanlığa
hediyesidir adeta. Zira bugün, zalimin
zülüm erbabının münafığın
korktuğu tek şey Hüseyni bir
ruhtur.
21.Yüzyıl gibi, bin bir
türlü insanlık dışı zulüm ve cinayetlerin aleni bir şekilde işlendiği bir zaman
diliminde, zulmün ve zilletin insanlığın başına çöktüğü bir dönemde insanlığı
irşad edeceğimiz tek adres Hüseyin Mektebidir.
Ey Hüseyin neredesin?
Hani demiştin ya ! "Ben
Haramları helalleştirenlerle ve helalleri de haramlaştıranlarla savaşmakla
emrolundum."
Ve biz, 1368 yıl önceki gibi
toplumsal yozlaşmanın, ahlaki erozyonun, bir başka ifadeyle her türlü kokuşmanın
etrafımızı kalkan gibi sardığı bir dönemde yaşamaktayız. Münafıkların
müslümanların önüne geçmesinden sonra mı yoksa şartların etkisi ile mi yoksa
akidemizin dumura uğraması ile mi...? Şu acizane aklımla idrak edemiyorum.
- Ey Rabbim! Bize can ve ruh
ver, kan ver ve tekrar ayağa kalkalım ve 1400 yıl önceki gibi biz de zulmün
karşısına çıkıp bütün sahte ilahları yıkalım ve üstün olanlardan olalım.
Ey Hüseyn can! Hele bir bak
Ümmet ne halde, zalim zulmünü hiç başımızdan eksik etmiyor.
- Ey Zeynep! Hele bir bak
üniversitelerdeki başörtülü bacılarımıza, ne haldeler. Ahlaksızlık almış başını
gidiyor, çıplaklık özenti haline gelmiş, Rabbimizin bir ayeti, Nebimizin bir
hadisi kalplere tesir etmiyor. Herkes çılgınca dünya malı yığma peşinde ve hiç
ölümü, ahireti düşünen yok; bir dünyevileşme rüzgarıdır almış başını gidiyor.
Ey İnsan! Bütün dünyayı sana
verseler ne olurki? Sonunda ilahi adalete teslim olmayacak mısın, sonunda 2
metrelik çukura atmayacaklar mı seni de?
- Kerbela bir pazardır; bir
tarafta Allah(c.c), diğer tarafta canlarını Allah yolunda feda etme
alış-verişinin gerçekleştiği bir pazar... Kahramanların, Mücahid ve
Mücahidelerin Rabbimize vermiş olduğu bir sözdür Kerbela, ahde sadakat
gösterenlerin, dünyanın lezzetlerinden, hazlarından, ışıklarından,
ışıltılarından vazgeçtikleri için bedel ödedikleri bir alış-veriş yeridir.
Kerbela bir otopsi laboratuarıdır. Sahtekarlıkların, iki yüzlülüklerin deşifre
edildiği, ihanetlerin gün yüzüne vurduğu bir laboratuar... Hüseyin; kalitenin
açığa çıktığı, takvanın, kapasitenin, samimiyetin, sadakatin, ibadetin,
niteliğin ispatlandığı bir arenadır. Herkes kendini Hüseyinle test edecek,
itaatini, ibadetini, sadakatini... Herkes çapını, ağırlığını Aşura terazisine
vuracak, ahlakını cömerliğini, samimiyetini... Hüseyin'de kendini görecek.
Kerbela bir filmdir; iç dünyamızdaki bütün gizliliklerin, bütün çirkinliklerin,
yanlış hesapların deşifre edildiği bir film şerididir KERBELA...
- Hüseyin bir irfan
dergahıdır; miskin bir
dergah değil, miskince bir dergah değil, içe kapanmanın, uzlaşmanın revaçta
olduğu bir dergah değil, dinler arası diyaloğun değil; Allah(c.c) indinde hak
din olan islam'ın, islami kardeşliğin gerçekleştiği bir dergahtır Hüseyin'in
dergahı... Gönlümüzden ve gündemimizden Hüseyin hiç düşmeyecek, çünkü Hüseyin
bir aşktır, ulvi bir aşk, Rabbani bir aşk... Dünyacılığn, hesapçılığın,
çıkarcılığın aşıldığı, aşkta karar kılındığı, yalnız ve yalnız Allah(c.c) için
Allah yolunda olmanın ve Allah'a göre yaşamanın yegane hedef haline geldiği, bu
hedefin bütün hatlarıyla netleştiği bir aşk, bir sevda... Hüseyin bir aldanış
değil ama bir adanıştır .
- Ey zalimler duyunuz
sesimizi, çünkü biz Hüseyin mektebinde okuyoruz, Hüseyin'in içtiği sudan
içiyoruz, ne kadar zalimane davranırsanız davranın, lakin zulmünüzün perdesini
yıkacak olan bir güç var ki, o da Hüseyin mektebinde yetişen yiğitlerin iman
gücüdür. HÜSEYİN, HÜR VE ONURLU DİRENİŞİN ADIDIR. Selam olsun Zeyneplere, selam
olsun Hüseyinlere, selam olsun selamı hak edenlere . Her yer kerbela, her yer
Aşura. Şehadet şehadet süruru inklabest. Gazanız Mubarek olsun. Vesselam ...
Mehmet AKBAŞ 20/01/2008
Dini Bilgilr.3
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH (ÖNSÖZ)
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (c.c.)'a mahsustur, Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya, aline, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun.
- Halkında müslüman olan ülkelerdeki basın-yayın organları vasıtasıyla piyasaya sürülen kitapları ve bu kitapların müslümanlar üzerindeki etkilerini incelediğimiz zaman, müsbet veya menfi birçok sonuçlarla karşılaşmaktayız. Menfi olarak nitelendirdiğimiz durum, bu ülkelerdeki müslümanların okumayı, yazmayı ve konuşmayı bir alışkanlık haline getirmeleri ve sadece bununla yetinmeleridir.
Yazmak, okumak ve konuşmak!.
"Lafla peynir gemisi yürümez" ifadesini esas alarak yazmakla, okumakla veya konuşmakla hiçbir noktaya varılamaz iddiasını elbette ki savunamayız. Yazmanın, okumanın veya konuşmanın İslami çalışmalarda mutlaka önemli bir yeri vardır. Resulullah (s.a.v.)'in İslam'ı beyan etmek için yaptığı konuşmaları ve Alak Suresinde zikredilen; "Oku, senin Rabbin en büyük kerem sahibidir ki O kalemle öğretendir" buyruğu, bizlere okumanın, yazmanın ve konuşmanın önemini bildirmektedir.
Ancak teşvik edildiğimiz bu okuma, bu yazma ve bu konuşma nedir?
İslami bir gereklilik olarak neler okunacak, neler yazılacak ve neler konuşulacaktır?
- "İslami sınırlar içersindeki bütün meseleler, bütün görüşler, bütün hakikatler yazılacak, okunacak ve konuşulacaktır." şeklindeki bir cevap, bizlerin kabul edebileceği bir cevap değildir. Çünkü bu cevap esas alınarak yapılan ve yapılacak olan bütün kültür çalışmaları, müslümanları isteyerek veya istemeyerek entelektüalizm bataklığına sürükleyecektir. Rabbani bir bilinçle ve maksatlı olarak yürütülmeyen bu çalışmalar, müslümanları yazma, okuma ve konuşma duvarları arasına hapsedecektir. Teori ve pratik arasında aşılması mümkün olmayan boşluklar belirecek, müslümanlar pratiğe geçiremedikleri ve geçiremeyecekleri teorik bilgiler arasında boğulacaklardır. Mesela elimizde bir yemek kitabı olsa ve çevremizdeki insanlara elimizdeki kitaptan bazı yemek tarifleri vermek istesek, bu tarifi gelişi güzel vermeyiz, veremeyiz. Biliriz ki o ülkede et yoksa etli yemek tarifini vermemizin de bir anlamı yoktur. Şayet bu hususa dikkat etmeden yemek kitabında zikredilen yemek tariflerini gelişi güzel verirsek, insanlar bunu bilgi olarak alacaklar fakat pratiğe geçiremedikleri bu bilgilerden faydalanamayacaklardır.
- Basit bir örnek vererek açıklamaya çalıştığımız bu yanlış yaklaşım, Kur'an'ı Kerime yönelen bazı kimselerde de bulunmaktadır. Bu kimseler Kur'an'ı Kerime yönelmekteler ve karşılaştıkları Rabbani hükümlerin kimleri, ne zaman ve ne şekilde mükellef tuttuğunu dikkate almadan, bu hükümleri gelişi güzel gündeme getirmektedirler.
- Kendilerine 'Ulema' denilen kimselerin büyük bir kısmı ise "İçtihat etmiş oluruz!." korkusuyla, bulunduğumuz duruma kesin ve açık olarak hitap eden muhkem ayetleri bile zikretmekten çekinmektedirler. Nakilciliği esas alan bu kimseler Rabbimizin koruması altında bulunan muhkem ayetleri nakletmek yerine, geçmiş fakihlere nisbet edilen ve tahrif edilip-edilmediğini bilmediğimiz bazı görüşleri nakletmeyi daha güvenilir kabul etmektedirler!. Oysaki herhangi bir müctehide nisbet edilen görüşü savunacakları zaman, bu görüşe ilişkin mesnetleri bilmeleri ve söz konusu görüşü bu delillerle birlikte savunmaları gerekmektedir. Fıkhi bir kural olan bu esasa dikkat etmedikleri sürece İlahi kitapları tahrif eden ve tahrif etmek isteyen şeytan ve dostlarının bu şeytani maksatlarına maşalık etmeye devam edeceklerdir.
- Belli tefsirler ve fıkıh kitapları arasında boğulan ve içinde bulunduğumuz çağa uzak kalan bu kimseler, yaşadığımız çağa hitap eden Kur'an'ı Kerim'i sadece geçmiş müfessirlerin tefsirleri çerçevesinde anlamaya çalışmaktadırlar. Elbetteki bu tefsirlere müracaat edilecek ve elbetteki bu tefsirlerden faydalanılacaktır. Ancak bilinmesi gerekir ki hiçbir tefsir evrensel değildir. Evrensel olan sadece Kuranı Kerimdir. Birçok değerli müfessir evrensel olan İlahi mesajı, Resulullah (s.a.v.)'den ve ashab-ı kiramdan ulaşan sahih rivayetleri dikkate alarak yaşadıkları çağın anlayışına, ihtiyacına ve durumuna göre tefsir etmişlerdir. Bulunduğumuz çağa hitap eden Kur'an'ı Kerim ayetlerini okuduktan sonra okudukları evrensel mesajı tefekkür etmeden müfessitiere yönelen bu kimseler; Kur'an'i Kerim'i değil, bu Kur'an'i Kerim'den geçmiş müfessirlerin ne anladıklarını anlamaya çalışmaktadırlar. Tabi ki bu anlayış günümüze ve yaşadığımız olaylara uzanabilecek ve bu olaylara karşı tavır belirleyebilecek bir anlayış değildir. Bu anlayışa sahip kimseler nedenlerini bilmedikleri olayların sadece sonuçlarına bakmaktalar ve gözlemledikleri hu sonuçları geleneksel bir hükümle yargılayarak, sorunları hallettikleri zehabına kapılmaktadırlar. Oysaki bu çağdaş sorgunların çağdaş nedenleri yaşadıkça, bu nedenlerden kaynaklanan sorunlar da yaşayacaktır.
- Değişik ülkelerde ve farklı konumlarda bulunan müelliflerin eserlerini tercüme eden bazı kimselerde de aynı dikkatsizlik görülmektedir. Bu kimseler de söz konusu görüşleri ve eserleri, muhatap aldıkları müslümanların içinde bulunduğu farklı konumu dikkate almadan şabloncu bir zihniyetle adapte etmeye çalışmaktadırlar. Hâlbuki değişik ülkelerdeki müelliflerin eserleri, bulundukları konumdan haraketle ümmete açılan ve ümmete uzanan bir mahiyet göstermektedir. Benzer konumları içeren veya ümmetin ortak sorunlarına değinen eserler elbette ki ilgi sahamızdadır. Ancak bilinmelidir ki bazı bölge müslümanları için çok önemli ve uygulanabilir olan görüşler, başka bölgelerdeki müslümanlar için aynı öneme haiz değildir. İçinde bulunulan şartlar ve müslümanların yapısı dikkate alınarak beyan edilen görüşler, belirlenen tavırlar ve tespit edilen çalışma programları, sadece ve sadece bu bölgedeki veya aynı konumda yaşayan diğer bölge müslümanlarını bağlayıcı bir nitelik arz eder.
- Durum böyle iken bazı çalışmalarımızın kitap halinde yayınlanmasını neden istedik? Ve bu kitap çalışmasında, yukarıda belirttiğimiz yanılgılardan ne derece içtinap edebildik? Bu soruya uzun ve cazip ifadelerle cevap vermemize gerek yoktur. Şu bir gerçektir ki bu çalışmalar kütüphane raflarını doldurması için değil, ortak meselelerimizi anlamamız, bu meselelerdeki Rabbani hükümleri idrak ederek bir nebze uyanmamız ve çevremizdeki insanları da uyarmamız için kitap haline getirilmiştir. Ayrıca şu hususu da önemle belirtmek isteriz ki, bu kitap çerçevesinde verilen birçok mesele sadece Türkiye'de bulunan müslümanları değil, dünyadaki bütün müslümanları yakından ilgilendiren meselelerdir.
- Umud ve dua ediyoruz ki, bu meseleler Allah'ın lutfu ile dünya müslümanlarının gündemine girebilecek ve bu meselelerdeki İlahi hükümler tüm dünyada yankılanabilecektir.
- Ve yine Allah'ın lutfu ile İlahi kanun olan Sünnetullah gerçeği dünya müslümanlarınca idrak edilebilecek, yapılan ve yapılacak olan islami çalışmalara bu Sünnetullah'ın ışığında yön verilerek nihai helak olan kıyamet, toplumların helakiyle ilgili olan bu Sünnetullah'ın bir tecellisi olarak kopacaktır.
- Elbetteki bu bir kehanet değil, Sünnetullah ile ilgili bölümlerde açıklayacağımız gibi Kuranı Kerim'in apaçık bir buyruğudur.. Nasıl bir yolda, ne zaman, nasıl bir kişilikle, ne yapılacaktır? Sorularının Sünnetullah gerçeğine göre incelendiği bu kitap çalışmasında, gündeme getirilen meseleler ve bu meselelerde beyan edilen görüşler birbirleriyle bağlantılı olduğu için, bu meselelerin ve görüşlerin kitabın bütünlüğü dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Ur.ıud ediyoruz ki bu kitap, bu konuda yazılabilecek daha geniş kapsamlı kitaplar için bir başlangıç niteliğinde olacaktır. Şüphesiz ki doğrular Allah'a, yanlışlar ise yanılması mümkün olan biz insanlara aittir.
Dua etmeye muhtaç insanlar olarak, önsözümüzü dua ile bitiriyoruz.,
Allah'ım,
Sensin bizim Rabbimiz, bizleri Sen yarattın, biz Senin kulunuz. Gücümüz yettiğince ahde sadık kalacağımıza söz veriyoruz. Yaptıklarımızın ve yapmamız gerekirken yapamadıklarımızın şerrinden Sana sığınıyoruz. Günahlarımızı Sana itiraf ediyoruz, verdiğin nimetleri de itiraf ediyoruz. Bizleri affet, affedici ve bağışlayıcı ancak Sensin.
Allah'ım,
Hayatın ve ölümün fitnesinden, cehennemden ve bizleri Senin hoşnutluğundan uzaklaştıracak her şeyden Sana sığınırız.
Ya Rabbi,
Sapmaktan, sapıklığa sebep olmaktan, ihtilafa düşmekten, nifaktan, batılı savunmaktan, batıldan korkmaktan, acizlikten, zillete düşmekten, insanların, cinlerin ve bütün yarattıklarının şerrinden Sana sığınırız.
Allah'ım,
Faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan yine Sana, her zaman Sana sığınırız.
Bizleri koru,
bizlere hidayet et,
bizlere yardım et,
bizleri yalnız bırakma Allah'ım... 06/08/2007
Dini Bilgilr.4
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH
"Toplumların akibetiyle ilgili Sünnetullah gerçeği kavrandığı zaman peygamberlerin gönderiliş gayesi daha iyi anlaşılacaktır. Bütün peygamberler kavimlerini İlahi hükümlerle Allaha kulluğa davet etmişler ve bu daveti kabul etmezlerse Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti ile helak olacaklarını bildirmişlerdir. Dünya Müslümanları idrak ve iman etmelidir ki bu Sünnetullah kıyamete kadar yürürlükte olacak ve kıyamet bu Sünnetullahın bir tecellisi olarak kopacaktır. Dünya Müslümanlarına düşen görev ne oturup kıyameti beklemek ve ne de gayri İslami yollarla devletleri ele geçirmeye çalışmaktır. Haktan ve hakikatten habersiz olan insanları, toplumları, devletleri gizli faaliyetlerle helak etmeye çalışmak, müslümanlara emredilen Rabbani bir davranış değildir. İlahi davete muhtaç olan insanlar öncelikle apaçık ayetlerle cennete davet edilecekler, bu daveti reddettikleri ve küfürlerinde ısrar ettikleri zaman cehenneme terk edileceklerdir. Bizler yaşadığımız coğrafyadaki insanları apaçık ayetlerle cennete davet etmedik ki, bu insanları tekfir ederek veya öldürmeye çalışarak cehenneme terk edelim!.."
- Yukarıda ki alıntı 1987 yılında Mehmed Alagaş tarafından kaleme alınmış,Rabbani Yol Ve Sünnetullahisimli kitabının arka kapak yazısı. İnşallah Tevhid'e Doğru okuyucuları olarak belli bir zaman dilimi boyunca bu yazarımızın ve diğer yazarlarımızın kitaplarını birlikte okuyacağız. Kitap uzunca bir zaman önce yazılmış olmasına rağmen güncelliğini muhafaza etmiş. Böyle bir çalışmayı gerekli gördük çünkü içinde yaşadığımız yaşam şartları maalesef bizlere arta kalan bir zaman dilimi bırakmıyor. Zorunlu ihtiyaçlarımızı bile karşılamak için sürekli çalışmak zorunda kaldığımız bir süreci yaşıyoruz. Bizler istedik ki hem sizlere güvenle okuyabileceğiniz kitapları tavsiyede bulunmuş olalım hem de kitablarımızı sohbet tadında fazla zaman harcamadan, bölüm bölüm, sıkılmadan birlikte okuyalım. Konuların uzunluğuna göre inşaallah bir veya iki haftalık zaman diliminde yeni bölümlerimizle birlikte olacağız. Allah şimdiden hepimizin yar ve yardımcısı olsun. İnşaallah hayırlı bir çalışma olur. Yorumlarınızla da katkıda bulunup birbirimizi uyarabilir, katkı sağlayabiliriz. Çünkü hepimiz eksiğiz, bir arada olmaya, birbirlerimizin eksiklerini tamamlamaya muhtacız.
Selam ve dua ile Hikmet ERTÜRK YAZAR : MEHMET ALAGAŞ (SAİD HAKİM) 02/08/2007
Dini Bilgilr.5
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH (1- ÇARPIK YOLLAR) ÇARPIK YOLLAR
İslam'a gönül veren ve teslim olan müslümanlar, bu dinin kendilerine yüklediği bazı sorumlulukları idrak etmektedirler. İslam'a teslim olan bir müslümanın nefsine karşı, ailesine karşı, çevresindeki insanlara karşı ve içinde bulunduğu topluma karşı sorumlulukları vardır. Nefsine ve ailesine karşı olan sorumluluklarını güçleri nispetince yerine getirmeye çalışan müslümanlar, içinde bulundukları topluma karşı sorumlulukları yerine getirebilmek için bir cemaate veya bir gruba gerek duymaktadırlar. Çünkü söz konusu sorumluluk, müslümanların ortak çalışmaları ile yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur. Nitekim bu sorumluluğun idrakinde olan müslümanlar, sahip oldukları ölçülere göre islam dairesinde gördükleri çeşitli guruplardan herhangi birisine dahil olmaktalar ve bu gruptaki çalışmaları ile İslami sorumluluklarını yerine getirdiklerine inanmaktadırlar.
- Bu grup seçimi, çoğu zaman kişinin istek ve kontrolü dışında vuku bulmaktadır. Çünkü bu kişi herhangi bir gruba talip olmadan önce, o grubun davetçileri bu kişiye talip olmakta ve Rabbani bir ölçüye sahip olmayan bu insanı, fazla zorlamadan kendi gruplarına dahil edebilmektedirler. Yeni girdiği grupta bir takım değer ölçüleriyle karşılaşan bu insan, karşılaştığı değer ölçülerini tetkik ve tahkik etme durumunda olmadığı için bu ölçülere sahip çıkmaktadır. İçinde bulundukları grubu, bu grubun değer ölçülerine göre değerlendiren insanlar elbetteki bu grubu hak bir grup olarak göreceklerdir.
- Dâhil oldukları gruptaki değer ölçüsüyle bu grubu hak bir grup olarak kabul eden insanlar, aynı değer ölçüsüyle diğer grupları değerlendirdiklerinde ise; diğer grupları sapıklıkla, yanlışa düşmekle veya eksiklikle itham edebilmektedirler. Oysaki sapıklıkla veya yanlışa düşmekle itham ettikleri bu gruplar da, sahip oldukları değer ölçüsüne göre kendilerini hakta sanmaktalar ve kendilerini sapıklıkla itham edenleri, aynı şekilde sapıklıkla itham etmektedirler.
- Aynı dine talip olduklarını iddia etmelerine rağmen değişik yollarda ve farklı tavırlarda bulunan bu insanlardan ortak bir ses yükselmektedir.,
"Birlik olmamız ve Allah'ın ipine topluca sarılmamız gerekmektedir."
Samimi olduğuna hüsnüzan ettiğimiz bu dileklerin geçekleşmesi için, şu iki esasın gün yüzüne çıkarılması ve net bir şekilde ortaya konulması zorunludur. Birinci esas, birlik ve bütünlüğü bozan parçalayıcı unsurların tespit ve izale edilmesi; ikinci esas ise vahdetin sağlanabileceği yegâne zemin olan tevhidi yolun, Kuran ve Sünnet bütünlüğünde tespit ve tasdik edilmesidir.
- Öncelikle birlik ve bütünlüğü bozan unsurlar üzerinde durmamız gerekmektedir. Bu konuda belirteceğimiz marazları herkesin kabul etmeyeceği, kabul etseler dahi bu marazlardan içtinap etmeyecekleri aşikârdır. Ne var ki bu durum, vahdeti arzulayan müslümanları umutsuzluğa sevk etmemelidir. Hak yolda vahdet, hiçbir zaman ve hiçbir konumda kitlesel olarak gerçekleşmemiştir. Vahdeti samimi bir şekilde arzulayan müslümanların üzerine düşen sorumluluk, vahdeti engelleyen marazlardan öncelikle kendilerinin içtinap etmeleridir. Bu esaslara dikkat edildiği zaman, vahdeti arzulayan samimi müslümanlar arasında Rabbimizin lütfü ile vahdet gerçekleşebilecek ve hak yolda vahdeti gerçekleştirebilen bu cemaat halka halka genişleyerek, diğer müslümanları da kuşatabilecektir.
- Çarpık yollar ve bu yolların ortaya çıkış nedenleri, vahdeti engelleyen marazlarla ilgili bir hadisedir. Bazı islami motifler taşımalarına rağmen İslam'ın özünden uzak birçok grup, İslam'a değil, kendilerine özgü bir yol takip etmektedirler. Bu gruplardan birçoğu Rabbani tenkit ve eleştiriye kendilerini kapatmış durumdadırlar. Bu tavrın hüsnü zanla değerlendirilmesi ise ne yazık ki mümkün değildir. Madem hak üzere olduklarını iddia ediyorlar, içinde bulundukları hakkı rahatça savunmaları ve her Rabbani eleştiriye açık olmaları gerekmez mi?. Oysa iddia ettikleri gibi Resulullah (s.a.v.)'i gerçekten tanıyıp örnek alıyorlarsa, hak sözlere karşı açık davranmaları gerektiğini de anlayacaklardır.
- Vahdetin gündeme geldiği konuşmalarda sık sık sorulan; "Hangi esasta birleşilmesi gerekir?" sorusuna, her grup aynı cevabı vermektedir.,
"Kur'an ve Sünnet."
Bu yüzeysel cevabı veren gruplar, bu cevaba muhalif yaşamadıklarını ispat edebilmek için Kur'an'ı Kerim'e yönelmekteler ve 6236 ayet olan Kur'an'ı Kerim'den kendi durumlarını destekleyen ayet-i kerimeleri büyük bir maharetle çıkararak, delil olarak öne sürmektedirler.
Bu nasıl bir Kur'an anlayışıdır ki, Aynı konumda bulunan ve aynı soruyla kendisine yönelen insanlara ayrı ayrı yollar bildirmektedir?
Bu yaklaşım, Kur'an'a nasıl bir yaklaşımdır ki, Bir vücut gibi bütünleşmeleri gereken müslümanları, birbirinden ayrı ve birbirine düşman etmektedir?
Oysa bu yüce Kitap, Mekke gibi bir cahiliyede Allah'a kul olmak isteyen müslümanlan birbirinden ayrılmaz bir bütün haline getirmiştir.
Kur'an'ı Kerim, aynı Kur'an'ı Kerim'dir.
Bu yüce Kitap'ta muhatap olduğumuz İlahi vahyin sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c)'dır.
Fakat ne yazıktır ki zamanımızdaki birçok müslümanın Kur'an ve Sünnete yaklaşmaları değişmiş, bu çarpık yaklaşımların neticesinde birbirinden farklı ve birbirine muhalif gruplar ortaya çıkmıştır. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de zikredilen geçmiş ümmetlerin sapıklığa ve helaka düşme nedenleri de aynı marazlardan kaynaklanmaktadır.
- Bu marazların en belirgini, İlahi Kitab'ın tahrif edilmesidir. Bir toplumu sapıklığa ve helaka götüren bu cahili yaklaşımlar, Kur'an'ı Kerim'de şöyle zikretmektedir.,
Ki onlar Kur'an'ı parçalara ayırırlar (Bir kısmına inanıp, diğer kısmına inanmazlar). 15-Hicr 91
- Allah'ın indirdiği kitaptan birşeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla az bir değeri satın alanlar onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah da kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azapta vardır. 2-Bakara 174
Onlardan zulme sapanlar, kendilerine söylenen sözü değiştirip başka şekle koydular... 7-A'raf 16
- Ve peygamber dedi ki: "Rabbim, gerçekten benim kavmim bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar." 25-Furkan 30
Bir toplumu parçalanmaya götüren bu cahili tavırların hepsini, yaşadığımız çağda görmekteyiz. Kur'an'ı Kerim'i sayfa ve satırlarda tahrif edemeyen şeytan ve dostları, bu tahrifatları zihin ve yaklaşımlarda yapmışlar ve dolaylı yollarla insanları istedikleri vadiye sürüklemişlerdir. Nitekim farklı yol ve tavırlarla ortaya çıkan birçok gruplaşmanın kökeninde bu tahrifat bulunmaktadır.
- Bir grup vardır,
Bu grubun Allah'ın kitabı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Karşılaştıkları meselelerde kendi akılları ve zanları ile bir yol tuttururlar ve kendilerini doğru yolda zannederler.
- Bir grup vardır,
Bu gruptaki insanlar, kendi çıkar ve menfaatları için Allah'ın hükmünü tevil ve tahrif ederek değiştirirler. İnsanlara; "Allah böyle yapmanızı istemektedir" diyerek, bu insanları sapık ve karanlık yollara davet ederler.
- Bir grup vardır,
Bu gruba, cahili otoriteler tarafından Allah'ın dini adına konuşma yetkisi verilmiştir. Aynı cahiliye, bu din adamlarına; "Şu esaslar anlatılacak, bunlar ise anlatılmayacak." diyerek, bir konuşma hududu belirlemiştir. Cahiliyenin bu yaklaşımı, kendi mantığına göre doğal ve makul bir yaklaşımdır. Çünkü cahiliye mensupları bilmektedir ki, anlatılmasını ve açıklanmasını yasakladıkları hususlar, kendi bütünlüklerini parçalayıcı bir nitelik arz etmektedir. İşte Allah'ın dini adına konuşan ancak Allah'a karşı değil, bağlı bulundukları cahiliyeye karşı sorumlu olan din adamları, belli bir ücret karşılığı cahiliyeye itaat etmekte ve Allah'ın hükmünü gizlemek tedirler.
- Diğer birçok grup ise,
Kitab'ı, Allah'ın Kitab'ı bilmekteler fakat bu Kitab'ı bir bütün olarak ele almamaktadırlar. Daha açık bir ifadeyle, Allah'ın Kitab'ında gördükleri hüküm ve tavırlardan; nefs, heva ve sosyal konumlarına uygun olanları almaktalar ve bu hükümlere ihlâsla sarılmaktadırlar. Tabi ki her grubun ihya etmek istedikleri hükümler aynı olmamakta ve dolayısıyla değişik gruplaşmalar ortaya çıkmaktadır.
- Kur'an'ı Kerim'i peyderpey indiren Allah(c.c), bulundukları konum ve seviyeye göre müslümanlara değişik yükümlülükler getirmiştir. İslami hareketle ilgili bu toplumsal tavırların hepsi, Kur'an'ı Kerim'in bütünlüğü içerisinde zikredilmektedir. Cahiliyede yaşayan bir müslüman, konum ve durumunu göz önünde bulundurmadan bu toplumsal tavırlara yaklaşır ve amel etmeye çalışırsa; Kufan'i sınırlar içerisinde ancak Kur'an'da beyan edilen hareket metodundan uzak bir vadiye düşmüş olur. Kur'an'ı Kerim'in bütününe muhatabız ve Kur'an'ı Kerim'de zikredilen ferdi ibadetlerin hepsiyle mükellefiz.
Ancak,
- İlayı Kelimetullah uğrunda bir çalışma yapılması isteniyorsa, Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen hareket metodunun mahiyeti net ve açık bir şekilde kavranılmalıdır. Bu yapılmadığı sürece birbirinden farklı ve değişik gruplaşmalar devam edecektir.
- Çarpık yolların ortaya çıkışındaki diğer önemli etken ise cahili değer ölçüsünün, müslümanlar tarafından benimsenmesidir. Cahili sistemdeki eğitim ve kültür faaliyetlerinden etkilenen müslümanlar bilerek veya bilmeyerek bazı cahili değer ölçülerine sahip olabilmektedirler. Cahili değer ölçüsüne sahip olan müslümanlar, karşılaştıkları Rabbani hükümleri cahili değer ölçüsüne göre değerlendireceklerinden, Rabbani gerçeği kavrayamayacaklar ve neticede Rabbani bir tavır gösteremeyeceklerdir. Müslümanların birçok Rabbani gerçek karşısındaki şaşkın ve muğlâk davranışları, bu cahili yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır.
- Mesela cahiliyenin, kuvvet ve güç konusunda bir değer ölçüsü vardır. Cahili mantığa göre tespit edilen bu değer ölçüsünü benimseyen müslümanlar, bu değer ölçüsüne göre cahiliyeyi güçlü, kendilerini ise güçsüz kabul edeceklerdir. Çünkü bu değer ölçüsünde Allah'ın kudreti ve yardımı hiç dikkate alınmamakta, sadece para, silah, mal, makam ve asker gibi yaratılmış nesnelere itibar edilmektedir. Cahili sistemler tarafından empoze edilen bu değer ölçüsünü benimseyen kimselerin sapmamaları ve kendilerine tabi olan inşaları da saptırmamaları mümkün değildir. Kendilerine hoca, alim, lider denilen birçok kimsenin içinde bulunduğu sapıklık, Rabbani bir dava için cahili değer ölçülerine göre güçlenmeye çalışmalarından kaynaklanmaktadır.
- Cahili değer ölçüsüne göre belirlenen güç ve kuvvet anlayışını bilerek veya bilmeyerek kabullenen birçok grup, bu kabullenme ile tevhidi yoldan sapmışlardır. Çünkü İslam'ı hakim kılmak için güçlenmeyi kaçınılmaz gören bu kimseler, benimsedikleri cahili değer ölçüsüne göre güçlenmeye çalışmaktalar ve bu nedenle tağuti kurum ve makamlara, kapitalist ekonomiye ve keyfiyetsiz insan kalabalıklarına talip olmaktadırlar. Tabi ki bu cahili hedeflere varabilmek için kaçınılmaz olarak cahili yol ve yöntemlere başvurulmakta ve niyetleri İslam olan birçok müslümanın mal ve mesaisi bu gibi gayri İslami yollarda kullanılmaktadır.
Peki,
Gayri İslami yollarda bulunmalarına rağmen İslami niyet taşıyan bu insanların durumu nedir? Sahip oldukları niyet, bu insanları kurtaracak mı? Bu soruyu cevaplayabilmemiz için İslam'da niyetin yerini ve hangi durumlarda müessir olduğunu, "Niyet" başlığında açmamız ve açıklamamız gerekecektir. 19/08/2007
Dini Bilgilr.6
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH ( NİYET ) NİYET
Niyet, yapılan herhangi bir eylemde kastedilen şey, gözetilen maksat, gaye, murat anlamına gelen kalbi bir yöneliştir. İslam'da niyetin önemi, işlenen ameller üzerindeki tesirinden kaynaklanmaktadır. Takvaya ait bir amel, bozuk bir niyet ile işlendiği zaman isyana dönüşebilmektedir. Namaz, oruç, zekât, hac, cihad ve ilim öğrenmek gibi Rabbani eylemleri yerine getiren bir insan, bu eylemleri Rabbani bir niyetle yapmıyorsa, işlediği bu amellerin kendisine herhangi bir faydası yoktur. Resulullah (s.a.v.)'in yanında ve onunla birlikte savaşmak gibi yüce bir eylemi yerine getirmesine rağmen, niyeti Medine'deki hurmalıklarını korumak olan kişinin öldürülüp cehenneme yuvarlanması bu hususa açık bir örnektir. Bu kişi büyük bir fedakârlıkla savaşmasına rağmen Allah ve Resulü için değil, Medine'deki hurmalıklarını kurtarmak niyetiyle savaştığı için, bu eyleminin karşılığını görmemekte ve öldürüldüğü zaman şehid olarak cennete değil, kâfir olarak cehenneme gitmektedir.
- Niyet, genellikle salih amellerde müessirdir. Salih bir amel niyet bozukluğu ile isyana dönüşebilmekte ancak isyan olan bir amel iyi niyetle salih amele dönüşmemektedir. Bu gerçeğin Kur'an ve Sünnet'te birçok örnekleri vardır. Bu örneklerden Resulullah (s.a.v.) ile ilgili olan Sakifoğulları meselesini verebiliriz.,
- Davetin en zor günlerinde Sakifoğulları Resulullah (s.a.v.)'e gelerek, kendilerine imtiyaz tanımasına ilişkin bazı tekliflerde bulunmuşlar ve teklifleri kabul edilirse, kısa bir süre sonra davete topluca icabet edebileceklerini belirtmişlerdir. Bu teklif üzerine Resulullah (s.a.v.) bir an duraklamış ve bu duraklama anında İlahi vahiyle şiddetle uyarılmıştır.,
Onlar neredeyse, sana vahy ettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi.
Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, sen onlara az bir şey (de olsa) meyledecektin. Bu durumda biz de sana, dünya ve ahiretin (azabını) kat kat tattırırdık. Soni'a bize karşı bir yardımcı da bulamazdın. 17-İsra 73..75
Zikredilen ayet'i kerimelerde, İlahi vahiyle uyarılıp-sağlamlaştırılmasaydı, Efendimiz (s.a.v.)'in az bir şey de olsa meyledeceği belirtilmektedir.
Bu yaşanan olay bizlere örnek olması için gerçekleşen bir takdiri İlahi ve dolayısıyla Rabbani bir uyarıdır. Bu Rabbani uyarıyı kavrayabilmemiz için Resulullah (s.a.v.)'in ne için, hangi niyetle meyledeceğini düşünmemiz gerekir.
Resulullah (s.a.v.)'in niyeti neydi?
Sakifoğullarının teklifi karşısında neden duraklamıştı ve İlahi vahiyle uyarılmasaydı, az bir şey de olsa ne için, hangi niyetle meyledecekti?
- Aklıselim olan her mü'minin idrak edeceği gibi Resulullah (s.a.v.)'in niyeti para, kadın, mal veya makam değil, sadece ve sadece Allah'ın rızasıdır. Ancak niyet ne olursa olsun en ufak bir uzlaşmaya, en ufak bir sapmaya izin verilmemiştir. Bütün kardeşlerimizin bu noktayı kavramaları ve her konuda olduğu gibi, bu konuda da Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine örnek almaları gerekir. Yaşadığımız çağın müslümanları, böylesi bir şuura şiddetle muhtaçtırlar. Çünkü değişik İslam anlayışlarının bulunduğu birçok toplumlarda, bu değişik anlayışlardan hareket ederek farklı grup ve ekollere bölünen müslümaların ortak bir yönleri vardır. Bu ortak yön, hepsinin dilinde bayraklaşan "Niyetimiz İslam" sloganıdır.
- Herhangi bir müslümanı çarpık bir yolda veya gayri İslami bir çalışmada gördüğünüz zaman tenkit edemezsiniz. Çünkü tenkitleriniz karşısında söyleyeceği son söz, sizin konuşmaya başladığınız ilk andan itibaren onda hazır beklemektedir.,
"Ameller niyetlere göredir ve bizim niyetimiz İslam'dır." Bu söz, temiz akıl sahibi bir müslümanın söylerken düşünmesi ve içinde bulunduğu duruma bakarak belki de utanması gereken bir sözdür. "Niyetimiz İslam'dır!." diyenler, öncelikle İslam'ın ne olduğunu ve insanlara ne için sunulduğunu bilmeleri gerekir.
Nedir İslam?
İnsanlara niyet olarak sunulan bir görüş mü? Oysaki şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de ".Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi de tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip beğendim. "buyurmaktadır. (5-Maide 3) Ayet-i kerimeye dikkat edilirse islam'ın bir niyet olarak değil,
bir din,
bir yaşam şekli,
Rabbin rızasına giden Rabbani bir yol olarak sunulduğu belirtilmektedir. Peygamberlerin gönderiliş gayesi sadece insanların niyetlerini değiştirmek değil, aynı zamanda bu insanların içinde bulundukları yolu, yaşam tarzlarını değiştirmek içindir. İnsanların Rabbani bir niyete sahip olmaları yeterli olsaydı, Allah'ı razı etmek istemelerine rağmen sapıklığa düşen Ehl-i Kitab'a veya putlara taparken "Biz bunlara, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (39-Zümer 3) diyen müşriklere peygamber gönderilmezdi.
- Gayri İslami yollarda ömürlerini tüketirlerken, çevresindeki insanlara "Bizim niyetimiz islam!" diyen kimselerin ölümü tefekkür etmeleri ve gayri İslami yolda öldükleri zaman aynı cevabı, aynı rahatlıkla Rabbimize karşı söyleyip, söyleyemeyeceklerini düşünmeleri gerekir. Hepimizin bildiği gibi dünya hayatı, imtihan hayatıdır. Bu ilahi imtihan ise salih niyetle birlikte ameli düzlemdedir.
O, amel bakımından hanginizin daha iyi olacağını denemek (ortaya çıkarmak) için ölümü ve hayatı yarattı.. 67-Mülk 2
İslamı niyet olarak benimseyip, gayri İslami yollarda ömür tüketen kimseler bu niyetlerine hiçbir zaman kavuşamayacaklardır. Niyeti İstanbul'a gitmek olan Eskişehir'li bir kimse Ankara yolunu benimser ve Ankara yolunda ilerlemeye çalışırsa İstanbul'a varabilir mi?
- Ebetteki varamaz!.
Niyeti 'İstanbul'a gitmek' olan kimsenin yöneleceği yol, İstanbul yolu olmalıdır. Niyeti 'Mekke'ye gitmek' olan kimsenin yöneleceği yol, Mekke olmalıdır. Niyetleri 'Allah rızası' olan müslümanların yönelecekleri yol, şanı yüce Rabbimizin gösterdiği Rabbani yol olmalıdır. Müslüman bu noktada durmalı ve düşünmelidir. "Rabbimin rızasına varabilmem için Rabbimin gösterdiği Rabbani yola girmeliyim, bu yolda bulunmalıyım." demelidir.
Bunu dert edinmelidir.
Bu dertle uykuları kaçmalı, bu dertle samimi bir arayışa geçmelidir. Herhangi bir işten atıldığı zaman üç-beş günlük nafakası için nasıl endişeleniyor ve yeni bir iş bulabilmek için nasıl kapı kapı geziniyorsa, ebedi hayatı için çok daha fazla endişe duymalı, çok daha fazla telaşa kapılmalıdır.
Bilmelidir "Niyetim islam" diyerek kurtulamayacağını!.
Bilmelidir bazı İslami sloganlarla aldatılmışsa, aldatıcıyla birlikte cehenneme gireceğini!.
Bütün bunları bilmeli ve bu bilinçle dehşete düşmelidir. Şayet herhangi bir grupta ise bu grubu yöneten hocasından değil, Allah'tan korkarak yiğitçe ayağa kalkmalı ve İslami bir edeple "Hocam, bizi davet ettiğiniz ve bizlerin de İslami duygularla benimsediğimiz bu yol, Kur'an ve Sünnetin bütünlüğünde beyan edilen Rabbani yol mudur? Resulullah (s.a.v.) bizatihi aramızda olsaydı, bizleri bu yola mı davet ederdi? Bizler Resulullah (s.a.v.)'in yolunda isek bu yolu şer'i delilleriyle savunmamız ve müslümanların Rabbani tenkitlerine açık olmamız gerekmez mi?" diyebilmelidir. İdrak etmelidir hangi yolda olduğunu, doğru yolda olduğuna inanmaktan ve hocasına iyi niyetle teslim olmaktan öte, doğru yolda olduğunu idrak etmelidir.
- Bu bilinçle bulunmalıdır o yolda, bu bilinçle davet etmelidir yoluna, bu bilinçle savunmalıdır yolunu.. Savunduğu yola yönelebilecek olan Rabbani tenkitleri ise can kulağıyla dinlemelidir. Cennetliklere özgü niyetlerle, cehennemliklere özgü amelleri işliyorsa tereddüt etmeden, hiç tereddüt etmeden yolunu değiştirmeli ve Rabbani yola yönelmelidir.03/09/2007
Dini Bilgilr.7
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH (YOLDA VAHDET)YOLDA VAHDET
Müslümanları ezmek isteyen şeytan ve dostları, bu emperyalist arzularına ulaşabilmek için müslümanları parçalamayı, çeşitli grup ve ekollere ayırmayı kaçınılmaz görerek sistemli bir çalışmaya girmişler ve neticede bu arzularına ulaşmışlardır. Kur'an'ı Kerim bu şeytani yaklaşımdan şöyle bahsetmektedir.
Gerçekten Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve bulunduğu yerin halkını bir takım fırkalara bölmüştü; onların bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Kasas 4. Firavun, halkı birtakım fırkalara neden bölmüştü?
Neden buna gerek duymuştu?
İnsan ve toplum üzerinde yeterli araştırma yapan kimseler bunun nedenini ve Firavun'un maksadını açıkça anlayabileceklerdir. İnsanlarda muhalefet duygusu olduğu gibi, insanlardan meydana gelen toplumlarda da muhalefet duygusu vardır. Hele ki bu toplumların başında Firavun veya Firavun'a benzer kimseler bulunuyor ve halka zulmediyor ise bu halkın, başta bulunan Firavunlara aşırı muhalif olacakları aşikârdır. Halk bir bütün ise halktaki muhalefet duygusu da bütünleşecek ve bütünleşen bu muhalefet, Firavunların zulme dayalı saltanatlarını devirebilecekler.
- Firavunların hem zulmetmeleri ve hem de zulme dayalı saltanatlarını devam ettirebilmeleri için, halkı birbirine muhalif olan çeşitli gruplara ve partilere bölmeleri gerekmektedir. Bu yapıldığı zaman toplumdaki muhalefet duygusu, partiler ve gruplar arasındaki komplo sürtüşmelere kanalize edilebilecek ve neticede toplumdaki muhalefet potansiyeli, toplumun kendi bünyesinde pasifize olacaktır.
- Halkı çeşitli guruplara ayıran ve bu grupların üzerinde bulunan Firavun ise birbirine muhalif olan grupları perde arkasından kısmi olarak destekler ve kuvvetlenen grubu zayıflatmak için diğer grupları teşvik eder ve bu gruplara yardım ederse, bu gruplar tarafından yardımı kutsal bir aziz durumuna getirilecektir. Nitekim halkında müslüman olan ülkelerde İslam adı ile ortaya çıkan birçok grup, çağdaş firavunların gizli yardımlarına mazhar olmakta ve bu yardımların kesilmemesi için Firavunlara değil, Firavunlara düşman olan müslümanlara düşmanlık yapmaktadırlar.
- Birçok ülke sınırları içerisinde yürürlükte olan bu senaryo, o ülkelerdeki firavunlar tarafından hazırlanmakta ve tatbik edilmektedir. Milliyetçilik propagandasıyla ümmet ve ümmet anlayışından uzaklaştırılan müslümanlar, ırkçılık propagandasıyla yaşadıkları coğrafi sınırlarda tekrar bölünmeye uğratılmışlardır. Bölme ve parçalama eylemleri bununla da kalmayıp, mezhebi taassubun gündeme getirilmesi ve tahrik edilmesi neticesinde, birbirine karşı katı ve müsamahası mezhebi bloklaşmalar ortaya çıkmıştır. Mezhebi dairelere hapsedilen müslümanlar, yaşadıkları bu düzlemde de birlik ve beraberliği sağlayamamışlar, bu düzlemde de değişik gruplara ayrılmışlardır.
- Bu gibi parçalayıcı operasyonlardan geçen müslümanlara, Eritre'deki müslümanların durumunu belirterek onlardan duygulanmalarını ve Eritre'deki müslümanların eylemlerine sahip çıkmalarını beklemek, elbetteki ütopik bir yaklaşımdır. Müslümanlar o hale getirilmiştir ki, kendi mahallesinde oturan müslümanlarla bile grupsal taassup yüzünden kucaklaşmamaktadırlar.
- Ne hazindir ki bazı gruplardaki müslümanlar, bu parçalanmadan rahatsız olmamakta ve "Rabbin rızasına giden binlerce yol vardır. Hedef tepeye çıkmaksa siz o yamaçtan, biz bu yamaçtan ilerleyelim." şeklindeki ifadelerle, durumlarını haklı göstermeye çalışmaktadır. Bu kimseler "Rabbin rızasına giden binlerce yol vardır" görüşünü, yanlış ve saçma bir yaklaşımla savunmaktadırlar. Herhangi bir insanı sırat-ı müstakime ulaştıracak olan değişik yollar, değişik vesileler vardır. İnsanların sırat-ı müstakime ulaşmasında birer vesile olan bu yollar çok sayıda olmasına rağmen sırat-ı müstakim bir tanedir. Allah (c.c.)'ın rızası, sırat-ı müstakimde olan müslümaları kuşatacaktır.
- Meselemizi bu şekilde anladığımız zaman "Rabbin rızasına giden binlerce yol vardır" görüşünü, Rabbin rızası sırat-ı müstakimde olduğu için "İnsanları sırat-ı müstakime ulaştırabilecek olan binlerce yol (vesile) vardır" şeklinde açıklayabiliriz. Nitekim değişik vesilelerden ve yollardan sırat-ı müstakime ulaşan birçok kardeşimiz vardır. İdrak etmemiz gereken husus, sırat-ı müstakime ulaşmadan birer vesile durumunda olan yollar çok sayıda olmasına rağmen sırat-ı müstakim bir tanedir.
- İlim ve insaf sahibi her müslüman, şanı yüce Rabbimizin kendi rızası için bir araya gelen bütün müslümanlara birçok yollar değil, tek bir yol gösterdiğine şahadet edeceklerdir. Her gün defalarca okunan Fatiha suresinde "Bizi doğru yola ilet" hükmüyle yolun tek olduğu vurgulanmış, bu nedenle "Bizi doğru yollara ilet" şeklinde bir ifade kullanılmamıştır. Al-i İmran süresindeki "Allah'ın ipine topluca sanlın, ayrılmayın.." buyruğunda da aynı gerçek zikredilmektedir.
- Ayrıca Kur'an ve Sünnet'e bir bütün olarak yönelen her müslüman görecektir ki, müslümanlar tek bir yola davet edilmekte ve bu yoldaki müslümanlara tavır birliğine girmeleri emredilmektedir. Kur'an ve Sünnet'in bütünlüğündeki bu Rabbani gerçeği müşahade ederek bakışlarını günümüz müslümanlarına çevirecek olan kardeşlerimiz ise önce üzülecekler, sıkıntıya düşecekler ve İlahi vahyin ağırlığını omuzlarında hissedeceklerdir.
- Yaşanan olayın güç ve zor tarafı müslümanların çeşitli gruplara bölünmüş olmaları değil, bu gruplardaki müslümanların İslami kişilikten uzaklaşmış olmalarıdır.
- Değişik nedenlerle çeşitli gruplara bölünen müslümanlar İslami kişiliğe sahip olsalar, ihtilaf ettikleri meselelerde Kur'an ve Sünnete yönelecekler ve muhkem ayetlerin gölgesinde bütünleşebileceklerdir. Fakat ne yazık ki değişik gruplardaki birçok müslüman, içinde bulunduğu grupta erimiş, kimliğini ve kişiliğini kaybetmiştir. Bu kimseler Kur'an'ı Kerim'le yüzyüze gelmemekte, İlahi vahiyle kendileri arasında abileri, üstadları, hocaları bulunmaktadır. Rabbani ölçüden uzak bir teslimiyetle bağlandıkları hocalarına "Bu hükmün kaynağı nedir?" veya "Bulunduğumuz ortam ve konumda Rabbimiz bizlere ne yapmamızı emrediyor?" sorusunu sorabilecek bilinç ve cesaretten uzak olan bu kimseler, hocaları ne derse onu yapmaktadırlar. Sıradan kabul ettikleri bir müslüman, kendilerini Rabbani bir hükümle ikaz ettiği zaman, yüce payeler verdikleri efendileri ile o müslümanı kıyas etmekteler ve "Bunları sen biliyorsun da, hocam bilmiyor mu?" diyerek gülüp geçmektedirler.
- Onların güldükleri bu duruma, bizler elbetteki gülmüyoruz, gülemiyoruz!. Çünkü İlahi ölçülerden uzak böylesi yaklaşımlar, bir hocayı veya bir üstadı putlaştıran yaklaşımlardır. Meydandaki putları kırmaya talip olan bu kimselerin, öncelikle gönüllerine yerleştirdikleri ve gönüllerinde yaşattıkları bu putları kırmaları gerekmektedir. Aşılması gereken ilk engel ve kırılması gereken ilk put budur. Allah adını kullanmalarına rağmen insanları Sırat-ı Müstakime değil de, kendi kişisel görüşlerinden kaynaklanan beşeri yollara davet eden kimseler, insanları Sırat-ı Mustakim'den engeleyen Lat, Menat, Uzza gibi birer putturlar. Mekke'li müşrikler Lat, Menat, Uzza gibi putlara ibadet ederlerken nasıl ki "Biz bunlara, bizleri Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" demislerse, zamanımızda ki birçok şaşkın da, hocalarının veya şeyhlerinin Kur'an ve Sünnet'e zıd olan görüşlerine itaat ederlerken "Biz hocalarımıza veya şeyhlerimize, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye itaat ediyoruz" demektedirler.
İşte bu itaat ile yapılan ibadet,
Allah'a ibadet etmek değil, Allah'tan başkasına ibadet etmektir. Çünkü itaat ettikleri hüküm, Allah'ın hükmü değildir.
- Hiç şüphesiz ki Allah'a itaat edenlere ve insanları Allah'a davet edenlere itaat etmek, Allah'a itaat etmektir. Nitekim "Resule itaat, Allah'a itaattir." buyruğu bizlere bu gerçeği beyan etmektedir. Fakat insanları Allah'a ve Allah'ın razı olacağı Sırat-ı Müstakime davet etmeyip de, parça parça aldıkları Kur'an'ı Kerim ayetlerine dayanarak kendi sapık yollarına davet eden kimselere itaat etmek, en açık ifadesiyle kendilerini putlaştıran bu kimselere itaat ve ibadet etmektir.
- Bu gibi kimselere körü körüne itaat eden ve bu kimseleri her türlü Rabbani tenkidden tenzih eden kimseler, nasıl bir sapıklığa düştüklerini mutlaka ve mutlaka anlayacaklardır. Tabi ki müslümanlar olarak, bu kimselerin ölmeden önce durumlarını idrak etmelerini ve Sırat-ı Müstakim'e bir an önce kavuşmalarını temenni ediyoruz.
- İnsanların birer beşer olduklarını, yanılabileceklerini veya hata yapabileceklerini kabul etmeliyiz. "Ben alimim!" psikolojisi ile insanlara yukarıdan bakan kimseler, gerçekte cahil olan kimselerdir. Çünkü gerçek alimler, bilmedikleri birçok mesele olduğunu idrak eden ve hak bir söz çocuktan dahi gelse, bu hakkı kabul ederek o çocuğa "Bana bunu öğrettiğin için Allah senden razı olsun" diyebilen kimselerdir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) kendi görüşü ile dul bir kadının görüşü çatıştığı zaman, meseleyi Rabbani düzlemde değerlendirerek kadının görüşünü kabul etmiş ve halife olmasına rağmen "Burada herkes Ömer'den daha fakih" diyerek, makam ve unvana değer verenlerin kavrayamayacağı bir tavır göstermiştir.
- Değişik ve birbirlerine muhalif gruplardaki müslümanlara "Resulullah (s.a.v.) aramızda olsaydı, hangi grubu tasvip ve kabul ederdi?" şeklinde bir soru sormayacağız. Çünkü ne gibi cevaplar geleceği bilinmektedir. Bu nedenle ilk soruyu geçiyor ve değişik fırkalara ayrılan müslümanlara şunu sormak istiyoruz.
"Resulullah (s.a.v.) aramızda olsaydı, bu fırkalaşmalara, bu gruplaşmalara rıza gösterir miydi?"
Temiz akıl sahibi kardeşlerimiz "Elbetteki rıza göstermezdi!" diyeceklerdir.
Peki ne yapardı?
Resulullah (s.a.v.)'i yeterince tanıyan kardeşlerimiz, bu soruya da "Tüm müslümanları İlahi vahyin bütünleyici buyruğunda toplardı" diyeceklerdir.
Evet.
Resulullah (s.a.v.) aramızda olsaydı, parça parça olan biz müslümanları İlahi vahyin bütünleyici buyruğunda toplardı.
O halde ne yapalım?
- Yahudilerin "Musa bize dönene kadar, buna (puta) sarılmaktan vazgeçmeyeceğiz." (20-Taha 91) dedikleri gibi, bizler de "Ya Rabbi, Resulullah (s.a v.) bize dönene kadar, biz bu parçalanmaktan, bu gruplaşmaktan vazgeçmeyeceğiz!" mi diyelim?
- Oysa ki alimler peygamber varisidir. Peygamber varisi olmak, bunu bir ünvan kabul ederek müslümanlardan hürmet ve saygı beklemek değildir. "Ben alimim, ben peygamber varisiyim" diyen kişilerin, bu peygamber görevini üstlenmeleri ve üstlenen kardeşlerine yardımcı olmaları gerekir.
- Bir köşeye çekilerek "Biz hak yoldayız, birleşmek isteyenler bize gelsin" şeklinde ifadeler kullanmak, müslümanları hiçbir zaman bir araya getirmeyecektir. Çünkü birçok gruptan bu gibi sesler gelmekte ancak hiçbirisi Kur'an ve Sünnetin bütünlüğünde haklılığını ortaya koymamaktadır. Meseleyi bu şekilde dile getirişimiz, birçok kişilerce hoş karşılanmayacak ve bazı müslümanlar duygusal olarak feveran edeceklerdir. Çünkü bu müslümanlar meselelere yaklaşış mantıklarıyla kendilerini hak yolda bilmekte ve buna yürekten inanmaktadırlar. Genellikle birçok grupta hakim olan bu mantığı biraz açmamız ve açıklamamız gerekmektedir.
- Tevhidi yolu ve bu yolda yaşanması gereken hükümleri, namaz ve namaza ait hükümlere benzetirsek, meselenin anlaşılması daha kolay olacaktır. Hepimizin bildiği gibi namazla ilgili niyet, tekbir, kıyam, kıraat, ruku, secde ve tesbih hükümleri vardır. Namaz kılmak isteyen bir müslüman, bu hükümlerin hepsiyle muhatap olmakta ve bu hükümleri sırasına göre yerine getirmektedir. Namazı bir bütün olarak kavrayamayan herhangi bir insan, namaza ilişkin hükümlerden sadece secde hükmünü alır ve sadece secde ederse, elbette namaz kılmış olmaz. Kendisini haklı çıkarmak için; "Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde secde hükmü vardır. Resulullah (s.a.v.) de secde etmiştir. Biz bu nedenle secde ediyor ve diğer insanları da secdeye davet ediyoruz" diyen bu kimse, meseleye yaklaşış mantığı ile kendisini haklı sanacaktır. Çünkü eylemine Kur'an ve Sünnet'ten delil getirdiğine inanmaktadır. Bu kimse secde hükmünü esas aldığı gibi başka kimseler de kıyam, rüku veya tesbih hükmünü esas alabilecekler ve yerine getirdikleri bu kısmi ameller ile namaz kıldıklarını zannedeceklerdir.
- Oysa namazı ihya etmek isteyen kişi nasıl ki namazla ilgili rükünlerin hepsine muhatap oluyor ve bu rükünleri sırasına göre yerine getiriyorsa; tevhidi yola ait hükümlere de aynı bilinçle yaklaşılması gerekmektedir. Namaza ait birkaç hükmü alıp, sadece bu hükümleri ihya etmek isteyen kimseler ile tevhidi yola ait hükümlere gelişi güzel yaklaşıp, bazı hükümleri ihya etmek isteyen kimselerin meseleye yaklaşış mantıkları aynıdır. Nitekim Kur'an ve Sünnete gelişigüzel yaklaşan birçok grup, bazı hükümleri ihya etmeye çalışmaktalar ve bu hükümlerin kaynaklarını zikrederek haklı olduklarına inanmaktadırlar.
- Halbuki tüm müslümanlar, Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen tevhidi tavırların hepsine muhataptırlar. Ancak bu tavırları eylem safhasına geçirecekleri zaman, konumlarını ve Kur'an'ı Kerim'de belirtilen hareket metodunu dikkate almak zorundadırlar. Bu inceliği kavramadan Rabbani hükümlere gelişi güzel yaklaşan kimseler, Rabbani hükümlerin hikmetiyle hiçbir zaman karşılaşamayacaklardı. Çünkü Rabbani bir hükmün hikmetiyle karşılaşabilmek için, o hükmü zamanında, mekanında ve İlahi ölçülere uygun olarak yaşamamız gerekmektedir.
- Fikirlerde vahdet sağlamadan, tavırlarda vahdet sağlamak mümkün değildir. Bu vahdetin sağlanabilmesi için öncelikle metod konusunda mutabık kalınmalıdır. Birçok grubun bu meselede takip ettikleri metod, ıslahatçı bir metoddur. Bu kimseler mevcut durumu düzeltmeye, kusurlarını gidermeye ve iyileştirmeye çalışmaktadırlar. Bu metod, İslamın hakim olduğu bölgeler için geçerli bir metoddur. İslamın hakim olduğu toplumlarda yaşayan müslümanlar, bu toplumsal yapıyı düzeltmekle ve kusurlarını gidermeye çalışmakla mükelleftirler. Nitekim bu toplumlardaki müslümanlar bid'at ve hurafelere karşı amansız bir mücadele verme durumundadırlar. Ancak söz konusu bid'atlar, hurafeler ve batıl görüşler İslami bir yapıyı ortadan kaldıracak boyutlara ulaşmışsa ve netice olarak İslami bir yapı ortadan kalkmışsa, ıslahatçı metodu takip etmek anlamsızdır. Şeytani otoritelerin hakim olduğu bir bölgede ıslahatçı metodu takip etmek, şeytani yapıların bazı İslami motiflerle kamufle edilmesine ve dolayısıyle müslümanların bu yapıyı sahiplenmelerine neden olacaktır.
- Bid'at ve hurafelerin her alanı kuşattığı bir ortamda, bid'at ve hurafelere karşı mücadele vermek ile pislik çukuruna düşen bir insanın pislikleri bir parça pamukla temizlemeye çalışmak arasında bir fark yoktur. Oysa ki bu insanın pisliğe batmış elbisesini temizlemeye çalışmak yerine, o elbiseyi çıkartarak yeni ve temiz bir elbise vermek durumundayız. Daha açık bir ifadeyle, tevil ve tahrif edilmiş geleneksel din anlayışını bid'at ve hurafelerden temizlemeye çalışmakla değil, İslam dinini tüm berraklığı ile ortaya koymak ve insanları yaşadığımız bu dine davet etmekle mükellefiz. Bu metod ise ıslahatçı değil, inkılabi bir metoddur.
- Bazı kimseler "Bu gerçekleri müslüman halk anlamaz, alimler bu meseleyi kendi aralarında halletmelidir" diyorlar. Bu görüşe tabi ki katılmıyoruz. Çünkü tüm müslümanlar Allah 'a inanarak, nefislerine hoş gelmesine rağmen birçok haramları terkederek ve nefislerine ağır gelse de birçok Rabbani eylemleri yerine getirerek akıllı, gerçekten akıllı olduklarını göstermektedirler. Meselelerimizi müslümanlara açık bir şekilde gündeme getirirsek, her müslüman gücü nisbetince meselesini kavrayacak, gitmekte olduğu ve gitmesi gereken yolu net ve açık bir şekilde görebilecektir.
- Bundan bir süre önce cephede şehid olan bir kardeşimiz, şehid mezarlığına götürülürken vasiyeti gereği çıplak elleri tabuttan çıkarılmış ve gözleri kapatılmamıştır. Şehid olan kardeşimiz bunun nedenini vasiyetinde şöyle açıklıyor. "İnsanlar çıplak ve boş ellerimi görsünler ki, bu dünyadan hiçbir şey götürmüyorum. Açık olan gözlerimi de görsünler ki, ben bu yola gözü kapalı girmedim."
Müslüman yolunu böylesine bilmelidir, müslüman yolunu böylesine görmelidir. Yaşadığımız çağ, bu şekilde kutlu müslümanların da bulunduğu bir çağdır. Böylesi kardeşlerimiz olduğu için Rabbimize hamd ediyor, diğer kardeşlerimizin de hak yolu görmelerini, hak yolu kavramalarını ve hak yolda bütünleşmelerini diliyoruz.20/09/2007
Dini Bilgilr.8
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH ( KONUM TESPİTİ )
Şeytan ve dostları marksist ve faşist hareketlerden ziyade İslami hareketlerle ilgilenmekteler ve rahatsız oldukları bu hareketlere müdahale edebilmek için fırsat gözetmektedirler.
- Müslümanların muhatap ve mükellef oldukları Rabbani yolda, müslümanların bulundukları konuma göre yüklenen ve birbirini takip eden Rabbani tavırlar vardır. Rabbani yolu bütünsel olarak idrak ederek, bu idrak ile ciddi bir çalışmaya girmeyen müslümanların yaşamaları ve yerine getirmeleri gereken ilk çalışma, Rabbani yolun ilk aşamasındaki çalışmalardır. İşte bu öncelikli çalışma ile yüzyüze gelen müslümanlara, şeytan ve dostları iki ayrı boyuttan yaklaşmaktadırlar.,
- Birinci boyuttan yapılan yaklaşım, müslümanları ilk aşamadaki çalışmalardan geri bırakmayı hedef almaktadır. Bu yaklaşımlarda müslümanların çeşitli zaaflarından faydalanılmakta ve müslümanlar uzlaşmaya, taviz vermeye, müsait zamanı ve mekânı beklemeye teşvik edilmektedirler. Böylesi müdahalelerin tesirinde kalarak bir köşeye çekilen, Allah yolunda koşması gereken ayaklarıyla bağdaş kurup oturan, Allah'a kulluk gibi yüce bir eylemi sadece dua ve beddua çerçevesine hap sederek pasifize olan birçok müslüman bulunmaktadır. Elbetteki şeytan ve dostlarının bu boyuttaki yaklaşımlarına aldanmayan azimli, dirayetli ve fedakâr müslümanlar da bulunmaktadır. Şeytan ve dostlarının bu müslümanları ilk aşamadaki çalışmalardan geriye çekmesi ve dolayısıyle pasifize etmesi olanaksızdır. İşte böyle bir durumda şeytan ve dostları bu müslümanlara ikinci boyuttan yaklaşmakta ve bu müslümanları sonraki aşamalarla ilgili çalışmalara yöneltmektedirler. Bazı takva duygularıyla ve Allah'ın yardımına ilişkin vaadlerle ilerki aşamalara ait çalışmalara yöneltilen bu müslümanlar, haklı olarak birçok problemlerle karşılaşmaktalar ve bu problemler karşısında yetersiz kalarak bunalıma düşmektedirler. Tabi ki bu sonuçtan yine şeytan ve dostları memnundurlar. Çünkü her iki durumda da ilk aşamadaki çalışmadan uzak kalınmakta ve bu çalışmalar yerine getirilmemektedir.
- Kur'an ve Sünnet'i bir bütün olarak idrak edemeyen müslümanların, bu gibi şeytani yaklaşımlardan korunabilmeleri oldukça zordur. Meselemizle ilgili olarak, şu İlahi hükmü tefekkür etmemiz gerekir.,
Allah hiç kimseye, güç yetireceğinden başkasını yüklemez. 2-Bakara 286
Bu ayet-i kerimede, güç ve mükellefiyetle ilgili olarak anlamamız gereken iki önemli gerçek vardır. Bunlardan birincisi şudur.,
Kur'an'ı Kerim'le muhatap olan müslümanlar, bu temiz kaynakta birçok Rabbani tavırlarla karşılaşmaktadırlar. Şanı yüce Rabbimiz bu hükümleri müslümanlara va'zederken, müslümanların konum ve seviyesi dikkate alınmıştır. Nitekim bazı peygamberlere va'zedilen yükümlülükler, birçok peygamberlere yüklenmemiştir. Bunun nedenini düşünen müslümanlar, bu nedenin müslümanların konum ve seviyesiyle ilgili olduğunu idrak edeceklerdir.
- Bizler için hidayet rehberi olan Kur'an'ı Kerim'de; cahiliyede fert olarak yaşayan müslümanlara yüklenen tavırlar, cemaat olma sürecindeki müslümanlara yüklenen tavırlar ve cemaat olan müslümanlara yüklenen tavırlar vardır. Bu tavırların hepsi Kuranı Kerimin bütünlüğünde zikredilmektedir. İşte bu tavırlara yaklaşırken, muhatabın konum ve seviyesi dikkate alınmalıdır. Cahiliyede ferd olarak yaşayan müslü-manın, İslam cemaatini veya İslam devletini mükellef tutan tavırlara gücünün yetmiyeceği aşikârdır. Cemaati veya devleti mükellef tutan bu tavırlar Kur'an'ı Kerim'de zikredilmesine rağmen cahiliyede fert olarak yaşayan müslümana yüklenmemektedir. Cemaati veya devleti mükellef tutan bu tavırlar söz konusu konum ve seviyede bulunmayan peygamberlere dahi yüklenmemiştir. Şanı yüce Rabbimiz açık bir şekilde "Allah hiç kimseye, güç yetireceğinden başkasını yüklemez" buyurmaktadır. Fakat ne yazık ki Kur'an'ı Kerim'e gelişi güzel yaklaşan bazı kimseler, Allahın bu konumdaki müslümanlara yüklemediği tavırları yüklenmeye ve çevresindeki müslümanlara yüklemeye çalışmaktadır. Zikrettiğimiz ayet-i kerimeden anlamamız gereken ilk gerçek bu olmalıdır.
- İkinci gerçek ise,
Bulunduğumuz konumda yaşamakla ve yansıtmakla mükellef olduğumuz Rabbani tavırlar, güç yetireceğimiz tavırlardır. Cahili sistemlerin empoze ettiği güç anlayışı ile "Bunlara gücümüz yetmez" demek, cahili bir mazeretle Rabbani bir yoldan çıkmak demektir. Çünkü bizlere bu tavırları yükleyen şanı yüce Rabbimiz "Allah hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez" buyruğu ile bulunduğumuz konumda bizlere yüklenen tavırların, güç yetinebileceğimiz tavırlar olduğunu beyan etmektedir.
- Kur'an ve Sünnet'te beyan edilen ve tevhidi bir anlayışla bütünlük kazanan Rabbani tavırlara karşı yaklaşım böyle olmalıdır. Müslüman ne bu tavırlardan geri kalmalı, ne de yapılamayacak tavırlara yönelmelidir.
- Bazı samimi kardeşlerimiz Hz. İbrahim (a.s.)'ın eylemine özenmekteler, kendilerini ve Hz. İbrahim (a.s.)'ı gerektiği gibi tanımadan heyecanlı konuşmalar yapmaktadırlar. Bilmemiz gerekir ki Hz. İbrahim'i "Halilullah" makamına ulaştıran eylem, putları kırma vakıası değil, ateşe atılırken gösterdiği tavır ve tevekküldür. Nitekim gündeme getirdiği Rabbani mesaj, bu tavrın ve tevekkülün neticesinde yankılanmıştır. İslam adına yaptıkları bir eylemden sonra kendisini müdafaa etmeleri için on tane avukat tutan kimselerin, Hz. İbrahim (a.s.)'ın bu tavrını idrak edebilmeleri oldukça güçtür.
- Bütün bunları dikkate alarak Hz. İbrahim (a.s.)'ın eylemine özenen müslümanlara hatırlatmak isteriz ki, Hz. İbrahim (a.s.)'ın eylemini yapmak kolay, ancak o eylemden sonra Hz. İbrahim {a.s.)'ın tavrını ve tevekkülünü göstermek zordur. İbrahimi bir tevekkülle sonuçlanmayan eylemler ise İbrahimi eylemler değildir.
- Resulullah (s.a.v.) Efendimiz, Hz.İbrahim kıssasını bilmesine ve bu tavrı yerine getirmeye layık bir kimse olmasına rağmen ümmeti için zorluk dilememiş ve bizlere örnek olabilecek bir mücadele metodu takip etmiştir. Bu meseleleri idrak eden müslümanların, öncelikle bulundukları konumu tespit etmeleri ve bu konumda yüklenmeleri gereken Rabbani tavırları izzet ve onurlu yüklenmeleri gerekmektedir. O halde konumumuz nedir? Bir sonra ki kitap özetimizde konumumuzla ilgili dar meselesini işleyeceğiz inşallah.15/10/2007
Dini Bilgilr.9
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH ('DÂR' MESELESİ -1)
Tevhidi yola talip olan ve bu yolda mücadele vermek isteyen müslümanların, tevhidi çizginin hangi noktasında bulunduklarını bilmeleri için öncelikle bulundukları konumu Rabbani esaslara göre tespit etmeleri gerekmektedir. Çünkü her konumun kendisine özgü bir fıkhı bulunmaktadır. Yanlış konum tespiti, uygulanmaması gereken fıkhı önereceğinden, konum tespiti bu açıdan önemli ve ciddi bir meselemizdir.
- Bu meselede dar'ul İslam ve dar'ul harp olmak üzere iki görüş yaygınlaşmıştır. Yaygınlaşan bu iki görüşü savunanlar birbirlerine cephe almakta ve tartışmalar değişik vadilerde sürmektedir. Fakat ne yazık ki her iki taraf savunduğu kavramı bilinçli bir şekilde savunmaktan uzaktır. Mesela dar'ul harp görüşünde olanlara; "Neden dar'ul harp?" şeklinde bir soru yöneltsek, bu kardeşlerimizden büyük çoğunluğu; "İslam hukuku yürürlükte olmadığı için dar'ul İslam değildir. Dar'ul İslam olmadığı için dar'ul harptir." diyeceklerdir. Çünkü başka bir seçenekleri yoktur.
- Gri kavramını bilmeyen bir topluma, gri renkte bir tabela göstererek; "Bu beyaz mıdır, yoksa siyah mıdır?" sorusu yöneltilirse, dar'ul harp ve dar'ul İslam mesele sinde olduğu gibi iki ayrı gruplaşma olacaktır. Bir kısmı "Siyah olmadığı için beyazdır" derken, bir kısmı da "Beyaz olmadığı için siyahtır" diyeceklerdir.
- 'Dâr meselesindeki ihtilafların bir nedeni, müslümanların dâr'ul İslam ve dâr'ul harp kavramlarıyla karşı karşıya getirilmeleri ve bu iki kavramdan birini seçmeye şartlandırılmalarıdır. Bu iki kavramdan birini seçmeye zorlanan kimselerin bir kısmı "Dâr'ul islam olmadığı için dar'ul harptir" derken, diğer kısmı da "Dâr'ul harp olmadığı için dar'ul İslam'dır" demektedirler. Bu durumun müsebbibleri ise bir tarafta şeytan ve dostları, diğer tarafta hazır bilgilerle yetinen, çalışmaktan ve araştırmaktan kaçınan alimlerdir. Bu alimler herhangi bir 'Dâr' kavramını savunacakları zaman, kendilerine bu kavramın getirdiği fıkıh sorulacağından, dâr'ul İslam veya dâr'ul harp demekteler ve kütüphane raflarında hazır bulunan dar'ul İslam ve dâr'ul harp fıkhını yorulmadan ve yorumlamadan söylemektedirler. Nitekim bu kimseler tarafından dârul harp fıkhı ile yüzyüze getirilen birçok müslüman, bu fıkhı yürürlüğe koyma noktasında çeşitli problem ve çelişkilerle karşılaşmışlardır.
- Dâr'ul harp fıkhının getirdiği zorluk, problem ve çelişkilerden kaçınmak için, sebeb ve illetini göz önüne getirmedikleri bazı içtihatlara sığınarak dâr'ul islam görüşünü savunanlar ise kendilerini pasif ize eden bir sapıklığa düşmüşlerdir. Allah'ın düşmanlarını dost kabul etme zilletine düşen bu insanlar, dâr'ul islam kabul ettikleri beldelerde genellikle ıslahatçı metodu benimsemişler ve İslam düşmanı olan tağutu, bazı İslami motiflerle güzelleştirmeye çalışmışlardır.
- Halbuki 'Dâr kelimesi, yer veya toprak parçası anlamına geldiği için "Dâr'ul İslam" İslam'ın hakim olduğu yer demektir. Bulundukları ülkeye dâr'ul İslam diyen sapıklara, İslam'ın hangi yere hakim olduğunu sormak isteriz!
Bu ülkelerde İslam'ın hakim olduğu ve tağuti müdahaleden uzak olan bir metrekare yer var mıdır?
Camilerde İslam mı hakimdir, yoksa tağut mu?
Kıblemiz olan Kabe-i Muazzama, kimlerin tahakkümü altındadır?
Tapusuna sahip olduğunuz evleriniz sizin mi? Bu evlerinizi halka açık bir namazgâh ve İslam'ın açıkça anlatıldığı bir mescid haline getirebilir misiniz?
- Tağuta bağlı Bel'amlar tarafından savunulan dâr'ul İslam görüşünü daha fazla ciddiye almamıza ve eleştirmemize gerek yoktur. Çünkü bunların açık bir sapıklıkta olduğu aşikârdır. Bu görüşü savunanlardan ziyade dâr'ul harp görüşünü savunan samimi kardeşlerimizi değerlendirmemiz gerekir. Tağutun mahiyetini bilen ve tağuta bağlı Bel'amlar vasıtasıyla savunulan dar'ul İslam görüşüne haklı olarak karşı çıkan bu kardeşlerimiz gerçekten samimidirler. Ne var ki hak olan bir görüşü zamansız ve mekânsız gündeme getirme noktasında yanılgıya düşmüşlerdir. Yanılgının biz insanlara özgü olduğunu idrak ederek bu kardeşlerimize hüsnü zanla yaklaşıyor ve bu meselemizi ciddi bir şekilde tekrar değerlendirmelerini istirham ediyoruz. Tabi ki bu dileğimiz, dar'ul İslam görüşünü bilmeyerek savunan kimselere de yöneliktir.
- Dâr'ul harp görüşünü savunan bazı kardeşlerimiz.
"Müslümanlar için en güzel örnek Resulullah (s.a.v.) ve onun takip ettiği metoddur. Bilindiği gibi Resulullah (s.a.v.) Mekke ve Medine olmak üzere iki ayrı dönem yaşamıştır. Mezhep imamlarına göre Mekke dönemi dar'ul harptir. Değişik bölgelerdeki müslümanlar Mekke dönemine benzer bir ortamda bulunduklarına göre bu müslümanların konumu da dâr'ul harptir." demektedirler.
- Elbetteki müslümanlar için en güzel örnek Resulullah (s.a.v.)'dir. Mezhep imamları tarafından Mekke dönemine dâr'ul harp, dâr'ul küfr veya dâr'ul şirk denilmektedir. Bu konuda kavram tartışmasına girmek abestir. Çünkü meselenin rahatsızlık veren tarafı hangi kavramın kabul edileceği değil, bu kavramların getirdiği fıkıhtır. Mekke dönemine dâr'ul harp diyen müctehidlerin, dâr'ul harp fıkhının Mekke dönemini dikkate alarak hazırlamaları gerekirdi. Oysa bilinmektedir ki dar'ul harp fıkhı, Kur'an'ı Kerimin Medeni sureleri ve Resulullah (s.a.v.)' in bu dönemdeki sünnetiyle kesinlik kazanmaktadır. Yine bilinmektedir ki dâr'ul harp fıkhı Mekke dönemi müslümanlarınca yaşanmamıştır. Bu konuda Ebubekir (r.a.)'ın müşriklerle bahse girme olayı delil olarak öne sürülmektedir. Bilindiği gibi Ehl-i Kitap olan Rumlar, o dönemde Mecusi olan İranlılara yenilince müslümanlar üzülmüş, Mekke'li müşrikler ise sevinmişlerdir. Bu olay üzerine nazil olan Rum suresinin ilk ayetlerinde, Rumların bir süre sonra tekrar galip gelecekleri beyan edilmektedir. Bu ayetlerle karşılaşan müşrikler, bu ayetlere inanmaz ve Ebubekir (r.a.) ile bahse girmek isterler. Ebubekir (r.a.) durumu Resulullah (s.a.v.)'e bildirir ve onun izniyle, Rumların tekrar galip geleceklerine dair müşriklerle bahse girişir. İşte bu olaydan hareket eden bazı hanefi fakihler, bu olayı örnek göstererek dar'ul harpte bulunan müslümanların kazanacaklarından emin olma şartıyla harbilerle mal ve para karşılığında bahse girmelerine cevaz vermişlerdir.
- Halbuki bu olayı,
Olayın yaşandığı ortama göre değerlendirmemiz gerekir. Nazil olan her ayete yakinen iman eden Ebubekir (r.a.), müşriklerin teklif ettikleri bahsi kazanacağını elbetteki biliyordu. Şüphesiz kazanacağını bildiği bahis teklifi karşısında tereddüde düşmesi ve Resulullah (s.a.v.)'e müracaat etmesi, bahse girmenin müslümanlar arasında şüpheli görüldüğüne işarettir. Ebubekir (r.a.)'ın bahis karşısında tereddüte düşme nedenini anlamaya çalışırken, bahis teklifini kabul etmediği zaman Mekke müşriklerinin "Ebubekir inen ayetlerin doğru olduğuna kendisi de inanmıyor, inansaydı bahse girerdi." diyeceklerini ve bahis teklifini diğer müslümanlara da götürerek, onların da inanmadıkları konusunda velvele yapacaklarını dikkate almamız gerekir.
- Bilindiği gibi Resulullah (s.a.v.) bahsi kabul etmesi için Ebubekir (r.a.)'a izin vermiştir. Netice olarak bahsi kazanan Ebubekir (r.a.)'ın yine Resulullah (s.a.v.)'e müracaat ederek "Bahsin karşılığı olan develeri alayım mı?" diye sorması, bahse girme nedeninin müşriklerin malını almak için olmadığını göstermektedir. Bu sırada Medine'de bulunan Resulullah (s.a.v.), bahis karşılığı olan develeri (safların ayrıldığı o dönemde bir harbi olan müşriklerde kalmaması için) almasını ve bu develeri fakirlere tasadduk etmesini buyurmuştur. Dikkat edilirse bahis karşılığı olan bu develer ne beyt-ül mal'e kabul edilmiş ve ne de Ebubekir (r.a.)'ın kullanmasına izin verilmiştir. Kaldı ki Resulullah (s.a.v.)'in bu olayda bahse ilişkin verdiği izin umuma değil, kişiye özeldir. Böyle bir izni umuma şamil kılmak ise fıkıh usulüne aykırıdır.
- Bu gibi meseleler yeterince incelenirse, Medeni surelerle ve Resulullah (s.a.v.)'in bu dönemdeki sünnetiyle kesinlik kazanan dâr'ul harp fıkhının, Mekke dönemi müslümanlarınca yaşanmadığı müşahade edilecektir. Dâr'ul harp fıkhının yaşanmadığı böyle bir döneme dâr'ul harp demek ile İslam fıkhının yaşanmadığı bir döneme dâr'ul İslam demek arasında herhangi bir fark yoktur.
- Dâr'ul harp görüşünü savunmalarına rağmen bazı Rabbani sebepleri ve maslahatları zikrederek "Bunlardan dolayı şu an için dar'ul harp fıkhını yaşayamıyoruz.." diyen kimselerin belirttikleri nedenler, Rabbani nedenlerdir. Onları bu konuda eleştirmiyor ancak şu hususun açıklığa kavuşmasını istiyoruz. Fıkhını yaşamadıkları veya şu an için yaşamamaları gereken bir kavramı nasıl sahipleniyorlar? Şayet dâr'ul harp fıkhına muhatap oldukları için dâr'ul harp diyorlarsa, bu ilmi bir yaklaşım değildir. Çünkü dâr'ul harp fıkhına muhatap olduğumuz gibi, dâr'ul İslam fıkhına da muhatabız. Dâr'ul İslam fıkhına muhatap olmamızla birlikte dâr'ul İslam fıkhını, yaşayamadığımız bir beldeye nasıl ki dâr'ul İslam diyemiyorsak; dâr'ul harp fıkhıyla muhatap olmamıza rağmen nefsani olmayan Rabbani nedenlerle bu fıkhı yaşayamadığımız beldeye de dâr'ul harp diyemeyiz.
-Bu hususu daha açık anlayabilmemiz için muhatap olmakla, mükellef olmak arasındaki farkı belirtmemiz gerekir. Nitekim bu önemli farkı idrak etmeyen bazı kardeşlerimiz "Resulullah (s.a.v.) tevhidi mücadelenin belli bir dönemine kadar savaş ayetleriyle muhatap olmamıştır. Bizlerin ise durumu farklıdır. Çünkü Kuran'ı Kerim'in tamamı elimizde ve bizler savaş ayetleriyle yükümlüyüz ." demektedirler.
- Müslümanlar Kuran'ı Kerim'de beyan edilen hükümlerin hepsiyle muhataptırlar. Ancak içinde bulundukları konum ve şartlara göre muhatap oldukları bazı hükümlerle mükellef değillerdir. Muhatap olmak ile mükellef olmak arasındaki bu farkı idrak etmemiz gerekir.
-- Mesela hac hükmüyle bütün müslümanlar muhataptır. Mükellefiyet ise gücü yeten müslümanlaradır. Bunun gibi Kur'an'ı Kerim'de tevhidi mücadeleyle ilgili olarak fertleri, cemaati veya devlet yapısına kavuşan müslümanları mükellef tutan hükümler vardır. Müslümanlar bu hükümlerin hepsiyle muhatap olmalarına rağmen hepsiyle mükellef değildirler. Bu hükümlere yaklaşım, Rabbani bir konum tesbitiyle olmalıdır.
- Dâr meselesiyle ilgili olarak sadece geçmiş fıkıh kitaplarına bağımlı kalan bazı kimseler de, isteyerek veya istemeyerek çeşitli çıkmazlara girmektedirler. Bu fıkıh kitaplarında dar'ul İslam'ın tarifi yapılmakta ve bu konumun fıkhı verilmektedir. Dâr'ul İslam'a göre dar'ul harp olan yerler açıklanmakta ve farazi fıkıh olarak da, herhangi bir islam beldesi müstevliler tarafından istila edilirse o günün müslümanlarına kıyam emredilmekte ve dâr'ul harp fıkhı verilmektedir, işte farazi fıkhın uzandığı son nokta budur. Daha açık bir ifadeyle farazi fıkıh bu konuda günümüze uzanmamıştır.
- Fıkıh kitaplarına mutlak bağımlı olan kimseler "İçtihat kapısı kapalı olduğuna göre yapılacak bir şey yok. Mevcut ictihadlardan en uygununu alıp, o ictihadla amel etmemiz gerekir.." demektedirler. Tabii ki bu yaklaşımın da ne gibi sonuçlar meydana getirdiği aşikârdır. Bu kimselerde evrensel olan yüce islam dinini belli mezhebi dairelere hapsetme temayülü bulunmaktadır. Oysaki din mezhebin içinde değil, mezhep dinin içindedir. Müslümanlar İslam dinini yaşayabilmek için mezhebi birçok görüş ve ictihadlara muhtaçtırlar. Ancak unutmamak gerekir ki, müslümanlar Kur'an ve Sünnet'e göre müslümandırlar. Evrensel olan bu dinin evrensel kaynağı Kur'an'ı Kerim'dir. İslam dinini beli bir mezhebi daire içerisine hapsederek mezhebi görüşlerin uzanmadığı bir meselede dine, dolayısıyla dinin evrensel kaynağı olan Kuranı Kerime müdahale hakkı tanımamak zulümdür.
- Kendilerine alim denilen bazı kimseler Kuranı yanlış anlama olasılığını ileri sürerek, müslümanlar ile Kur'an'ı Kerim arasına aşılması mümkün olmayan engeller koymuşlardır. Bu müdahale, vebali çok büyük olan bir cürettir. Kur'an'ı Kerim alimlerin değil, bütün dünya müslümanlarının Kitabıdır. Müslüman Kitabını okuyacak, meal ve tefsirlerle anlamaya çalışacaktır. Alimlere düşen görev Kitab'ı müslümanların elinden almak değil, Kitap'taki bir hükmü yanlış veya eksik anlayan bir müslümanı uyararak düzeltmektir. Tekrar 'Dâr' meselesine dönecek olursak, dârul İslam olan herhangi bir bölge İslam düşmanı müstevliler tarafından istila edilir ve İslam fıkhı yürürlükten kaldırılırsa, o bölge kesinlikle dâr'ul harp olmakta ve o günün müslümanlarına kıyam emredilmektedir. Nitekim müctehid imamlar bu konumun fıkhını açık bir şekilde vermişledir.
- Ancak açıklığa kavuşturmak istediğimiz bir husus vardır.,
- Dâr'ul İslam olan bir belde müstevliler tarafından istila edildiği zaman, o belde dâr'ul harp olmakta ve ogünün müslümanları dâr'ul harp fıkhıyla yükümlü bulunmaktadırlar. Şayet bu dönemde saflar ayrılır ve mücadele başlarsa, bu mücadele bin yıl da sürse o belde dâr'ul harp konumunu muhafaza eder.
Ancak, böyle bir mücadele yaşanmamışsa,
İslami anlayışları tahrif edilmesine rağmen kendilerine müslüman denilen halk, kıyam eden Hizbullahileri yalnız bırakarak hizbuşşeytanlara arka çıkmışsa,
Hizbullahi alimler şehid edilerek, söz meydanlarına Bel'amlar gelmişse,
yirmiyedi derece sevaba nail olabilmek için camilere giden halk, buradaki Belamları dinleyip onlara itaat ederek dinden çıkmışsa,
Eğitim ve kültür faaliyetleriyle hak olan gerçek batıl, batıl ise hak olarak empoze edilmişse,
- Bu karanlık dönem birkaç nesil yaşanmış ve bunun neticesi olarak İslam'ı bilmeden sahiplenen ve yine İslam'ı bilmeden reddeden kişiler, partiler, gruplar oluşmuşsa. İşte böyle bir belde dâr'ul harp değildir ve bu beldede Allah'ın lutfuyla şuurlanan müslümanlar dâr'ul harp fıkhıyla yükümlü değillerdir. Çünkü bu müslümanların karşısında kendilerine verilen kültür ve eğitimle batılı idrak edemeden benimseyen ve hakkı idrak edemeden reddeden bir kitle bulunmaktadır.
- Farazi fıkhın bu noktaya uzanmadığı aşikârdır. Ancak mücdehit imamlarını, böyle bir durumu tahayyül etmedikleri ve farazi fıkıh çerçevesine dahil etmedikleri için suçlayamaz ve onları itham edemeyiz. Kaldı ki bu mesele içtihadı bir mesele de değildir. Kur'an ve Sünnetin bütünlüğünde bu konuma örnek birçok konumlar verilmiş ve bu konumdaki müslümanlara muhkem ayetlerle kesinleşen bir yol gösterilmiştir.
- Bazı kimselerin zikrettiği "İslam'ın hakimiyetindeki bir belde İslam'ın hakimiyetinden çıkarsa, bu belde tekrar İslam'ın hakimiyetine girinceye veya kıyamete kadar dâr'ul harptir.." görüşü, Kur'an'ı Kerim'e muhalif bir görüştür. Kur'an'ı Kerim'in beyanına göre birçok kavme peygamber gönderilmiş ve bu kavimlerden bazısı belli bir süre İlahi dine teslim olduktan sonra sapıklığa ve dalalete düşmüşlerdir. Dikkat etmemiz gereken husus, şanı yüce Rabbimiz dalalete düşen bu kavimlere yeni bir peygamber gönderdiği zaman, bu peygamberlerini dıÜüâr'ul harp fıkhıyla yükümlü tutarak "Bu kavim daha önce benim razı olacağım din üzereydi. Bunlar tekrar bu dine teslim oluncaya kadar bunların kanlan, canları, malları sana mubahtır." şeklinde bir hüküm beyan etmemiştir.
- Kur'an'ı Kerim'e muhalif görerek benimsemediğimiz mezkûr görüşe göre İspanya, İspanyada ikamet eden müslümanlara göre dâr'ul harptir ve buradaki müslümanlar dâr'ul harp fıkhıyla yükümlüdürler. Bu görüşü benimseyen müslümanların bir kısmı tekfir ve tahkire devam ederek tebliğe muhtaç olan insanları tebliğden uzaklaştıracak, bir kısmı ise harbi olarak gördüğü insanların mallarını gasbedecektir.
- Sonuçta ne olacaktır?
İslam'dan bihaber olan İspanyol, karşısında bir gaspçı, bir soyguncu olarak gördüğü müslümanları nasıl değerlendirecektir? Bu müslümanların daveti nasıl karşılanacak, İslam cemaati nasıl teşekkül edecek ve nasıl genişleyecektir?
İspanya örneğini idrak eden "Ancak bulunduğumuz konum, zaman süreci bakımından İspanya'dan farklıdır." diyen kardeşlerimize, Kur'an'ı Kerim'in zaman sürecine ilişkin ölçüsünü belirtmemiz gerekir. (Devam edecek) 04/11/2007
Dini Bilgilr.10
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH ('DÂR' MESELESİ -2)
Kur'an'ı Kerim'de müslümanlara hitap eden ve müslümanların gayrimüslimlere karşı tavırlarını belirleyen İlahi hükümler, hikmetli bir gelişim göstermektedir. Uyarıp korkutma ve onlardan gelen eziyetlere sabır ile başlayan tevhidi tavırlar, müslümanların konum ve seviyesine göre değişmektedir. Cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi mücadeleye talip olan müslümanlar, cahiliye mensuplarını uyarıp korkutma ve kurtuluşa çağırmakla yükümlüdürler.
Peki, hangi toplum, cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumdur?
Cahiliyenin yerleşip kökleşmesi için ne kadar süre geçmesi veya kaç nesil yaşanması gerekmektedir?
Kur'an'ı Kerim'in bu konuya ilişkin hükmü net ve açık olup, muhtelif surelerde zikredilmektedir.,
O ( Kur'an), Aziz, Rahim (olan Allah'ın) indirdiğidir. Babaları (yakın ataları) uyarılıp-korkutulmadığı için kendileri gafil olan bir kavmi uyarıp korkutman içindir. (36-Yasin 5,6)
- Bu Rabbani ölçüyle yaşanılan toplumların değerlendirilmesi; caddelerdeki, kulüplerdeki, diskoteklerdeki gençliğin ve onların emekli kahvesinde pinekleyen babalarının ve yakın atalarının incelenmesi gerekir.
- Yaşanılan dünyadaki mustazaflar ve müstekbirler, cahili eğitim ve kültür aşamasından geçmişler, bilerek veya bilmeyerek birçok cahili görüşleri benimsemişlerdir. Şeytani otoriteler tarafından uzun yıllardır sürdürülen propaganda faaliyetleri ile hak gizlenmiş, batıl ise hak olarak empoze edilmiştir.
- Osmanlı dönemindeki saltanat sistemi, padişahlık ve saraylardaki ihtişamlı yaşantı ile kafası doldurulan yeni nesillere, bu çarpıklığın yegâne nedeni olarak dinin istismarı gösterilmiştir. Bu başlangıçtan sonra dinin istismar edilmemesi için din ile dünya işleri ayırması gerektiği izah edilmiştir.
- Bunu yeterince izah etmiş olacaklar ki, beş vakit namaz kılmalarına rağmen bu sapık fikirleri savunan kitleler oluşmuştur. Bu kimseler tağut için çalışmakta ve çeşitli sloganlar altında tağut için savaşmaktadırlar. İslam'ı bilmeyen bu kimseler, İslam dini üzere olduklarını zannetmekteler ve bel'amların cennet vaadleriyle avunmaktadırlar.
-Bunun yanı sıra İslam'ı savunmaya çalışan müslümanlarda da menfi değişiklikler meydana gelmiş ve bu kardeşlerimiz de insanları doğrudan doğruya Allah'a değil, dolaylı olarak çeşitli gruplara, kişisel görüşlere ve beşeri yollara çağırma gafletine düşmüşlerdir.
- Bu gibi davetlerle ve cahili propaganda ile karşılaşan insanlar, bütününü ve gerçeğini kavrayamadıkları İslam'a karşı çıkmakta ve kabul etmemektedirler. Mesela bazı ülkelerde İslam'ın sosyal adaleti halka sunulmamışken, bu insanlar İslam'ın ceza hukuku ile yüz yüze getirilmişlerdir. İslam'ı bu ceza-i müeyyidelerden ibaret görüp, bu müeyyidelere göre değerlendiren birçok insan, İslam gerçeğini kavrayamamışlar ve rahmetini idrak edemedikleri İslam'a karşı cephe almışlardır.,
' Hayır, onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bundan dolayı yüz çevirmektedirler. (21-Enbiya24)
Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. (10-Yunus 39)
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi halkında müslüman olan birçok ülkede dindar geçinen büyük çoğunluğun yaşadıkları ve yansıttıkları din, İslam değildir. Kişisel menfaatlerle gölgelenen, grupsal veya partisel çıkarlar için vasıta olarak kullanılan, beşeri eğilimlerle tevil ve tahrif edilen din, kesinlikle ve kesinlikle İslam değildir.
- Ne yazık ki düşünen birçok insan, kendilerine yansıyan bu çarpık olguyu İslam olarak anlamışlar ve bu anlayışla İslam'a karşı olumsuz tavır takınmışlardır. İslam'a talip olan insanların bile, gerçek bir İslam'ı kavrayamadıkları bir dönemde; kendilerine yansıyan çarpık din anlayışına karşı çıkan zümreyi "Gerçek İslam'a karşı çıkıyorlar!." diyerek 'Harbi' olarak yaftalamak haksızlıktır. Değil günümüzde, cumhuriyete geçiş döneminde bile dine karşı tavır koyanların, gerçek İslam'a mı yoksa bid'atlar, hurafeler ve saltanat sistemiyle gölgelenen din anlayışına mı tavır gösterdikleri, incelenmesi ve göz önüne getirilmesi gereken bir meseledir.
- Yaşadığımız çağda müslüman aydın, müslüman entelektüel kimlikleriyle ortaya çıkan ve İslam'a göre yabancı olan bu kimliklerle meselelere çözüm arayan bir zümre bulunmaktadır. Doğu-Batı ilişkisini inceleyerek doğunun içinde bulunduğu vahim durumu, Batı sapıklığının bir yansıması olarak gören bu aydınlar, çözüm konusunda karşı oldukları batının tesirinde kalmaktadırlar. Batı anlayışının kökeninde, herhangi bir olumsuz durumla karşılaşıldığı zaman bu olumsuz durumu meydana getiren dış sebeplere yönelme ve sebeplere karşı mücadele vardır. Bu batıcı yaklaşım, kendilerine müslüman entelektüel denilen kesim üzerinde de görülmektedir. Bu kimselere göre yegane suçlu ve menfi durumların yegane müsebbibi Batı'dır.
- Tek yönlü olan bu yaklaşım, Islami bir yaklaşım değildir. Çünkü dünya tarihinin her döneminde batılı benimseyen, batılı yaşayan ve batılı yansıtan insanlar bulunmaktadır. Müslümanlara yüklenen ilk görev batılı yıkma veya batılı yok etme değil, hakkı bilip hakka sarılarak batılın olumsuz tesirinden kurtulmaya çalışmaktır. Hakkı bilen, hakkı yaşayan ve haktan taviz vermeyen toplumların, batıl propogandalardan etkilenmeleri çok güçtür. Herhangi bir toplum batıl görüşlerden etkileniyor ve batıla meylediyorsa, bu olay söz konusu toplumun haktan uzaklaştığına ve değişip bozulduğuna işarettir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de "Gerçekten Allah kendi nefislerinde olanları değiştirip-bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz." (13-Ra'd 11) buyurmaktadır.
- Dünyanın hiçbir yöresinde kendileri doğru yolda olup da, sapanların etki ve gücü ile batıla düşmüş bir kavim gösteremeyiz. Çünkü doğru yolda bulunan ve bu yola teslim olan müslümanlara Rabbimiz "Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez" (5-Maide 105) buyruğu ile beyan edilen vaadi vardır.
- Bu ilahi vaadin ışığında, şeytan ve dostlarının müslümanlar üzerinde hiçbir nüfuzlarının olmadığını kavrayabiliriz.,Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü (nüfuzu, sultası, hâkimiyeti) ancak onu dost edinenler ile onunla O'na (Allah'a) eş koşanlar üzerindedir. (16-Nahl 99.100)
- Firavun konumundaki birçok müstekbirin ve emperyalist ülke olan Amerika ve Rusya'nın, halkında müslüman olan ülkelerdeki şeytani tahakkümlerinin nereden kaynaklandığı, zikredilen ayet-i kerimelerde beyan edilmektedir. İlk sebep onların dost kabul edilmesi, İkinci sebep ise onları mutlak güç sahibi görerek, gerçek güç ve kuvvet sahibi olan Allah'a eş koşulmasıdır.
- İçinde bulunan vahim duruma müsebbib arayanların, zikredilen Rabbani görüşleri tefekkür etmeleri gerekir. Suçlu aramak için uzağa gitmeye hiç gerek yoktur. Kur'an'ı Kerim'de zikredilen örneklerle, firavunlaşmış bir toplumun üç beş müslümana hiçbir şey yapamadığı ve onları saptırmadığı bilinmekteyken; müslüman olarak adlandırarak bir halkı temize çıkararak, üç-beş firavunu suçlamak ve içine düşülen menfi durumun gerçek müsebbibi olarak onları görmek büyük bir yanılgıdır. Gerçek suçlu ilahlık taslayan sahte ilahlar değil, bu sahte ilahları benimseyen, onları destekleyerek yaşatan, onların zillet verici gölgesinde yaşayan ve bütün bunlara rağmen kendilerine 'müslüman(!)' denilen halktır.
- Emperyalizm birçok bölgedeki varlığını, silah zoru kullanmadan yürütmektedir. Çünkü bu bölgelerdeki halk, cahili propagandanın tesiriyle sömürü ve zulme karşı pasifize edilmiştir. Firavunlara karşı çıkmaları gerekirken, Firavunlarla birlik olup Musalara karşı çıkmaktadırlar.
İlahi din anlayışının böylesine tahrif edildiği bir bölgeye, dâr'ul İslam veya dâr'ul harp diyebilir miyiz?
- Bu iki konuya şartlanmış olanlar, Nuh (a.s.)'ı hangi dar kavramına dahil edeceklerdir? Açıkça bilinmektedir ki tufan gerçekleşinceye kadar Nuh (a.s.) ve beraberindeki mü'minler ne dar'ul İslam fıkhını ve ne de dar'ul harp fıkhını uygulamışlardır.
- Müctehit imamların dar'ul harbe ilişkin öne sürdükleri birçok görüş, zamanında ve mekânında doğru olan isabetli görüşlerdir. Mesela dâr'ul İslam olan bir belde müstevlilerin istilasına uğrar ve İslam fıkhı yürürlükten kaldırılırsa, bu belde dâr'ul harp olmaktadır. Dâr'ul harp olan bu beldede İslam fıkhını yürürlükten kaldıran müstevliler harbidir. Çünkü bunlar hangi dine savaş açtıklarını ve kimin hükmünü yürürlükten kaldırdıklarını bilmektedirler. Dâr'ul harp fıkhına göre bu harbilerin kanı, canı, malı müslümanlara mubahtır. Bu harbileri öldürmek caiz olduğu gibi bu harbilere destek olanları da öldürmek caizdir. Çünkü bunlarda harbi hükmündedir.
- İşte dâr'ul harp fıkhını kapsamına alan bu dönem bazı ülkelerde yaşanmadan veya kısmi olarak yaşanmışsa da netice almamadan geride kalmıştır. "Geride kalmıştır" diyoruz, çünkü bu dönemden günümüze gelinceye kadar birçok toplumsal değişiklikler meydana gelmiştir, Şeytani propagandalar vasıtasıyla batılı benimseyen ve batılı destekleyen kitleler oluşmuştur. Kendilerine verilen cahili kültür ile batılı destekleyen bu insanlar harbi değildir. Bu gibi toplumsal değişmeleri gözönünde bulundurmadan dâr'ul harp fıkhını günümüze veya geleceğimize uzatmak, Kur'an'ı Kerim'ie uyuşmayan bir yaklaşımdır. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de toplumsal değişiklikler dikkate alınmış ve İlahi din anlayışları tahrif edilerek, cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi mücadele ile görevlendirilen müslümanlar, cahiliye mensuplarına harp açmakla değil, onları uyarıp-korkutmak ve kurtuluşa çağırmakla görevlendirilmiştir. Bu görev yerine getirilirken muhatap alınan cahiliye mensubu, kanı, canı, malı mubah olan bir harbi olarak değil, kurtulması umud edilen bir insan olarak kabul edilmektedir.
- Kur'an'ı Kerim'de dâr'ul İslam ve dâr'ul harp kavramları geçmemekle beraber, değişik peygamber kıssalarında o peygamberlere yüklenen görevler zikredilerek, hangi konumun fıkhı verildiği beyan edilmektedir. Bu durumu değerlendirdiğimizde, dar meselesinin üç ayrı boyuttan önem kazandığını ve değiştiğini görmekteyiz. Bu üç boyut; toplumun yapısı, müslümanların durumu ve üçüncü olarak gayrimüslimlerin İslam'ı nasıl anladıkları ve bu anlayışla İslam'a nasıl yaklaştıklarıdır. Mesela cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumda yaşayan müslümana göre içinde bulunduğu ülke dar'ul cahiliyedir. Bu ülkede yaşayan müslüman, şeytani otoriteye karşı mücadele verirken; bu mücadelesini otoriteden ziyade şeytani otoriteyi destekleyen ve yaşatan halka karşı yoğunlaştırır. Rabbani mesajı gücünün yettiği bir çerçevede yaygınlaştırmaya çalışır. Halktan belli bir kesim şuurlanırsa, meselesini idrak eden bu kesimin şeytani otoriteleri desteklemeyeceğini ve dolayısıyla şeytani otoritelerin yıkılacağını bilir. İşte bu toplumun içinde yaşayan müslümana göre dar'ul cahiliye olan bu ülke; bir İslam devleti kurulduğu zaman, bu devlette yaşayan ve imama biat eden müslümanlar tarafından dâr'ul harp veya dâr'ul sulh olarak kabul edilebilir. Çünkü İslam devleti herhangi bir ülkenin konumunu belirlerken, o ülkede yaşayan halkı değil, yönetimi esas alır. İslam devletinin ilişkisi ve mücadelesi halktan ziyade yönetimledir. Bir ülkenin konumunu belirlerken, bu iki farklı durumu birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz. Bulundukları ülkede tevhidi bir mücadeleye girmekle yükümlü olan müslümanların, bu ülkenin konumunu kendilerine göre tespit etmeleri gerekir. Çünkü yaşamaları gereken fıkıh, kendilerinin içinde bulundukları durumun fıkhıdır.
- Halkında müslüman olan birçok ülkede yaşanılan konum, cahiliye konumudur. Bu ülkelerdeki şeytani tahakkümler gücünü ve yaşama fırsatını, cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek benimseyen halktan almaktadırlar. Bulunduğumuz konumda yaşamamız gereken fıkıh, dâr'ul cahiliyede bulunan müslümanların yaşamakla mükellef oldukları fıkıhtır. Dâr'ul harp fıkhı ile dâr'ul cahiliye fıkhı arasındaki farklar ise, müslümanların gayrimüslimlere karşı davranış ve yaklaşımlarında belirginleşmektedir. İslam'ı bilerek reddeden kâfirler ile İslam'ı bilmeden reddeden cahillerin hepsi, İslam'a göre gayrimüslimdirler. Kâfirler ve cahiller gayrimüslim olmalarına rağmen, İslami ölçülere sahip olan müslümanların kâfirlere ve cahillere karşı tavırları farklılık göstermektedir. Hakkı bilmelerine rağmen inkâr eden kâfirleri tekfir etmek caiz iken; cahillerin tekfir edilmeleri caiz değildir. Bu kimselerin net ve açık bir tebliğle uyarılmaları ve kurtuluşa davet edilmeleri gerekmektedir. Çünkü bütün peygamberler, insanları cennete davet etmeden cehenneme terk etmemişlerdir. Cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek destekleyen insanları İlahi hükümlerle uyarmışlar, bu insanları merhamet duyguları ile Allah'a kulluğa ve ebedi kurtuluşa davet etmişlerdir. Rahman sıfatının ışığında yapılan bu tebliğ eylemini soğuk harp olarak değerlendirmek ve dârul harp çerçevesine dâhil etmek ise ayrı bir yanılgıdır.
- Yaşadığımız çağa yeni bir peygamber göndermeyecek olan Rabbimiz, cahiliye mensuplarını uyarıp korkutma görevini Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine örnek alan öncü müslümanlara yüklemektedir. Bu kutlu müslümanların dünyaya yansıtacakları Rabbani mesaj ise elbetteki Kur'an'ı Kerim'dir.
- Cahiliyeyi muhatap alan ve cahiliye mensuplarını Allah (c.c.) ile karşı karşıya getiren Kur'an'ı Kerim ayetleri, belli meselelerden başlamakta ve kendisine özgü bir gelişim göstermektedir. Cahiliyeyi muhatap alan bu tebliğde; Allah inancı netleştirilmekte, cahiliyenin batıl görüşleri çürütülmekte, doğru ve gerçek bilgi verilmekte, bu bilginin gerektiği tavır emredilmekte ve sonuç olarak akibet bildirilmektedir. Bu çizgide yapılan tebliğ ile cahiliye mensubu hangi hükme karşı çıktığını, kime karşı savaş açtığını ve neyle tehdit edildiğini net ve açık bir şekilde bilmektedir. Nitekim İslam'a göre uyarıp korkutmanın gerçek mahiyeti de bu şekildedir.
- Dâr'ul harp görüşünü bilinçsizce savunan ve Rabbani tebliğin mahiyetini bilmeyen kimseler, bu görüşü savunduğumuz için bizleri zor olandan kolaya sığınmakla itham edebileceklerdir. Rabbimizin emrettiği yolda zor ve kolay arasında muhayyer bırakılsaydık, elbetteki kolay olanını seçerdik. Ancak "Net ve açık tebliğ gündeme gelmelidir" derken, bu bizim şahsi tercihimiz değil, Rabbimizin bu konumdaki müslümanlara kesin emridir. Kaldı ki zor olan, silahın karşısına silahla çıkmak yerine, silahın karşısına Kitap ile Hükmullah ile çıkmaktır. Silaha sarılarak öldürmeye ve yıkmaya teşebbüs ettikleri için değil, sadece ve sadece "Rabbimiz Allah" dedikleri için işkenceye uğratılan ve şehid edilen müslümanlar, müstekbirlerin tanınmasına, katı kalblerin yumuşamasına ve insanların uyanmasına vesile olmuşlardır. Bu fedakâr müslümanların kanları ile dirilen, şuurlanan ve belli bir seviyeye gelen müslümanlar ise, zamansız savunulan dâr'ul harp fıkhını, zamanı gelince yaşayabilecek müslümanlardır.
- Halkında müslüman olan ülkelerdeki bazı müstekbirlerin küfürlerinde bilinçli olması, bu ülkedeki müslümanların yaşamaları gereken fıkhı değiştirmez. Toplumsal bir çalışmayla mükellef olan müslümanlar, içinde bulundukları toplumun genel yapısını göz önüne getirmekle yükümlüdürler. Toplum içersindeki istisnaların varlığı, müslümanların o topluma karşı göstermeleri gereken Rabbani tavırları değiştirmez. Çünkü toplumsal çalışmaya etki eden faktör, toplumdaki istisnai fertler değil, o toplumun genel yapısıdır. Küfründe bilinçli olan firavunlara dahi net ve açık tebliğ gidecek ve firavunların bu tebliğe karşı gösterecekleri tavırla, firavunların gerçek yüzü halka yansıtılacaktır.
- Ayrıca dünya müslümanlarının değişik konumlarda bulunmaları, bu müslümanların vahdetini engellemeyecektir. Bazı ülkelerde yaşayan kardeşlerimiz, elbette ki farklı konumlarda bulunmaktadırlar. Bu kardeşlerimiz içinde bulundukları konumu dikkate alarak, tevhidi yolun o konumdaki fıkhını yaşayacaklardır. Bu olay dünya müslümanlarının vahdetini zedeleyen bir nitelik taşımaz. Çünkü dünya müslümanlarının vahdeti, bulunan konumda değil, takip edilmesi gereken tevhidi çizgide sağlanacaktır. Vahdet için gerekli olan esas, dünya müslümanlarının aynı tevhidi çizgide bulunmalarıdır. Tevhidi çizginin değişik noktalarında bulunmalarına rağmen aynı tevhidi çizgiyi takip eden dünya müslümanları vahdetin Rabbani iklimini teneffüs edebilecekler ve aynı yolun yolcusu olan kardeşlerine gerektiği gibi sahip çıkabileceklerdir.13/11/2007
Dini Bilgilr.11
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH (SÜNNETULLAH VE ÖNEMİ)
Sünnet kelimesinin anlamı; adet, usul, takip edilen yol, önceden kararlaştırılmış ve tekrarlanan fiil veya daha açık bir ifadeyle belirli durumlarda tekrarlanan belirli fiiller demektir. 'Sünnet-i seniye' Resulullah (s.a.v.)'in sözlerini, emirlerini, hallerini ve hareket düsturlarını içerdiği gibi 'Sünnetullah' kavramı da alemlerin yegane Rabbi olan Allah (c.c.)'ın yaratılışla ve yaratılmışlarla ilgili değişmeyen kanunlarını içerir. Allah (c.c.)'ın gerek beşeriyet ve mahlukat aleminde, gerekse kainatın diğer hadiselerinde devam eden adetine Sünnetullah denildiği gibi, Adetullah da denilmektedir.
- Şanı yüce Rabbimiz yarattığı herşey için bir yasa, bir kanun koymuştur. Yaratılmış herşey bu kanunlara, daha açık bir ifadeyle Sünnetullah'a mutlak bağımlıdır. Yaratılmışların bu kanunları değiştirmeleri veya Sünnetullah çerçevesinin dışına çıkmaları, çıkabilmeleri mümkün değildir. Çünkü bu sünnetin sahibi, gerçek güç ve kuvvet sahibi olan Allah (c.c.)'dır.
- Bir beşerin sünneti ile Rabbimizin sünnetini birbirinden ayrı değerlendirmemiz gerekir. Mesela bir insan, sünnetinde olan bir davranışı bazı durumlarda gösteremeyebilir. Çünkü bir beşerdir ve beşer olduğu için bazı menfi durumlardan etkilenmesi, aciz kalması mümkündür.
- Oysaki Rabbimizin sünneti için böyle bir durum söz konusu değildir. Sünnetullahın önüne geçebilecek, Sünnetullah'ı değiştirebilecek ve erteleyebilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de bu gerçek açıkça beyan edilmektedir.,
Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. 35-Fatır43
Kâinatta müşahede ettiğimiz bütün olaylar, Rabbimizin emri ve sünneti istikametinde vuku bulmaktadır. Bazı çevrelerin tabiat kanunları dedikleri ve tabiata mal ettikleri bu olaylar, Allah'ın emri ve sünnetiyle meydana gelmektedir.
Şimdi ekmekte olduğunuzu gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirmekte olan biz miyiz? 56-Vakıa 63.64
Taneyi ve çekirdeği yaran kuşkusuz Allah 'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarıcıdır. 6-Enam 95
Şimdi içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indirmekte olan biz miyiz? 56-Vakıa 68.69
Sizin için gökten su indiren O'dur... 16-Nahl 10
Allah gece ve gündüzü evirip çevirir. Hiç şüphesiz, bunda basiret sahipleri için birer ibret vardır. 24-Nur 44
- İnsanlar, yaratılışla ilgili bu kanunlara karşı acizdirler. Bu kanunları değiştirmeye güçlerinin yetmeyeceğini bildikleri için, isteyerek veya istemeyerek bu kanunlara uyum sağlarlar. Yapacakları herhangi bir işi, bu kanunlara uygun olarak yaparlar. Bu kanunlara uymazlarsa, bu kanunları dikkate almazlarsa, yaptıkları işten netice alamayacaklarını bilirler. Çiftçilikte uğraşan bir insan, bilerek veya bilmeyerek tohum ve toprakla ilgili kanunlara itaat eder. Her tohumun her toprağa ekilmeyeceğini, hangi tohumun ne zaman ve ne kadar derinliğe ekilmesi gerektiğini bilir ve bütün bunları dikkate alır. Bunları dikkate almadığı zaman çalışmalarının boşa gideceğini bilir. Yazın ekilmesi gereken bir tohumu "Yazın havalar sıcak olur." diyerek kışın ekemez. Çünkü karşı karşıya bulunduğu kanunlar, onun keyfine göre değişebilecek kanunlar değildir. Bu kanunlar ona uymayacağı için, kendisi bu kanunlara uyar.
- Diğer işlerde de durum aynıdır. Mesela demir serttir ve ısıtılınca yumuşar. Bu olay demiri yaratan Rabbimizin, demirle ilgili bir sünnetidir. Elindeki demire şekil vermek isteyen demirci, demiri yumuşatabilmesi için bu sünneti dikkate alması ve demiri ısıtması gerekmektedir. Aksi halde soğuk demire ne kadar çekiç sallarsa sallasın, istediği neticeye ulaşamayacaktır.
- Şanı yüce Rabbimizin insan ve toplumlarla ilgili sünneti de vardır. Herhangi bir insanın sapıklığı veya hidayeti, Sünnetullah istikametinde vuku bulmaktadır. Kim ne yaparsa, nasıl davranırsa hidayete mazhar olur, bu Sünnetullah ile ilgili ayet-i kerimelerde beyan edilmektedir. Bunlardan birkaç tanesini zikredebiliriz.,
Kim Allah'a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir... 64-Tegabün 11
Gerçekten onlar, Rablerine iman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidayetlerini artırmıştık. 18-Kehf 13
Allah dilediğini buna seçer ve içten kendisine yönelenleri hidayete eriştirir. 42-Şura 13
Allah bir topluluğa hidayet verdikten sonra, onlara korkup-sakınacakları şeyleri açıklayıncaya kadar, onları sapıklığa sürükleyecek değildir. 9-Tevbe 115
Allah'ın ayetlerine inanmayanları Allah hidayete ulaştırmaz ve onlar için acıklı bir azap vardır. 16-Nahl 104
Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez. 39-Zümer 3
- İnsanların hidayetine veya sapıklığına ilişkin Sünnetullah olduğu gibi, toplumların durumu ve akibetiyle ilgili Sünnetullah hükümleri de bulunmaktadır. İçinde bulundukları topluma karşı duydukları sorumlulukla bazı çalışmalara yönelen kimselerin, toplumlarla ilgili Sünnetullah'ı mutlaka ve mutlaka bilmeleri ve dikkate almaları zorunludur.
- Fakat ne yazık ki, halkında müslüman olan birçok ülkede İslam adı altında ortaya çıkan çalışmalarda bu Sünnetullah'tan kaynaklanmayan ve bu Sünnetullah'a zıt olan eylem biçimleriyle karşılaşılmaktadır. Toplumlarla ilgili Sünnetullah'ı bilmiyen ve dikkate almayan bu insanlar, soğuk demire çekiç sallayan demirci gibidirler. Sünnetullah'ı dikkate almadıkları için çalışmaları neticesiz kalmakta ve neticesiz kalan bu çalışmalar ne yazık ki günümüzde de devam etmektedir. Bu kişi ve grupların, toplumlarla ilgili Sünnetullah'ı idrak etmeleri, çalışmalarına ve eylemlerine bu Sünnetullah'ın ışığında yön vermeleri gerekir. Çünkü tevhidi mücadelede bizlere örnek olan bütün peygamberler, toplumsal çalışmalarında bu Sünnetullah'a göre hareket ediyorlardı. Cahili bir toplumda tevhidi mücadeleyle görevlendirilen birçok peygamberin, cahiliye mensuplarına ilettikleri davet ve bu daveti iletirken gösterdikleri tavır, Sünnetullah gerçeğinden kaynaklanıyordu.
- Şüphesiz ki peygamberlerine yol gösteren şanı yüce Rabbimiz, bu Peygamberlere sünnetine uygun bir yol gösteriyordu. Peygamberlerin yoluna talip olan günümüz müslümanlarının da bu sünneti bilmeleri ve bu sünnete göre hareket etmeleri gerekmektedir.
Tevhidi yol, Sünnetullah'a uygun olan bir yoldur. Sünnetullah'a uygun olan bu yolda bulunabilmek için elbetteki Sünnetullah'a uymak zorunludur. Netice olarak Sünnetullah bizim arzu ve isteklerimize göre değişmeyeceği için, bizim Sünnetullah'a göre değişmemiz ve Sünnetullah'a göre hareket etmemiz gerekmektedir.02/12/2007
Dini Bilgilr.12
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH (TOPLUMLARLA İLGİLİ SÜNNETULLAH -1-)
Genel Kaide
İnsan ve toplum arasında bazı benzerlikler bulunmaktadır. Doğmak, yetişmek, gelişmek, ihtiyarlamak ve ölmek bir insan için nasıl geçerli ise toplumlar ve ümmetler için de geçerlidir. Sosyolojiye ilgi duyan kimseler, insan ve toplum için geçerli olan bu yasayı bilmektedirler. Osmanlı devletini, bu aşamaları yaşamış bir devlet olarak kabul edebiliriz. Tabi ki her devletin veya her ümmetin bu aşamaları mutlaka yaşaması söz konusu değildir. Bu konuyla ilgili ayet-i kerimede şöyle duyurulmaktadır.
Her ümmetin belli bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalabilirler, ne de bir an ileri gidebilirler. (7-A'raf 34)
- Ayet-i kerimede her ümmete verilen bir süre, takdir edilmiş bir ecel olduğu beyan edilmektedir Ancak ecelin ne zaman geleceği ve hangi saat vuku bulacağı bizler için meçhuldür. Bir insanın gençlik çağında ölmesi mümkün olduğu gibi, bir devletin de en güçlü zamanında yıkılması mümkündür. Prusya veya Çin imparatorlukları ihtiyarlık ve çöküntü aşamalarını yaşamasına rağmen zamanımızdaki Çin veya Rusya bu aşamaları yaşamadan da yıkılabilir. Birçok batılı sosyolog bu görüşe karşı çıkmayacaklar "İhtiyarlık ve çöküntü aşamalarını yaşamadan, iç veya dış müdahalelerle yıkılmaları ihtimal dahilindedir" diyeceklerdir.
- "Genç ve güçlü bir devletin, ihtiyarlık ve çöküntü aşamalarını yaşamadan, iç ve dış müdahalelerle yıkılmaları ihtimal dahilindedir" diyen bu sosyologların, ihtimal dahiline almadıkları bir husus vardır. Genç ve güçlü bir devletin, beşeri müdahalelerle değil, bizzat Allah (c.c.) tarafından helak edilmesi!. Hiç olur mu?
- Bu soruyu soranlar, tarihten bihaber olan kimselerdir. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de helak olması, hiçbir nesil tarafından yalanlanmadan günümüze ulaşan mütevatir bir olaydır. Nuh tufanı, Ad, Semud ve Lut kavminin başına gelenler, yine mütevatir olarak günümüze ulaşmaktadır. Tarihçiler ve arkeologlar bu gerçekleri bilmelerine rağmen, yine de bu olayları geçmişe özgü olaylar olarak değerlendirmektedirler. Geçmişte bu gibi olayların meydana geldiğini bilmekteler fakat bir daha tekrarlanmayacağını zannetmektedirler. Tabi ki bu yaklaşım, hiçbir delile dayanmayan batıl bir yaklaşımdır. Çünkü geçmiş tarihte meydana gelen bu helaklar yine meydana gelebilecektir. Firavun ve orduları nasıl helak edilmişse, zamanımızdaki firavunlar ve orduları da helak edilebilecektir.
Bu bir kehanet mi?
Elbette ki değil!. Çünkü müslümanlar kehanete inanmadıkları gibi kehanette bulunmaktan da Allah'a sığınırlar. O halde zamanımızdaki firavunların ve ordularının da helak olabileceklerini neye istinaden söylüyoruz? Yoksa Hz. Musa (a.s.) tekrar gelecek mi? Tabi ki bunu da söyleyemeyiz ve söylemiyoruz. Hem Hz. Musa (a.s.)' in tekrar gelmesine ne gerek var? Firavun ve ordularını Hz. Musa (a.s.) helak etmedi ki, zamanımızdaki firavun ve ordularının helak edilmesi için Hz. Musa (a.s.)'a gerek duyulsun.
- Güçlü bir devlet olan Firavun'u ordularıyla birlikte helak eden alemlerin Rabbi Allah (c.c.)'dır. Firavun ve ordularını helak eden Allah (c.c.) zamanımızdaki Firavunları ve bu firavunlara bağlı orduları da helak edebilecektir. Tabi ki bu helak olayı, gelişi güzel bir olay değildir. Şanı yüce Rabbimiz hiçbir ülkeyi sebepsiz olarak helak etmez ve etmemiştir.
- Bu helak olayı,
Sünnetullah gereği meydana gelen bir olaydır. Geçmişteki kavimler, toplumların helakiyle ilgili bu Sünnetullah ile karşılaşıp, bu Sünnetullah ile uyarılıp ikaz edilmelerine rağmen inkârlarında devam ettikleri için bu Sünnetullah'ın gereği olan helakla karşılaşmışlardır. Zamanımızdaki Firavunlar da bu Sünnetullah'la uyarılıp ikaz edilmelerine rağmen inkârlarında devam ederlerse, aynı Sünnetullah'ın gereği olan helakla karşılaşacaklardır.
- Her peygambere bu Sünnetullah gerçeği bildirilmiş ve kavimlerini bu Sünnetullah'ın gereği olan helakla uyarıp ikaz etmeleri emredilmiştir. Yaşadığımız çağa yeni bir peygamber göndermeyecek olan Rabbimiz, bu Peygamber görevini günümüzdeki dünya müslümanlarına yani ümmet-i Muhammede yüklemektedir.
- Zamanımızdaki dünya firavunlarını bu Sünnetullah ile karşılaştıracak ve bu Sünnetullah ile uyarıp ikaz edecek olan müslümanlar, bu kutlu müslümanlardır.
Peki bu Sünnetullah nedir?
Hiçbir toplumu hak etmedikleri bir helakla karşılaştırmayan Rabbimiz, herhangi bir toplumu ne gibi davranışlarından dolayı ve hangi sünneti ile helak etmektedir. İşte alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın bu konuda! kesin, değişmeyen, devamlı tekrarlanmış ve yine tekrarlanacak olan genel bir kanunu, bir adeti, bir sünneti vardır. Her toplumu, her ülkeyi, her devleti içine alan bu genel kanunu şu ayet-i kerimelerle idrak edebiliriz.,
- Biz refah içinde şımarıp azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik. İşte meskenleri ki, kendilerinden sonra bunların pek azında oturulabilindi. Varis olanlar biziz.Senin Rabbin, ana merkezlerine ayetlerimizi okuyan bir resul göndermedikçe ülkeleri yıkıma uğratıcı değildir. Biz ancak halkı zulmetmekte olan ülkeleri helak ederiz. (28-Kasas 58.59 )
- Biz, bir ülkeyi yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise onda (emirlerimizde)] bozgunculuk yaparlar. Artık onun üzerinde hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helak ederiz. (17-îsra 16 )
Biz hangi ülkeyi helak ettikse, muhakkak onların halkını uyaranlar olmuştur. Onlara öğüt verilmiştir. Biz zulmetmiş değiliz. (26-Şuara 208.209)
- Zikrettiğimiz ayet-i kerimelerde beyan edildiği gibi, helak edilen ülkelerdeki insanlar, helak emri gelmezden önce uyarılıp ikaz edilmişlerdir. Bu uyarıp ikaz etme olayını, sadece ilahi hükümlere davet olarak anlamamalıyız. Uyarıp ikaz etme olayını sadece davet olarak anlarsak, bazı davetlerle karşılaşıp bu davetleri reddeden müstekbirlerin neden helak olmadıklarını anlayamayız. Bu müstekbirlerin söz konusu toplu helakla karşılaşmama nedeni, ülkeleri helak eden bu Sünnetullan'dan bihaber oldukları içindir. Oysaki bütün peygamberler kavimlerini İlahi hükme davet etmişler ve bu daveti kabul etmedikleri zaman Rabbimizin sünneti ile topluca helak edileceklerini açıkça bildirmişlerdir. Helak edilen bütün kavimler, uyarılıp ikaz edildikleri ve kendilerine bildirilen bir helakla karşılaşmışlardır. Bu kavimlere geçmiş kavimlerden örnekler verilmiş ve İlahi daveti kabul etmedikleri zaman, aynı Sünnetullah ile kendilerinin de helak edilecekleri beyan edilmiştir. Çünkü bu Sünnetullah'ın değişmesi veya ertelenmesi mümkün değildir.,
-Artık onlar öncekilere uygulanan sünnetten başka bir şey mi bekliyorlar? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (35-Fatır 43)
-Toplumların ve ülkelerin helakıyla ilgili genel kaideyi kısaca şu şekilde ifade edebiliriz: Herhangi bir ülke apaçık belgelerle Allah'ın hükümlerine davet edilir ve bu "ahi daveti kabul etmedikleri zaman Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünnetiyle helak edilecekleri kendilerine bildirilirse, bu ülkedeki insanlar söz konusu Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine girmektedirler. Ya kabul ederek kur tuluş bulurlar ya da reddederek helak olurlar. Ancak belirttiğimiz gibi apaçık belgelerle tebliğ ve Sünnetullah ile uyarının gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
- Apaçık Belgelerle Tebliğ
Kur'an'ı Kerim'de zikredilen peygamber kıssalarında beyan edildiği gibi, bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi; cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek benimseyen insanların, sadece ve sadece alemlerin Rabbi olan Allah(c.c.)'a kulluğa davet edilmeleridir. Peygamberlerin bu davetinde 'Lailaheillallah' gerçeği tebliğin özünü ifade etmekte, firavunluk ve firavunlara kulluk açık bir dille inkâr edilmektedir.
- Bu açık tebliği gündeme getirecek olan dünya müslümanlarının önemle dikkat etmeleri gereken husus, tebliğe muhatap olan insanların Allah'ın ayetleri ile karşı karşıya getirilmeleridir. Samimi niyetlerle de yapılsa, tebliğe muhtaç olan insanların kişisel fikirlere veya kanaatlere davet edilmesi, Rabbani bir davet değildir. Böylesi davetlerde bulunan kimseler, Resulullah (s.a.v.)'in peygamberlik dönemi öncesindeki suskunluğunun nedenini idrak edemeyen kimselerdir. Mekke'deki putlardan nefretle içtinap eden Resulullah (s.a.v.), insanların bu iğrenç sapıklıklarını görmesine rağmen Allah adını kullanarak neden bir davette bulunmamıştır?
- Bunun nedeni açıktır!
Çünkü Allah adını kullanarak yapılacak olan davetin, sadece ve sadece Allah'a olması gereklidir. Allah'a davet ise elbette ki Allah'ın beyan ettiği hükümlerle gerçekleşebilir. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın insanlar için neyi helal, neyi haram kıldığını ve neleri emredip, nelerden sakındırdığını bilmeden Allah'a davet ise elbetteki mümkün değildir!.
Nitekim Kur'an'ı Kerim'in önemli bir indiriliş gayesi, bizleri bu konuda aydınlatmak ve bu önemli boşluğu doldurmak içindir.
O, sadece bir öğüt ve apaçık olan bir Kurandır. Diri olanları uyarıp korkutmak ve küfre sapanların üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir). (36-Yasin 69.70)
- Kur'an ile uyarılacak,
Kur'an ile korkutulacak ve yine Kur'an ile apaçık tebliğ yapılacaktır. Karşı çıkanlar hangi hükme karşı çıktıklarını, yalanlayanlar kimin hükmünü yalanladıklarını bileceklerdir. Bu daveti, bu uyarıyı reddeden kimse, mübelliğin kişisel görüşünü değil, Allah'ın hükmünü reddetmiş olacaktır.
- Çünkü toplumların ve ülkelerin helakıyla ilgili Sünnetullah, beşeri görüşlerin değil, İlahi hükümlerin yalanlanması üzerine gerçekleşmektedir. Firavunlar ve firavunların destekçileri Allah'ın hükümlerine davet edilecekler ve Allah'ın hükümleri ile karşı karşıya getirileceklerdir. Alay edip yalanladıkları zaman mübelliğin kişisel görüşünü değil, Allah'ın hükmünü yalanlamış olacaklardır. Nitekim bu dehşet verici yalanlama, onların helakına neden olmaktadır.
- Ayrıca bu Sünnetullah'ın, peygamberlerin yalanlanması üzerine gerçekleştiğini de düşünemeyiz. Çünkü böyle olsaydı, Resulullah (s.a.v.)'in vefatıyla birlikte bu Sünnetullah'ın yürürlükten kalkması gerekirdi. Oysaki bu Sünnetullah günümüzde de yürürlüktedir ve daha sonra temas edeceğimiz gibi, kıyamet bu Sünnetullah'ın bir tecellisi olarak kopacaktır. Çünkü toplumların helakıyla ilgili bu Sünnetullah, peygamberlerin, yalanlanması üzerine değil, Allah'ın hükümlerinin yalanlanması üzerine gerçekleşmektedir.
- Onlar yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar kendilerinden daha güçlüydüler. Toprağı işlemişler ve onu kendilerinden daha fazla imar etmişlerdi. Peygamberleri de, onlara açık belgelerle gelmişlerdi. Şu halde Allah onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.Sonra da kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve onları alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu. (30-Rum 9.10)
- Zikredilen ayet-i kerimede, helak edilen kavimlerin, Allah'ın ayetlerini yalanladıkları için helak edildikleri açıklanmaktadır. İlahi ayetler peygamber veya müslümanlar tarafından kendilerine iletildiğinde, bu ayetleri yalanlayanlar, peygamberleri veya müslümanları değil, Allah'ın ayetlerini yalanlamış olmaktadırlar.
- Ey Muhammed ! Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. (6-En'am 33 )
- Müslümanlara düşen görev, Rabbani mesajı İlahi ölçülere uygun olarak gündeme getirmektir. İnsanlar Allah'ın ayetleri ile karşı karşıya getirildiği zaman, şanı yüce Rabbimiz bu ayetlerin hak olduğunu onların kalplerine nüfuz ettirecektir.
- Böylece Kur'anı mücrimlerin kalplerine sokarız, ama ona yine de inanmazlar. Oysa evvelkilere uygulanan sünnet (uğradıkları akıbet) meydandadır. (15-Hicr 12.13)
- Biz ayetlerimizi hem afakta (dış alemde ), hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki; onun hak olduğu açıkça belli olacak. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (41-Fussilet 53)
- Helak edilen bütün kavimler ve bütün firavunlar, helak olmazdan önce ayetlerin hak olduğunu anlamışlardır. Bunu anlamalarına rağmen sosyal konumlarını veya kişisel menfaatlerini terk etmemek için yalanlamakta ısrar etmektedirler. Rabbimiz elbette ki bu inkârcıların durumuna vakıftır. Ayetlerin hak olduğunu görmelerine rağmen nefsi marazlarla bu ayetleri inkâr ettiklerini bilmektedir. Nitekim ayet-i kerimenin sonunda "Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" buyrulmaktadır. Ayetleri inkâr eden bu zelil yaratıklar, hesaba çekilecekleri zaman "Ya Rabbi biz ayetlerin hak olduğunu bilmiyorduk. Bu nedenle inkar etmiştik.." diyemeyeceklerdir. Çünkü onlara ayetlerin hak olduğu gösterilmiş ve bu durumlarına şanı yüce Rabbimiz şahit olmuştur.
- Durmak bilmeden ilerleyen zaman, dünya insanlarını korkunç bir akıbete yaklaştırmaktadır. Bu akıbet mücerret olan devletleri değil, müşahhas olan insanları tehdit etmektedir. Cehennem azabına meclis duvarları veya makam koltukları değil, bu koltuklarda oturan ve bu yapıda bulunan insanlar duçar olacaklardır. Bu nedenle öncelikle insanların kurtarılması ve kurtuluşa davet edilmesi gerekmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Rabbani tebliğin gerçekleşebilmesi için insanlar sadece ve sadece Allah'a davet edilecekler ve Allah'ın hükümleriyle karşı karşıya getirileceklerdir. Çünkü Sünnetullah'ın gerektirdiği tebliğ, bu şekilde yapılması zorunlu olan apaçık bir tebliğdir. Allah'ın ayetleri ile Allah'a davet edilmelerine rağmen bu daveti reddeden toplumlar, toplumların helakıyla ilgili Sünnetullah'ın hükmü çerçevesine girmekteler ve Rabbimizin bu sünneti ile helak olmaktadırlar.
- Bir kavmi, bir milleti, bir ülkeyi topyekün helak eden Sünnetullah'ın, Allahın ayetlerinin yalanlanması ve bu ayetlere karşı çıkılması neticesinde meydana gelmesi, belki de birçok insan tarafından anlaşılmayacak ve bu insanlar "Bir ülkenin helak edilmesi gibi müthiş bir olay, sadece Allah'ın ayetleri yalanlanması üzerine mi gerçekleşiyor?" diyerek, istifhamlarını dile getirebileceklerdir. Çünkü bu insanlara şeytani telkinlerle, her şeyi hoş gören ve her şeyi affeden bir Allah telakkisi verilmiştir. Bu insanlar ne yaparlarsa yapsınlar, İlahi bir azapla karşılaşmayacakları zannındadırlar. Bu insanlara alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) yanlış ve eksik tanıtıldığı için; bu yanılgıya düşen insanlar Allahın yalanlanmasını, kendilerinin yalanlanması gibi kabul etmekteler ve dolayısıyla olayın dehşetini idrak edememektedirler.
- Oysa bir insan diğer bir insanı yalanlayabilir. Yalanlanan insan doğru söylüyor da olabilir. Bu olayda yalanlayan da yalanlanan da bir insandır, bir beşerdir, bir yaratıktır. Böyle bir durumda yalanlayan kimse Allah (c.c.)'a karşı "Ya Rabbi benim yalanladığım söz, bir insanın sözüdür. Ben onun yanılabileceğini düşünerek yalanladım.." diyebilirdi.
Ancak, yalanlayan insanın yalanladığı söz, Allah kelamı ise !
İnsan denilen mahlûk, Allahın hükmünü inkâr ediyor, bu hükme karşı çıkıyor ve bu hükmü alay konusu ediniyorsa! Nedir bu?
Küçümsenecek bir olay, atfedilebilecek bir yanılgı mı?
- Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), ayetlerini yalanlayan bu insanları hoş mu görecek? Oysa ki şanı yüce Rabbimiz, ayetlerini inkar eden ve ayetlerini alay konusu yapan kimseleri affetmeyeceğini açıkça bildirmektedir.,
Sonra da kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve onları alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu. (30-Rum 10)
- İşte, toplumların helakıyla ilgili Sünnetullah, temiz akıl sahibi kimseleri dehşete düşürecek bu yalanlama üzerine gerçekleşmektedir. Yalanlanan, karşı çıkılan ve alay konusu edilen hüküm, Yaratıcının hükmü;
Yalanlayan, karşı çıkan, alay eden ise bir insan, bir mahlûktur. Hikmet ERTÜRK Site Editörü 16/12/2007
Dini Bilgilr.13
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH (TOPLUMLARLA İLGİLİ SÜNNETULLAH -2-) SÜNNETULLAH İLE UYARI
Herhangi bir topluma Allah'ın ayetleri ile apaçık tebliğ götürüldüğü zaman, bu toplumun söz konusu Sünnetullah gerçeği ile uyarılması gerekmektedir. Helak edilen bütün kavimler, bilmedikleri veya beklemedikleri bir akıbetle değil, kendilerine apaçık ayetlerle bildirilen bir akıbetle karşılaşmışlardır. Cahili toplumlarda tevhidi mücadele ile görevlendirilen bütün peygamberler, kavimlerini sadece Allah'a kulluğa davet etmişler ve bu daveti kabul etmezlerse Allah'ın değişmeyen sünneti ile helak olacaklarını bildirmişlerdir.
Biz hangi memleketi helak ettikse, muhakkak onların halkını uyaranlar olmuştur. Onlara öğüt verilmiştir. Biz zulmetmiş değiliz. (26-Şuara 208.209)
Andolsun ki (Lut) zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp-yalanlamakta direttiler. (54-Kamer 36)
- Siyer kitaplarında beyan edildiği gibi Resulullah (s.a.v.) de, diğer peygamberler gibi davete muhatap olan insanları Sünnetullah gerçeği ile uyarıp ikaz etmiştir. Utbe b. Rebia Kureyş'li müşriklerin mal, makam, para ve kadına ilişkin tekliflerini Resulullah (s.a.v.)'e iletmiş ve davadan vazgeçmesi şartıyla bu tekliflerin yerine getirileceğini bildirmişti. Utbe b. Rebia sözünü bitirdiği zaman Resulullah (s.a.v.) ona Fussilet suresini, okumaya başladı. Resulullah (s.a.v.) surenin 13. ayet-i kerimesini okuduğu zaman Utbe b. Rebia dehşete düşerek ve bazı kaynakların ifadesine göre Resulullah (s.a.v.)'in ağzını tutarak "Yeter!" demişti.
Yine yüz çevirirlerse, artık de ki: Ben sizi Ad ve Semud yıldırımına benzer bir yıldırımla uyarıp-korkuttum. (41-Fussilet 13)
- Müsned'de de bildirildiğine göre Utbe b. Rebia Kureyş'li müşriklerin yanına dönünce onlara "Kabe'yi ibadethane yapan Allah'a yemin ederim ki, Ad ve Semud kavimlerini helak eden yıldırım gibi bir yıldırımla sizi korkuttu!." demiştir.
-Resulullah (s.a.v.)'i örnek alma durumundaki birçok müslüman ki bunların arasında kendilerine alim denilen bazı kimseler de bulunmaktadır. Resulullah (s.a.v.)'in hareket metodundan bihaberdirler. Rabbani metoddan bihaber oldukları için tağuta karşı muğlâk bir tavır göstermekteler ve tağutun karşısına yegâne düşman olarak çıkmaktadırlar.
- Cahili toplumlarda yaşayan müslümanlar, tağutu önce akidede sonra tavırlarda dışlamakla yükümlüdürler. Dünyanın birçok ülkesindeki kardeşlerimiz fert veya ilk cemaat ilişkileri merhalesinde, tağutu akidede ve tavırlarda dışlarken, kendilerini tağutun yegâne düşmanı olarak görmekteler ve tağutun karşısına bu duygularla çıkmaktadırlar. Bu şekilde çıkışın en olumsuz yönü ise; tağutun yegâne düşman olarak müslümanları görmesi, düşman olarak müslümanları tanıması ve sadece müslümanlardan sakınmasıdır.
- Oysa ki, tağut yapageldiği isyankâr amellerle Allah'a karşı gelmekte, Allah'a savaş açmakta, Allah'ı gazaplandırmakta ve Allah'ın Kahhar sıfatı ile karşı karşıya gelmektedir.
Kahhar olan Allah'a savaş açan müstekbirlerin,
-Müslümanlardan korkmasına veya müslümanlardan sakınmasına ise hiç gerek yoktur. Müslümanlar az da olsa, çok da olsa bu onların akıbetini değiştirmeyecektir. Çünkü şanı yüce Rabbimizin bu konuda kesin ve değişmeyen sünneti vardır. Allah'ın arzında Allah'a karşı gelen ve Allah'a karşı savaş açan müstekbirler, uyarılıp ikaz edildikleri Sünnetullah ile karşı karşıya geleceklerdir.
- Tağuti sistemlerdeki azınlık müslümanların bu meseleye önemle dikkat etmeleri, tağutu, tağutun temsilcilerini ve tağutun sempatizanlarını kendileri ile değil, Allah (c.c.) ile karşı karşıya getirmeleri gerekmektedir.
- Tağut'u sadece kendi güç ve kuvvetleriyle helak etmeye çalışan müslümanlar, materyalist bir güç anlayışının tesirine girmektedirler. Oysa bilinmelidir ki tağuti sistemlerin yaşama süresi, müslümanların az veya çok, güçlü veya güçsüz olmaları ile sınırlandırılmış değildir. Sünnetullah gerçeği ile uyarılıp ikaz edilen bütün tağuti sistemler, mutlaka ve mutlaka helak edileceklerdir. Müslümanların durumu hangi seviyede olursa olsun, onların akıbeti değişmeyecektir. Çünkü karşı karşıya getirildikleri Sünnetullah'ın tatbik edicisi, her şeye gücü yeten Allah (c.c.)'dır.
- Elbetteki bu Sünnetullah'ı öncelikle dünya müslümanlarının anlamaları ve idrak etmeleri gerekmektedir. Bu Sünnetullah'ın günümüzde de yürürlükte olduğunu idrak eden dünya müslümanları, idrak ettikleri bu gerçekle çağdaş firavunların karşısına bir haberci, bir uyarıcı, bir korkutucu vasfı ile çıkacaklar; dünya firavunlarını, müstekbirlerini ve mustazaflarını kendileri ile değil, Allah (c.c.)'ın rahmeti ve azabı ile karşı karşıya getireceklerdir. Çünkü Rabbani yol ve Rabbani metod bunu gerektirmektedir.
-Resulullah {s.a.v.)'i örnek alma durumunda olan dünya müslümanlarının, şanı yüce Rabbimizin Resulullah (s.a.v.)'e öncelikle emrettiği toplumsal tavırları bilmeleri gerekmektedir.
Rabbani daveti gündeme getiren Resulullah (s.a.v.)'in, müşriklere ve kâfirlere karşı gösterdiği ilk tavırlar nelerdir?
Tabi ki bu sorunun cevabını yine Kur'an'ı Kerim vermektedir.,
Şu halde yalanlayanlara itaat etme. (68-Kalem 8)
Artık bu sözü yalanlayanları sen Bana bırak. Biz onları nereden geldiğini bilemeyecekleri bir azaba yavaş yavaş yaklaştıracağız. (68-Kalem 44)
Onların sözlerine sabret ve onlardan güzellikle (güzel davranışlarla) uzaklaş.
Yalanlamakta olan nimet sahihlerini sen Bana bırak ve onlara az bir mühlet var. (73-Müzzemil 10.11)
Bizim zikrimizden yüz çeviren ve dünya hayatından başka hiçbir şey istemeyen kimseden sen de yüz çevir. (53-Necm 29)
De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, suçlu günahkârların nasıl bir akıbete uğradıklarını görün. (27-Neml 69)
Biz onların söylemekte olduklarını daha iyi bili yoruz. Sen onlara karşı bir zorba değilsin. (50-Kaf45)
- Birkaç tanesini verdiğimiz bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere; Resulullah (s.a.v.) insanları Allah'a kulluğa davet ederken, onların karşısına bir düşman veya bir zorba vasfıyla değil, bir uyarıcı kurtarıcı vasfıyla çıkmış ve onları Allah'ın azabıyla korkutmuştur. Bu nedenle davetin ilk dönemlerinde Mekkeli müşrikler, Resulullah (s.a.v.)'in şahsından değil, söylediklerinden rahatsız olmuşlardır.
Çünkü Resulullah (s.a.v.) onları kendi şahsı ile değil, Allah ve Allah'ın değişmeyen sünnetiyle tehdit ediyordu. Onları, Sünnetullah'ın getireceği müthiş akıbet ile uyarıyor, Bu akibet ile karşı karşıya getiriyordu.. Ahirete inanmayan insanlar,
- İnanmadıkları cehennem azabıyla birlikte, dünya tarihinde müşahhas olarak gördükleri ve ülkeleri helak eden bu İlahi azap ile tehdit ediliyorlardı. Çünkü ülkeleri helak eden bu İlahi azaptan birçok örnekler, mütavatîr olarak bu kimselerin kendilerine de ulaşmıştı. Nitekim Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde, Allah'ın ayetlerini yalanlayan bu şaşkınların yeryüzünde dolaşmaları ve kendilerinden önce yalanlayan kavimlerin nasıl helak edildiklerini ibretle görmeleri istenmektedir.,
Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezip dolaşın da, yalanlayanların uğradıkları akıbet nasıl olmuş bir görün. (3-Al-i imran 137)
De ki; Yeryüzünde gezip dolaşın da, öncekilerin nasıl bir akibete uğradıklarını görün. Onların çoğu müşrik olanlardı. (30-Rum 42)
Kendilerinden önce nice kuşakları yıkıma uğrattığımızı görmüyorlar mı? (36-Yasin31) Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir akibete uğradıklarını görsünler. (40-Mumin 21) Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir akıbete uğradıklarını görsünler. Allah onları yerle bir etti. O kâfirler için de bunun bir benzeri vardır. (47-Muhammed 10)
- Söz konusu toplumlar Allah'ın hükümleri ile Allah'a kulluğa davet edilmekte ve geçmiş kavimlerden verilen örneklerle, yalanlayan toplumları helak eden Sünnetullah ile uyarılmaktadırlar. Bu örneklerin verilmesi, onların ibret almaları ve inkarcı tavırlardan vazgeçmeleri içindir.
- Kendilerinden önceki nice kuşakları yıkıma uğratmamız, onları doğruya yöneltmedi mi? Oysa onların kaldıkları yerlerde gezinip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için ayetler vardır. (20-Taha 128)
- Yurtlarında gezip dolaşmakta oldukları nice kuşakları kendilerinden önce yıkıma uğratmış olmamız, onları doğru yola yöneltmedi mi? Hiç şüphesiz ounda ayetler vardır. Yine de işitmiyorlar mı? (32-Secde 26)
- Bu Sünnetullah ile uyarılmalarına rağmen isyan ve küfürlerinden vazgeçmeyen toplumlar, Sünnetullah'ın gereği olarak helak edilmişlerdir. Nuh, Ad, Semud ve Lut kavimlerini uyarıp ikaz eden müslümanların azlığa müşriklerin deyimi ile zayıflığı, müstekbirler için yaşama fırsatı olmamış ve neticede Allah (c.c.)'ın vaadi ile karşılaşmışlardır. Tarihin ve arkeolojik kazıların yalanlamadığı ve hiçbir zaman yalanlayamayacağı bu hadiseler, Kur'an'ı Kerim'de ibret alınması gereken olaylar olarak zikredilmektedir.,
- Bizi gazaplandırınca, biz de onlardan intikam aldık ve hepsini birden (su da) boğuverdik. Böylece onları, sonradan gelecekler için bir selef ve bir örnek kıldık. (43-Zuhruf 55.56)
- Kur'an'ı Kerim'de zikredilen bu olaylar, Firavunun yolunu izleyen müstekbirler ve müstekbirleri destekleyen mustazaflar için açık birer örnektir. Apaçık ayetlerle karşılaşan ve Sünnetullah ile uyarılıp ikaz edilen insanlar, bu Rabbani davete icabet etmezlerse kendilerine vaat edilen akıbet mutlaka ve mutlaka gerçekleşecektir., Hiç şüphesiz, sizlere vadedilen mutlaka gelecektir. Siz aciz bırakıcılar değilsiniz. (6-En'am 134)05/01/2008
Dini Bilgilr.14
RABBANİ YOL VE SÜNNETULLAH (TOPLUMLARLA İLGİLİ SÜNNETULLAH -3-)GAFİL HALDELER İKEN HELAK EDİLMEYECEKLER !
Geçmişte helak edilen bütün kavimlerin, beklemedikleri veya kendilerine bildirilmeyen bir helakla karşılaşmadıklarını belirtmiştik. Helak edilen bütün kavimler, toplumları helak eden bu Sünnetullah gerçeği ile uyarılıp ikaz edilmişlerdir.
Şanı yüce Rabbimiz hiçbir ülkeyi, hiçbir halkı gafil bir halde iken helak etmemiştir. Çünkü bu konuda da Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti vardır.
Biz hangi ülkeyi helak ettikse, muhakkak o ülke halkını uyaranlar olmuştur. Onlara öğüt verilmiştir. Biz zulmetmiş değiliz. 26-Şuara 208.209
Bunun sebebi, Rabbinin ülkeler halkını gafil haldeler iken onları zulüm ile helak edici olmadığındandır. 6-En'am 131
- Ayet-i kerimelere dikkat edilirse, şanı yüce Rabbimiz gafil olan bir ülkenin helak edilmesini 'zulüm' olarak ifade etmektedir. "Biz zulmetmiş değiliz" veya "Rabbin zulüm ile helak edici değildir" buyruğu ile ülkelerin gafil haldelerken helak edilmedikleri, edilmeyecekleri bildirilmektedir.
- Meselenin bu noktasında bir ülkede yaşayan Firavunların ve Firavunları destekleyen mustazafların topyekün helak edilmesi ile ahiret azabını birbirinden ayrı değerlendirmemiz gerekir. Dünyevi helak ile ahiret azabı birbirinden ayrı şeylerdir. Ahiret azabında helak yoktur. Cehennem azabına müstehak olan müşrikler ve kâfirler, cehennem azabının şiddeti karşısında helak olabilmek için Rabbimizin onları helak etmesi için feryat edecekler, fakat bu istekleri kabul edilmeyecektir. Birçok ayet-i kerimede beyan edildiği gibi dünyevi helak ile ahiret azabı birbirinden ayrı, birbirinden farklı şeylerdir.
- Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı ve böylece kendilerine hiç ummadıkları yönden azap geliverdi. Allah onlara dünya hayatında zilleti tattırdı. Ahiret azabı elbette daha büyüktür. Bunu bilselerdi. 39-Zümer 25.26
- Hiçbir ülkeyi gafil halde iken dünyevi helak ile azaplandırmayacağını beyan eden Rabbimiz, helakini veya kurtuluşunu murad ettiği kavimlere mutlaka ve mutlaka uyarıcılar göndermiştir. Söz konusu ülke halkına emirlerini ve bu emirlere karşı gelirlerse sünneti ile helak olacaklarını bildirmiştir.
Senin Rabbin, ana merkezlerine ayetlerimizi okuyan bir resul göndermedikçe ülkeleri yıkıma uğratıcı değildir. Biz ancak halkı zulmetmekte olan ülkeleri helak ederiz. 28-Kasas 58.59
- Biz bir ülkeyi yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise onda (emirlerimizde) bozgunculuk yaparlar. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helak ederiz. 17-İsra 16
- Sünnetullah'la ilgili bu gerçek kavrandığı zaman, peygamberlerin gönderiliş gayesi daha iyi anlaşılacaktır. Peygamberler kavimlerini İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet etmişler ve bu daveti kabul etmezlerse Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti ile helak olacaklarını bildirmişlerdir. Hepimizin bildiği gibi Resulullah (s.a.v.) son peygamberdir. Ancak Resulullah (s.a.v.)'in son peygamber olması ve Rabbimizin başka peygamber göndermeyeceği gerçeği, Resulullah (s.a.v.)'in vefatından sonraki insanların, toplumların, ülkelerin peygamber mesajından mahrum kalacakları anlamına gelmez. Çünkü Resulullah (s.a.v.)in tebliğ ettiği Rabbani mesajı yani Kur'an'ı Kerim'i kıyamete kadar muhafaza edeceğini beyan eden Rabbimiz, bu peygamber mesajını Kıyamete kadar yaşayacak insanlara, toplumlara ve ülkelere tebliğ etme görevini, Resulullah (s.a.v.)'e ümmet olan dünya müslümanlarına ve bu müslümanların arasında bulunan seçkin alimlere yüklemektedir.
- Peygamberlerin bizatihi olmadığı bu dönemlerde, peygamber mesajını dünya insanlarına bu kutlu müslümanlar götüreceklerdir. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'in daveti, Resulullah (s.a.v.)'in vefatıyla son bulan bir davet değildir. Bu davet, peygamberlere ümmet olma şuurundaki seçkin müslümanlar tarafından kıyamete kadar gündeme gelecektir.
- Cahiliyenin yerleştiği bir toplumda tevhidi mücadele ile görevlendirilen Resulullah (s.a.v.) insanları nasıl ki İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet etmiş ve Sünnetullah gerçeği ile uyarıp ikaz etmişse; günümüz müslümanları da dünya insanlarını İlahi hükümlerle Allah'a ve kulluğa davet edecekler ve Sünnetullah gerçeği ile uyarıp ikaz edeceklerdir. Çünkü dünya insanları Kur'an'ı Kerim'e inansalar da, inanmasalar da, akıbetleri bu yüce Kitap'taki hükümlere ve bu yüce Kitap'taki kanunlara göre olacaktır.
Ne yaparlarsa ne ile karşılaşacakları, bu yüce Kitap'ta açıkça bildirilmiştir.
Yerçekimi kanununu inkar eden bir insan, yerçekimi kanunundan kurtulmayacağı gibi,
İlahi kanunları inkâr eden insanlar, toplumlar veya ülkeler de, inkâr ettikleri bu kanunlardan kurtulamayacaklardır.
İsteseler de, İstemeseler de akıbetleri kendilerine bildirilen bu Kitap'a göre olacaktır.
Biz hiçbir ülkeyi bilinen bir kitabı (yazısı hükmü) olmaksızın helak etmedik. 15-Hicr 4
- Günümüzdeki dünya müstekbirleri ve bu müstekbirleri destekleyen dünya mustazafları da Allah'ın hükümleri ile karşı karşıya getirilecekler ve bu hükümleri yalanladıkları zaman Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti ile helak olacakları kendilerine bildirilecektir.
- Beşeri anlayışlar ve değerlendirmeler ile müstek-birlere veya mustazaflara öğüt vermenin fayda sağlamayacağı zannına kapılınsa bile, bu delilsiz ve mesnetsiz zan, dünya müslümanlarını İlahi davetten alıkoymamalıdır. Kur'an'ı Kerim'de, bu şekilde düşünen ve davetten umudsuz olan insanlar açık bir şekilde uyarılmaktadır.
- Aralarından bir topluluk; "Allah'ın (dünyada) helak edeceği veya (ahirette) şiddetli azaba uğratacağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?" dediler. Öğüt verenler; "Rabbinize karşı bir özür için ve umulur ki sakınırlar" dediler.
- Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, Biz kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulme sapanları da yapmakta oldukları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azapla yakalayıverdik. 7-A'raf 164.165
- Bu İlahi buyruk ile Rabbani davetin neden ve niçin yapılacağı beyan edilmektedir. Tebliğin faydasız olacağı zannı ile öğüt vermekten içtinap eden kimselere verilen cevap açıktır; "Rabbinize karşı bir özür için ve umulur ki sakınırlar." İlk neden özürdür. Bu özrü hem kendi açımızdan, hem de onların açısından değerlendirmeliyiz. Rabbimizin emrettiği İlahi daveti gündeme getirmekle,
- İnsanları İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet etmekle ve bu daveti kabul etmezlerse karşılaşabilecekleri akıbeti onlara bildirmekle, bizler üzerimize düşen görevi yerine getirmiş oluyoruz.
- Bu görevi yerine getirdiğimiz zaman şanı yüce Rabbimize karşı "Ya Rabbi azaba müstahak olan bu insanların durumundan bizler sorumlu değiliz. Çünkü emrettiğin hükümleri, gücümüz nispetince onlara bildirdik.." diyerek, mazur olduğumuzu ifade edebiliriz. Bu Rabbani görevi yerine getirdiğimiz zaman bizlerin beyan edeceği bir özrü olurken, daveti reddeden kimselerin de hiçbir özürleri olmayacaktır. İlahi daveti reddeden kimseler "Ya Rabbi bilmiyorduk, bizlere bildirilmemişti.." diyerek bir özür ileri süremeyeceklerdir. Tabi ki İlahi daveti bu insanlara iletmesek, bu sefer bizim Rabbimize karşı beyan edeceğimiz bir özürümüz olmayacak ve kötülük yapanların uğrayacağı azap bizlere de dokunacaktır.
-Oysaki Rabbimiz, bildiğimizi bildirmemizi ve bize bildirilen İlahi hükümlerle bu insanları açıkça uyarmamızı emretmektedir. Bu insanlar açıkça uyarılmalı ki, Rabbimize karşı beyan edecekleri bir özürleri, bir mazeretleri olmasın.
Ülkeleriyle, saraylarıyla, askerleriyle birlikte helak edildikleri zaman, gafil oldukları ve kendilerine bildirilmeyen bir helakla karşılaşmış olmasınlar.
- Eğer biz onları daha evvel (uyarmazdan önce) azap ile yıkıma uğratmış olsaydık, şüphesiz diyeceklerdi ki: "Rabbimiz bize bir elçi gönderseydin de şu zillete ve rüsvaylığa uğramadan önce Senin ayetlerine tabi olsaydık". 20-Taha 134
- Dünya müslümanlarının bu İlahi hükümleri idrak etmeleri ve eylemlerine bu idrak ile yön vermeleri gerekir. Rabbani davete muhatap olan dünya insanlarına mutlaka ve mutlaka bu davet götürülecektir. Haktan ve hakikatten habersiz olan insanları, toplumları, devletleri gizli faaliyetlerle helak etmeye çalışmak, müslümanlara emredilen Rabbani bir davranış değildir. Bu gibi faaliyetleri yürüten kimselerin, Rabbimizden yardım istemeye de hakları yoktur. Çünkü Rabbimizin emrettiği davranış, emrettiği yol bu değildir.
- Dünya insanları açık, apaçık ayetlerle cennete davet edilecekler, bu daveti reddettikleri ve küfürlerinde ısrar ettikleri zaman cehenneme terk edileceklerdir. Hiçbir peygamber, kavmini cennete davet etmeden cehenneme terk etmemiştir. Peygamber varisi alimlerin ve bu alimlere tabi olan müslümanların da bu sünnete dikkat etmeleri gerekir.
İlahi davetin gündeme getirilişindeki ilk nedenin özür olduğunu belirtmiştik. Aynı ayet-i kerimede ikinci neden de zikredilmektedir.,
"Umulur ki sakınırlar !"
İlahi davetin gündeme getirilişindeki ikinci neden, onların kurtuluşunu arzu ve umud ettiğimiz içindir.
Belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar, belki firavunluktan ve firavunlara kulluktan vazgeçerler,
belki hakkı bilip, batıldan içtinap ederler,
belki kurtuluş bulurlar,
belki...
- Sünnetullah'ın Tecellisine Ait Örnekler
Kur'an'ı Kerim'in birçok yerinde toplumların akibeti ile ilgili Sünnetullah meselesi üzerinde önemle durulmakta ve bu Sünnetullah'ın tecellisine ilişkin birçok örnekler zikredilmektedir. Nuh, Ad, Semud, Lut ve firavun kavimleri, bu konuya verilen açık örneklerdendir. Peygamberleri vasıtasıyla İlahi hükümlerle Allah'a kulluğa davet edilen ve Sünnetullah ile uyarılan bu kavimler, İlahi daveti reddettikleri için Sünnetullah'ın gereği olan azapla helak edilmişlerdir. Bu kavimlerin durumlarına ve akıbetlerine ilişkin verilen örnekler, Kur'an'ı Kerim'in muhtelif yerlerinde zikredilmektedir. Kur'an'ı Kerim'i okumaya ve anlamaya çalışan her kardeşimiz, bu örnekleri açık bir şekilde müşahade edeceklerdir.
Bu örneklerden sadece bir tanesi olan Nuh kavmini ve bu kavmin akibetini, bu konuda verilen haberlerden bir kısmını zikrederek verebiliriz.,
Hiç şüphesiz biz Nuh'u: "Onlara acıklı bir azap gelmezden evvel, kavmini uyarıp korkut" diye kendi kavmine gönderdik.
- Dedi ki: "Ey kavmim, gerçek şu ki, ben size (gön derilmiş) apaçık bir uyarıcı-korkutucuyum. Allah'a kulluk edin, O'ndan korkup sakının ve bana itaat edin. Günahlarınızı mağfiret etsin ve sizi belli bir ecele (ölümünüze) kadar ertelesin. Muhakkak ki, Allah'ın takdir ettiği ecel (iman etmezseniz mukadder olan helak) gelince ertelenmez, eğer bilseydiniz. 71-Nuh 1...4
-Andolsun biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) "Ben sizin için apaçık bir uyarıcı-korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkmaktayım" (dedi).
- Bunun üzerine kavminden küfredenlerin elebaşıları (önderleri): "Biz seni kendimiz gibi bir insandan başka (birşey) olarak görmüyoruz. Aksine biz sizi yalancılar sanıyoruz" dedi(ler). 11-Hud 25..27
-Onlar: "Ey Nuh, bizimle çekişip durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer doğru sözlülerden isen, bizi tehdit edip durduğun (azab)ı haydi getir" dediler. Dedi ki: "Dilerse onu size ancak Allah getirir ve siz (Allah'ı) aciz bırakabilecek değilsiniz. Eğer Allah sizi helak etmeyi dilemişse, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. O sizin Rabbinizdir ve O'na döndürüleceksiniz." 11-Hud 32...34
- Nuh'a şöyle vahyedildi: "Kavminden (daha önce) iman edenlerden başka hiçbir kimse iman etmeyecek. O halde yaptıkları şeylerden dolayı kederlenme. Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi yap. Zulme sapanlar konusunda da Bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda boğulacaktır-." 11-Hud 36.37
Sonunda Rabbine dua etti: "Gerçekten ben yenik düşmüş durumdayım. Artık Sen intikam al."
-Biz de boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık. Böylece (her iki) su takdir edilmiş bir emr üzerinde (hükmümüzü gerçekleştirmek için) birleşti.
- Onu (inananlarla birlikte Nuh'u) ise perçinlenmiş levhalardan yapılmış (gemi) üzerinde taşıdık. Kendisine nankörlük edilmiş olan (Nuh)a bir mükâfat olmak üzere (gemi) gözetimimiz altında akıp gitmekteydi.
Andolsun biz bunu bir ayet olarak bıraktık. O halde düşünüp ibret alan var mı? Ki uyarılarım ve azabım nasılmış? 54-Kamer 10... 16
-Sadece bir kısmını zikredebildiğimiz bu haberler, Sünnetullah'ın tecellisine ilişkin bir örnek niteliğindedir. Kur'an'ı Kerim'in muhtelif yerlerinde toplumların helakıyla ilgili genel kanun zikredilmekte, bu kanunun veya bu sünnetin tecellisine ait örnekler verilmekte, yaşayan müstekbirlerin ve müstekbirlere destek olan mustazafların bu örneklerden ibret almaları istenmektedir.
Andolsun biz sizin benzerlerinizi yıkıma uğrattık. O halde (bu örneklerden) ibret alıp-düşünen var mı? 54-Kamer 51
- Bu uyarılardan ve beyan edilen bu örneklerden sonra helak edilen veya helak edilecek olan kavimlerin, Rabbimize karşı ileri sürecekleri herhangi bir mazeretleri kalmamaktadır. Çünkü Allah (c.c.)'ın hükümleri ile Al lah'a kulluğa davet edilmişler, bu adaveti kabul etmezlerse Sünnetullah'ın gereği olan helak ile uyarılmışlar ayrıca geçmiş kavimlerden örnekler verilerek davetin ve uyarılarının hak olduğu kendilerine bildirilmiştir. Bu durumda kendilerini mazur gösterebilecekleri herhangi bir mazeretleri kalmamaktadır.
Siz, kendi nefislerine zulmetmiş olanların diyarlarına yerleştiniz. Onlara ne yaptığımız size açıklanmıştı ve size (apaçık) örnekler de vermiştik. 14-İbrahim 45 16/01/2008
Dini Bilgilr.15
KALEM SURESİ (1-16)
1-Nun. Kaleme ve onunla yazdıranlara And olsun.
2- Sen, Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin.
3- Senin için kesintisiz bir mükafat vardır.
4- Ve sen yüce bir ahlaka sahipsin.
5- Sen de göreceksin, onlar da görecekler.
6- Hanginizin sınandığın:.
7-Şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi yolundan saptığına ve kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir.
8- Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.
9- Onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.
10-Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.
11- Herkesi kınayan, söz götürüp getiren.
12- Hayra engel olan, saldırgan, günahkar.
13- Kaba, sonra da soysuz, alçak.
14- Mal ve oğullar sahibi olmuş diye (yolunu şaşırmış)
15- Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "Eskilerin masalları" dedi.
16- Biz yakında onun burnuna damga vuracağız.
Yüce Allah burada "Nun" harfine, Kaleme ve yazıya yemin ediyor. Alfabe harflerinden biri olması bakımından, "Nun" harfi ile, Kalem ve yazı arasındaki ilgi son derece açıktır. Fakat bunlara yemin edilmiş olması değerlerini arttırıyor, bu yolla öğrenmeye önem vermeyen bir toplumda dikkatleri onlara çekiyor. O günkü Arap toplumunda okur-yazarlık oranı sıfır denecek kadar düşüktü ve okuryazar olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Oysa yüce Allah'ın bilgisi kapsamında onların hayatında okur-yazarlığa önemli bir rol biçilmişti ve bunun geliştirilmesi, aralarında yaygınlaştırılması planlanmıştı. Bu inanç sistemini ve ona dayalı hayat sistemini dünyanın dört bir yanına taşımaları için yazı gerekliydi. Ayrıca insanlığa önderlik etme görevini eksiksiz yerine getirmeleri için bu durum kaçınılmazdı. Böylesine büyük bir görevi yerine getirmek için gerekli olan temel unsurlardan birinin yazı olduğu kuşku götürmez bir gerçektir.
- Nitekim Peygamber Efendimize inen ilk vahyin içeriği de bu anlamı pekiştirmektedir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı embriyodan yarattı. Oku. Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini öğretti."(Kalem suresi 1-5)
- Ayrıca bu kitabın okuma yazma bilmeyen bir peygambere yönelik olması da bu hususu desteklemektedir. (Yüce Allah belli bir hikmetten dolayı Peygamber Efendimizin okuma yazma bilmeyen biri olmasını öngörmüştür). Fakat yüce Allah okuma yazma bilmeyen bu peygamberine indirdiği ilk vahiyde okumaya, kalem ile öğrenmeye teşvik edici ifadeler kullanmıştır. Aynı şekilde bu surede de "Nun" harfine, kaleme ve kalemle yazılanlara yemin edilerek bu husus yine pekiştirilmiştir. Bu durum, yüce Allah'ın sonsuz ilminin kapsamında planladığı büyük ve evrensel rolü üstlenmek üzere hazırladığı bu ümmete yönelik eğitim metodunun bir aşamasıdır.
- Yüce Allah, müşriklerin Peygamber Efendimize yönelik yalan ve iftiralarını çürütmek, böyle bir şeyin olamayacağını vurgulamak, Peygamberine yönelik lütfunu ve nimetini dile getirmek için, biraz önce de belirttiğimiz gibi yazının değerini büyütücü, önemini pekiştirici bir üslupla "Nun" harfine, kaleme ve onunla yazılanlara yemin ediyor:
"Sen Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin."
Bu kısa ayet bir açıdan olumluluk, bir diğer açıdan da olumsuzluk ifade ediyor... Yüce Allah'ın peygamberine yönelik nimetini yakınlık ve sevgi ifade eden bir üslupla vurgularken olumludur. Çünkü yüce Allah, "Rabbin" ifadesiyle O'nu yüce zatına bağlıyor. Öte yandan yüce Allah'ın kendisine yakın olduğunu bildirdiği ve seçkin kıldığı bir kula yönelik nimetiyle bağdaşmayan mesnetsiz yakıştırmayı, iftirayı reddederken de olumsuzluk ifade ediyor.
- Peygamber Efendimizin soydaşlarının arasında geçirdiği peygamberliğinin ilk yıllarını inceleyenler, soydaşlarının ona yönelttikleri "o bir delidir" suçlamaları karşısında şaşkına dönerler. Oysa, aklı üstünlüğünü dile getiren bizzat kendileridir. Nitekim, Peygamberlik görevlendirilmesinden yıllar önce Kâbe'deki Haceru'l Esved'in (Kara taşın) yerine konulması hususunda aralarında baş gösteren görüş ayrılıklarında O'nun hakemliğini kabul etmişlerdi. O'na güvenilir kişi anlamına gelen "el-Emin" lakabını takan kendileridir. Kendisine düşman olduklarını sert tavırlarla ortaya koyduktan sonra bile O'nun Medine'ye hicret ettiği güne kadar kıymetli eşyalarını, paralarını ona emanet etmeye devam ediyorlardı. Nitekim, Hz. Ali'nin Peygamber Efendimizin yanındaki emanetleri sahiplerine geri vermek amacıyla, Hz. Peygamberden sonra birkaç gün Mekke'de kaldığı kesinlik kazanmıştır. Ama aynı sırada adı geçen adamlar, O'na karşı bu kadar sert bir tavır içindeydiler, amansız düşmanlarıydılar. Yine onlar, Peygamber Efendimizin peygamberlikle görevlendirilmeden önce bir kez olsun yalan söylediğine tanık olmamışlardı. Bizans imparatoru Heraklius Peygamberimizle ilgili olarak Ebu Sufyan'a şöyle sormuştu: "Peygamber olmadan önce onu yalancılıkla suçladığınız olmuş muydu?" Ebu Süfyan -Müslüman olmadığı zamanlar onun baş düşmanıydı- "Hayır" demişti. Bunun üzerine Heraklıus: "insanlara yalan söylemeyen birinin Allah adına yalan söylemesi mümkün değildir" demişti.
- Öfkenin, kinin insanları, Kureyş müşriklerinin yaptığı gibi aralarında akli üstünlükle, güzel ahlakla şöhret bulan bu üstün ve saygın insan hakkında bu ve benzeri mesnetsiz suçlamalarda bulunmaya yöneltmesi insanı hayrete düşüren bir durumdur. Fakat kin, insanı köreltir, sağırlaştırır; art niyetlilik, insanı sıkılmadan iftira atmaya iter. Fakat herkesten önce bizzat bu iftirayı atan kendisinin yalancı bir günahkar olduğunu bilir!
"Sen, Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin."
İşte yüce Allah bu şekilde şefkat ve yakınlık taşıyan bir ifadeyle, onurlandırıcı bir üslupla, peygamberine yönelik bu kafirce kine, bu çirkin iftiraya cevap veriyor:
"Senin için kesintisiz bir mükafat vardır."
Senin için sürekli ve kesintisiz bir mükafat vardır. Bitmez, tükenmez bir ödüldür bu. Sana peygamberlik görevini ve O'nun saygın makamını bahşeden Rabbinin katındaki bir mükafat vardır. Bu da her türlü yoksunluğu gideren, her türlü boşluğu dolduran, müşriklerin tüm suçlamalarını silip süpüren engin bir karşılık, bir yakınlık ifadesi, bir yüreklendirici tesellidir. Yüce rabbinin, şefkatle, sevgiyle ve onurlandırıcı bir üslupla hakkında "Senin için kesintisiz bir mükafat vardır." dediği kimse ne kaybeder ki?
Sonra Peygamber Efendimizin kişiliği hakkındaki en büyük şahitliğe ve bu şahitliğin onurlandırıcı ifadesine yer veriliyor:
"Ve sen yüce bir ahlâka sahipsin."
Seçkin peygamber hakkındaki bu eşsiz övgü varlıklar aleminin dört bir yanında yankılanıyor; yüceler aleminden gelen bu övgü varlıklar aleminin temel planına yerleştiriyor.
- Hiçbir kalem, hiçbir düşünce varlıklar aleminin Rabbinin söylediği bu sözün ifade ettiği anlamı anlatamaz. Bu, Allah'ın şahitliğidir. Allah'ın terazisinde bir kula verilen değerdir. Hakkında "Sen yüce bir ahlâka sahipsin" denilen bir kula yönelik eşsiz bir övgüdür. Yüce ahlakın Allah katında ifade ettiği anlamın boyutlarını hiçbir canlı kavrayamaz.
- Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- yüceliğine ilişkin bu yüce sözün anlamı değişik açılardan bakıldığında son derece belirgindir, açıktır. Yüce Allah'ın söylediği, evrenin vicdanının tescil ettiği, varlıklar aleminin özünün pekiştirildiği, ayrıca Allah'ın dilediği bir zamana kadar yüceler aleminde yankılanan bir söz olması bakımından önemlidir.
- Bu söz bir başka açıdan da önemlidir. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözü algılayabilmesi de, buna güç yetirebilmesi de üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. O, bu sözü söyleyenin Rabbi olduğunu biliyor. O, Rabbinin kim olduğunu, O'nun yüceliğini, sözlerinin ne anlama geldiğini, bu sözlerin boyutlarını, yankılarını çok iyi biliyor. O, bu sınırsız yücelik karşısında, hiç kimsenin kavrayamadığı şeyler kavramış olmasına rağmen kendisinin de kim olduğunu çok iyi biliyor.
- Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözü, hem de bu yüce kaynaktan algılaması, buna rağmen sarsılmaması, -bir övgü bile olsa- bu sözün dehşet verici ağırlığı altında ezilmemesi, baskısı altında kişiliğini yitirmemesi, kendini kaybetmemesi... Bu sözü derin bir güven duygusu, sağlam bir iradeyle ve dengeli bir kişilikle karşılaması... Bütün deliller bir yana, bu durum bile başlı başına O'nun kişiliğinin yüceliğinin kanıtıdır.
- Siyer kitaplarında O'nun ahlâkının yüceliği anlatılmış, bu hususta birçok arkadaşın sözleri aktarılmıştır. Bununla beraber onun hayatının ortaya koyduğu realite, onunla ilgili olarak aktarılan tüm rivayetlerden daha etkili bir tanıktır. Fakat bu söz ifade ettiği anlam bakımından öbürlerinden daha yüce, daha etkileyicidir. Ulu ve büyük Allah'tan kaynaklanması bakımından yücedir. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözü söyleyen ulu ve büyük Rabbinin kim olduğunu bildiği halde algılayabilmesi, buna rağmen derin bir güvenle, sağlam bir ifadeyle ayakta kalabilmesi, yüce Allah'tan böyle bir söz dinlemiş olmasına rağmen Allah'ın kullarına karşı büyüklük kompleksine kapılmaması, kibirlenmemesi, üstünlük taslamaması bakımından da bu söz son derece önemlidir.
- Hiç kuşkusuz yüce Allah Peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bütün evrensel büyüklüğü ile bu son peygamberlik misyonunu (bu yüce kişiliği ile) Hz. Muhammed'den başkası taşıyamazdı. Ondan başkası bu olağanüstü misyonun üstesinden gelemezdi. O'na denk olamazdı, onun canlı bir tablosu olamazdı.
- Güzelliğin, kusursuzluğun, büyüklüğün, evrenselliğin, doğruluk ve gerçekliğin doruklarında olan bir misyonu, ancak yüce Allah'ın bu övgüsüne muhatap olan biri taşıyabilirdi. Ancak O'nun kişiliği, sağlam bir iradeyle, dengeli bir psikolojik durumla ve sarsılmaz bir güvenle bu övgüyü karşılayabilirdi. Onun sahip olduğu bu özgüven duygusu, peygamberlik misyonunu ve bu yüce övgünün ifade ettiği gerçeği kapsayan büyük kalbinden kaynaklanıyordu. Öte yandan bu kalp -aynı zamanda- bazı davranışlarından dolayı Rabbinin kendisine yönelttiği azarlamalara, kınamalara da muhatap oluyordu. Ama aynı irade sağlamlığını, aynı dengeli psikolojik durumunu ve Aynı sarsılmaz özgüvenini koruyordu. Kendisine yönelik özgüyü açıkça duyurduğu gibi Rabbinden işittiği azarları da açıkça duyuruyordu. İkisini de kesinlikle gizlemezdi. O, her iki durumda da insanlık tarihinin tanık olduğu o saygın peygamberdi. O itaatkâr kuldu. O güvenilir tebliğciydi.
- Bu ruhun gerçekliği, taşıdığı peygamberlik misyonunun gerçekliğinden kaynaklanıyordu. Bu ruhun büyüklüğü, omuzladığı peygamberlik görevinin büyüklüğünden ileri geliyordu. Tıpkı İslam gerçeği gibi Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- gerçeği de insanlara sahip bulundukları herhangi bir büyütecin boyutlarını aşacak büyüklüktedir. Birbiriyle bütünleşmiş bu iki büyük gerçeği gözlemleyen birinin yapabileceği şey sadece bu gerçeği görmektir, ama onu bütün yönleriyle açıklayıp, gözler önüne sermesi mümkün değildir. Sadece bu gerçeğin evren içindeki yörüngesine uzaktan işaret edebilir, ama kesinlikle bu yörüngeyi her yönüyle kavrayamaz!
- Bir kez daha kendimi Peygamber Efendimizin sağlam bir iradeyle, dengeli bir psikolojik durumla ve derin bir özgüvenle sarsılmadan Rabbinden gelen bu övgüyü karşılamasının ifade ettiği büyük anlamın karşısında durup hayretler içinde düşünmek zorunda hissediyorum. Peygamber Efendimiz bazen arkadaşlarından birini övdüğü olurdu. Bunun üzerine onun yüce övgüsüne muhatap olan arkadaşı kendilerinden geçercesine sarsılır, bütün arkadaşları titrerlerdi. Oysa o, bir insandı. Arkadaşı da O'nun bir insan olduğunu biliyordu. Arkadaşları onun bir insan olduğunun bilincindeydi. Evet O, bir peygamberdi ama, sınırları belirlenmiş bir dairede; sınırlı insanlık dairesinde hareket eden bir peygamberdi. Ama O'nun yüce Allah'tan gelen böyle bir övgüye muhatap olması... Üstelik O, Allah'ın kim olduğunu da biliyor... Özellikle O, Allah'ın kim olduğunu herkesten çok iyi biliyor... Çünkü O, başkasının bilmesine imkan olmayan şeyleri Allah'tan öğreniyordu... Buna rağmen O'nun bu övgünün ağırlığına katlanabilmesi, sağlam bir iradeyle ayakta durabilmesi, bu övgüyü karşılaması ve normal hayatına devam etmesi her türlü düşüncenin, her türlü değerlendirmenin üstünde bir olgudur.
- Sadece Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- bu yüce ufka yükselebildi... Yalnızca Hz. Muhammed insanın içine üflenmiş Allah'ın ruhu ile aynı cinsten olan insani kusursuzluk zirvesine ulaşabildi. Sadece Hz. Muhammed tüm insanlığa hitap eden, bütün dünyaya yönelik bu evrensel peygamberlik misyonunun hakkından gelebilirdi, yeryüzünde dolaşan bir insan kılığında onun canlı bir temsilcisi olurdu. Kuşkusuz yüce Allah, sadece Hz. Muhammed'in bu makama layık olduğunu biliyordu. Çünkü yüce Allah, peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Ve O bu surede peygamberinin yüce bir ahlaka sahip olduğunu duyurmuştur. Bir başka surede de, O'nun şanının yüce, zatının ve sıfatlarının ulu olduğunu, hem kendisinin hem de meleklerin ona esenlik dilediğini duyurmuştur: `Şüphesiz Allah ve melekleri peygamberi överler."(Ahzab suresi 56) Sadece yüce Allah kullarından birine bu büyük lütfu bahşedebilir...
- Bir yandan da bu mesaj ahlâk unsurunun Allah'ın terazisinde son derece önemli bir övgüye değer olduğunu, İslam'da tıpkı Hz. Muhammed gerçeği gibi köklü olduğunu vurguluyor.
- Bu inanç sistemine bakan biri, tıpkı bu inanç sisteminin peygamberinin hayatına bakan birisi gibi ahlâk unsurunun çok belirgin ve köklü olduğunu görür. Bu inanç sisteminde hem yasal düzenlemelere ilişkin temeller hem de ruhsal arınmaya ilişkin temeller ahlak unsuruna dayanır. Bu inanç sisteminde en büyük çağrı, arınmaya, temizliğe, güvenliliğe, doğruluğa, adalete, merhamete, verilen sözü tutmaya, söz ile davranışın birbirini tutmasına, her ikisinin niyet ve vicdan ile uyuşmasına, zorbalığın, zulmün, hile ve aldatmanın, insanların mallarını haksız yere yemenin, dokunulması yasak olan başkalarının ırz ve namusuna tecavüz etmenin, her türlü kötülüğün ve fuhşun önlenmesine ilişkindir... Bu inanç sisteminin öngördüğü yasal düzenlemeler, bu temellerin, duygu ve davranışta, vicdanın derinliklerinde ve toplumun pratik hayatında, bireysel, toplumsal ve uluslararası ilişkilerde ahlâk unsurunun korunması amacına yöneliktir.
- Allah'ın seçkin peygamberi şöyle buyuruyor: "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim: ' Böylece peygamberlik görevini bu soylu hedefle özetliyor. Güzel ahlâka teşvik edici bir çok hadisi dilden dile dolaşmaktadır. O'nun kişisel hayatı da yüce Allah'ın ölümsüz kitabında "Sen yüce bir ahlâka sahipsin." övgüsünü hakkedecek canlı bir örnek, tertemiz bir sayfa ve yüce bir tablo olarak gözler önünde duruyor. Yüce Allah bu sözle peygamberini övdüğü gibi, seçkin peygamberinin getirdiği hayat sistemindeki ahlâk unsurunu da övüyor. Bununla yeri göğe bağlıyor. Kendisini arayan, arzulayan gönülleri bu unsura yöneltiyor. Sevdiği ve hoşnut olduğu yüce ahlâkın ne olduğunu gösteriyor.
- Hiç kuşkusuz bu, İslam ahlâkına özgü eşsiz bir anlayıştır. Bu ahlâk toplumdan, çevreden doğmamıştır. Kesinlikle yeryüzü değerlerinden kaynaklanmamıştır. İslam ahlâkı herhangi bir geleneksel anlayışa veya çıkara yahut herhangi bir kuşakta geçerli olan insanlar arası ilişkilere dayanmaz, onlardan kaynaklanmaz. İslam ahlâkı gökten kaynaklanır, göğe dayanır. İnsanlar yüce ufuklara yönelsinler diye gökten yere yöneltilen çağrıdan kaynaklanır. İnsanlar güçleri oranında gerçekleştirsinler, istenen yüce insanlığı yaşasınlar, yüce Allah'ın kendilerine biçtiği değere ve yeryüzü halifeliğine layık olsunlar ve "Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarında"(Kalem suresi 55) ahiretteki üstün hayatı hakketsinler diye vurgulanan Allah'ın sınırsız, sonsuz sıfatlarına dayanır. Bu yüzden İslam ahlâkı yeryüzünde geçerli olan herhangi bir anlayışla sınırlı değildir, hiçbir bağla kayıtlı değildir. İslam ahlâkı sınırsızdır, insanı ulaşabildiği en yüksek zirveye çıkarır. İnsanı yüce Allah'ın her türlü bağdan, her türlü sınırlandırmadan uzak sıfatlarını gerçekleştirmeye, yaşamaya yöneltir.
- Öte yandan İslam ahlâkı sadece, doğruluk, güvenirlilik, adalet, merhamet ve iyilik gibi bireysel üstün niteliklerden ibaret değildir. İslam ahlâkı kusursuz ve insanın her türlü ihtiyacına cevap veren yeterli bir hayat sistemidir. Bu sistemde ruhsal arınmaya yönelik terbiye ile yasal düzenlemeler dayanışmalı olarak işlerler. Tüm hayat düşüncesi, hayata ilişkin tüm amaçlar buna dayanır ve en sonunda yüce Allah'a bağlanır, dünya hayatında geçerli olan herhangi bir anlayışa değil.
- İşte bu İslam ahlâkı, bütün kusursuzluğu ile, bütün güzelliği ile, bütün dengeliliği ile, bütün doğruluğu ile, bütün sürekliliği ile ve bütün kalıcılığı ile Hz. Muhammed'in kişiliğinde somutlaşmıştı. Yüce Allah'ın şu yüce övgüsünde ifadesini bulmuştu:
"Ve sen yüce bir ahlâka sahipsin."
ALLAH TARAFINDAN MÜŞRİKLERE TEHDİT
Bu onurlandırıcı övgüden sonra yüce Allah, peygamberine, kendisine bu iğrenç iftirayı atan müşriklerle gelecekteki durumları ile ilgili güvence veriyor. Ayrıca müşrikleri, durumlarını ortaya çıkarmakla, batıl oluşlarını gözler önüne sermekle, apaçık sapıklıklarını herkese duyurmakla tehdit ediyor:
- "Sen de göreceksin, onlar da görecekler. Hanginizin aklından zoru olduğunu, şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi yolundan saptığını ve kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir."
- Burada yüce Allah'ın ortaya çıkarıp herkesin dikkatine sunacağına ilişkin peygamberine güvence verdiği yoldan çıkmış olan kişi sapıklardan birisidir. Veya gerçek kimliği ortaya çıkacak şekilde sınanan kimsedir. Bunların ikisi de konunun içeriğine yakın anlamlardır. Bu vaad, Peygamberimizin kişiliğine dil uzatan, ona mesnetsiz iftiralar atan müşriklere yönelik bir tehdit anlamına geldiği kadar Peygamber Efendimize ve beraberindeki müminlere de bir güvence anlamındadır. Acaba müşrikler Peygamberimiz için o, cinlenmiş biridir derken neyi kastediyorlardı? Zannımca bununla onun aklını kaybettiğini vurgulamak istemiyorlardı. Çünkü ortadaki realite bu sözü yalanlamaktadır. Cinlerle iletişim halinde olduğunu onların bu garip ve olağanüstü sözleri ona ilham ettiklerini anlatmak istiyorlardı. Nitekim her şairin bir şeytanının olduğunu ve bu şeytanın güzel söz söylemede o şaire yardımcı olduğunu sanıyorlardı. Oysa bu anlam, Peygamber Efendimizin gerçek durumundan uzaktır. Kendisine vahyedilen kalıcı, doğru ve tutarlı sözlerin önüne yabancı bir yaklaşımdır.
- Yüce Allah'ın bu vaadi, gelecekte Peygamber Efendimizin gerçek durumu ile onu yalanlayanların gerçek durumlarının ortaya çıkacağına işaret ediyor. içinde bulunduğu durumla kimin sınandığını ve kimin davasında sapık olduğunun belirleneceğini vurguluyor. Ve yüce Allah Peygamber Efendimize şu güvenceyi veriyor: "Şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi yolundan saptığını ve kimlerin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir." Ona bu güvenceyi veren, kendisine vahiy indiren yüce Allah'tır. Ve yüce Allah O'nun ve beraberindeki mü'minlerin doğru yolda olduğunu biliyor. Bu ayet Peygamber Efendimize gelecekle ilgili güvence verirken, düşmanlarının içine korku düşürüyor. Gelecek hakkında kalplerini endişenin, sıkıntının girdabına atıyor.
- Daha sonra yüce Allah, Peygamberimize karşı çıkan, getirdiği hak içerikli davet hakkında onunla tartışan, bu amaçla mesnetsiz iftiralar atan müşriklerin gerçek durumlarını, gerçek düşüncelerini gözler önüne seriyor. içtenlikle inanıyor görünmelerine rağmen aslında onlar sahip bulundukları cahiliye düşüncesine pamuk ipliği ile bağlıdırlar. Peygamberimizin onları çağırdığı inanç sisteminin bazı ilkelerinden vazgeçmesi durumunda kendi inanç sistemlerinin bir çok ilkesinden vazgeçmeye hazırdırlar. Onlara karşı daha yumuşak ve daha uzlaşmacı bir tavır takınması durumunda uzlaşmaya, yumuşak davranmaya ve sadece meselenin dış görünümünü korumaya sırf zevahiri kurtarmaya dünden razıdırlar. Çünkü onlar gerçek olduğuna kesinlikle inandıkları bir inanç sistemine bağlı değildirler. Onlar dış görünüşe önem veren, inanmaksızın sadece öyle görünmek isteyen kimselerdirler:
- "Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar."
- Onlar tıpkı ticarette olduğu gibi pazarlık yapmaya, ortak bir nokta etrafında uzlaşmaya çalışıyorlar. Oysa inanç ile ticaret arasında büyük fark vardır. İnanç sahibi bir kimse inancının hiç bir prensibinden vazgeçmez. Onun gözünde büyük küçük bütün ilkeler aynı öneme sahiptir. Daha doğrusu inanç sisteminde büyük küçük diye bir ayırım olmaz. İnanç sistemi, her bir parçası birbirini bütünleyen bölünmez bir gerçektir. İnanç sistemine bağlı birisi, bir prensibe uyarken, bir diğerinden asla vazgeçemez.
- İslam ile cahiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslam ile her zaman ve her çağdaki cahiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural dünkü cahiliye için olduğu gibi, bu günkü cahiliye içinde, yarınki cahiliye için de geçerlidir. İslam ile cahiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir. İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak imkansızdır. Bir şeyi paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir. Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz konusu değildir.
- Peygamber Efendimizin uzlaşmaya yanaşması, daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına küfretmekten ve ibadetlerini saçmalık olarak nitelendirmekten vazgeçmesi veya bazı konularda kendilerine uyması, Dolayı siyle kendilerinin de onun dinine uymaları böylece Arap kitleleri karşısında onurlarını kurtarmaları için müşriklerin Peygamber Efendimize çeşitli tavizler vermeye çalıştıkları, uzlaşma önerilerinde bulundukları birçok rivayete konu olmuştur. En uygun çözüm yolunu bulmaya çabalayan pazarlıkçıların her zaman başvurdukları bir yöntemdir bu. Fakat Hz. Peygamber dininde kararlıydı, dininin ilkelerini pazarlık konusu yapmaz, taviz vermez bir tutum içindeydi. Ama dinle ilgili olmayan öteki konularda insanların en yumuşak huylusuydu. İnsanlar arası ilişkilerde en güzel davrananıydı. Akrabalarına en çok iyilikte bulunan, kolaylığı ve kolaylaştırmayı en çok isteyen bir insandı. Fakat din, dindi. O, bu konuda Rabbinin şu direktifine uymak zorundaydı: "Öyleyse yalanlayanlara itaat etme."
- Peygamber Efendimiz Mekke'de en zor şartlarda bile dinini pazarlık konusu yapmamıştı. Daveti dört bir yandan kuşatıldığı ve bir avuç arkadaşı da Allah yolunda dayanılmaz eziyetlere, işkencelere uğratılmak üzere yakalanıp zincirlere vuruldukları halde güçlü zorbaların yüzüne karşı söylenmesi gereken sözü gizlemeye yeltenmemişti. Kalplerini İslama ısındırmak veya baskı ve işkencelerini savmak için böyle bir manevraya gerek görmemişti. Aynı şekilde inanç sistemi ile uzaktan yakından ilgili bulunan herhangi bir gerçeği açıklamaktan da geri durmamıştı.
ibn-i Hişam siretinde ibn-i İshak'a dayanarak şöyle rivayet eder:
"Peygamber Efendimiz kavmini açıkça İslama çağırdığı, yüce Allah'ın kendisine emrettiği şekilde dini olduğu gibi anlatmaya başladığı ilk sıralarda, kavmine fazla bir tepki göstermedi, etrafından uzaklaşmadı. Fakat -bana ulaşan bilgilere göre- Peygamberimiz onların düzmece tanrılarını gündeme getirip, onlara yönelik ibadetlerinden dolayı onları kınamaya başlayınca büyük tepki gösterdiler. Böyle bir şeyi kabullenemeyeceklerini çeşitli vesilelerle ortaya koydular. Müslümanlıklarını gizleyen Allah'ın koruduğu mümin azınlık hariç hep birlikte O'na karşı çıktılar, düşmanca bir tutum içine girdiler. Müşriklerin bu tutumu karşısında Amcası Ebu Talip onu koruyucu kanatları altına alarak, savundu. Her zaman onun arkasında durdu. Peygamber Efendimiz de hiçbir şeye aldırmadan Allah'ın emrettiği şekilde O'nun dinini yaymaya çalıştı.
- "Kureyş'liler, Peygamber Efendimizin kendilerinden, hayat biçimlerinden ayrılmak, düzmece tanrılarına dil uzatmak gibi hoşlanmadıkları birtakım davranışlardan vazgeçmediğini, yine Amcası Ebu Talib'in onu koruyucu kanatları altına aldığını, onu desteklediğini ve kendilerine teslim etmediğini görünce Rabia'nın oğulları Utbe ve Şeybe, Ebu Süfyan B. Harb B. Ümeyye, Ebu'l Buhteri (As B. Hişam), Esved B. Muttalip B. Esed, Ebu Cehil (Amr B. Hişam, künyesi Ebul Hakemdi), Velid B. Muğire, Haccac B. Amr'ın oğulları Nebih ve Münebbih gibi Kùreyş kabilesinin ileri gelenleri Ebu Talib'e gidip şöyle dediler: "Ey Ebu Talip, yeğenin Tanrılarımıza küfrediyor, dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi saçmalık olarak nitelendiriyor, geçmiş atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçir irsin, ya da aramızdan çekilirsin. Çünkü sen, ona karşı bizden farklı bir konumdasın. Aksi takdirde biz O'nun hakkından geliriz." Ebu Talip onlara yumuşak sözler söyledi, onlara güzel karşılık verdi, onlar da çekip gittiler.
- "Bu arada Peygamber Efendimiz aksatmadan faaliyetlerini sürdürüyordu, Allah'ın dininin öngördüğü hayat biçimini herkesin görebileceği şekilde uyguluyor, insanları bu hayat biçimine inanmaya, sonra da uymaya davet ediyordu. Sonra Peygamberimizle Kureyş'liler arasındaki ilişkiler gerginleşti. Gitgide birbirlerinden uzaklaştılar. Kızgınlık ta gittikçe arttı. Peygamber Efendimiz ve yaptıkları Kureyşlilerin gündeminden çıkmıyordu. O'na yönelik öfkeleri kabarıyor, birbirlerini ona karşı teşvik ediyorlardı. Kureyş'liler bir ara tekrar Ebu Talib'e gidip şöyle dediler: "Ey Ebu Talib, sen yaşlı başlı bir insansın. Aramızda saygın bir yerin var. Bundan önce yeğenini yaptıklarından vazgeçirmeni istemiştik, ama sen O'na engel olamadın. Vallahi artık, atalarımıza küfredilmesine, fikirlerimizin saçmalık olarak nitelendirilmesine, tanrılarımıza hakaret edilmesine katlanamayız. Ya O'na engel olursun, ya da iki gruptan biri helak olana kadar seninle ve onunla her türlü ilişkimizi keseriz". -Veya buna benzer sözler söylediler-. Sonra da çekip gittiler. Kavminin kendisini terk etmesi, düşmanlığını ilan etmesi Ebu Talib'e ağır geldi. Ama Peygamber Efendimizi onlara teslim etmeye veya O'na verdiği desteği çekmeye de gönlü razı değildi. İbn-i ishak diyor ki: Bana Ya'kup B. Ukbe B. Muğire B. Ahnes şöyle anlattı: Kureyş'liler Ebu Talib'e bu sözleri söyleyince, Ebu Talip Peygamberimizi çağırıp şöyle dedi: "Ey Yeğenim, senin kavmin gelip bana şöyle şöyle diyor (Kureyşlilerin kendisine söyledikleri sözleri bir bir anlattı.) Bana ve kendine acı. Altından kalkamayacağım bir yükün altına salma beni:' Bunun üzerine Peygamber Efendimiz amcasının kendisine karşı tutum değiştirdiğini, kendisine verdiği desteği çekeceğini, kendisini Kureyşlilere teslim edeceğini, artık kendisine yardım edecek gücünün kalmadığını sanarak amcasına şu karşılığı verdi: "Amcacığım, Vallahi bu işten vazgeçmem için güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar yine de vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam." Daha sonra Peygamberimiz duygulandı ve ağlamaya başladı ve gitmek üzere ayağa kalktı. Tam gidecekken Ebu Talip; Peygamberimizi çağırdı. Peygamberimiz dönünce, Ebu Talip şöyle dedi: "Git istediğini konuş. Vallahi seni asla kimseye teslim etmeyeceğim."
- İşte, koruyucusu, güvencesi ve hakkından gelmek için pusuda bekleyen, kendisine diş bileyen düşmanlara karşı dünyadaki tek sığınağı amcasının kendisini yalnız bıraktığı bir sırada Peygamber Efendimizin davasına ısrarlı bağlılığının somut ifadesi olan bir tablo...
- Bu tablo, manzara ve gölgeleri bakımından, kullanılan ifade ve sözcükleri bakımından ve somut gerçekliği bakımından kendi türü içinde son derece etkileyici, parlak ve şaheser bir tablodur. Tıpkı bu inanç sisteminin parlaklığı gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin eşsizliği gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin etkileyiciliği gibi... Bu tablo yüce Allah'ın şu sözünün somut kanıtıdır: "Sen yüce bir ahlâka sahipsin."
- Tarihçi İbn-i ishak'ın rivayet ettiği bir diğer tablo da doğrudan doğruya müşriklerden Peygamber Efendimize gelen uzlaşma önerileri ile ilgilidir. Bu öneri, müşriklerin Peygamber Efendimizin daveti karşısında çaresiz kalmalarından ve her kabilenin, Müslüman olan bireyini cezalandırma ve dininden döndürmek için işkenceye uğratma işini bizzat üstlendiği bir sırada gelmişti.
- İbn-i İshak diyor ki: Bana Yezid B. Ziyad anlattı. O da Muhammed B. Ka'b el-Kurezi'nin şöyle dediğini duymuş: Utbe B. Rabia, lider konumunda bir kişiydi. Bir gün Kureyşlilerin meclisinde otururken Peygamber Efendimiz de yalnız başına mescitte oturuyordu. Utbe: Ey Kureyş topluluğu, ne diyorsunuz, Muhammed'e konuşmaya gidip ona bazı önerilerde bulunayım mı? Bakarsınız bazılarını kabul eder. Biz de ona dilediğini verir, böylece bizden vazgeçmiş olur dedi. Bu olay Hz. Hamza'nın Müslüman olduğu günlere denk geliyor. Peygamber Efendimizin arkadaşlarının günden güne arttığını görüyorlardı. Bu yüzden: Ey Ebu Velid, git ve konuş onunla dediler. Utbe kalktı Peygamberimizin yanına gidip oturdu. Ve şöyle dedi: Ey yeğenim, bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini parçaladın. Fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın. Geçmiş atalarını tekfir ettin. Beni dinle sana bazı önerilerde bulunacağım. Bak, belki bir kısmını kabul edersin. Peygamber Efendimiz "Söyle ey Ebu Velid, seni dinliyorum" dedi. Utbe şöyle dedi: "Ey yeğenim, eğer sen bu getirdiğin dini kullanarak mal elde etmek istiyorsan, senin için mal toplar ve en çok mala sahip olanınız olursun. Eğer bununla şeref kazanmak istiyorsan, seni başımıza lider tayin ederiz ve sensiz hiçbir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan, seni kral yaparız. Yok eğer bu, sana musallat olmuş bir rüya ise ve sen bunun etkisinden kurtulamıyorsan. Senin için araştırır doktorlar buluruz ve senin tedavi olman için mallarımızı harcarız. Nitekim kişinin başına bazı dertler musallat olur da tedavi sonucu bundan kurtulabilir -veya buna benzer şeyler söyledi-. Utbe sözlerini tamamlayana kadar, Peygamber Efendimiz onu dinledi. Sonra "Ey Ebu Velid, sözlerini bitirdin mi?" dedi. Utbe "Evet" dedi. "O zaman, beni dinle" dedi. Utbe "Söyle" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: "Ha mim. Bu kitap merhamet eden, merhametli olan Allah katından indirilmedir; bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak üzere Arapça bir Kur'an olarak ayetleri uzun uzun açıklanmıştır. Ama insanların çoğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de; `Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin aranda anlaşmamıza engel vardır; istediğini yap, biz de yapacağız' derler. Ey Muhammed! Onlara söyle: `Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana tanrınızın tek bir tanrı olduğu vahyolunuyor. Artık ona yönelin. O'ndan bağışlanma dileyin; vay müşriklerin haline!:"(Fussilet suresi 1-6) Sonra Peygamberimiz okumaya devam etti. Utbe bunları dinleyince sessizce beklemeye başladı. Ellerini arkasından yere koydu ve onlara yaslanarak dinlemeye koyuldu. Sonra Peygamberimiz secde ayetine geldi ve secdeye gitti. Ardından şöyle buyurdu: "Ey Ebu Velid, dinleyeceğini dinledin, artık kararını sen ver" Bunun üzerine Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına gitti. Bazıları: Allah'a yemin ederiz Ebu Velid buradan ayrıldığı yüzle dönmüyor dediler. Utbe gelip yanlarına oturunca "Geride ne bıraktın ey Ebu Velid?" dediler. Utbe: Orada bundan önce bir benzerini duymadığım bir söz dinledim. Allah'a And olsun şiir değildi dinlediğim. Sihir veya kehanet de değil di. Ey Kureyş'liler, beni dinleyin ve benim dediğimi yapın. Bu adamı kendi durumuyla baş başa bırakın. Karışmayın ona. Vallahi ondan dinlediğim sözlerde büyük bir haber olmalı. Eğer Araplar onun hakkından gelirlerse, eliniz bulaşmadan ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer O, Arapları yen erse onun egemenliği sizin egemenliğinizdir. Onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüzdür. Onun sayesinde insanların en mutlusu olursunuz" dedi. "Ey Utbe, O, seni diliyle büyülemiş" dediler. Utbe: Bu, benim görüşümdü. Siz, istediğinizi yapın.
- Bir başka rivayete göre Utbe, Peygamber Efendimizi: "Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ad ve Semud kavminin başına gelen kasırga gibi bir kasırgayla uyardım sizi" ayetine kadar dinlemiş, sonra da dehşete kapılarak eliyle, Peygamber Efendimizin ağzını kapatmıştır. "Allah aşkına ve akrabalık hatırına sus ey Muhammed" demiştir. Çünkü uyarının gerçekleşmesinden korkmuştur. Bundan sonra gidip kavmine duyduklarını anlatmıştır.
- Her halükârda bu da bir tür pazarlık girişimidir. Yine güzel ahlâkın somut örneklerinden biridir. Bu ahlâk Peygamber Efendimizin tutumunda belirginleşiyor. Peygamberimiz, Utbe'nin dinlemeye değmez sözlerini sonuna kadar dinliyor, Hz. Muhammed gibi evrensel değerlendirmede, hakkın ölçüsünde, yeryüzünün tüm genişliğince bir değere sahip bir zatın Utbe'yi dinlemesi saçma önerilerini sessizce karşılaması üstün bir ahlâk örneğidir. Onun üstün ahlâkı onu tutuyor, sözünü kesmesine, acele etmesine, öfkelenmesine, sıkılmasına müsaade etmiyor. Sonuna kadar onu dinliyor, sonra da ona soruyor: "Bitti mi ey Ebu Velid?" fazlasıyla süre tanıyor, içindekiler ini döksün istiyor. Hiç kuşkusuz bu, muhatabın sözünü dinlemede uyulması gereken üstün bir edep tavrı olduğu gibi, gerçeğe duyulan şaşmaz güvenin de bir ifadesidir. ikisi birlikte güzel ahlakın belirtileridirler.
- Pazarlık yapma girişimlerinin üçüncüsünü de İbn-i İshak şöyle anlatıyor: ' Bana ulaşan bilgilere göre, bir gün peygamberimiz Kâbe yi tavaf ederken, Esved B. Muttalip B. Esed B. Abduluzza, Velid B. Muğire, Umeyye B. Halef ve As B. Vail es-Sehmi ile karşılaştı. Bunlar kabileleri arasında dişli kimselerdi. "Ya Muhammed, gel biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin taptığın bizimkinden daha hayırlı ise biz ondan nasibimizi almış oluruz. Eğer bizim taptığımız sizinkinden hayırlı ise o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun. Bunun üzerine yüce Allah şu ayetleri indirdi: "Ey Muhammed de ki: `Ey kafirler. Ben sizin taptığınıza kulluk sunmam. Benim taptığıma da siz kulluk sunmazsınız. Ben de sizin taptığınıza kulluk sunacak değilim. Benim taptığıma da sizler kulluk sunacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır."(Kâfirun suresi 1-6)
- Böylece yüce Allah bu kesin ve net ifadelerle bu komik pazarlık girişimini kestirip atıyor Ardından Peygamberimiz Rabbinin emrini onlara açıkça bildiriyor. Ardından, ahlâk unsuru, Peygamber Efendimizin doğrudan doğruya Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan birine uymaktan men edilmesinde de bir kez daha ön plana çıkıyor. Uyulması yasaklanan bu adam iğrenç ve aşağılık sıfatlarla nitelendiriliyor, ayrıca aşağılanıp horlanacağı vurgulanıyor:
MÜŞRİKLERİN HZ. PEYGAMBERDEN İSTEKLERİ
"Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık; Herkesi kınayan, söz götürüp getiren; Hayra engel olan, saldırgan, günahkar; Kaba, sonra da soysuz, alçak; Mal ve oğullar sahibi olmuş diye (yolunu şaşırmış) Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: `Eskilerin masalları' dedi. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız: '
- Bu ayetlerde nitelikleri anlatılan adamın Velid B. Muğire olduğu, yine Müddessir suresindeki şu ayetlerin de O'nun hakkında indiği söylenmektedir:
"Ey Muhammed, tek olarak yaratıp, kendisine bol bol mal, çevresinde bulunan oğullar verdiğim ve nimetleri yaydıkça yaydığım o kimseyi bana bırak, cezasını ben vereyim. Bir de verdiğim nimetten arttırmamı umar, hayır, çünkü o, bizim ayetlerimize karşı son derece inatçıdır. Onu sarp bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o düşündü, ölçüp biçti; canı çıkası ne biçim ölçtü biçti. Cam çıkası yine ne biçim ölçüp biçti. Sonra baktı; sonra kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı. `Bu sadece öğretile gelen bir sihirdir. Bu Kur'an yalnızca bir insan sözüdür' dedi. İşte bu adamı yakıcı bir ateşe yaslayacağım:"(Müddesir suresi 11-26)
- Velid B. Muğire'nin, Peygamber Efendimize çeşitli komplolar kurması İslam davetinin karşısına dikilmesi, insanları Allah'ın yolundan alıkoyması ile ilgili birçok rivayet vardır. Ayrıca bu suredeki ayetlerin de Ahnes B. Şureyk hakkında indiği de rivayet edilmiştir. Bilindiği gibi bu iki adam Peygamber Efendimizin baş düşmanıydılar. Sürekli ona karşı savaş kışkırtıcılığı yapıyor, insanları O'nun aleyhinde birleşmeye çağırıyorlardı.
- Bu suredeki sert saldırı ve öteki (Müddessir) suredeki korkunç tehditler, ayrıca başka surelerde yer alan uyarılar, ister Velid olsun ister Ahnes olsun -birincisi olma ihtimali yüksektir- burada işaret edilen adamın Peygamber efendimizin ve davet hareketinin aleyhine başlatılan savaşta ne kadar önemli bir rol üstlendiğinin kanıtıdır. Aynı şekilde bu saldırı ve tehditler söz konusu kişinin kötü hareketini, bozuk kişiliğini, iyilikten uzak ahlaksız bir tip olduğunu ortaya koyuyor.
- Burada Kur'an-ı Kerim söz konusu kişinin hepsi de iğrenç olmak üzere dokuz niteliğini sıralıyor:
"Bu adam aşırı yemincidir..."Çok yemin etmektedir. İnsanların kendisini yalanlayacaklarının, kendisine güvenmeyeceklerinin farkında olan yalancı insanlardan başkası sık sık yemine başvurmaz. Böylece bir insan yalanını gizlemek, insanların güvenini kazanmak için yemin eder.
- Aşağılıktır, onursuzdur; Kendisine saygısı yoktur. Bu yüzden insanlar sözlerine saygı göstermezler. Onun aşağılık oluşunun delili de yemine ihtiyaç duymasıdır, hem kendisinin hem de insanların kendisine güvenmemesidir. Mal, evlat ve mevki-makam sahibi olması bu durumu değiştirmez. Çünkü aşağılık kompleksi psikolojik bir niteliktir. Bir kişi azgın, zorba ve kudretli bir kişi dahi olsa bu niteliğe sahip olabilir. Şeref ve haysiyet de (izzetinefis) psikolojik bir sıfattır. Saygın bir ruh dünya hayatın tüm değerlerinden yoksun olsa bile bu nitelikten soyutlanmaz.
- Sürekli başkasını çekiştirir: Sözle ve işaretle başkasını gerek yüzüne karşı gerekse arkasından çekiştirir, ayıplar. İslam dini başkasını çekiştirme ve ayıplama huyuna şiddetle karşı çıkar, yerer. Çünkü bu huy insanlığa yakışmaz, ruhsal edebe aykırıdır. insanlar arası ilişkilerde, büyük küçük herkesin onurunu korumada uyulması zorunlu olan edep tavrına ters düşer. Kur'an-ı Kerimin birçok yerinde bu iğrenç huy kınanmıştır. Nitekim yüce Allah bir yerde şöyle buyurmaktadır: "Diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp alay eden her fesat kişinin vay haline."(Hümeze suresi 1) Yine başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ey inananlar, bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki alay ettikleri kimseler kendilerinden iyidirler. Kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler. Belki onlar, kendilerinden iyidirler. Birbirinizde kusur aramayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın."(Hucurat suresi 11) Bunların her biri iğrenç bir karakter olan alaycılığın, başkasını arkasından çekiştirmenin değişik şekillerinden biridir.
- İnsanlar arasında söz götürüp getirir: İnsanlar arasında kalplerini bozacak, ilişkilerini koparacak, sevgilerini giderecek sözler götürüp getirir. Bu sıfat iğrenç olduğu kadar, aşağılıktır da. Kendine saygı duyan ve başka insanlar nezdinde saygı görmek isteyen bir insan böyle bir huyla nitelenmek istemez. Çünkü, koğucu, laf götürüp getiren, birbirini seven insanların arasını bozmaya çalışan kişilerin sözlerine kulak verenler bile aslında bu tür insanlara saygı göstermezler, onları sevmezler.
- Peygamber Efendimiz herhangi bir arkadaşına yönelik iyi duygularını değiştirecek nitelikte sözlerin kendisine aktarılmasını yasaklamıştı. Şöyle diyordu Peygamber efendimiz: "Hiç kimse arkadaşlarından biri hakkında bana herhangi bir şey ulaştırmasın. Çünkü ben karşınıza iyi duygularla dolu rahat bir kalp ile çıkmak isterim:'"(Ebu Davut ve Tirmizi İbn-i Mesut`tan rivayet edilmiştir)
- Buhari ve Müslim'de yer alan Mücahid'in Tavus'tan, onun da İbni Abbas'tan aktardığı bir hadiste şöyle buyurulur: "Bir gün Peygamber Efendimiz, iki kabrin yanından geçerken şöyle buyurdu: Şu iki kabirde yatanlar azap görmektedirler. Ama bu azapları büyük günahlardan dolayı değildir. Birisi küçük abdest ini yaparken sidikten korunmazdı, ötekisi de insanlar arasında söz götürüp getirirdi."
- İmam Ahmed Hz. Huzeyfe'den şöyle rivayet eder: Peygamber Efendimizin şöyle dediğini duydum: "İnsanlar arasında söz götürüp getiren cennete giremez:' (İbn-i Mace'nin dışında bir grup sahabe tarafından rivayet edilmiştir.)
- Yine İmam Ahmed -kendi ravi zinciri ile- Yezid B. Seken'den şöyle rivayet eder: Bir gün Peygamber Efendimiz: "En iyinizin kim olduğunu söyleyeyim mi?" buyurdu. Oradakiler: "Evet, ya Resulallah" dedi. Sonra şöyle buyurdu: "En kötünüzün kim olduğunu haber vereyim mi? Söz götürüp getirerek birbirini sevenlerin arasını bozan, suçsuz insanlara haksızlık edenlerdir."
- İslam dininin bu iğrenç, bu aşağılık huyu bu denli sıkı tutarak yasaklaması kaçınılmazdı. Çünkü bu aşağılık davranış kalbi bozduğu gibi arkadaşlıkları da bozar. Toplumsal ilişkileri bozmadan önce bizzat söz götürüp getiren kişiyi alçaltır. Toplumun düzenini, güvenliğini kemirmeden önce O'nun kalbini kemirir, ahlâkını bozar. Bu çirkin davranış yüzünden insanların birbirlerine güvenleri kalmaz. Çoğu zaman suçsuz insanları günaha bulaştırır.
- İyiliğin amansız düşmanıdır, her zaman iyiliğin karşısına dikilir: Hem kendisinin hem de başkasının iyiliğine engel olur. Bir kere, her türlü iyiliğin toplamı sayılan imanı engeller. Bu adamın çocuklarına ve akrabalarına, Peygamberimize eğilim gösterdiklerini sezdiği her seferinde "Sizden biriniz Muhammed'in dinine uyacak olursa, benden hiçbir fayda görmez olur" dediği bilinmektedir. Bu tehditle onların Müslüman olmalarına engel olurdu. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim onu sözleri ve davranışları ile "iyiliğin karşısına dikilen" biri olarak tescil etmiştir.
- Saldırgandır: Hak, adalet nedir gözetmez, çiğner geçer. Ayrıca o, Peygamber Efendimize, Müslümanlara, ailesine ve doğru yolu bulmalarına engel olduğu, dini benimsemelerini önlediği aşiretine de saldırır, haksızlık eder. Saldırganlık, aşırılık, Kur'an-ı Kerim de ve Peygamber efendimizin sözlerinde üzerinde önemle durulan çirkin huylardan biridir. İslam saldırganlığın, aşırılığın her çeşidini yasaklamıştır. Hatta yeme-içmede bile buna dikkat edilmesini öğütlemiştir.
- "Size sunduğumuz temiz rızklardan yiyiniz. Yiyeceklere ilişkin sınırlarımızı çiğnemeyiniz." (Taha suresi 81) Çünkü adalet ve dengelilik İslam'ın temel karakteridir.
- Sürekli günah işler: "Günahkar" sıfatını kalıcı bir sıfat olacak kadar günah işler. Burada işlediği günahın türü belirtilmiyor. Çünkü bu ifade ile güdülen amaç sıfatın kalıcılığını vurgulamak, ruhun değişmez bir karakteri olduğunu belirtmektir.
- Bu adam bütün bunların yanı sıra "kaba"dır. Bu söz, vurgusu ile, oluşturduğu hava birçok sıfatı, karakteristik özelliği anlatıyor. Bunun yerine birçok söz ve sıfat kullanılsa bile aynı anlam verilemezdi. Bu kelimenin, aşırı derecede kaba, çok yiyip içen obur, aç gözlü anlamına geldiği söylenmektedir. Bu adam kaba karakterli, iğrenç huylu ve insanlar arası ilişkilerde çirkin tutumludur.
- Ebu Derda'nın -Allah ondan razı olsun- şöyle dediği rivayet edilir: "Kaba", büyük karınlı, kötü ahlâklı,ç ok yiyip içen obur, çok mal toplayan, ama başkalarına vermeyen kimse demektir:' Ne var ki "Kaba" kelimesi bütün bunları kapsayan, bununla beraber bu karaktere sahip kişinin iğrençliğini her yönüyle tasvir eden geniş bir kavram olarak zihinlerde yer ediyor.
- Ayrıca bu adam, soysuzdur, alçaktır: İşte İslam düşmanlarından birinin kişiliğinde toplanan çirkin, iğrenç sıfatların sonuncusu budur. Zaten, bu tür iğrenç karakterlere sahip insanlardan başkası İslama düşman olmaz, düşmanlığında ısrar etmez. "Zenim" kelimesinin anlamlarından biri, "aralarında soy birliği olmadığı halde bir kavme bağlanan veya a kavmin içinde soyu belirsiz olan kimse"dir. Bu kelimenin anlamlarından biri de "insanlar arasında iğrençliği ile, pisliği ile, aşırı derecede kötülüğü ile ün salmış kimsedir. Bu kelimenin ifade ettiği ikinci anlam Velid B. Muğire'nin durumuna daha uygundur. Bununla beraber kelimenin söylenişi, kavmi arasında kibirlenip böbürlenen bu adamı aşağılık sıfatı ile damgalamaktadır.
- Sonra surenin akışı bu kişisel sıfatlar üzerine, O'nun Allah'ın ayetleri karşısındaki tutumunu belirterek bir değerlendirme yapıyor. Bunun yanı sıra yüce Allah'ın mal ve evlad bahşettiği bu adamın böyle bir tutum sergilemesi ayıplanıyor:
"Mal ve oğullar sahibi olmuş diye, kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman `eskilerin masalları' dedi."
Bir insanın yüce Allah'ın kendisine bahşettiği mal ve evlad nimetlerine karşılık, Allah'ın ayetlerini ve peygamberini alaya alması ne çirkin bir davranıştır. Bu bile tek başına biraz önce anlatılan çirkin sıfatlara denk bir tutumdur.
- Bu yüzden karşı konulmaz, caydırıcı güce sahip ulu Allah'tan bir tehdit geliyor. Burada yüce Allah onun ruhundaki büyüklük kompleksinin, mal ve evlatla övünmenin kaynaklandığı noktaya temas ediyor. Nitekim bundan önce de onun toplum içindeki yeri ve soyu ile övünmesine kaynaklık eden sıfatına değinmişti. Ve bu adam yüce Allah'ın şu kesin vaadini dinliyor:
"Biz yakında O'nun burnuna damga vuracağız."
Ayetin orijinalinde geçen "Hortum" kelimesinin anlamlarından biri kara domuzunun burnunun bir tarafıdır. Herhalde bununla Velid'in burnu kastedilmiştir. Arap dilinde burun büyüklüğü onurluluğu sembolize eder. Bu yüzden büyüklenen için "burnu havada", gururu kırılan, alçalan için de "burnu yerde" denir. Birisi gururlanarak kızdığı zaman "burnu şişti burnu kızardı" derler. Arapların izzetinefsi (onur ve saygınlığı) "Enfetu" -Burun- olarak tanımlamaları da bu yüzdendir. Onun burnunun damgalanması ile tehdit edilmesi iki tür aşağılanmayı, horlanmayı ifade eder. Birincisi, bir köle gibi damgalanması. ikincisi burnunun domuz burnu olarak nitelendirilmesi.
- Hiç kuşkusuz bu ayetler Velid B. Muğire'nin üzerinde büyük etki bırakmışlardır. Çünkü Velid saygın insanların -asılsız da olsa- bir şairin hicvinden her zaman sakındığı bir millete mensuptu. Ya gerçekten göklerin ve yerin yaratıcısı tarafından damgalanmayı, hem de boşuna söylenmeyen böyle bir ifadeyle karşı karşıya kalmayı nasıl karşılamıştır. Bu sözler varlık aleminin her tarafında yankılanmış, sonra da varlığın özüne yerleşerek tescil edilmiştir. Hem de sonsuza dek...
İşte İslam'ın düşmanı, yüce ahlâka sahip saygın peygamberin düşmanı olan bu adam böylesine kesin bir hakareti hakketmekteydi.
Mal ve evlada, Allah'ın ayetlerini yalanlayanların şımarmasına neden olan dünya nimetlerine işaret edilmesi münasebetiyle yüce Allah burada örnek olarak onlara bir kıssa sunuyor. Öyle anlaşılıyor ki bu kıssa onlar tarafından biliniyordu, aralarında yaygın olarak anlatılıyordu. Yüce Allah bu kıssa aracılığı ile onlara nimetle şımarmanın, iyiliğe engel olmanın, başkalarının haklarına tecavüz etmenin akıbetini hatırlatıyor. Bu arada kendilerine bahşedilen mal ve evlad nimetlerinin aslında onlar açısından bir sınav aracı olduğunu vurguluyor. Tıpkı bu kıssanın kahramanlarının sınanması gibi. Ayrıca bu sınavın devamı da var. Onlar bununla da bırakılacak değildirler:
Seyyid KUTUB 07/09/2007
Dini Bilgilr.16
KALEM SURESİ (17-33)
17- Biz, vakti ile "bahçe sahiplerini" sınadığımız gibi, onları da sınadık. Hani onlar (bahçe sahipleri) sabah olurken kimse görmeden onun mahsullerini toplayacaklarına yemin etmişlerdi.
18- Onlar istisna da etmiyorlardı.
19- Ancak onlar uyurken Rabbin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de.
20- Bahçe simsiyah olmuştu.
21- Sabahleyin birbirlerine seslendiler.
22- "Haydi ürünleri toplayacaksanız erkenden ekininize gidin" diye.
23- Derken yürüdüler ve şöyle fısıldaşıyorlardı:
24- "Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanımıza sokulmasın."
25- Ürünleri toplayacaklarından emin olarak erkenden gittiler.
26- Fakat bahçeyi görünce "Herhalde biz yolu şaşırdık " dediler.
27- "Hayır doğrusu biz mahrum bırakıldık."
28- Ortancaları, "Ben size demedim mi? Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmeniz gerekmez miydi?" dedi.
29- "Rabbimizi tesbih ederiz, doğrusu biz kendi kendimize zulüm etmişiz " dediler.
30- Ardından, kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar.
31- Nihayet şöyle dediler: "Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz."
32- "Belki Rabbimiz bize bundan daha iyisini verir; doğrusu artık, Rabbimizden dilemekteyiz."
33- İşte azab böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi.
Bu kıssa, dilden dile dolaşan, herkesçe bilinen bir kıssa olsa gerek. Fakat surenin akışı kıssada geçen olayların perde arkasındaki Allah'ın faaliyetini ve gücünü ön plana çıkarıyor. Onun bazı kullarını sınayıp bu sınavın sonucuna göre karşılık vermesini gündeme getiriyor. İşte bu kıssa ile ilgili olarak bundan önce bilinmeyen, ancak şimdi gözler önüne serilen yeni unsur budur.
- Kıssanın kahramanlarının ifadelerinden, sergilenen davranışlardan bir grup basit düşünen ilkel insanlarla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bunlar düşünme biçimleriyle, üzerinde kafa yordukları meseleleri ile, tutum ve davranışları ile basit, ilkel köylü insanlara benziyorlar. Belki de insanlar arasından seçilen bu düzeyde bir örnek kıssaya muhatap olan insanlara oldukça yakın bir durumu somutlaştırıyordu. Bunlar da hak içerikli mesaja karşı direniyor, inat ediyorlardı. Fakat ruhsal yapılan fazla kompleks değildi. Tersine biraz fazla basit ve ilkel düşünüyorlardı.
- Kıssa ifade tarzı bakımından, Kuran'ın kıssaları sunmada başvurduğu sunuş yöntemlerinden birinin somut örneğidir. Kıssada gerçekleşmesi şiddetle beklenen sürprizler son derece belirgindir. Ayrıca yüce Allah'ın planı ve sağlam tuzağı karşısında çaresiz zavallı insanların tuzakları ile de alay ediliyor. Öte yandan kıssa çok canlı bir ifade tarzı ile sunuluyor. Öyle ki, dinleyici, -veya okuyucu sanki olaylar gözlerinin önünde akıp gidiyormuş gibi canlı olarak seyrediyor. Şu halde kıssayı surenin akışı içindeki durumuyla görmeye çalışalım.
- Şu anda biz bahçe sahipleri ile karşı karşıyayız -Ayetin orijinalinde geçen "cennet" dünyadaki bahçedir, ahiretteki cennetle ilgisi yoktur-. Ve işte bahçe sahipleri bahçeleri hakkında geceden bir şeyler tasarlıyorlar. Rivayetlere göre önceki iyi niyetli salih sahibi döneminde yoksullar bahçenin meyvelerinden pay alıyorlardı. Fakat bu iyi niyetli salih insandan sonra bahçeye varis olanlar şimdi bahçenin tüm ürünlerine el koymak, yoksulları paylarından yoksun bırakmak istiyorlar. Şu halde olaylar nasıl gelişiyor seyredelim.
- "Biz, vakti ile `bahçe sahiplerini' sınadığımız gibi bunları da sınadık. Hani onlar sabah olurken kimse görmeden onun mahsullerini toplayacaklarına yemin etmişlerdi. Onlar istisna etmiyorlardı: '
Bahçenin meyvelerini sabah erkenden devşirme ve yoksullara da bir şey bırakmama önerisi etrafında görüş birliğine varmışlardı. Bunun üzerine yemin etmiş, niyetlerini açıkça ortaya koymuşlardı. Kararlaştırdıkları bu kötülüğü nasıl gerçekleştireceklerini geceden tasarlamışlardı. Şu halde onları gafletleri ile veya gece boyunca tasarladıkları tuzakları ile baş başa bırakalım da, onların görmediği gecenin koyu karanlığında neler olup bittiğini seyredelim. Çünkü yüce Allah her zaman uyanıktır, onlar gibi uyumaz. Allah, onların tasarladıklarından farklı şeyler tasarlıyor. Hiç kuşkusuz bu, onların nimetten dolayı şımarmak, iyiliğe engel olmak yoksulun belirlenmiş payına el koymak gibi geceden tasarladıklarını planın karşılığıdır... Öte tarafta ise, gizliden gizliye onlara bir sürpriz hazırlanıyor. İnsanlar derin uykudayken gece karanlığında hayaletlerinkine benzer latif, görünmez hareketler cereyan ediyor:
- "Ancak onlar uyurken Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de, bahçe simsiyah olmuştu:
Şimdi bir süre için bahçeyi ve bahçeye musallat olan salgını bir kenara bırakalım da gece boyunca bahçeleri ile ilgili planlar tasarlayanların ne yaptığını görelim.
Evet, onlar gece kararlaştırdıkları gibi sabah erkenden uyanmışlar. Verdikleri kararı uygulamak için birbirlerine sesleniyorlar:
"Sabahleyin birbirlerine seslendiler. Haydi ürünleri toplayacaksınız erkenden ekininize gidin' diye."
Geceden verdikleri kararı birbirlerine hatırlatıyor, birbirlerine tavsiyede bulunuyor, bu kararı uygulamaya birbirlerini teşvik ediyorlar.
Sonra surenin akışı onları alaya alma hususunda bir adım daha atıyor ve onları yürürken gizli gizli konuşurken, planlarını iyice sağlamlaştırırken, bütün ürünlere el koymaya, yoksullara paylarından yoksun bırakmaya ilişkin kararlarını iyice pekiştirirken tasvir ediyor.
"Derken yürüdüler ve şöyle fısıldaşıyorlardı : Sakın bu gün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın."
- Sanki şu anda Kuran'ı dinleyen veya okuyan bizler, bahçe sahiplerinin bilmediği, bahçenin başına gelen felaketi biliyor gibiyiz. Evet, gecenin koyu karanlığında bahçeye uzanan, tüm meyvelerini yok eden gizli ve latif ele şahit olmuştuk. Bahçenin bu gizli ve korkutucu salgından sonra tüm meyvelerin devşir ilmiş gibi simsiyah kesildiğini görmüştük. Öyleyse nefeslerimizi tutalım da gece boyunca planlar kuran bu adamlar ne yapacaklar onu görelim.
Surenin akışı hala geceleyin gizli planlar kuran bu adamlarla alay etmeyi sürdürüyor:
"Ürünleri toplayacaklarından emin olarak erkenden gittiler."
Evet onlar, yoksulların payını engelleyebilirler, onları yoksun bırakabilirler. En azından kendilerini yoksun bırakabilirler.
- İşte şimdi bir sürprizle karşılaşıyorlar. Şu halde bu alaycı ifadelerin akışını seyredelim. Burada onların şaşkına döndüklerini, afallayıp kaldıklarını görüyoruz:
"Fakat bahçeyi görünce `Herhalde biz yolu şaşırdık' dediler."
Burası bizim meyve yüklü bahçemiz olamaz. Mutlaka yolumuzu şaşırmışız. Fakat dönüşü iyice kontrol ediyorlar ve;
"Hayır, doğrusu biz mahrum bırakıldık." diyorlar.
İşin aslına ilişkin doğru haber de bundan ibarettir.
Şimdi de başkalarına tuzak kurmanın, gizli planlar tasarlamanın, eldeki nimetlerden dolayı şımarıp yoksulların payına el koymanın elem verici akıbetini tadıyorlarken, aralarında en ılımlı, en akıllı ve en iyi olanı öne atılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu adam ötekilerden farklı bir görüşe sahipmiş. Fakat, diğerleri karşı çıkıp kendisi yalnız kalınca onlara uymuş ve gördüğü gerçeği ısrarla savunamamıştı. Bu yüzden o da diğerleri gibi nimetlerden yoksun bırakılmak suretiyle cezalandırılmıştı. Fakat bu adam, burada daha önce kendilerine yönelttiği öğütleri, direktifleri hatırlatıyor:
"Ortancaları `Ben size demedim mi? Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmemiz gerekmez miydi?' dedi."
Şimdi, iş işten geçtikten sonra öğüt vereni dinliyorlar:
Rabbimizi noksan sıfatlardan tenzih ederiz, doğrusu biz kendi kendimize zulmetmişiz, dediler."
Tıpkı kötü sonuç karşısında sorumluluktan koşan, diğerlerini suçlamaya kalkışan her ortak gibi, onlar da suçu birbirlerine yüklüyorlar:
"Ardından kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar."
- Sonra, hep birlikte bu kötü akıbet karşısında birbirlerini kınamayı bırakıyor ve belki yüce Allah kendilerini bağışlar ve şımarmanın, yoksulun hakkını gasbetmenin, bu amaçla hile yapıp gizli planlar tasarlamanın kurbanı olan bahçelerini geri verir diye topluca suçlarını itiraf ediyorlar:
- "Nihayet şöyle dediler: `Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz. Belki Rabbimiz bize bundan daha iyisini verir: doğrusu artık, Rabbimizden dilemeliyiz."
Surenin akışı sahnenin perdesini indirmeden önce şu değerlendirmeyi işitiyoruz:
"İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi." İşte nimetle sınanmak böyledir. Şu halde Mekke müşrikleri "Vakti ile `bahçe sahiplerini' sınadığımız gibi onları da sınadığımızı" bilsinler. Sınavın perde arkasındadır hedefi görsünler. Ayrıca dünyadaki sınavdan ve azaptan daha büyük ve daha korkunç olanından sakınsınlar.
- "Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi: '
Böylece Kureyşlilere içinde yaşadıkları ortamdan alınma pratik bir deneyim, aralarında yaygın olarak anlatılan bir kıssa örnek olarak sunuluyor. Böylece yüce Allah'ın geçmiş müşriklere ilişkin yasası ile şimdiki toplumlara ilişkin yasası birbirine bağlanıyor ve pratik hayatlarına en yakın olan bir üslupla kalplerine dokunuluyor. Aynı zamanda müminlere, müşriklerin -Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin- sahip bulundukları geniş imkanların, servetin ve nimetin Allah tarafından kendilerine bir sınav aracı olarak verildiği hatırlatılıyor. Bu sınavın sonuçlarının, akıbetlerinin olduğu anlatılıyor. Yine insanların yoklukla sınandığı gibi nimetle sınanmalarının da bir yasa olduğu belirtiliyor. Ellerindeki nimetlerden dolayı şımaran, iyiliğe engel olan sahip bulundukları mal-mülkle övünenlere gelince işte bu kıssa da onların akıbetleri anlatılıyor: "Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi." Allah'tan korkan, onun azabından sakınanlara gelince, onlar için Rabbleri katında nimet cennetleri vardır:29/09/2007
Dini Bilgilr.17
KALEM SURESİ (34-47)
34- Muttakiler içinde Rabbleri katında nimet bahçeleri vardır."
Hiç kuşkusuz bu, tuttukları yol özleri birbirine karşıt olan iki ayrı grubun karşılaştığı birbirinin karşıtı iki akıbettir. İki ayrı yol izleyip iki ayrı sonuçla karşılaşan iki çelişik çizginin karşıtlığının ifadesidir bu.
- MÜŞRİKLERE MEYDAN OKUMA
Bu iki akıbeti vurguladıktan sonra surenin akışı müşriklerle karışık, kapalı ve anlaşılmaz bir tarafı bulunmayan son derece yalın ifadeli bir tartışmaya giriyor. Onlara meydan okuyor. Bir tek cevaptan başka seçeneği bulunmayan, ayrıca demagoji yapmaya da imkan bırakmayan peş peşe çarpıcı sorularla onları köşeye sıkıştırıyor. Bunun yanı sıra ahirette gerçekleşen korkunç bir sahne ile bir de dünya hayatında üstün iradeli, karşı konulmaz caydırıcı güce sahip ulu Allah'ın aleyhlerinde başlatacağı savaş ile onları tehdit ediyor:
35- Öyle ya biz Müslümanları o günahkarlarla bir tutar mıyız hiç?
36- Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?
37- Yoksa bir kitabınız varda ondan mı bu hükümleri okuyorsunuz?
38- Onda beğendiğiniz her şeyi mi buluyorsunuz?
39- Yoksa "İstediğiniz gibi hükmedebilirsiniz" diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?
40- Sor onlara: Bu iddiayı onların hangisi savunacak?
41- Yoksa kendilerinin ortaklarımı var? Doğru iseler ortaklarını çağırsınlar.
42- O gün işin dehşetinden baldırlar açılır; ve secdeye davet edilecekleri gün secde edemezler.
43- Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet kaplar. Onlar sağlam iken de secdeye davet edildiler fakat secde etmezlerdi.
44- Bu sözü yalanlayanı bana bırak; onları bilmedikleri yerden derece derece azaba yaklaştıracağız.
45- Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır.
46- Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır borç altında mı kalıyorlar?
47- Yoksa gaybın bilgisi kendi yanlarında da onlar mı istedikleri gibi yazıyorlar?
Ahiret azabına ve dünyada Allah'ın aleyhlerinde açacağı savaşa ilişkin bu korkunç tehdit -görüldüğü gibi- bu tartışma ve bu meydan okuma esnasında yöneltiliyor. Hiç kuşkusuz bu tartışma ortamını elektriklendiriyor. Meydan okumanın ağırlığını artırıyor.
- "Öyle ya biz Müslümanları o günahkârlarla bir tutar mıyız hiç?" şeklindeki olumsuzluk ifade eden ilk soru, biraz önce sunulan ayetlerde gözler önüne serilen her iki grubun akıbetine dikkat çekiyor. Bu sorunun tek bir cevabı var: Hayır... Olamaz... Rablerine teslim olan, buyruklarına boyun eğen Müslümanlar asla, bu iğrenç sıfatla nitelendirilmeyi hakkedecek kadar günah işleyen suçlular gibi olamazlar. Gerek akıbet gerekse mükafat açısından Müslümanlarla suçluların bir tutulması ne akıl ne de adalet ölçülerine göre normal değildir.
- Bu yüzden olumsuzluk ifade eden bir başka soru yer alıyor: "Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?" Neyiniz var sizin? Neye dayanarak bu tür hükümler veriyorsunuz? Değer ve miktarları nasıl ölçüyorsunuz ki, ölçülerinize ve hükümlerinize göre Müslümanlarla suçlular bir oluyor?
- Surenin akışı olumsuzluk ifade eden, onların tutumlarını kınayan sorulardan sonra, şimdi de onları alaya alıyor, gülünçlüklerini ortaya koyuyor: "Yoksa bir kitabınız varda ondan mı bu hükümleri okuyorsunuz? Onda beğendiniz her şeyi mi buluyorsunuz?" akıl ve adalet ölçülerine sığmayan bu tür hükümleri çıkardıkları ve kendilerine Müslümanlarla suçluların bir olduğunu söyleyen bir kitapları mı var? şeklinde yöneltilen soru alay etme ve küçümseme amacına yöneliktir. Bu, olsa olsa onların arzularına uygun, isteklerini tatmin eden komik bir kitaptır. Bu kitapta onların benimsediği ve istediği türden hükümler doludur. Onların bu komik kitabı gerçeğe, adalete, akla ve normal insani standartlara uymuyor.
- "Yoksa `istediğiniz gibi hükmedebilirsiniz' diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?"
- Eğer ellerinde kitap yoksa o zaman böyle bir söz almış olmalılar. Kıyamet gününe kadar diledikleri gibi hükmetmek ve dilediklerini seçmek üzere Allah'tan bir söz almış olmalılar. Oysa böyle bir şey yok. Allah'tan böyle bir söz almış değildirler. Şu halde neye dayanarak konuşuyorlar? Dayanakları nedir onların?
- "Sor onlara: Bu iddiayı onların hangisi savunacak?"
Onlara sor kim bu iddiayı üstlenecek? Ne yaparlarsa yapsınlar Allah tarafından sorumlu tutulmayacaklarına, kıyamet gününe kadar diledikleri gibi hükmetmek üzere Allah'tan söz aldıklarına ilişkin iddiayı hangisi savunacak?
Bu, yüz kızartıcı, derin etkili ve sarsıcı bir alay ifadesidir. Her şeyi olduğu gibi gözler önüne seren bir meydan okumadır.
- "Yoksa kendilerinin ortakları mı var? Doğru iseler ortaklarını çağırsınlar." Aslında onlar Allah'a ortak koşuyorlardı, ama ayetin ifade tarzı ortakların Allah'a değil kendilerine ait olduğunu dile getiriyor. Allah'a ortak koşulan birtakım düzmece tancıların olduğunu bilmezlikten geliyor. Bunun yanı sıra, eğer iddialarında doğru iseler bu ortakları getirmeleri istenerek kendilerine meydan okunuyor. Ama ne zaman çağıracaklar ki?
- "O gün işin dehşetinden baldırlar açılır; ve secdeye davet edilecekleri gün secde edemezler. Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet kaplar. Onlar sağlam iken de secdeye davet edilirler fakat secde etmezlerdi."
- Böylece surenin akışı onları şu anda yaşanmıyormuş gibi kıyametteki bu sahne ile yüz yüze getiriyor. Sanki Allah'a ortak koştukları düzmece tanrıları çağırmaları şeklindeki meydan okuma bu sahnede yöneltiliyor onlara. Aslında bu gün yüce Allah'ın ilminin kapsamında fiilen yaşanan bir gerçektir ve onun ilminin kapsamındaki olgular zamanla sınırlı değildirler. Bu sahnenin bu tarzda muhataplara sunulması Kur'an-ı Kerimin ifade yöntemi uyarınca ruhlar üzerinde daha derin, daha canlı ve daha belirgin bir etki bırakıyor.
- Arap atasözleri arasında yer alan baldırların açılması deyimi sıkıntı ve şiddeti vurgulamak için kullanılır. O gün kolların sıvandığı baldırların açıldığı, sıkıntı ve zorluğun dayanılmaz boyutlara vardığı kıyamet günüdür. Bu günde şu büyüklük taslayanlar secde etmeye çağrılıyorlar ama secde edemiyorlar. Bu secde edemeyişleri ya vaktin geçmesinden ya da bir başka yasak tanımlandıkları gibi "Boyunlarının bükük başlarının eğik" (İbrahim suresi 43) olmasından kaynaklanıyor. Sanki bedenleri ve sinirleri kendi iradeleri dışında korku ve dehşetten tutulmuş gibidir. Her halûklarda bu ifade o günde yaşanan sıkıntıya, çaresizliğe ve korkunç meydan okumalara işaret etmektedir.
- Sonra surenin akışı o günkü pozisyonlarını yeni çizgilerle tamamlıyor: "Gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet kaplar." Şu büyüklük taslayanlar, şımarıklar ve korkudan dönmüş gözler, zillet kaplamış yüzler... Onların kibirden şişmiş, burnu havadaki başların karşılığıdır. Bu ifade aynı zamanda surenin başlarındaki tehdidi de çağrıştırmaktadır: "Biz yakında onun burnunu damgalayacağız." Çünkü burada aşağılanmışlık ve horlanmışlık anlamının ön plana çıkarılması son derece belirgin ve etkin bir biçimde amaçlanmıştır.
- Onlar bu aşağılayıcı ve küçük düşürücü durumdayken surenin akışı daha önce büyüklük taslamalarını, Allah'ın ayetlerine karşı burun kıvırmalarını hatırlatıyor: "Onlar sağlam iken de secdeye davet edilirler fakat secde etmezlerdi." Daha önce secde edebilecekleri durumdayken, burun kıvırıyor, büyüklük taslıyorlardı. O zaman öyleydiler. Ama şimdi bu aşağılayıcı ve küçük düşürücü sahnede yer alıyorlar. Dünya hayatı artık geride kalmış. Şimdi secde etmeye çağırılıyorlar. Fakat buna güçleri yetmiyor.
Onlar bu dayanılmaz sıkıntının içinde kıvranırken, kalpleri dehşete düşüren bu korkunç tehdide muhatap oluyorlar:
"Bu sözü yalanlayanı bana bırak."
İnsanı iliklerine kadar titreten korkunç bir tehdit. Ezici, caydırıcı, karşı konulmaz, sarsılmaz güce sahip ulu Allah peygamberine "Bu sözü yalanlayanı bana bırak, onunla savaşmayı ben üstleniyorum. Ben onun hakkından gelirim" diyor. Bu sözü yalayan da kimmiş?
- Şu küçük, basit, zavallı, düşkün yaratıktır. Şu zavallı karınca... Daha doğrusu şu boşluğa serpiştirilmiş zerre. Karşı konulmaz, caydırıcı güce sahip ulu Allah'ın büyüklüğü karşısında hiçbir şey ifade etmeyen şu hiç yani...
- Ey Muhammed... Benimle şu yaratık arasından çekil... Sen ve beraberindeki müminler rahat edin. Bu savaş benimledir, ne seninle ne de müminlerledir. Savaş benimledir. Şu yaratık benim düşmanımdır. Onun işi beni ilgilendirir. Onu bana bırak. Sen ve beraberindeki mü'minler gidin rahatınıza bakın.
- Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar çepeçevre kuşatan ne dehşet verici bir korkudur bu! Ayrıca maddi güçten yoksun zayıf peygambere ve müminlere ne sağlam bir güvence veriliyor?
- Sonra caydırıcı ve karşı konulmaz güce sahip ulu Allah şu basit, küçük ve zavallı yaratığa karşı başlattığı savaşta uyguladığı stratejiyi açıklıyor.
"Onları bilmedikleri yerden derece derece azaba yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır."
Aslında şu Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar ve yeryüzündeki bütün canlılar yüce Allah'ın haklarında böyle bir tuzak kurmasını gerektirmeyecek kadar basittirler, önemsizdirler. Ne var ki yüce Allah, kendilerine gelsinler; şu anda içinde bulundukları yanıltıcı güvenli ortamın aslında içine düştükleri bir tuzak olduğunu bilsinler; zulüm, azgınlık, gerçeklere karşı burun kıvırma ve sapıklıkta kendilerine süre tanınmış olmasının aşama aşama en kötü akıbete sürüklenmeleri amacına yönelik olduğunu anlasınlar diye onları kendisinden sakındırıyor, uyarıyor. Onlara mühlet tanınmış olması sorumluluğu eksiksiz yüklenmeleri, günah yüklü kimselerin konumuna gelmeleri, rezil olmayı, aşağılanmayı ve işkenceyi hakkedenlerin durumuna düşmeleri için kurulmuş bir tuzaktır.
- İnsanları açıkça uyarmaktan, aleyhlerine aşamalı olarak işleyen stratejiyi ve planı açıklamaktan daha büyük bir adalet, daha etkin bir merhamet olamaz. Yüce Allah bu uyarı ve sakındırma ile kendi düşmanlarına, dininin ve peygamberinin düşmanlarına adaletini ve merhametini sunuyor. Onlar daha bu olumsuz tutumlarını sürdürüyorlarken, seçimlerini sapıklıktan yana yapmışlarken örtü kaldırılıyor, meseleler olduğu gibi gün yüzüne çıkarılıyor.
- Yüce Allah mühlet verir ama ihmal etmez. Artık kaçıp kurtulamayacağı şekilde kıskıvrak yakalayana kadar zalime süre tanır. işte burada ulu Allah serbest iradesiyle belirlediği yasasını ve savaş stratejisini bu şekilde açıklıyor ve Peygamberine şöyle diyor: Bu sözü yalanlayanı bana bırak. Benimle mal, evlat, mevki ve iktidarla övünenlerin arasından çekil, onlara bir süre için mühlet vereceğim. Bu nimetleri onlar için bir tuzak haline getireceğim. Bununla Peygamberine güvence verirken, düşmanlarını da uyarmış oluyor. Sonra onları bu korkunç tehditle baş başa bırakıyor.
- İnsanın içini karartan bu kıyamet sahnesinin ve bu korkunç tehdidin oluşturduğu dehşet verici atmosferde tartışma ve meydan okuma tamamlanıyor. Onların bu tuhaf tutumlarının meydana getirdiği şaşkınlık noktalanıyor.
"Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır borç altında mı kalıyorlar?"
Yoksa doğru yolu bulmalarına karşılık olarak istediğin bu ağır ücret mi onları burun kıvırmaya, Allah'ın ayetlerini yalanlamaya sürüklüyor? Ödemek zorunda kaldıkları bu ağır bedel mi onları bu iğrenç akıbeti tercih etme durumunda bırakıyor?
"Yoksa gaybın bilgisi kendi yanlarında da onlar mı istedikleri gibi yazıyorlar?"
- Yoksa onlar gaybın kapsamında olanlardan emindirler Dolayı siyle kendilerini bekleyen akıbet hafif mi geliyor? Yoksa gaybı ortaya çıkardılar da içindekileri yazıp öğrendiler mi? Veya gaybın içindekiler ini bizzat kendileri mi yazdılar da, bunu arzularının garantisi mi kıldılar?
Ne bu ne o! Şu halde bu tuhaf ve kuşku uyandırıcı tutumu sergilemelerinin dayanağı nedir?
Bu anlamlı ve hayret verici olduğu kadar ürpertici olan ifade ile: "Bu sözü yalanlayanı bana bırak." Allah ile aldanmış düşmanlarının arasındaki savaş stratejisinin ve yasasının bu şekilde duyurulması ile yüce Allah iman ile küfür, hak ile batıl arasındaki savaşın yükümlülüğünü Hz. Peygamberden ve müminlerden alıyor. Çünkü bu çarpışma yüce Allah'ı ilgilendirir. Bizzat üstlendiği bu savaş onun meselesidir.
- Peygamber Efendimiz ve müminlerin bu savaşta önemli ve etkin bir rol üstlendikleri görünse de mesele gerçekte de yüce Allah'ın vurguladığı gibidir. Çünkü Peygamber Efendimizin ve müminlerin bu savaşta üstlendikleri rol yüce Allah'ın müsaadesi oranında düşmanlarıyla giriştiği savaşa ilişkin planının bir parçasıdır. Onlar bu savaşta araç konumundadırlar. Dilerse yüce Allah kullanır bu araçları. Dilemezse kullanmaz. O, her iki durumda da etkin olarak iradesini yerine getirir. O, her iki durum dada iradesi uyarınca belirlediği yasa gereği çarpışmayı bizzat kendisi yönlendirir.
- Bu ayet indiği zaman Peygamber Efendimiz henüz Mekke'deydi. Beraberindeki müminler de azınlık durumundaydı ve hiçbir şeye güçleri yetmezdi. Dolayı siyle bu ayet, zayıflara güvence verirken, maddi güç, mevki-makam, mal ve evlatla övünenlerin içine korku salıyordu. Sonra Medine'de durumlar ve konumlar değişti. O zaman yüce Allah Hz. Peygamberin ve müminlerin bu savaşta belirgin bir rol üstlenmelerini diledi. Fakat orada da Mekke'de zayıf durumda iken onlara söylediği sözü pekiştirdi. Onlar Bedir savaşında zafer kazanmışken şöyle buyurdu: "Siz onları öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları. Onlara doğru ok atarken aslında sen atmadın, onu Allah attı. Bununla Allah müminleri güzel bir sınavdan geçirmek istedi. Çünkü Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."(Enfal suresi 17)
- Amaç bu gerçeğin, yani çarpışmanın Allah'a ait olduğu gerçeğini, savaşın O'nun savaşı olduğu gerçeğinin, meselenin O'nun meselesi olduğu gerçeğinin müminlerin kalplerine kök salmasıdır. Buna göre yüce Allah bu savaşta bir rol veriyorsa bu, onları güzel sonuçlu bir sınavdan geçirmek içindir. Bu sınav Dolayı siyle onları ödüllendirmek içindir. Fakat savaşa ilişkin belirleyici gerçek ise O'na özgüdür. Zafer gerçeği ise O'nun yazdığına bağlıdır. Allah bu yazdığını hem onlar hem de başkaları için uygular. Onlar savaşa giriştikleri zaman yüce Allah'ın kudretinin aracıları konumundadırlar. Üstelik onun elindeki tek araç ta kendileri değildir.
- Bu, son derece açık ve anlaşılır bir gerçektir. Her konuda, her durumda ve her konumda Kur'an ayetlerinin satır aralarından bu gerçeği görmek her zaman için mümkündür. Aynı zamanda bu gerçek, yüce Allah'ın kudretine ve takdirine, evrensel yasasına ve serbest iradesine, ayrıca Allah'ın takdirinin gerçekleşmesine aracı olan insanların gücünün gerçek mahiyetine ilişkin imani düşünce ile de uyuşmaktadır. Evet insanların sahip bulundukları güç, bir araçtır. Başka da bir şey değildir.
- Bu gerçek, ister maddi güçlere sahip olsun, ister bunlardan yoksun bulunsun her iki durumda da müminin kalbine güven duygusunu aşılar. Ancak müminin kalbini Allah için her türlü olumsuz duygudan arındırması gerekir. Cihad amacı ile hareket ederken sadece Allah'a güvenip dayanması gerekir. Çünkü iman-küfür, hak-batıl savaşında kendisine zafer kazandıran kendi gücü değildir. Onun için zaferi garantileyen sadece ulu Allah'tır. Maddi güçlerden yoksun bulunması, zayıf olması yenilmesine neden olmaz. Çünkü arkasında Allah'ın gücü vardır. işte onun adına savaşı üstlenen ve sonuçta kendisi için zaferi garantileyen bu güçtür. Ne var ki yüce Allah zaman tanır, meseleleri peyderpey sonuçlandırır. işleri serbest iradesi, hikmeti, adalet ve rahmeti uyarınca zamanı gelince çözüme bağlar.
- Karşısına dikilen mümin ister zayıf olsun, ister güçlü olsun her iki durumda da bu gerçek Allah'ın düşmanının kalbine korku salar. Çünkü kendisi ile çarpışan bu mümin değildir. Sınırsız gücü ile, karşı konulmaz, ezici yüceliği ile savaşı üstlenen ulu Allah'tır kendisi ile çarpışan Peygamberine: "Bu sözü yalanlayanı bana bırak." benimle şu bedbaht sapığın arasından çekil diyen yüce Allah' tır kendisi ile vuruşan. Yüce Allah ona süre tanır ve O'nu aşamalı olarak akıbetine doğru sürükler. Bu esnada O, maddi gücün ve hazırlığın doruklarında bile olsa ürkütücü, dehşet verici, korkunç bir tuzağa yakalanmıştır bile. Aslında onun sahip bulunduğu maddi gücün kendisi tuzaktır. Elindeki maddi hazırlık onun için bir kapan işlevini görür. "Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım sağlamdır." Fakat bu ne zaman gerçekleşir? işte bu yüce Allah'ın sonsuz bilgisinin kapsamında gizlidir. Kim yüce Allah'ın bilgisinin kapsamındaki gayptan ve O'nun tuzağından emin olabilir ki? Doğru yoldan ayrılmış sapık milletlerden başkası Allah'ın tuzağından emin olabilir mi?
BALIK SAHİBİ YUNUS
Bu gerçeğin ışığı altında yüce Allah Peygamberine sabretmesini telkin ediyor. Peygamberlik misyonunun yükümlülüklerine karşı... Ruhların kaypaklıklarına karşı... Kafirlerin eziyet ve yalanlamalarına karşı sabretmesini istiyor... Ulu Allah serbest iradesi uyarınca belirlediği zaman gelince çözümleyici hükmünü bildirinceye kadar sabretmesini istiyor. Bu arada peygamberlik misyonunun ağır yükümlülüklerine karşı içi daralan bir kardeşinin yaşadığı deneyimi hatırlatıyor. Şayet Allah'ın lütfu kendisine ulaşmamış olsaydı kınanmış biri olarak bir kenara atılmış olacağını vurguluyor:19/11/2007
Dini Bilgilr.18