-2.ARŞİV.79

 

Hayrettin Karaman Hocanın bir Fetvası Üzerine bir Değerlendirme

Soru: Kadın sesi dinlemek caiz midir? Dinlediğimiz müziğin türüne göre cevaz değişir mi? (Örnek: tasavvuf musikisine eşlik eden bir kadın sesi veya ilahi söyleyen bir kadın sesi gibi)

Cevap: Peygamberimizin zamanında mescidde ve başka yerlerde kadınlar, erkeklerin yanında konuşurlardı. O (s.a.) hicret ederken kadınlar ve çocuklar musikî eşliğinde karşılama yapmışlardı. Bayram günlerinde Hz. Peygamber'in evinde ve onun yanında genç kızlar, Hz. Aişe'ye sesli ve tefli müzik dinletmişlerdi. Kadının sesinin ve musikînin haram olduğuna dair sahih ve kesin bir delil (dinî açıklama) yoktur. Kadın olsun erkek olsun müzik icra ettiğinde bunu dinleyenler kendilerine bakmalıdırlar; kötü, olumsuz bir etkilenme bulunmadıkça dinlemelerinde sakınca yoktur. (Kadın şarkıcı dinlemek caiz midir?)

Tenkit: Fetvanın tahliline geçerken ilk iş olarak Hayrettin hocanın mesnet edindiği hususları tespit edelim:

1. Peygamberimiz zamanında kadınların erkeklerin yanında konuşması.

2. Hicret ederken kadınların musikî eşliğinde Peygamberimizi karşılaması.

3. Bayram günlerinde Hz. Peygamberin evinde ve onun yanında genç kızların Hz. Ayşe’ye sesli ve tefli müzik dinletmesi.

4. Kadın sesinin ve musikînin haram olduğuna dair sahih ve kesin bir delil (dinî açıklama) bulunmaması.

Bu dört madde hoca efendinin fetvada kullandığı mesnetleri teşkil ediyor. Hoca efendi bunları sıraladıktan sonra fetvasına geçiyor ve kadından müzik dinlemenin hükmünün onu dinlerken insanın içinde yaşadığı duygulara bağlı olduğunu söylüyor. Buna göre hoca efendinin fetvası, kadının musikîsinin, içinde olumsuz etkilere yol açmıyorsa caiz, açıyorsa caiz olmadığını gösteriyor.

Fetvanın gerekçelerini gözden geçirirken üç çeşit hatayla karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Bunları mantık, usul ve bilgi hataları olarak tasnif edebiliriz. Hoca efendinin göze çarpan mantık hatası, fetvasında gözlemlediğimiz tutarsızlıklar da yatıyor. Hoca efendi, -birinci ve dördüncü maddelerde- kadından şarkı dinleme meselesini normal kadının sesi ve genel musikî bağlamında ele alıyor. Kadının erkeklerin yanında konuşmasıyla şarkı söylemesi arasında önemli farklar bulunduğu ve bunların aynı hükme tabi olmayacağı hususu gayet açıktır. Bunlar, biri diğerinin yerine kullanılabilecek veya birinin cevazıyla diğerinin cevazına hükmedilebilecek türden müşterek konular değildir. Kadından müzik dinlemenin hükmü, ne normal şartlarda kadının sesinin hükmüyle açıklanabilir, ne de normal musikînin hükmüyle açıklanabilir. Nitekim Ehl-i sünnet imamları, çoğunluk belli şartlarda kadının sesinin avret olmadığına hükmettiği halde, kadından şarkı dinlemenin caiz olmadığında ittifak etmişlerdir.

 - Zaten hoca efendi de bundan tatmin olmamış olacak ki, başka deliller aramış ve ikinci ve üçüncü maddelerde meseleyi, asr-ı saadet döneminde kadınların musikî icra etmesine dayandırmış. İşte hoca efendinin, biri usul diğeri bilgi yanlışı olmak üzere ikinci ve üçüncü hataları da bu iki maddede kendini gösteriyor.

- Hoca efendinin ikinci maddede zikrettiği kadınların musikî eşliğinde Peygamberimizi karşılamasıyla ilgili rivayetler günümüz şarkıcı kadınları dinlemenin cevazına mesnet olarak kullanılabilecek rivayetler değildir. Hoca efendi söz konusu rivayetlerde geçen "cevarî, velâid, imâ, kaynât" gibi kelimeleri, genel olarak "kadınlar" diye tercüme etmekle ciddi bir usul hatası yapmıştır. Buna bilgi hatası demiyorum; çünkü hoca efendi bu gibi kelimelerin yaygın olarak hür olmayan kadınlar için kullanıldığını pek ala bilir. Burada aslında bir muğalatadan da söz edilebilir. Yani bir delili kapsam alanı dışında işletmeye çalışmak gibi bir mantık hatasından söz edebiliriz.

Hür kadınlarla cariyeler arasında –mahremiyet hükümleri başta olmak üzere- önemli hüküm farklılıkları bulunduğu ve üzerinde konuştuğumuz konu da bu farklılığın tebellür ettiği konulardan biri olduğu halde hoca efendinin böyle bir tercüme hatasına düşmesi ihmale yorulabilecek türden değildir. Bir de söz konusu rivayetlerin haram-helal, cevaz-adem-i cevaz gibi ahkam meselelerine malzeme olarak kullanılması vehameti ciddi boyutlara taşıyor.

- Gerekçede zikredilen hadiseyle ilgili rivayetlerin tedkikine gelince, Hz. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebubekir (r.a) ile birlikte Medine'ye teşrif ettiklerinde, Medine'de bulunan Müslümanların kendilerini nasıl karşıladığına dair ilgili rivayetlerde çeşitli ifadeler vardır. Bazı rivayetlerde Medineli bazı cariyelerin (imâ) çıkıp "Muhammed geldi, Muhammed geldi" diye seslendikleri, bazılarında çocukların (ğılmân) ve hizmetçilerin (hüddem) "Muhammed geldi, Allahü ekber" diye sevinç çığlıkları attıkları nakledilmiştir. İbn-i Hacer'in ifadesiyle, Hakim'in tahriç ettiği bir rivayette de, Medine'den Benî Neccâr sülalesinin cariyelerinin çıkıp def çalarak "bizler Benî Neccar'ın cariyeleriyiz, Muhammed ne güzel komşudur!" dedikleri bildirilmiştir. Aynı hadisi anlatan başka bir rivayette de Medineli cariyelerin (velâid) çıkıp meşhur Talea'l-Bedru'yu söyledikleri nakledilmektedir.

- Görüldüğü gibi rivayetlerde sevinç çığlıkları atan veya def çalıp kaside okuyan kimseler küçük çocuklarla cariyelerdir. Bu rivayetlerden birincisi Buharî tarafından tahric edilmiştir. Bu rivayet sahih olmakla birlikte cariyelerin def çalıp kaside söylediğine dair bir ifade içermemektedir. İkinci rivayet de Buharî'nin rivayetinin farklı bir varyantıdır. Bu rivayette def ve kasideden söz edilmediği gibi bağıranların kadın olduğuna dair bir ifade de yoktur. Kadınların kaside/şiir söylediğini bildiren rivayetler ise üçüncü ve dördüncü rivayetlerdir. Dördüncü rivayet İbn-i Hacer'in de temas ettiği gibi munkatıdır, usul açısından ahkama mesned olamaz. Üçüncü rivayet yine İbn-i Hacer'in ifadesiyle Hakim tarafından Şeyhayn'ın şartına uygun olarak tahriç edilmiştir. Fakat ben Hakim'in el-Müstedrek'inde böyle bir hadise rastlayamadım. Muhtemelen, -İbn-i Hacer'in sehvi mevzu bahis değilse- el-Müstedrek'in İbn-i Hacer'in elinde mevcut başka nüshasında böyle bir rivayet olabilir.

- Üçüncü rivayeti Hakim'in tahriç ettiğini tespit edemesem de aynı rivayetin başkaları tarafından tahriç edildiği sabittir. Bu rivayetlerin bir kısmında Neccar oğullarından cariyelerin (cevârî/kaynât) hicret sırasında kaside söylediği, bazılarında da Medine'de bir düğün sırasında kaside söylediği (İbn-i Mace, 1899) ve Peygamberimizin onlara dua ettiği nakledilmektedir ki, anılan rivayetler makbuldür. Fakat bu rivayetlerin hemen hepsinde def çalıp kaside söyleyen kızların cariye oldukları açıkça ifade edilmektedir. Bunun gibi üçüncü maddede Hz. Aişe'nin, Peygamberimizin yanında kasidelerini dinlediği kadınlar da (câriye/kaynât) birer cariyedir. Burada da hoca efendi aynı usul hatasını tekrar etmiş ve cariyelerle ilgili bir rivayeti günümüz kadın şarkıcıları için mesnet kabul etmiştir.

Burada ısrarla, konumuzla ilgili rivayetlerde geçen asr-ı saadet cariyelerinin hür kadınlar şeklinde anlaşılmasının hatalı ve ciddi bir kavram kargaşasına sebebiyet verdiğini söylüyoruz. Bundaki ısrarımız, aslında fetvanın tek dayanağı olan bu rivayetlerdeki "cevârî" ve "kaynât" gibi kelimelerin yaygın kullanımını ve asr-ı saadet dönemi Arap toplumunda hâkim sosyal ve kültürel ortamı hesaba kattığımız içindir. Bu kelimeler, yaygın kullanımı itibarıyla bilinen kadın köleler anlamına gelir. Ayrıca kaynât kelimesi, çoğunluk şarkıcı cariyelere kullanılır. Cevârî kelimesi, -hocanın istidlaline temel kabul ettiği gibi- bazen "yeni ergen olmuş genç kız" manasında kullanılsa da, bu, o dönemin sosyal ve kültürel koşulları dikkate alındığında gündeme getirilebilecek bir ihtimal değildir. 

Hocanın bir diğer hatası bilgi eksikliği olarak dördüncü maddede karşımıza çıkıyor. Burada hoca efendi, kadının sesinin ve musikînin haram oluşuna dair sahih ve katî bir delilin olmadığını söylemekle doğrusu işi karambole getirmeye çalışıyor. Şöyle ki, soru kadının musikî icra etmesiyle alakalı olduğu halde, hoca efendi burada kadının sesinin veya genel musikînin hükmünden bahsediyor. Şimdi hocanın bu cümlesini hızlıca okuyan biri, buradan, kadının şarkı söylemesinin haram olduğuna dair güçlü bir delil olmadığı zehabına çok rahat kapılabilir. Dolayısıyla bağlamı hesaba katılarak bu ifadelerin kadının şarkı söylemesiyle alakalı olduğunu düşünmek hoca efendiye haksızlık anlamına gelmeyecektir. Şu halde hoca efendi çalgıcı kadınları (muğanniyât/kaynât) ve çalgı aletlerini (meazif/melâhî) yeren, onların kullanımını nehy eden ve ahir zamanda şarkıcı kadınları dinlemenin mübah kabul edileceğini bildirerek bu tutumu zemmeden onlarca sahih hadisi gözden kaçırmış olmalıdır.

- Evet, doğrusu burada içim rahat değil, hoca efendi bu rivayetleri görmemiş olamaz. Kaldı ki, sadece kadının sesinden ve sadece musikiden söz ederek seçme ifadeler kullanması, onun bu gibi rivayetlerin pekâlâ farkında olduğunu gösteriyor. Ama hocanın farkında olmadığı –ya da farkında olmak istemediği- bir şey var ki o da, günümüz şarkıcı kadınların Neccâr oğullarının cariyeleriyle değil, işte zemmedilen bu sonuncu kadınlarla/müğanniyâtla ilişkilendirilmesi gerektiğidir.

- Fetvanın can alıcı noktasını teşkil eden son cümlede hüküm kişilerin kendi inisiyatifine bırakılıyor ve dikkat edilirse burada kadın erkek arasında bir fark görülmüyor. Ayrıca "olumsuz etkilenmek" nedir? Bu da havada duruyor. Haram helal gibi bir hükmün böyle şahıstan şahısa değişebilen ve açık kriterlere istinad etmeyen bir hale/duyguya bağlanması da usul açısından hatalıdır. Çünkü usul-i fıkıh da hükme illet olduğu iddia edilen şeyin zahir ve standart/munzabıt olması gerekir.

Konunun teorik boyutu bir tarafa, bu fetvanın pratiğinde de ciddi belirsizlikler var. Acaba olumsuz yönde etkilenmekten maksat, şarkı söyleyen kadınla cima hayalleri kurmak mıdır? Yoksa dinleyen kişinin kalbinin ona meyledip, şarkıcıya karşı sıcak duygular hissetmesi midir? Veya söyleyen kadın ya da erkek olsun, şarkı dinlediğimizde içimizde en ufak bir kıpırtı veya farklı çağrışımların oluşması mı kastediliyor?

- Eğer sonuncusu kastediliyor ise, fetvayı böyle bir kayda bağlamakla kadından musikî dinlemeye cevaz vermemek arasında bir fark yoktur. Zira özellikle bir kadın şarkıcı dinleyip de en ufak bir duygu ve çağrışıma kapılmayacak kimse nadirattandır ki, fıkıhta nadirata itibar yoktur.

- Eğer ikinci şık kastediliyorsa, kadın şarkıcı dinleyip de böyle bir duyguya kapılmamak da zordur. Zira kadın şarkıcılara hayranlık duyan, meşhur şarkıcılara âşık olan gençlerin sayısı yüz binlerle ölçülmektedir. Çoğunluk insanlar böyle bir duyguya kapılabilir, içlerinde o kimseye karşı bir sevgi oluşur.

- Eğer birinci şık kast ediliyorsa, bu azınlıktır ve fetvada böyle bir kesimi hesaba katmak bir dereceye kadar makuldür; ama böyle bir ölçünün hocanın elindeki delili nedir. Elverir ki, hocanın onu da açıklaması gerekirdi. Peki şimdi hoca efendi hangi şıkkı kastetmiştir ve bu fetvayı okuyan kişi neye göre hareket edecektir. Şunu anlamak için kehanete gerek yoktur ki, çoğunluk insanlar burada olumsuz etkiden birinci şıkkı anlayacaktır. Çünkü memleketimizde çirkin addedilen bu şıktır. Kötü duygular dendiğinde insanların zihninde hemen bu durum canlanacaktır. Toplumumuz maalesef ikinci şıkkın kötü ve gayr-i ahlakî olduğunu düşünemeyecek kadar dejenere olmuş vaziyettedir. Şu halde burada belirsiz bir ölçü getirmek suretiyle insanları yanıltmak vardır.

Ayrıca sonunda hükmün getirilip insanların kendi takdirlerine bırakıldığı fetvalar şöyle bir paradoksa yol açıyor. Kadın şarkıcıyı dinlediği halde kalbine kötü bir şey gelmeyecek olan kişi zaten iyi bir zahid olmalıdır. Böyle bir kimsenin müzikle ilgili bir sorusu da olmaz. Dolayısıyla böyle bir fetvanın anlamı yoktur. Eğer bir insan aksine kadın şarkıcıyı dinleyip de olumsuz yönde etkilenecek kadar kendine sahip olamayan biriyse, aynı adamın bizim verdiğimiz fetvaya binaen çekinip müzik dinlemeyeceğini nasıl bekleyebiliriz? Bu durumda da verdiğimiz fetva uygulama açısından hiçbir kıymet ifade etmez ki yine anlamsız demektir.

- Fetvanın bir başka yanıltıcı tarafı, bir insan baştan kötü etkileneceğini bilmiyorsa bu durumda kadından musikî dinlemesine cevaz veriyoruz, demektir. İş böyle olunca da bir amelin hükmü o amelin yapılmasına bağlanmış oluyor. Oysa amelin yapılıp yapılmaması için hükmünün önceden bilinmesi ve ona göre yapılıp yapılamayacağına karar verilmesi gerekir. Peki aynı kimse dinledikten sonra kötü duygu hissettiğini fark etse bu durumda ne olacak? Verilen fetvaya göre bu kimsenin başından beri musikî dinlemesi haram olmuş olacak. Bu durumda o haramın vebalini kim üstlenecek?  

- Sonuç olarak Hayrettin Karaman hoca efendinin mezkur fetvası, gerek istidlal mantığı, gerekse iftâ ve içtihat usûlü açısından tutarsızlıklar arz etmektedir. Ayrıca konuyla ilgili rivayetler ve bu rivayetlerin tahlil ve izahları hakkında yeterli araştırma yapılmadığı, kısa yoldan arzulanan sonuca varılmak istendiği gözlenmektedir. Üstelik milyonlarca Müslümanı ilgilendiren ve haram-helal çerçevesine giren bir konunun, böyle düz mantık işlemleriyle çözümlenmeye çalışılması, iftâ ve irşad makamında olan büyüklerimizin taşıdığı sorumluluk ve ciddiyetin ne boyutlarda olduğunu göstermesi bakımında esef vericidir.

Ahkâmü'l-Avrati ve'n-Nazar, s. 105. Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 7. en-Nihaye fi Garîbi'l-Eser, c. 4. s. 118. Lisânü'l-Arab, c. 14, s. 143; es-Seâlibî, Kitabü Fıkhi'l-Lüğa, s. 93. Sahih-i Buharî, 5590; Hakim, el-Müstedrek, 8572; Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 22285

Darul Hikmet 13.11.2007

 

-2.ARŞİV.80

 

Erdoğan: Batı’dan ahlaksızlık aldık

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Biz Batı’nın ilmini, sanatını almadık. Maalesef değerlerimize ters düşen ahlaksızlıklarını aldık" dedi.
- Başbakan Erdoğan, Milli Eğitim Şura Salonunda düzenlenen "2007-2008 Öğretim Yılında Yurtdışında Eğitime Gönderilecek 1000 Öğrencinin Yönlendirme Program Tanıtım Toplantısı"na katıldı.
- Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, hükümet olarak, Türkiye’yi 4 ana sütun üzerinde yürütme anlayışına sahip olduklarını belirterek, bunlardan birincisinin eğitim olduğunu söyledi.
- "İyi bir eğitim olmadan hiçbir şey olmaz" diyen Erdoğan, eğitimin ilerlemenin ve çağdaşlaşmanın da temelini teşkil ettiğini söyledi. İlköğretimde 1927 yılında 432 bin, orta öğretimde 12 bin 500, yüksek öğretimde ise 3 bin 900 öğrencinin yer aldığını kaydeden Erdoğan, 2007 yılı sonu itibariyle ise ilköğretimde 10 milyon 847 bin, orta öğretimde 3 milyon 387 bin, yüksek öğretimde ise 2 milyon 453 bin öğrencinin eğitim gördüğünü ifade etti.
- Nüfus dikkate alındığında artık eğitimin tüm boyutları ile değerlendirilmesi gerektiğini anlatan Erdoğan, okullaşmadan eğitimcilere kadar geniş çapta düşünülmesi ve netice alınması gerektiğini dile getirdi. Erdoğan, 2007 yılında ilköğretimdeki okullaşma oranını yüzde 96,5, orta öğretimde yüzde 86,6, yüksek öğretimde ise yüzde 34,5’e çıktığını da hatırlattı.
- Başbakan Erdoğan, "Hedefimiz, ilköğretimdeki okullaşma oranını yüzde 100’e, orta öğretimdeki okullaşma oranını yarısı mesleki eğitim olmak üzere yüzde 90’a çıkarmaktır" dedi.
- Şu an, Türkiye’de mevcut 460 bin dersliğin, 115 binin son beş yılda yapıldığını anlatan Erdoğan, bunun bir rekor olduğunu dile getirdi."Vakıf üniversitelerinin artmasını da çok ama çok istiyoruz" diyen Erdoğan, dünya genelinde özel okulların yüksek öğretimdeki payının yüzde 30’lar civarında olduğunu, Türkiye’de ise bu oranın yüzde 6 olduğunu dile getirdi.
- Bazı şehirlerde kurulacak üniversite kampüsleri ile "kampüs şehirler" oluşturulabileceğini de belirten Başbakan Erdoğan, başka ülkelerde varsa, bunun Türkiye’de de olabileceğini ifade etti.
- Türkiye’nin, en sıkıntılı zamanlarda dahi yurt dışına lisans ve lisansüstü öğrenci göndermeyi bir politika olarak benimsediğini ve uyguladığını anlatan Erdoğan, "son 10-15 yılda yurt dışına gönderilen öğrencilerin ortalamasının 30’u geçmediğini ve bunun Türkiye için felaket olduğunu" söyledi.
     Erdoğan, şöyle konuştu:
- "İstiklal şairimiz ’alınız ilmini garbın, alınız sanatını’ diyor ya ’veriniz hem de mesainize son süratini’ diyor ya... Biz Batının ilmini, sanatını almadık. Maalesef, değerlerimize ters düşen ahlaksızlıklarını aldık. Biz Batının sanatını, ilmini almakta bir yarış etmeliydik.İşte bu adım, aynen Cumhuriyetimizin banisinin de başlattığı bir adımın artarak, hızlanarak devamıdır.
Bugün ülkemizde her alanda en iyi düzeyde eğitim verebilen kurumlar bulunuyor. Fakat dünyanın değişen şartları, küreselleşme olgusu bilginin sadece elde edilmesini değil, asıl olarak üretilmesini zorunlu kılıyor. Bilgiye ulaşmak ve kullanmak özellikle bu süreçte kolaylaşırken, bilgiyi üretmek şunu bilelim ki zorlaşıyor.

- Öyleyse, dünyadaki rekabet, mal üretiminden bilgi üretimine doğru kayış takip ediyor. Örneğin, bir bilgisayar programı geliştirmek milyonlarca araba üretmekten çok daha fazla kazanç sağlayan bir iş haline dönüşüyor. Bilgi üretimi içinse gerçekten yüksek donanımlı insanlara ihtiyaç var. Dünyanın bilgi üreminin merkezi durumundaki öğrenim merkezlerinde bulunmadan, oraların havasını teneffüs etmeden bilgi üretimi yapacak insanlar yetiştirmek elbette kolay değildir."
- Yurtdışına gönderilen öğrenciler için dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasından seçim yapıldığını belirten Başbakan Erdoğan, hedeflerinin 5 yılda 5000 öğrenciyi yurt dışında eğitime göndermek olduğunu söyledi. 24.01.2008

 

-2.ARŞİV.81

 

AYNI HEDEFE DÖRT KOLDAN YÜRÜYEBİLİRİZ !

Uzun bir süredir sık sık İstanbul dışına çıkıyorum. Türkiye coğrafyasındaki Müslümanlarla sıcak sohbet ortamlarında dertleşip hasbıhal ediyorum. Ancak bu ziyaretlerim sırasında edindiğim izlenimler beni derin düşüncelere sevk ediyor. Dolayısıyla bu yazımda bir kısım izlenimlerini sizlerle paylaşma ihtiyacı hissettim. Öncelikle şunu söyleyeyim ki, sözlerim mevcut iktidara yamanarak sistemle uzlaşmış, beceremediğini inkar etme yoluna gidip "Siz hala orada mısınız ?" diyerek bireysel bir din anlayışı içerisine girmiş ya da bugün adına STK (Sivil Toplum Kuruluşu) diyebileceğimiz birtakım kurumların çatısı altına sığınmış olanlara yönelik değildir. Sözlerim bugünkü mevcut tablodan hoşnut olmayan, geçmişte yapılan birtakım hatalar sonucunda hayal kırıklıkları yaşamış olmalarına karşın dik duruşlarından taviz vermeyen, kıblesini şaşırmamış, ancak buna rağmen yeniden bir şeyler yapma noktasında umutsuzluk içerisine girmiş olan samimi Müslümanlara yöneliktir.

- Şuna adınız gibi emin olun ki, İslam adına bu coğrafyada kayda değer gelişmeler yaşanacaksa bu halk içerisinde 'Sıradan' diye nitelendirilen insanların yani sizlerin sayesinde gerçekleşecektir. Yeter ki, bugün birtakım imkanlara sahip olan diğerlerine bakarak kendinizi hafife almayın. Evet, belki bugün paramız yok, gazetemiz, radyomuz, televizyonumuz yok, sesimiz pek fazla duyulmuyor, üstüne üstlük bu dünya hayatına dair birtakım sıkıntılar içerisindeyiz. Olaylara olumsuz yönden bakıldığında gerçekten de işler karmakarışık. Ancak her şeye rağmen inandığımız ilkelerden zerre kadar taviz vermedik. Ne sevdamızdan vaz geçtik, ne de duruşumuzu bozduk. Bugün her ne kadar türlü olumsuzluklar yaşıyor olsak da İlahi rehber duygu ve düşüncelerimize yön vermekte. O halde şuna bir daha iman etmek durumundayız : "Üzülmeyin, gevşemeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz üstün olan sizsiniz" (Al-i İmran : 139) Bu, tarihin bir dönemiyle sınırlandırılabilecek bir söylem değildir. Dün yaşamış olanlar birer ümmetti, onlar gelip geçtiler, kazanmış oldukları kendilerine aittir ve biz onların kazanmış olduklarından sual olunacak değiliz. Kelam-ı İlahi doğrudan bize sesleniyor ve bu işin tek bir şartı var; o da gerçekten iman etmiş olmak. Akıbet şüphesiz ki, takva sahiplerinindir. İmanlarına zulüm bulaştırmayanların, hiçbir hal ve şartta uzlaşmayanların, kıblesini değiştirmeyenlerin, 'Ehven-i şer' diyerek işi kıvırmayanların...

Dolayısıyla her daim bir hesabımız olmalı, bizi diri tutacak, güçlü kılacak bir hesap. Nedir o ? Nihai bir hedef; piramitin tepesindeki son taşa ulaşmanın hesabı. Bu hesap olmadan olmaz, bu yoksa hiçbir şey yok demektir. Anlamsız, amaçsız, günlük düşünceler, durağanlık, sistematiği olmayan ameller bütünü... Rüzgar ne yöne savurursa... Peki o zaman nasıl olacak ? Hayatın içinden bir örnekle cevaplayalım bunu : Çocukken mahallede top oynardık, sokağa çıktığımızda önce bizim gibi top oynayan diğer çocukları bulurduk, sonra da aramızda takım kurar maç yapardık. O halde önce bizim gibi top oynayanları bulup takım kurmak gerek. "Kervan yolda dizilir" demişler, hele takım bir çıksın ortaya, o takıma teknik direktör de bulunur, taraftar da... Ve emin olun ki, sizden iyisi yok. Firavunlar, Nemrutlar yeryüzünde nasıl imkan sahibi iseler Allah yarın size de aynı imkanı verir, Amerika'nın ve Avrupa'nın hazineleri yarın sizin olur. Yeter ki inanın, yeter ki hesabınız olsun ! Burası önemli, piramidin tepesindeki son taşın ismini doğru koyun gerisi kendiliğinden gelecektir.

- Sütten ağzı yananlar yoğurt yemeye yanaşmazlarsa bu işi yapamayız. Bu yolda her şey var, öncelikle bunu kabullenmemiz lazım. Topukları üzerinde gerisin geri dönenler, üç kuruş için davasını satanlar, hainler ve münafıklar... Bunların hepsi olacak. Allah, sadık olanlarla ikiyüzlüleri, oturanlarla cehd gösterenleri, pis ile temizi birbirinden ayıracak, deyim yerindeyse ak koyun kara koyun dar geçitte belli olacak. Bunları düşünerek yola çıkmamak gibi bir hakkımız yok. Neticede herkes kendi nefsinden sorumlu. Kaldı ki, sonuca gitmek her zaman için mümkün olmayabilir, bu da imtihanın bir başka boyutu. Hz. Nuh gibi hayatınızın büyük bir bölümünü bu amaç uğrunda tükettiğiniz halde sonuca gidemeyebilirsiniz, Hz. İbrahim gibi tek başınıza kalabilirsiniz ya da Hz. İsa'nın mücadelesinde olduğu gibi kısa bir süre içerisinde işler sarpa sarabilir. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

- Peki, o halde nasıl olmalı ? Biz Allah'ı gördük mü ? Hayır. Melekleri gördük mü ? Hayır. Cenneti, cehennemi gürdük mü ? Hayır.

Peygamberleri gördük mü ? Hayır. Son Peygamber'i gördük mü ? Hayır. Hayır, bunların hiçbirisini görmedik. Ama bütün bunlara iman ediyoruz. Öyleyse birbirimizi görmediğimiz halde de bir bütünün parçaları haline gelerek aynı hedefe dört koldan yürüyebiliriz. Bunun için gerekli olan yegane şart hayırlarda yarışmaktır. Ancak bu, mutlak anlamda hayır olmalı. Yani gerçek anlamdaki saf / katışıksız hayır. "Bu, şartlar ne olursa olsun ve kime göre olursa olsun her zaman arzu edilen hayırdır. Peygamber'in (S) tanımladığı hayır gibi : "Peşinden ateşin geldiği hayırda hiçbir hayır yoktur; ardından cennetin geldiği şerde de hiçbir şer yoktur." (bknz. Ragıp, el-Müfredat, H-y-r maddesi) Bu takdirde her nerede olursak olalım Allah, imana ermiş olup salih amellerde bulunanları biraraya toplayacağını vadetmiştir. (Bakara : 148) Gerçek anlamda hayra ulaşabilmenin yolu ise öncelikle vahiy eksenli ortak bir gündem üzerinde söz birliği etmekten geçiyor. Bu birbirimizden uzakta olsak dahi bizi bir bütünün parçaları haline getirecek yegane unsurdur. Aksi halde tıpkı bugün olduğu gibi düşünce ve pratiklerimize anarşi / başıboşluk hakim olur. Kendi aralarında işlerini parçalamış bölük pörçük bir ümmet... Düşünce, söylem ve pratikte anarşi (başıboşluk) içerisine yuvarlanmış koca bir insan yığını...

- 'Emr'; 'İş', 'durum', 'güç', 'irade' anlamlarına gelir, "Bu genel ifade fiillerin ve sözlerin tümünü içine alır." (bknz. Ragıp, el-Müfredat, E-m-r maddesi). Şu halde ayeti tekrar okuyalım : "Ancak onlar kendi aralarında 'emr'lerini / işlerini (durumlarını, güçlerini, iradelerini, gündemlerini, söylemlerini) parçaladılar. Her hizip kendi yanındakiyle ferahlamaktadır." (Mü'minun : 53) "Bu kınama diğer ümmetlerin yanı sıra İslam'ın bugüne kadar uzanan tüm takipçilerini de içine alıyor ve çağımızda İslam dünyasının kendi arasında içine düştüğü uyuşmazlığa işaret ediyor" (Esed). Herkesin kendi kafasına göre gündem belirlediği, söylem geliştirdiği ve vahyin aşamalarına sadık kalmaksızın pratikler ürettiği bir kaos ortamı... Düşünce, söylem ve pratikte birlikteliğin sağlanamadığı böylesi bir ortamda, gerçek anlamda hayırlarda yarışmaktan ve dolayısıyla Allah'ın bizi biraraya toplamasından söz etmemiz mümkün değil. Zira tarihin her döneminde ihtilafa düşmenin doğurduğu yegane sonuç yıkım olmuştur. Kur'an, İsrailoğullarına göndermelerde bulunurken bunu şu şekilde ifade eder : "Kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki azgınlık ve ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. Muhakkak ki, Rabb'in ihtilafa düştükleri şey hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir." (Casiye : 45) Dolayısıyla Kur'an'a bütüncül olarak baktığımızda karşımıza şu formül çıkıyor : Azgınlık (İhtiras, kıskançlık) > İhtilaf > Tefrika > Zillet

Bu nedenledir ki, öncelikle sistemin kendi iç hesaplaşmasının ürünü olan suni gündemden uzak durarak hakiki gündem ve söylem üzerinde ittifak etmemiz gerek. Çeteler, militarizm, sivil anayasa, insan hakları, 301. madde, başörtüsü vs. vs. ... Bunlar bizim derdimize derman değil. Bizim tek derdimiz, tek gündemimiz olmalı; İslam, Tevhid ve Öz'e Dönüş ! Bugün bu eksende geliştirilecek bir söylem ve pratiğe ihtiyaç duyuyoruz. Seyyid Kutub'un ifadesiyle "Müslüman ümmet, hayatını, düşünce sistemini, prensiplerini, ölçüsünü ve değerlerinin tümünü İslam metodundan alan insan topluluğudur. İşte bu ümmet, bu vasıflarıyla Allah'ın hükümleriyle hükmeden nizamın yeryüzünden silinmesiyle ortadan kalkmıştır." Bir başka ifadeyle bugün yeryüzünde 'Müslüman ümmet'ten söz etmek mümkün değil. "Bu bakımdan İslam'ın bir kere daha beşeriyetin kumandasını ele alması ve belirlenen fonksiyonunu yeni baştan gerçekleştirebilmesi için bu ümmeti yeniden öz varlığına döndürmek gerekir." (Yoldaki İşaretler) Peki, nasıl olacak bu ? İnsan haklarından dem vurarak mı, STK'cılıkla mı, sendikal mücadeleyle mi, sivil anayasa ile mi ya da 'Ilımlı İslam'la (!) mı ? "Nesiller boyu ne İslam'la ne de İslam'ın metoduyla ilgisi bulunmayan düşüncelerin, sistemlerin kalıntıları tarafından örtülen bu ümmet için 'Bir diriliş' gerekir. Her ne kadar bazı kimseler 'İslam alemi' (!!!) adı altında böyle bir ümmetin varolduğunu iddia etseler de ilk görev budur" (Seyyid Kutub, a.g.e). Ancak ne yazık ki, bugün STK'cılığı (Sivil Toplum Kuruluşçuluğunu) vb. metodları kendi mücadeleleri için tek çıkar yol olarak görenler, üstadın ısrarla altını çizdiği 'Kur'ani metod' ifadesine rağmen onun söylemlerini çarpıtarak kendi gidişatlarını haklı çıkarma çabası içerisindeler. Bu da bize geçmişten günümüze yardımcı düşünsel kaynakların gereği gibi değerlendirilemediğini göstermekte.

- Sonuç itibariyle, öyle ya da böyle bu yoğurdu yiyeceğiz. Geçmişe takılıp kalmak, aynı hataların tekerrür etmesinden çekinerek kendimizi durağanlığa mahkum etmek, beceriksizliğimizi yola fatura etmek ya da Kur'ani metodun dışında kendimize yeni bir metod belirlemek gibi bir lükse sahip değiliz. Zira bu tür düşünce ve davranışların bir tek anlamı vardır; bunun adı Rasul (S) ile arayı ayırmaktır. Bir başka ifadeyle Rasul'ün (S) takip ettiği metoddan (izlediği yol ve yöntemden) uzaklaşarak onunla bağını koparmak ! "Her kim hendisine hidayet apaçık belli olduktan sonra Rasul ile arasını ayırır / bağını koparır ve Mü'minlerin yolundan başkasını tercih ederse onu kendi tercih ettiği yolda bırakırız ve ona cehennemi tattırırız. O ne kötü bir dönüş yeridir." (Nisa : 115)

Yolumuz uzun ve çetin. Allah ayaklarımızı kendi yolunda sabit kılsın ve ahiret gününde bizi Rasul'ün (S) sadık takipçileri olarak haşretsin... Selam ve dua ile... Atilla Fikri Ergun atilla.fikri.ergun@hotmail.com 31/01/2008

 

-2.ARŞİV.82

 

Akşener: Başörtüsüne RP Engel Oldu

Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener Refah Partisi ile ilgili şok bir iddiada bulundu. AK Parti ile MHP’nin üniversitelerde türban sorununu çözüm olarak geliştirdiği "çene altı formülü"nün yıllar önce İçişleri Bakanı olduğu dönemde Meral Akşener tarafından geliştirildiği ortaya çıktı. Gazeteci Fadime Özkan’ın 2005 yılında yayınlanan "Dünden Yarına Başörtüsü" adlı kitabında Akşener, Refahyol hükümetinde İçişleri Bakanı’yken bulduğu formülü şöyle anlatıyor:

- "Askerlerle devlet memuru kadınların işlerine başörtüsüyle gitmeleriyle ilgili bir anlaşmaya varmıştık. Zamanın MGK sekreteri Tuncer Kılınç ve İçişleri Müsteşarı ile oturduk konuştuk. Bir ressama başın nasıl bağlanabileceğini çizdirdim. Tayyörle birlikte kullanılabilecek yine başı örten, saçı göstermeyen ama Anadolu’yu yansıtan bir tarz konusunda uzlaştık. Fakat Refah Partisi ile bu konuda önceliklerimiz açısından problem çıktı. Onlar, kara yoluyla hacca adam göndermeyi önerdi! O zaman, hacca kara yoluyla adam göndermenin başörtüsü sorununun çözümünden daha önemli olduğunu gördüm. Öncelik sıralamasındaki farklılık, suratıma yediğim ilk tokattır."

 

-2.ARŞİV.83

 

Sözlükle tefsir, baltayla saat tamirine benzer

14 asırdır Müslümanların kadınların başını örtmesini dini bir gereklilik olarak gördüğünü ifade eden Bardakoğlu, "Bu kişisel takdirlerden bağımsız tartışılmayacak kadar açık bir veridir" dedi.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, 14 asırdır Müslümanların kadınların başını örtmesini dini bir gereklilik olarak gördüğünü ifade ederek, "Müslümanların dini tecrübesinde kadınların başörtüsü dini gereklilik olarak görüle gelmiştir. Bu tartışılma-yacak kadar açık bir veridir" dedi. Bardakoğlu, CNN Türk'te katıldığı "Eğrisi Doğrusu" programında gazeteci Taha Akyol'un sorularını yanıtladı. Laikliğin bir siyasi rejim olarak, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olduğunu belirten Bardakoğlu, "21. yüzyılda Türkiye laikliği çok olumlu meyveler verecektir, buna yürekten inanıyorum" diye konuştu. Diyanet İşleri Başkanı olarak sürekli Müslüman kadınların başörtüsünün dini hükmü nedir konusunda çok açık ve net ifadelerde bulunduğunu kaydeden Bardakoğlu, "Hep dedim ki, 14 asırdır Müslümanlar kadınların başını örtmesini dini bir gereklilik olarak görmüşlerdir ve genel çizgi, genel manzara budur. Yani bu kişisel takdirlerden, bakış yönlerinden bağımsız çok net bir resimdir" diye konuştu.

DÜNYANIN HERYERİNDE BAŞÖRTÜSÜ AYNI

"Müslümanların dini tecrübesinde kadınların başörtüsü dini gereklilik olarak görüle gelmiştir. Bu tartışılma-yacak kadar açık bir veridir" diyen Bardakoğlu, "Bu düne gitseniz de böyle, bugün baksanız da böyle. Kuzey Afrika'ya gitseniz de böyle, Endonezya'ya gitseniz de böyle. Tabii Müslümanların bu kanaati kendiliğinden oluşmuş değil, Kur'an'la irtibatı var, Peygamber'in uygulamalarıyla irtibatı var, Müslümanların bunu anlama tarzlarıyla irtibatı var. Dinin ana kaynağı Kur'an'dır. Onun açıklayıcısı Hazreti Peygamber'dir. Sözlüğe bakarak Kur'an ayetlerini açıklamak, Arapça sözlük alıp ayetleri tefsir etmek baltayla saat tamir etmeye benzer" dedi..2008 yenisafak

 

-2.ARŞİV.84

 

Gözyaşlarımızı bitti mi sandın?
HENÜZ Vural Savaş’ın esamisinin bile okunmadığı günlerdi...
Varoşlardaki sakallı amcalar, birbirlerine "Tamam inşallah" diyorlardı...  Refah Partisi iktidara gelecekti, sakallı amcalar da yüzyılın devrimini yapacaklardı. Ancak bu müjde, kentlerin merkezinde korkulu bir "karabasan" olarak algılanıyordu.
Varoşun "Tamam inşallah" parolasına karşılık, merkezin parolası "Geliyorlar... Bizi kesecekler" şeklindeydi. İşte o günlerin hengamesinde... Ankara’da bir spor salonunda Refah Partisi’nin "Şahlanış Gecesi"ne katılmıştım...
Henüz iktidarın "mutlak bozucu" etkisiyle tanışmamış, dolayısıyla henüz "müteahhit" olmamış "mücahitler" doldurmuştu salonu... Refah Partisi’nin Kadın Kolları Başkanı (Onlar galiba ’Hanımlar Komisyonu’ diyorlardı), kürsüye çıkmış, çok sıkı Leninist propaganda eğitiminden geçmiş hatip edasıyla konuşuyor, bütün bir salonu hop oturup hop kaldırıyordu.
Erbakan’a hitap ediyordu... "Hocam" diyordu, "Rektörler başörtülülere selam duracak diyorsun ya...
Yetmez hocam, yetmez... Şunlar da selam dursun, bunlar da selam dursun."
"Şahlanış Gecesi"ne katılan büyük kalabalık, gerçekten şahlanıyordu. Bir kendinden geçme ayiniydi bu... Uçsuz bucaksız gözyaşları... Sakallı amcalar ağlıyor, çarşaflı teyzeler ağlıyor, Şevket Kazan ağlıyor, Filistin poşulu gençler ağlıyor, Bülent Abi ağlıyor, Şanlıurfa teşkilatı ağlıyor... "Şimdi sıra bizde" mesajı veriyorlardı... Kendilerini kutlu bir tarihin son müjdecileri olarak görüyorlardı...  Yaptıkları mücadele ile Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te yapılan mücadele arasında paralellikler kuruyorlardı. İskilipli Atıf Hoca’dan söz ediyorlar ve "Bilmezsiniz kimleri astılar?" diye soruyorlardı.  Ama en çok göz pınarlarında biriken o yaşlar dikkat çekiyordu... Ürpertici gözyaşları...
- Şimdi bakıyorum, bir zamanlar sadece "Geliyorlar... Bizi kesecekler" diye endişeler içinde olan kesimler de "gözyaşı" dökmeye başladılar... Ağlıyorlar, ağlıyorlar, ağlıyorlar... Gözyaşlarını gösteriyorlar... Onların da "kutlu" bir tarihi var artık...
27 Mayıs’ta Menderes’i nasıl da alaşağı ettiklerini anımsıyorlar... Dudaklarında o eski ihtilal şarkısı, hep bir ağızdan "Olur mu böyle olur mu?" diyerek ayin yapıyorlar. "Diktatör Menderes"i nasıl "555 K" ile gönderdilerse...
Şimdi de...
"Diktatör Tayyip"i "222-A" ile göndermenin hayalini kuruyorlar. O günlerin Sıddık Sami Onar’ının yerini bugünün Mesut Parlak’ı almış... O günlerin Hıfzı Veldet’inin yerini bugünün Sabih Bey’i almış... Bir galeyan hali ki o kadar olur... Daha düne kadar oturup, akıllı uslu konuşabildiklerimiz, "üç beş genç kız üniversiteye türbanla girecek" diye kendilerini kaybetmiş durumdalar. Aksi bir tezi duymak bile istemiyorlar. Sakin bir şekilde bir şeyler anlatmaya kalktığımızda, bize hemen gözyaşlarını gösteriyorlar. "Her şey bozuldu... Her şey mahvoldu..." diyorlar ve en selefi kılıçlarını çıkarıp "Öze dönüş" çağrıları yapıyorlar. "Asrı saadet" hayali içindeler...  Şikayet mercileri Anıtkabir... Onların gözyaşları da uçsuz bucaksız... Onların gözyaşları da ürpertici...

- Oysa ben gözyaşlarının gerçekten bittiğine inanmıştım... Artık politikanın bir ölüm kalım savaşına dönüşmeyeceğine, herkesin birbirini anlamaya başladığına, kendi bireysel özgürlüklerine düşkün insanların başkalarının bireysel özgürlüklerine de düşkün olmayı öğrendiklerine, kendi yaşam tarzına titizlenenlerin başkalarının yaşam tarzlarına da titizlenmeye başladıklarına falan inanmaya başlamıştım... Meğer ben ne büyük bir aptallıkla bakıyormuşum Türkiye’ye...
Gözyaşlarını bitti sanarak nasıl da aldanmışım...
Ahmet HAKAN 3.02.2008

 

-2.ARŞİV.85

 

’Şulebaş türban’ tasarımından kara çarşafa uzanan sıradışı bir hayat

Hayrünnisa Gül’den Emine Erdoğan’a kadar birçok kadının başlarını bağlama şekline "Şulebaş" deniyor.

Bu başörtüsüne adını veren Şule Yüksel Şenler kimdi? Nasıl ve neden örtündü? Bu türban modelini nasıl buldu? Terzilik öğrendiği Ermeni ustasının etkisi oldu mu? Türbandan sonra neden kara çarşafa büründü? Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Hanım birlikteliğinin arabulucusu Şule Yüksel Şenler, neden iki kez evlenip boşandı? Türban konusunda Türkiye’de "çığır açan" bir gazeteci-yazarın işte yaşam hikáyesi.
- KIBRISLIYDILAR. Babası Hasan Tahsin ile annesi Mihriban Ümran Hanım, teyze çocuklarıydı. Altı kardeştiler: Özer, Örsel, Şule Yüksel, Gonca Gülsel, Tuncer ve Çiğdem.
- Tarih 29 Mayıs 1938. Kayseri. Şule Yüksel dünyaya geldi. Babası, Sümer Fabrikası’nda görevliydi. 6 yıl sonra görevinden ayrıldı. İstanbul’a yerleştiler. Bütün aile; anneanneler, babaanneler tüm akraba kadınları modern kıyafetler içinde, zarif ve şık giyiniyorlardı.
- Şule Yüksel, Koca Ragıp Paşa İlkokulu’na giderken ailenin ekonomik düzeni bozuldu. Şenler çiftinin çocuklarına okul aile birlikleri yardım etti. Şule Yüksel, ortaokula kadar okuyabildi. Annesi kalp krizi geçirip yatağa bağlanınca okuldan alındı.
- Artık evden çıkmıyor; temizlik yapıyor, yemek pişiriyordu. Arta kalan zamanlarında hep kitap okudu; ne bulursa onu okudu. Öyküler yazmaya başladı. Bunları Safa Önal’ın çıkardığı "Yelpaze" Dergisi’ne gönderdi. İlk yazarlığa burada adım attı.
Sonra Gökhan Evliyaoğlu, Peyami Safa gibi devrin ünlü isimlerinin bulunduğu "Yeni İstanbul" Gazetesi’nin gençlik köşesinde yazmaya başladı. Bu arada gazetenin ilanlarını hazırlayan Yüksel Bey’den resim dersi aldı. Resim derslerini müzik dersleri takip etti. Ney ve kanun çalmayı öğrendi.
AĞABEY BASKISI. Ağabeyi Özer Şenler, Said-i Nursi’nin yakın çevresi içine girmişti. Ailesinin modern yaşamına; annesi ve kız kardeşlerinin örtünmemesine ve hele hele evde bile olsa kız kardeşlerinin erkek musiki hocalarından ders almasına çok kızıyordu. Bir gün evi terk etti.
- Artık ağabeyi Özer’in yeni bir hayatı vardı. Dizinin dibinden ayrılmadığı Said-i Nursi, "Özer" adını da değiştirip "Üzeyir" koymuştu! Ağabey Özer Şenler’i, Said-i Nursi ile tanıştıran kişi ise, "Milliyetçiler Derneği"nden arkadaşı Nevzat Yalçıntaş’tı.
- Şule Yüksel o günlerde áşık oldu. Lise öğrencisi mahalleli bir gence tutuldu. Aşk karşılıklıydı. Dört yıl flört ettiler.
- 18 yaşına bastığı gün iki aile yan yana geldi. Ancak bu söz kesme merasimi tatsızlıkla sonuçlandı. Müstakbel kaynanasının, oğlu ve geliniyle aynı evde yaşamak istemesi bu birlikteliğin sonunu getirdi. Baba Hasan Tahsin Şenler bu teklifi kabul etmedi. Bu acı sonucu mutfakta öğrenen Şule Yüksel bayılıp kaldı. Ve yıllar geçse de bu acı dünür olayını hiç unutamadı. Hatta çocuk sahibi olamamasını da bu olaya bağladı...
ERMENİ TERZİ. Annesi, aşkını unutması için Şule Yüksel’i Bakırköy’de bir Ermeni terzinin yanına çırak verdi. Gencecik yaşında her türlü elbiseyi dikebilecek düzeye geldi. Zamanla kalfalığa kadar yükseldi.
- Ermeni ustasının Avrupa’dan getirdiği moda dergilerini elinden düşürmedi. Bu dergilerde gördüklerinden etkilenip ileride "Şulebaş Türban" tasarımı ortaya çıkaracağını kuşkusuz tahmin bile edemezdi...
- Moda magazin dergilerini elinden hiç düşürmedi ama siyasi olaylara da ilgisiz kalmadı. 1950’li yıllarda başlayan Kıbrıs mitinglerine katıldı. Ata yurdunu unutmamıştı. Mitinglerde kürsüye çıkıp ağlayarak şiirler okudu.
- 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra kurulan Adalet Partisi’ne katıldı. AP Bakırköy Gençlik Kolları, Edebiyat ve Kültür Kolu Başkanı oldu.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in çıkardığı "Kadın Gazetesi"nde köşe yazmaya başladı. Asıl adı "Yüksel" idi. Ama kadın olduğunun anlaşılması için adının önüne "Şule" ekledi. O artık "Şule Yüksel Şenler" idi. O dönem siyasal görüş olarak aşırı milliyetçi Nihat Atsız’a yakınlaştı. Ama ağabeyi Özer’in (Üzeyir) hastalığı yaşamını değiştirdi.
OJELİ TIRNAKLAR. Ağabeyi sarılıktı. Annesi, kız kardeşleri hastanede başında beklediler günlerce. Ağabeyi kendine gelince onlardan son bir istekte bulundu: "Örtünün!" Şule Yüksel sinirlendi: "Ağabey, neden bizden yapamayacağımız şeyler istiyorsun?"
-
Ağabeyi, "O halde Risale-i Nur toplantılarına katılın" dedi. Ağabeyin ölüm döşeğinde morale ihtiyacı vardı. Kabul ettiler. Risale-i Nur toplantılarına aileden ilk olarak Şule Yüksel Şenler gitti.
- Bir evde beyaz örtüler içindeki on kadın, karşılarında başı açık, modern kıyafetli ve üstelik kendilerine göre hayli dekolte bir elbise içinde onu görünce çok şaşırdı.
- Şule Yüksel eteğini çekiştirip, manikürlü ojeli parmaklarını saklayarak bir köşeye çekilip oturdu. Risaleleri dinlemeye başladı. Hiçbir şey anlamadı. Sıkıldı. Birkaç toplantıdan sonra kadınlardan biri, ojeli tırnaklarını "orangutan maymunlarına" benzetince çok utandı. Kendini "düzeltmeye" önce tırnaklarından başladı, artık oje yoktu. Sonra kadınlar başını örtmesini istedi. O da, "ayıp olmasın" diye başını yarım örtmeye başladı. "Ağabeyin çok iyi okuyor, bakalım sen nasıl okuyacaksın" diye eline risaleleri verdiler. Çok güzel okudu; kadınlar hayran kaldı. Takdir edilmek, kabul görmek çok hoşuna gitti. O günden sonra namaza başladı.
’KÜRT KARISI DİYECEKLER’
-
Yıl 1965... Bir gün aynanın karşısına geçti:Besmeleyi çekip örtündü. İçinden, "Ne kadar çirkin oldum" dedi. Bu kez saçının ön tarafı görünecek şekilde başörtüsünü bağladı. "Ne kadar iradesizim" diye kızdı. Aynanın karşısında başörtüsünü tekrar tekrar çeşitli şekillerde bağladı: "Besleme kızlara benzedim!" "Hizmetçi kız oldum!" "Herkes bana gerici, yobaz gözüyle bakacak!"
Ve sonunda... Bugün moda olan "Şulebaş tipi türban" o gün, o aynanın karşısında ortaya çıktı. "Öyle şık bir tarzda örtünmeliyim ki herkes çok beğensin!" Beklediği olmadı. En büyük tepki, anneannesi İkbal Hanım’dan geldi. İlk sözü, "Kürt karılarına benzemişsin" oldu!  Ağabeyi dışında tüm ailesi örtünmesine karşı çıktı. Ne olduğunu soranlara "Başı ağrıyor" dediler.
- Yolundan dönmedi. Kadınlara başörtüsünü sevdirmek için çok uğraş verdi; farklı şık eşarplar dikti; biyeli, atkılı, tokalı özel başörtüler taktı. Çevresi tepki gösterdikçe o örtüsüne sarındı. Örtüsü bayrağı oldu.
PAPA’NIN GELİŞİNE KARŞI. Örtünmesiyle birlikte çalıştığı yayın organı da değişti. Yeni yayın organıyla birlikte artık davalar süreci de başlayacaktı. 26 Ocak 1967 tarihinde Mehmet Şevket Eygi’nin çıkardığı "Yeni İstiklal" Gazetesi, Pakistan’da üniversiteye, ellerinde kitapları kara çarşaf içinde giden üç genç kızın fotoğrafını basıp, yanına da Şule Yüksel Şenler’in, "Müslüman kadınların örtünmesi şarttır" diyen yazısını koyunca, Türk Kadınlar Birliği dava açtı.
- Şule Yüksel Şenler ilk kez mahkemeyle tanıştı. Ama bu son olmayacak; iki kez de cezaevine girecekti. Anadolu’nun her yanında seminerler vermeye başladı. Şule Yüksel gibi İstanbul’da yaşayan modern bir kadının örtünmesi, "itilmişlik duygusu" içindeki çevrelerde memnuniyet yarattı. Her gün bir yerde panele katıldı. "Başı açık kadınlara laf atılıyor; oysa kapalı kadınlara ana-bacı gözüyle bakılıyor" diyordu. Laf atan Müslüman erkeği değil de, laf yiyen Müslüman kadını düzeltmeye çalışıyordu!
-Said-i Nursi hayranıydı. "Bugün" Gazetesi’nde Necip Fazıl Kısakürek, Said-i Nursi’nin evlenmeyişini ve sakal bırakmayışını eleştirince en sert tepkiyi o gösterdi. Giderek radikalleşti. 1967 yılında Papa’nın Türkiye’ye gelmesine karşı çıkıp, "Ağlayın ey Müslüman kardeşlerim ağlayın" diye makale yazdı. Ankara’da İmam Hatiplere ve İlahiyata Kız Yetiştirme Kursu açılmasını sağlayıp, müdür oldu. Öğrencileri onun gibi "Şulebaş" türban takmaya başladı. Bu kurstan yetişen öğrencilerden biri de ünlü gazeteci Abdurrahman Dilipak’ın eşi Asiye Hanım’dı.
- Tayyİp ErdoĞan İle Emİne HanIm’In evlİlİklerİnde arabulucu OLDU. Yaşadığı ilk aşk ve ilk hayal kırıklığının da etkisiyle yıllar sonra "Huzur Sokağı" adlı romanını yazdı. Bestseller oldu. Ünlendi.
 - Roman, "Birleşen Yollar" adıyla 1970’te sinemaya uyarlandı; yönetmen Yücel Çakmaklı’nın İslami içerikli ilk filmi oldu. Başrolde Türkan Şoray ile İzzet Günay vardı. Başörtüsü sinemaya girmişti... 32 yaşındaki Yüksel Şule Şenler o yıl evlendi. Eşi, ilahiyat mezunu tiyatrocu Abdullah Kars idi. Şehir şehir dolayıp İslami tiyatro yapıyordu. Yani aynı zamanda dava arkadaşıydılar. Evlenmelerine Risale-i Nur talebelerinden Sait Özdemir vesile olmuştu.
- Gelinliğin modelini Şule Yüksel Şenler çizdi. Kadın-erkek ayrı ayrı yapılan düğün, müziksiz ve danssız oldu. Davetiyelere ilk kez ayet ve hadis konmuştu. Konukların tesettüre uygun giyinmesi istenmişti.
Fakat:
Bu İslami düğün mutluluk getirmedi. Eşi, Şule Yüksel’i hep dövdü. Toplantılarda, "Eziyet gören kadının sabrettiği takdirde Allah katında büyük derecelere ulaşacağını" söyleyen Şule Yüksel’in dayanacak gücü kalmadı. Beş yıllık evlilik hüsranla bitti; boşandılar.
KOCA BASKISI. Hayat devam ediyordu. Koca baskısından kurtulmuştu. Tekrar panellere gitmeye; gazetelere, dergilere yazmaya başladı. "İdealist Hanımlar Derneği"ni kurdu. Manevi başkanı oldu.
- Derneğe gelen genç kızlar arasında, Emine Gülbaran (Erdoğan) da vardı. Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Hanım’ın evliliklerinde arabulucu olan isim de Şule Yüksel Şenler’di.
- Bu arada ikinci evliliğini yaptı. Eşi Kanada’da yaşamış bir maden mühendisiydi. Daha önce evlenmiş ama eşini kaybetmişti. Bir kızı vardı. (Şule Yüksel Şenler, üvey kızının yaşamına saygısından dolayı, eşinin adının yazılmasını istemedi.)
- Şule Yüksel Şenler için damat adayının en önemli özelliği, namazında niyazında olmasıydı.
Evlendiler. Bakırköy’de dubleks bir apartman katına yerleştiler. Eşi dolayısıyla yeni çevre edindi. Yeni çevre, Nakşibendi İsmailağa Cemaati’ydi. Burada tanıştığı kadınlardan; simsiyah çarşaf giyen Dr. Sevim Asımgil, yaşamında ikinci radikal değişime neden oldu.
"İslamiyet’ten soğutuyor", "Mümkün değil çarşaf giymem" diyen Şule Yüksel Şenler bir gün kara çarşafa giriverdi.
- Modern başörtüsüyle başlayan süreç, kara çarşafa gelip dayanıvermişti. Tercih kendinindi kuşkusuz. Ama ortada bir reel durum da yok muydu? Ağabeyinin isteğiyle Nurcu olup türban takan Şule Yüksel Şenler, bu kez eşinin isteğiyle Nakşibendi olup kara çarşafa girivermişti!
KARA ÇARŞAF GİYİYOR. Türban takarak modern hayat sürdüren çevresini şaşırtan Şule Yüksel Şenler, bu kez kara çarşafa girerek türbanlı arkadaşlarını hayretler içinde bıraktı. Türbanlı arkadaşlarından koptu. Eşiyle ve üvey kızıyla Fatih Çarşamba’ya yerleşti. Milli Gazete’deki yazılarına son verdi.
- Bir gün Başbakan Erdoğan’ın dünürü, gazetenin başyazarı Sadık Albayrak İsmailağa Cemaati şeyhi Mahmut Hoca’ya gelerek, Şenler’in tekrar Milli Gazete’de yazması için izin istedi.
- Şeyh Mahmut Hoca, istiharede olan Şenler’in durumuna göre, belli konularda yazmamak üzere izin verebileceğini söyledi.
İki erkek Şule Yüksel Şenler hakkında karar verirken; o dönemde Şule Yüksel Şenler’in derdi başkaydı.
- İkinci kocası da fiziki şiddet uyguluyordu. Her seferinde şeyhine koşuyor ama Mahmut Hoca, "Hele sabret" diyordu. 11 yıl sabretti. Boşandı. Boşanmasıyla birlikte, İsmailağa Cemaati kendisiyle tüm ilişkisini kesti! Yapayalnız kaldı.
AKIL HASTANESİNDE. Annesi Ümran Hanım vefat etmişti. Babasının yanına taşındı. Zaman Gazetesi’nde köşe yazarlığına başladı. Sorunlar yakasını bırakmadı. Babası Hasan Tahsin ağır psikolojik hastaydı; hafızasını kaybetmişti. Bir gün evden çıktı ve geri dönmedi. Akıl hastası Hasan Tahsin’i vatandaşlar, Bakırköy Akıl Hastanesi’ne götürdü. Hastanede diğer hastalardan dayak yiyen Hasan Tahsin vefat etti.
- Aynı hastalık Şule Yüksel Şenler’e de bela oldu. Hafızasını kaybetti. Kimseyi bilemedi ve tanıyamadı. Kıblenin nerede olduğunu, namazda hangi duaları hangi sırayla okuyacağını soruyordu hep. Aynı zamanda uyuyamıyor; sabaha kadar ağlıyordu. Doktorlar sürekli uyuttular. Bu ağır yorucu hayat beynini, vücudunu yıpratmıştı. Kimbilir belki de akraba evliliği sonucuydu çektiği bu ıstıraplar? Tedavisi bugün hálá sürüyor... Allah şifa ve uzun ömür versin...
Soner Yalcin 3.02.2008

 

-2.ARŞİV.86

 

Başörtüsüz namaz

Dün, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun “Müslüman kadınlar için başörtüsünün dini bir vecibe ve Yüce Allah’ın emri” olduğunu anlatan detaylı kararını sunmuştum. Bugün aynı Yüksek Kurul’un “Kadınların namazlarını kılarken başlarının örtülü olması gerektiği”ne dair ayrıntılı kararını aynen sunuyorum:

T.C.
BAŞBAKANLIK
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
Kadınların Başı Açık Namaz Kılmaları


Karar tarihi: 2/6/2003
Din İşleri Yüksek Kurulu, 07.11.2002 tarihinde Kurul Başkanı Doç. Dr. Şamil DAĞCI’nın başkanlığında toplandı.
Dini Soruları Cevaplandırma Komisyonunca hazırlanan “Kadınların Başı Açık Namaz Kılmaları” konusundaki rapor görüşüldü. Yapılan müzakereler sonunda:
Son zamanlarda, başın abdest organlarından olduğu, bu organların ise örtülmesinin farz olmadığı ileri sürülerek, kadınların baş açık olarak namaz kılabilecekleri iddia edilmektedir.
- Namazda örtülmesi gereken yerler dinî kaynaklarda setr–i avret başlığı altında incelenmiştir. Setr–i avret, namazın şartlarından biri olup, namazda avret yerlerinin örtülmesi anlamına gelmektedir. Avret kavramı ise, bir zaruret bulunmaksızın insan vücudunda açılması helal olmayan, namazda ve namaz dışında örtülmesi farz ve başkalarınca bakılması haram olan yerleri ifade etmektedir.
Avret mahallinin kapsamı, erkeğe ve kadına göre farklılık arz eder. Erkeğin avret yeri, Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelîlerin oluşturduğu cumhuru fukahaya göre göbekle diz kapağı arasıdır. Hanefîler diz kapağını da avret mahalline dahil etmişlerdir. Hz. Peygamber bir hadisinde, “Müslüman erkeğin uyluğu avrettir.” buyurmuştur (Ahmed, III/478). Diğer bir hadiste de, erkeğin örtülmesi farz, bakılması haram olan yerlerinin “göbeği ile diz kapağı arası” olduğu belirtilmiştir (Ebû Davûd, “Libas”, 37; Dârekutni, I, 230,231).
- Hanefî, Malikî ve Şafiîlerle, Hanbelîlerdeki hâkim görüşe göre, kadının el ve yüz dışında kalan bütün bedenini örtmesi gerekir. Hanefî mezhebindeki bir görüşe göre ayaklar da avret kapsamı dışında tutulmuştur. Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde kadının namazda örtmesi gereken yerlere ayak da dahil edilirken Hanefî mezhebinde kadının çıplak ayaklı olarak namaz kılması caiz görülmüştür. Bu görüş ayrılıklarının sebebi “Onlar (kadınlar), kendiliğinden görünenler hariç, zînetlerini göstermesinler” (Nûr, 24/31) ayetindeki “kendiliğinden görünenler hariç” ifadesiyle ilgili farklı yorumlardır.
Bütün mezheplere göre, kadınların namazda başlarını örtmeleri gerekir. Hz. Aişe’nin rivayetine göre Ebû Bekir’in kızı Esma, üzerinde ince bir elbise olduğu halde Rasûlullah’ın huzuruna girmiş, Hz. Peygamber de ondan yüzünü çevirerek, “Ey Esma! Kadın ergenlik çağına ulaşınca, –el ve yüzünü işaret ederek– şurası ve şurası müstesna artık onun –yabancılar tarafından– görülmesi doğru olmaz.” buyurmuştur (Ebû Davûd, “Libas”, 34).
- Başka bir hadiste de, “Allah ergenlik çağına ulaşan kadının başörtüsüz olarak kıldığı namazını kabul etmez.” buyurmuştur (Hakim en–Neysabûrî, Müstedrek, I, 251; Ebu Dâvûd, Salat, 85, No: 641, I, 422; Tirmizî, Salat, 277, No: 377, II, 215; İbn Mâce, Tahâre, 132, No: 655, I, 214; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 150, 218, 259. İbn Huzeyme, hadisin sahih; Tirmizî, Hasen; Hakem ise Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir). Bu hadisler buluğ çağına ermiş Müslüman bir hanımın namaz kılarken saçlarını ve diğer avret mahallini örtmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ayrıca hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’in eşlerinin evlerinde baş örtüsü ile namaz kıldıklarını (Malik, Salat, 10. No: 35–36), Hz. Peygamber’in başı açık namaz kılan genç kızlara müdahale ettiğini ve buluğa eren kadınların başlarını örterek namazlarını kılmaları gerektiğini bildiren hadisler yer almaktadır (Ahmed, VI, 96, 236, 238; Tirmizî, Salat, 84, No: 640, I, 420; Ebu Davud, Salat, 85, No: 642, I, 422). Hz. Peygamber zamanından günümüze kadar uygulama böyle olduğu gibi, İslam toplumunun ortak görüşü de bu yöndedir.
- Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;
Namazda ve namaz dışında örtülmesi gereken avret mahallinin erkeklerde diz kapağı ile göbek arası, kadınlarda ise, el, yüz ve ayaklar dışındaki bütün beden olduğu ve namaz kılarken, bu uzuvların vücut hatlarını belli etmeyecek ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtülmesi gerektiği anlaşıldığından,  Kadınların baş açık olarak namaz kılmalarının caiz olmadığına, karar verildi. A. Faik NABİ  09.02.08

 

-2.ARŞİV.87

 

HÜSEYNİ KIYAM...

Bu günler, tarihte görülmemiş en acımasız, en savunmasız, en orantısız savaş sahnelerinden birini bize hatırlatıyor. Bu tarih, yani “On Aşura” Peygamber’in (s.a.s) torunu, pâk Fâtıma’nın ve cahiliye hayatı yaşamamış Ali’nin oğlu Hüseyn’nin (Allah hepsinden razı olsun ve hepsine selâm olsun) şehîd edilişini bize hatırlatıyor. Gümbür gümbür akan hüzünlü Fırat’ın yanında susuz giden bir dramın yıl dönümüdür. Zamanın cellatlarına, cellatbaşı Yezîd’e teslim olmayan Âl-i Beyt’in onurlu duruşunun tablosudur.

- Aynı şekilde bu tablo, sahabe çocuklarından celatbaşının emrine amade, hanedanın kirli emellerine alet oldukları kara bir tablodur. Geçici dünyalık için “tathir” edilmiş bir kanın/kanların akıtıldığı tarih sayfalarıdır.

- Peygamber’den (s.a.s) sonra neler oldu bu ümmete? Bu ümmetin çocukları, Âdem’in çocukları niye böyle yaptı? Kâbil’in cürmü yetmedi mi? Yüce Peygamberlerinin “Sakın benden sonra küfre dönüp birbirinizin boynunu vurmayınız” altını çizerek buyurduğu öğüdüne rağmen, daha anıları diri iken, daha görenleri hayatteyken, daha….. iken. Niçin bu katliam?

- Önce damadına, yeğenine, ilmin deryasına, Hayber fatihine, mevlasına kılıç çekildi. Aslında onun şahsında Nebevi çizgiye idi. Fakat her zaman batıl süslü gösterilir. Ali’ye kılıç çekenler ‘Ehl-i Sünnet’(!) anlayışı ile temyize çıkarılmaya, masum gösterilmeye ve hak ile eşit değerlendirilmeye çalışıldı. Muhkem ayetler ve Peygamber’in (s.a.s) sözleri tevil edildi. Kur’anî kavramlar yorumlandı. Ve Ali (r.a) yalnız bırakıldı. Yalnızlıktan tek başına kaldı demek istemiyoruz. Tüm sahabe ve tabiîn’in etrafında kenetlenmesi gerekirken, olmadı. Olmayınca da, bir sabah, namaz için kıyamda iken şehid edildi. Ona:

- ‘Ya Ali! Hz. Peygamber, Ebubekir ve Ömer zamanında bu kadar sıkıntı yoktu. Neden son zamanda, sizin zamanınızda bu kadar fitne, sıkıntı zuhur etti?’ dediklerinde şöyle cevap vermişti:

 

- ‘Onların etrafında benim gibi adamlar vardı, benim etrafımda da sizin gibi adamlar var”….

 

- Onu yalnız bırakan kitle, oğlunu da yalnız bıraktı. Bu durumu fark edenler de yok değildi. Baba dostu şair zat bunlardan biridir. Hüseyin’i (r.a) uyarıp, Kûfe ve etrafındaki insanların samimi olmadıklarını, babasına yaptıkları ihaneti kendisine de yapacaklarını belitti. Dilleri kendisiyle beraber, fakat kılıçlarının aleyhinde olduğunu da söyledi. Fakat Hüseyin yola çıkmıştı artık. Kuşanmıştı zırhını. Reddetmişti Emevi hânedânını ve iktidarlarını. Kabile şefliklerini tanımıyordu. Uzantıları ta cahiliyeye dayanan ihtiraslarını fark etmişti. Kendisiyle meşru bir iktidar kazanmalarını istemiyordu. Alet olmak istemiyordu onlara. Ruhsatların arkasına saklanıp onurunu çiğnetmiyordu. Mazeretler üretip tevillere gitmiyordu.  

- Âl-i Beyt’in güzide şahsiyeti, tathir’in, örnekliğin, nebevi eğitimin, nebevi mirasın, nebevi ailenin, nebevi mücadelenin, nebevi tavrın ne olduğunu; gereğinin ne olması gerektiğini bilecek kadar olgun, basiretli ve dirayetliydi.

- Tarihe, ümmete, Âdem’in çocuklarını direnmeyi, onurlu yaşamayı, izzeti, haykırışı, misyonun farkında olmayı miras bıraktı. Geçici dünyalık için dinini satmadığı için ahiretini de ifsad etmedi. ‘Alimler takiyye yaparsa, insanlara dinlerini kim öğretir?’ diyen güzel söylemiştir. Alimler susarsa, davetçiler baş eğerse, önderler örneklik teşkil etmezlerse halk ne yapsan? Nasıl yapsın? Peygamberlerin, Salihlerin, alimlerin, şehidlerin, sıddiklerin, şahidlerin, önderlerin, davetçilerin ödülleri; mükafatları; mertebeleri o kadar yüksek olması nedendir acaba? Buna mukabil vazifelerini, sorumluluklarını yapmadıklarında karşılaşacakları azabın, hesabın ve onlarla ilgili tehditlerin çok ağır ve sert olması da nedendir acaba?

- Kâbil’in çocukları bu günde Hâbil’in çocuklarına karşı. Kâbiller yine sahnede. Hâbiller de öyle. Yezidler yine var, Hüseyinler de… Yezidlerin etrafında yine ümmetin çocukları olduklarını söyleyen insanlar var.. Hüseyin’in etrafında da.. Fakat Hüseyin yine yalnız, yine yapayalnız, yine akan nehirlerin kenarında susuz ve yardımsız can veriyor. Hüseyinler can veriyor. Tarih bu… Dün böyleydi.. Bu gün böyle.. Yarın da öyle olacak… Yezidler bitmedi ki.. Bu Müslüman coğrafyaya bakın… mazlumlara bakın. Filistin, Afganistan, Somali, Kürdistan, Çeçenistan, Irak, Filipin, Sudan ve daha bir çok coğrafya ve halk böyledir. Halklara yapılan zulümler, katliamlar, tehcirler hadsız hesapsızdır.

- Buradan biz de şunu söylemek isteriz: Safımız Hâbil’in, Hüseyin’in, Yâsin’in safıdır. Kâbil’den, Yezîd’ten ve onların çağdaş uzantılarından berîyiz. Meylimiz zalimlere değil, mazlum ve mustazaflaradır. Dilimiz ve duamız, cebimiz ve elimiz, fikrimiz ve kalbimiz onlarladır.

- Rabbim! biz nebevi safı ve saftakileri seviyoruz, bizi onlarla haşret… Hüseyin gibi onurlu, haysiyetli, şerefli, kişilikli olmayı nasip et. Batılın kalabalık oluşuna aldananlardan kılma bizi. Batılın kalabalık olduğunu görüp ayağı kayan, mazeretler üreterek batılın safında yer alan, onların safında çarpışan insanlardan kılma bizi!

- İçimizde, bize hakkı anlatacak, hak üzere yürüyecek, hak ile önderlik yapacak örnek şahsiyetlerin çıkmasını kolaylaştır. Bun için gayretleri bereketli kıl ya Rabbi!  Abdullah GÜNDÜZ www.mizan.de  10/02/2008

 

-2.ARŞİV.88

 

İngiltere Başpiskoposu Şeriat Mahkemeleri Kurulmasını İstedi Bizim Donkişotlar Hâlâ Başört

İNSAN Gözlerine inanamıyor, gerçek mi, rüya mı?.. Dünya tersine mi döndü? İngiltere’nin resmî Anglikan kilisesinin başpiskoposu Dr. Rowan Williams “ülkemizdeki Müslümanlar için Şeriat mahkemeleri kurulmalıdır” demiş. Bu haber bizdeki ultra lâikleri kimbilir ne kadar şaşırtmış, öfkelendirmiş, hattâ çıldırtmıştır. Bu konuda bendeniz yorum yapmayacağım... Sebebi mâlum...
- İkinci inanılmaz haber Rusya’dan geldi. Orada da bir Ortodoks papazı Hıristiyan kadınların örtünmelerini istedi ve çeşitli tepkilerden korkan hanımlara “Müslüman kızlar ve kadınlar kadar cesur olunuz” dedi. Bu haberi de ajanslar, gazeteler, tv’ler verdi.
üçüncü şaşırtıcı haber İran’dan: Orada binlerce Müslüman genç kız çarşaf lehinde yürüyüş yapmışlar, Türkiye’deki gibi başörtüsü istemeyiz demişler.
- Ben bu satırları yazarken, medenî dünyanın binlerce üniversitesinde, yüksek okulunda, lise ve kolejinde, hatta ilkokulunda nice Müslüman kız öğrenci başörtüsü ile okuyor.
- Evet dünya dönüyor ama bizdeki bazı skolastik kafalılar bunu anlamıyor. İdeolojik yasaklarını, tabularını, baskılarını, terörlerini inatla ve ısrarla sürdürmeye çalışıyor.
- Efendiler, hanımlar!.. Batılı olmak, Avrupa’ya benzemek istiyorsanız onları taklit etmekle mükellefsiniz. Biz Müslümanların böyle bir derdi ve problemi yok ama sizin var. Bugünkü gülünç halinizle Avrupa bir vâdide, siz bambaşka bir vâdidesiniz.
- Sizin iddianız şudur: Medeniyet Avrupa’dadır, aydınlık Avrupa’dadır, insan hakları Avrupa’dadır. öyleyse Avrupa’daki din ve inanç hürriyetini, başörtüsü serbestliğini niçin kabul ve taklit etmiyorsunuz? Başörtüsü konusunda ne kadar yobazsınız, fanatiksiniz, agresifsiniz... çoğunluğun haklarını, hürriyetini, haysiyetini niçin kabul etmiyorsunuz?
- Başörtüsü karanlığın timsaliymiş (simgesi imiş)... Bırakın bu saçmalıkları, demagojiyi, safsatayı. Söylediğiniz, haykırdığınız aptalca, geri zekâlıca, delice sloganlara siz kendiniz inanıyor musunuz?
- Bir zamanlar Türkiye (Osmanlı devleti) dünyanın en güçlü devleti idi. Bayrakları üç kıt’ada dalgalanıyordu. Budapeşte (Budin) bir Osmanlı şehriydi. Macaristan’da Eğri (Eger) adlı bir şehir vardır. Orada Osmanlı hakimiyeti zamanında minarelerden ezan okunuyor, mahkemelerde kadılar hüküm veriyor, medreselerde İslâm ilimleri okutuluyordu. O devletin enkazından kırka yakın irili ufaklı devlet çıkmıştır. Osmanlı, bildiğimiz mânâda sıradan bir devlet değildi, bir paxtı, barıştı. 16’ncı yüzyılda Akdeniz bir Türk gölüydü. Karadeniz bir Türk gölüydü. Osmanlı devletinde bütün İslâm kadınları tesettürlüydü. Osmanlı bu yüzden geri miydi, güçsüz müydü, karanlık mıydı? Hâşâ, bin kere hâşâ!..
- Baylar, bayanlar!.. Giyim kuşam, başörtüsü, tesettür medeniyetin simgesidir. çıplaklık ise vahşetin ve bedeviyetin... Siz, çıplaklığı, tesettürsüzlüğü uygarlık, aydınlık sanarak ne korkunç bir yanlış ve dalâlet içinde olduğunuzun farkında değilsiniz.
- Eski Yunan bilgesi “önce dinle, sonra vur” demiş. Siz ise karşıtlarınızı konuşturmuyor, “Söyletmen, vurun!..” diye haykırıyorsunuz. Niçin? çünkü tutar -tarafınız yoktur. Karşıtlarınızın gerekçelerine cevap verecek durumda değilsiniz. Acz içindesiniz. Aciz olduğunuz kadar da saldırgansınız.
- Siz bu vatanda çoğunluk musunuz? Değilsiniz... Siz haklı mısınız? Değilsiniz... Bu ülke halkının yüzde sekseni sizin inatlarınız, sizin fanatikliğiniz, sizin yobazlığınız, sizin terörünüz yüzünden baskı, zillet ve esaret karanlıkları içinde yaşamaya mecbur ve mahkûm mudur? Hür insanların kendi dinî inançlarına ve millî kimliklerine göre giyinmeye hakları yok mudur? Niçin meşru farklılıkları ve çeşitliliği kabul etmiyorsunuz? Hakaretleri, tehditleri, boş lâfları, mânasız sloganları bırakın da karşımıza sağlam gerekçelerle çıkın. Lâkin siz böyle yapamazsınız, çünkü boşsunuz, kofsunuz. Hem suçlu, hem güçlüsünüz... Bu hep böyle devam eder mi sanıyorsunuz?
Kaybedilmiş dâvaların avukatlığını yapıyorsunuz. Daha ne zamana kadar? Başörtüsü yasağı apaçık bir haksızlıktır. Siz bunu müktesep/kazanılmış bir hak olarak görüyorsunuz. çoğunluğu oluşturan Müslümanlar için haksızlık olan şey, sizin için müktesep hak oluyor. Bu ne saçma bir mantıktır...
- Siz İngiltere’deki Anglikan Başpiskoposu Williams kadar toleranslı olamıyorsunuz. Bu halinizle ne kadar korkutucusunuz.
Büyük Fitne ve Fesatlara Hazır Olunuz! PROVOKASYONLARA hazır olmalıyız. Bunların gözü dönmüştür, her kötülüğü yapabilirler. Cinayetler... Suikastlar... Düzmece-tertip hadiseler... Kışkırtmalar... Sun’î-yapay krizler... Adam tutacaklar ve bulacaklar ve üniversiteleri birbirine katmaya çalışacaklardır. Dindar kesimdeki birtakım akılsızlar onların tuzaklarına düşebilir. Kendilerini hem savcı, hem hâkim, hem infaz memuru, hem cellat olarak gören onlardan her şey beklenir. Onlar bu memlekette iç barışa, toplumsal mutabakata, eşitliğe savaş ilân etmişlerdir. Onlar dinsiz olabilirler ama agresif din düşmanlığı yapamazlar. çünkü böyle bir şey Türkiye’ye büyük zarar vermektedir. Başı örtülü Müslüman kadın ve kızların, açıklar kadar hakları, hürriyetleri, haysiyetleri olduğunu kabul etmek istemiyorlar. Dünyanın hiçbir medenî, demokrat, insan haklarına saygılı ve bağlı, hukukun üstünlüğünü kabul etmiş ülkesinde bulunmayan bir yasağı sürdürmek için fanatikçe çalışıyorlar. Onlar kendilerini, çoğunluktan DAHA EŞİT görüyor.
Onlar âDİL olmayan yasakların devamı için çırpınıyorlar.
- Hiç kimse hayale kapılmasın, onlar bu zihniyeti terk etmedikçe bu memlekette huzur, dirlik düzen, iç barış, toplumsal uzlaşma olmaz. En az onlar kadar cesur olmalıyız. Haklarımızı, hürriyetlerimizi, haysiyetimizi yasal sınırlar içinde kalmak şartıyla azimle, sabırla korumalıyız. Mehmet Şevket Eygi 11.02.08

 

-2.ARŞİV.89

 

Yolnâme

Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak fakat arkana bakma... Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de... Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.

- Yolcuya bakıp yolu tanıma. Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver. Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil, asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır; yolsuz hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal...

- “En doğru yol; en dikensiz yoldur” diyenler seni aldatıyorlar. Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır. Aldırma. Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir. Dikenine katlanmaktan sözedenler, aşıkmış gibi davrananlardır, gerçek aşık olanlarsa, dikenini de severler.

- Dostum, yollar yürümek içindir. Fakat şu gerçeği de hiç unutma: Yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir. Yol boyunca; Yola çıkıp da yürümeyenleri, yola oturup, gelen geçenin ayağına çelme takanları, yolda metafizik uyuşturucularla keyif çatanları, tel örgülerle çevirdiği yolu, kendisine zindan edip volta atanları, maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı girip, 50. metrede yola yatanları, yürüyüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine zar atanları, yürümeyi bırakıp, yol yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları, ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp, ömür boyu tafra satanları, beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları, yanlış klavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin.

- Aldırma, yürü. Göğsüne yüreğinden başka muska takma. Vahiy haritan, Nebi kılavuzun, akıl pusulan, iman sermayen, amel azığın, sevgi yakıtın, ahlak karakterin, edep aksesuarın, merhamet sıfatın, şeref ve izzet adın olsun. Doğru yol insanların çoğunun gittiği yol değil, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.

- Yolda vereceğin her molayı özeleştiri durağında vermelisin. Unutma, tevbe özeleştiridir. Kendisini hesaba çeken, başkalarınca hesaba çekilmekten kurtulur. Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için elzemdir. Yön tayini sık sık gerekli olabiliri. Haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir. Bir şey daha: Pusulayı sahte manyetik alanlardan, parazitlerden, nesnelerden uzak tut. İbreni saptırırlar da haberin olmayabilir.

- Yol emniyetin için gerekli olan şartların başında bilinç gelir. Bilincini tahrif edecek her türlü uyuşturucudan uzak durmalısın. Hobilerinin, fobilerinin, korkularının bilincin üzerindeki saptırıcı etkiisini iyi hesap etmelisin. O'ndan başkasından korkarsan, korktuğunun başına musallat edileceğini kesinlikle bilmelisin. Yolda düşeceğin en büyük tuzak, yersiz korkuların tuzağıdır, yani kendi benliğinin sana kazdığı tuzak. Hayırlı yolculuklar dostum. Mustafa İslamoğlu 16.02.08

 

-2.ARŞİV.90

 

Hizbullah'ı Yenecek Güç Yok

BM Ortadoğu Barışı eski Koordinatörü Alvaro Desoto, bölgede Hizbullah’ı yenebilecek hiçbir gücün bulunmadığını belirtti.

Lübnan’da yayınlanan haftalık el-İntikad gazetesinin haberine göre BM Ortadoğu Barışı eski Koordinatörü Alvaro Desoto, Hizbullah’ın yüksek bir askeri disipline ve tecrübeye sahip olduğunu belirterek bölgede Hizbullah’ı yenebilecek bir gücün bulunmadığını ifade etti.
- 2006 yılındaki Temmuz Savaşı’ndan sonra Hizbullah’ın ve liderinin özgüveninin arttığını belirten Alvaro Desoto, İsrail’in Lübnan’a yönelik yeni bir savaş başlatmasının uzak bir ihtimal olduğunu söyledi.
- Hizbullah’la yapılan 33 günlük savaştan sonra İsrail’in siyasi, toplumsal ve askeri açıdan kötü bir durumda olduğunu belirten Desoto, “İsrail; siyasi, toplumsal ve askeri açıdan basına yansıyandan çok daha büyük bir sarsıntı geçiriyor” dedi.
- Lübnan içindeki durumu da değerlendiren Alvaro Desoto, Lübnan’daki bunalımı çözebilecek hiçbir siyasi ve askeri seçeneğin mevcut olmadığını söyledi ve “siyasi gruplar arasında gerginlikler yaşansa da Lübnanlıların sükunetin korunmasını öncelemeleri gerekiyor” diye konuştu.
- Hizbullah’la yapılan son savaştan sonra yenilgi duygusunun İsrail toplumunun içine yerleştiğini belirten Desoto, ”İsrail artık başka ülkelerin içine korku düşürebilecek güçte değil” dedi. YDH 16.02.2008

 

-2.ARŞİV.91

 

İngiltere şeriat ekonomisine geçiyor!

Siyasette olduğu gibi ekonomide de pragmatik bir anlayış sergileyen İngiltere, İslami de olsa ´kar´ getireceğini düşündüğü için İslami kurallara göre işleyen ekonomi politikası peşinde.

BAŞPİSKOPOS ŞERİAT İSTEMİŞTİ!
İngiliz Anglikan Kilisesi Başpiskoposu Dr. Rowan Williams´ın ´İngiltere´ye şeriat yasaları getirilmeli´ sözleri hala tartışılırken, İngiliz hükümeti de ekonomisini canlandırmak amacıyla İslami esaslara göre işleyen finansal politikalar üretmeye çalışıyor.
- ŞERİAT BONOSU İngiltere, hızla büyüyen İslami finans kaynaklarından kendisine pay alabilmek amacıyla, İslami esaslara göre işleyen yeni bir finansal sistem üzerinde çalışıyor. Kamu harcamaları için finansal kaynak sıkıntısı yaşayan İngiltere gözünü İslam ülkelerine çevirdi. Hükümet, bu yüzden yeni finansal kaynak paketinde ´şeriat bonoları´nın kullanılıp kullanılmayacağını açıklamak için hazırlık yapıyor.
- HAZİNE, FİZİBİLİTE çALIŞMASI YAPTIRDI Özellikle Ortadoğu ülkelerinden İngiltere´ye para çekebilmek için hükümetin şeriat esaslarına uygun bir finansal politika izlemek istediği belirtilirken, Hazine Bakanlığı´nın da konuyla ilgili bir fizibilite çalışması yaptığı ve bu çalışmanın sonuçlarının gelecek ay tartışmaya açılacağı kaydedildi.
- İLK İSLAMİ BANKACILIK  İslam´ın faizi yasakladığından hareket eden İngiliz hükümeti, şeriat esaslarına uygun bir ekonomi yapılanması içerisine girerek, ekonomisini canlandırmak istiyor. İngiltere daha önce de, Avrupa’nın İslami esaslara göre işleyen ilk İslam Bankası´nın kurulmasına öncülük etmişti.
- LONDRA, İSLAMİ FİNANS MERKEZİ OLACAK Hazine Bakanlığı Sözcüsü, Londra’nın İslami finans kuruluşlarının merkezi olması için çalışacaklarını belirterek, hızla büyüyen rekabet ortamında kendilerinin İslami finans da söz sahibi olmak istediklerini bildirdi.
(habervaktim – Dış Haberler)18.02.2008

 

-2.ARŞİV.92

 

GÜLEN CEMAATİNDEN İLGİNÇ ZİYARET!

GÜLEN CEMAATİNDEN CHENEY’NİN OFİSİNE ZİYARET 
ABD Başkan Yardımcısı ve Irak savaşının mimarı olan Dick Cheney’in Mart ayı başında Türkiye’ye bir gezi yapması bekleniyor.
Cheney’in en son savaş öncesi Türkiye’ye geldiğini hatırlayan kaynaklar, özellikle İran’a yapılabilecek bir hava saldırısı konusunun gündemde olabileceğine dikkat çekiyorlar. 
- Odatv olarak bizim dikkat çekmek istediğimiz nokta ise Cheney’nin ofisine birkaç hafta önce Gülen Cemaatinden yapılan ziyaret.
Cemaatin önemli temsilcilerinden birinin Cheney’in ofisine giderek, Başkan Yardımcısının ekibine “Müslümanlığı birleştirmemizde bize yardım edin” dediği öğrenildi. Cemaatin birlence Müslümanın ölümüne neden olan savaşın beyni sayılan Cheney’le temasa geçmek istemesi kafaları karıştırdı.
- Bu ziyaretin Cheney’nin Türkiye gezisi öncesine gelmesi de dikkat çekici bulundu. Odatv.com

Dipnot: İngiliz araştırma şirketi Opinion Research Business'ın verilerine göre,  Irak Savaşı’nın başladığı 2003 yılının mart ayından beri ölenlerin sayısı yaklaşık 1 milyon 30 bin kişi olarak hesap ediliyor.odatv.20.02.08

 

-2.ARŞİV.93

 

Diyanet, önce kendini bir “cerh ve ta’dil” etsin…

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, İngiltere’den yankılanması üzerine halkımızın haberdar olduğu “Hz. Peygamberin sünnetini seleksiyon” çalışmasına dair endişeler yersiz değildir.
Bu husustan endişe etmemek, “asıl endişe verici durum” olurdu.
Çünkü Diyanet’in “Kur’an Yolu” adlı “tefsir çalışması”ndaki sicili maalesef bozuktur… Söz konusu tefsirdeki Vatikan patentli görüşler ayıklanmadığı veya adı geçen 5 ciltlik telif piyasadan toplatılmadığı müddetçe bu “bozuk sicil” hep var olacaktır.
Bu bozuk sicil, “hadis alanındaki” çalışmayı da bağlamaktadır.  
Yetkililerin beyanına göre zayıf ve mevzu (uydurma) nitelikli hadisler elenerek, yeni bir hadis külliyatı oluşturulacaktır.
Bu bağlamda, İslam bilim tarihi ve Hadis Usülü’nun olmazsa olmaz yöntemlerinden olan “cerh ve ta’dil, bu hadis çalışmasının öncüleri ve çalışanları için de bağlayıcı bir usuldur.
Cerh; günahkârlık, tedlis (karıştırıcılık), yalancılık gibi sebeplerle bir râvinin, hadis mütehassısları tarafından rivayetlerinin reddedilmesi, ravinin adalet ve zabt yönünden eksikliklerini, zaaflarını tesbit etmek, rivayetlerini iyice tetkik etmek, râviyi, rivâyetin sıhhat ve değerine te’sir edecek noksan sıfatlara nisbet etmektir. Ta’dil ise, bir râviyi rivayetleri kabul olunacak şekilde vasıflandırmak, tanıtmak, râvinin adalet ve zabt sıfatlarını taşıdığına hükmederek rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktır.
Tek bir hadis–i şerifin ravisi (rivayet edeni) bile, bu “cerh ve ta’dil” eleğinden geçirilirken; İslam’ın Kur’an–ı Kerim sonraki ikinci temel kaynağı olan “Hz. Peygamber’in Sünneti”ne dair bütün bir hadis külliyati üzerinde 15 asır sonra işlem yapacak olanlarda böylesi şartların aranamayacağını söylemek, sadece abesle iştigal olmaz, aynı zamanda çok ciddi bir “su–i niyet” göstergesi olur.
Bu bağlamda adâlet şartları arasında sayılan İslâm, itikâd, istikamet ve diyanet, sıdk ve mürüvvet,
 son derece önemlidir.
Bu şartların özetle açılımı şöyledir:
Gerek ilminde, gerekse amellerinde iman ve İslâm çizgisinde olmaktır.  İnanç yönünden sâlim olmaktır. Sâlim bir inanç, itikadın Kur’an ve Sünnet’in beyanlarına uygunluğuyla mümkündür. Bu ise Ehl–i Sünnet ve’l–Cemâat istikametinde olmaktır.
İmam Mâlîk ehl–i bid’a’ya mensup kimseden, hiçbir surette hadîs alınamaz kanaatindedir.
Ffiilen dînî yaşama esası vardır. Farzları yapması, haramlardan kaçınması diyânetin tamlığını gösterir. Bunlardaki ihmal, terk veya gevşeklik râvinin adaletini cerheder ve rivâyetinin terkine bir sebeb olur. Büyük günahlardan kaçınmak, küçük günahlarda ısrar etmemek anlamında bir takva sahibi olmak gereklidir.
Kişinin “adâlet sahibi” sayılabilmesi için, İslâm’dan sonra, ikinci planda aranan vasfı “sıdk”tır.
Diğer bir şart ise kişinin ahlâkî yönünü ilgilendirir. Örfen kınanan, hoş karşılanmayan davranışlardan kaçınmaktır. Mahallin geleneklerine, değerlerine, âdetlerine riâyetsizlikler kişinin mürüvvetini zedeler.
Bağdâdî, Kifâye’de der ki: “Alimlerden pek çoğu muhaddîs ve şâhidin, dinen mubâh olan birçok şeyden dahi kaçınması gerekir demiştir. Sokakta yiyip içmek, düşüklerle sohbet, yol kenarlarında küçük abdest bozmak (tebevvül), küçük abdest ihtiyacını ayakta gidermek, şakalaşmada ifrât ve mürüvveti zedeleyici kabûl edilen her şey…  Bunları yapanın adâleti gider ve şehâdetinin reddi gerekir.
İhtiyacı olmadığı halde hadis öğretimi karşılığında ücret alanların rivayetlerine de güvenilmez.
Bu adalet sorgulamasının yanı sıra, “metain–i aşere” denilen on noktadan tenkid edilerek ayrı ayrı değerlendirilirler. Bunların beşi “adâlet”i yaralayan, beşi de “zabt”ı yaralayan kusurlardır.
Bunlardan biri de “fısk”tır ki, kişinin söz ve fiillerinden küfrü gerektirmeyen bir kısım kötü davranışların sudûrudur. Farzların terki, haramların irtikâbı gibi… Fısk, kişinin adâletini ciddî şekilde örten ve ortadan kaldıran ağır cerhlerden birisidir. Böyle bir kişinin rivayeti münker olarak değerlendirilir.
Bir tek hadis rivayeti için bu ve buna benzer onlarca cerh ve ta’dil şartı öngörülüyor. Ne hazindir ki, bugün böylesi bir cerh ve ta’dil eleğinden geçirilmeyen, hatta “tefsir çalışması”nda bizzat gözlemlendiği üzere İslam’ın temel akaid esaslarına ve muamelatına Vatikan Konsili’nin tavsiyelerine göre hiza ve istikamet vermeye kalkışanlara, bütün bir “hadis külliyeti” üzerinde söz hakkı tanınıyor. Bunun ne ilmi, ne de dini hiçbir izahı olamaz.
Diyanet bu gidişatından vazgeçerse, gerçekten vazifesini yapmış olacaktır. Diyanet, hadislerden önce kendini ve o hadisler üzerinle işlem yapacak olanları bir “cerh ve ta’dil” e tabi tutsun; kaç kişi kalacak ortada… Müslüman milletimiz, bu kadroyu hele bir görsün... Aksi halde yaptığı işlem elbette “münker” addedilir.M. Emin Koç  04.03.08

 

-2.ARŞİV.94

 

Allah Mazlumları Zorbalardan Korur

İbrahim Aleyhisselam’ın bir kıssası vardı. Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır’a gider. O devirde Mısır’da Firavunlar hüküm sürmektedir.

Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır. Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir. Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.
Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun’a götürmek isterler. İbrahim Aleyhisselam’a sorarlar:- Bu kadın senin neyindir?
İbrahim Aleyhisselam:
Benim kardeşimdir, der.
Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir:
-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma. Bu memlekette Allah’a inanan ikimizden başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır.
Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi. Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı.
Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun karşısına çıkar.

Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır. Zorba Sare’ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:
Ya Rabbim!
Sana ve gönderdiklerine iman etmişim.
Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!”
Firavun da Sare’yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
“Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir.”
Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare’den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı.
Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi:
-Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin.
Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu.
Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
Bunlar Mevla’mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır.
Kaynak: Beyan Dergisi, 89.Sayı, Ocak -2007

 

-2.ARŞİV.95

 

Diyanetten sert açıklama

Yargıçlar din konusunda karar alırken bize sorsunlar
Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, Danıştay yargıçlarını eleştirdi: Yargıçlar ön yargılarına ve kişisel tercihlerine göre değil, dinin bilgi metodolojine göre karar versin
-Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Danıştay’ın din dersini zorunlu olmaktan çıkarmasına tepki gösterdi; yargıçların din dersi konusunda karar alırken Diyanet İşleri Başkanlığı’na sorması gerektiğini söyledi. Bardakoğlu, 2008 yılı hac organizasyonu konusunda bilgi vermek amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığının Konferans Salonu’nda basın toplantısı düzenledi. Toplantının sonunda gazetecilerin sorularını yanıtlayan Bardakoğlu’na Danıştay 8. Dairesi’nin Pazartesi günü aldığı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin mevcut haliyle zorunlu tutulamayacağına ilişkin kararı soruldu. Bardakoğlu’nun görüşleri şöyle:
-Mezhep değil din: Bu son karar da AİHM’nin aldığı kararın adeta Türkiye’ye uyarlaması ve onun gölgesi gibi duruyor. İslam’ın ortak paydasının, ortak bilgisinin bir mezhebe ait olarak görülmesi büyük bir yanlıştır.
Kuşkularım var: Yargının da neyin din olduğu, neyin din olmadığı hakkında karar vermesinin hangi bilimsel veriye dayandığı, hangi üniversite görüşüne, hangi rapora dayandığı konusunda ciddi kuşkularım var.
Yetkili kurum Diyanet: Türkiye’de bir din eğitimi nasıl verilir, öğretimi nasıl yapılır, hangi bilgi İslam dininin orta bilgisidir, hangi bilgi İslam dininin içinde kalan bir mezhebin, grubun bilgisidir, bu konuda herhalde en yetkili kurum Diyanet İşleri Başkanlığı olmalıdır. Neyin İslam dininin ortak bilgisidir, neyin de İslam dininin tarihi ve mezhebi bilgisidir bunu en iyi bilen Diyanet İşleri Başkanlığı olmalıdır.
Sorulmadı: Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan görüş alındığını bilmiyorum. İlahiyat fakülteleri bağımsız bilim yuvalarıdır. Onlardan da bu konuda bir görüş alındığını zannetmiyorum.
Karar vermesin: Gönül isterdi ki, AİHM bağlamında söylüyorum; Türkiye zaten aynı yanlışlığı katlayarak devam ettiren gölgesidir, yargıçlar kişisel kanaatlerine, ön yargılarına, kişisel tercihlerine göre değil, konuyu bilim zemininde ve o dinin bilgi metodolojisine göre inceleyip karar versin.
Zaruret vardır: Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi çocukları namaza alıştırma ya da dindar yapma dersi değil, din konusunda bilgili yapma dersidir. Böyle olduğu için de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin zorunlu olarak okutulmasında adeta zorunluluk vardır, zaruret vardır.
Yargı dine karışmasın: Yargı kararlarının haklar ve özgürlükler noktasında olması gerekir. Din tanımı ve dinin nasıl olması gerektiği konusunda bir belirlemeye gitmemesi, bunu yetkili kurumlara bırakması lazım. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun için kuruldu. Türkiye’de 23 ilahiyat fakültesi var. Görüş sorulur, tartışılır, farklı düşünen varsa o da belirtir.
Müfredat değişti: Bu kararlar, 3-4 yıl önceki müfredata göre alındı. Ama müfredat beklentiler, ihtiyaçlar ve eleştiriler göz önüne alınarak İlahiyat fakülteleri öğretim üyelerinin de katkılarıyla kapsamlı bir şekilde değiştirildi.
Hastaneyi kapatmayın: Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi bir din bilgisi, din kültürü bilgisi, ahlak bilgisi dersi olmalıdır. Uygulamada 3-5 münferit yanlış var diye din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu olmasına karşı çıkmak 3-5 hasta yanlış tedavi edildi diye bir hastaneyi kapatmaya benzer.
‘Tabii ki Alevilik imam hatip müfredatında olmalı’
BardakoĞlu, Aleviliğin imam hatip liselerinin müfredatında yer alacağı konusundaki haberlerin hatırlatılması üzerine “Aleviliği İslam dışı gösteren her türlü çaba hem İslam’ı bilmemektir, hem de Aleviliğe saygısızlıktır” dedi.
-Diyanet İşleri’nin, vatandaşlık esasına göre kamu hizmeti sunduğunu, İslam dini hakkında toplumu bilgilendirdiğini ifade eden Bardakoğlu, başkanlığın hiçbir mezhep ve meşrebe göre hizmet üretmediğini söyledi. Bardakoğlu, Alevilik hakkında yanıltıcı beyanda bulunmalarını önlemek amacıyla Alevi klasiklerini yayınladıklarını bildirdi. Bardakoğlu, “Alevilik, İslam içindedir. Böyle olduğu için de onu öğrenmek, öğretmek, hiçbir ayrım yapmaksızın bütün mezhep ve meşrepleri kucaklamak gerekir. Aleviliğin imam hatip müfredatında yer almasından tabii bir şey olamaz” diye konuştu.
-Başbakan ‘Ulemaya soralım’ demişti
BaŞbakan Erdoğan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin üniversitede türban yasağını onayan kararına yönelik olarak, “Türban konusunda mahkemenin söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır” demişti. Başbakan’ın bu sözleri çok tartışıldı.vatan.07.03.08

 

-2.ARŞİV.96

 

Olmert adeta yalvardı: "Füzeleri durdurun"

İsrail hükümetinde işgal güçlerinin acziyetini ve Filistin direnişinin füzeleri karşısındaki çaresizliğini yansıtan yeni bir gelişme daha yaşandı.

İsrail Başbakanı Ehud Olmert, işgal ordusunun saldırılarını durdurması karşılığında Filistinli direnişçilerden Gazze çevresindeki Yahudi yerleşim birimlerine attıkları füzelere son vermesini istedi. İsrail’i ziyaret eden Macaristan devlet başkanını karşılama töreni sırasında açıklamada bulunan Olmert, “İsrail’e atılan füzeler durdurulursa biz de saldırılarımızı durduracağız” şeklinde konuştu. Olmert’in bu açıklamalarının, işgal ordusunun Gazze’de aldığı yenilgi ve bir avuç Filistin direnişçisi karşısında karşı karşıya kaldığı acziyetin bizzat İsrail İç Güvenlik Bakanı Avi Dichter tarafından dile getirildiği bir dönemde gelmesi dikkat çekti.
Filistinli mücahidlerden İsrail askeri aracına saldırı: 1 asker ölü
Filistinli direnişçiler Kisovim yakınlarında seyretmekte olan işgal güçlerine ait askeri bir araca yaptıkları bombalı saldırıda bir İsrail askerini öldürdü, 4”ünü yaraladı. İsrail hükümeti, bir askerinin öldüğünü doğruladı. Görgü tanıkları, işgal gücü askerlerine ait cipin isabet aldıktan sonra 15 dakika içerisinde tamamen yanarak kül olduğunu kaydettiler. Tanıklar, isabet almasından sonra cipten yaralı olarak çıkan İsrail askerlerini kurtarmak için bölgeye ambulans, helikopter ve zırhlı araçlar geldiğini ifade ettiler. Olayın ardından bölgede işgal güçleriyle Filistinli direnişçiler arasında şiddetli çatışmalar meydana geldiği bildirildi. Bir işgal askerinin öldüğü eylemin sorumluluğunu ise Filistin İslâmi Cihad Hareketi’nin askeri kanadı Kudüs Müfrezeleri üstlendi.
Rice’ın gezisi, Ortadoğu’ya “barış”  getirmeyecek
Financial Times, 'Gazze'de ateşkes' başlığıyla yer verdiği başyazılarından birinde, mevcut Amerikan diplomasisinin, Orta Doğu'da barış sağlayamayacağını vurguluyor: “Amerikan Dışişleri Bakanı Rice, önceki gün anlamsız bir Orta Doğu gezisini daha tamamlamış görünüyor. Gazze'de ateşkesten bahsetmeyi reddedip ‘Filistin lideri Abbas'a İsrail'e barış görüşmelerine yeniden başla’ demesinin bir mantığı olduğuna kuşku yok. Ama bu mantık barış getirecek bir nitelik taşımıyor. Amerika, Mısır ve Suudi Arabistan gibi Arap müttefiklerinin yardımıyla iki tarafın da derhal ateşkes ilan etmesini ve İsrail'in Gazze'ye işgalini bitirmesini sağlamalı. Hamas'ı tecrit etme politikası terkedilmeli. Bu soruna bir çözüm bulunacaksa -ki son kamuoyu yoklamaları İsraillilerin üçte ikisinin bu örgütü tanıdığını gösteriyor- Hamas sürece dahil edilmelidir. Hamas ile Abbas ilişkileri tamir etmeli ve ulusal birlik hükümeti kurmalıdır. Şurası açık ki Hamas, başkenti Doğu Kudüs olan, Batı Yaka’yla Gazze'yi kapsayan bir Filistin devletini kabul edecektir. Ama ancak bu devlet kurulduğu takdirde İsrail'in varlığını tanımak zorunda kalacaktır.” Vakit.07.03.08

 

-2.ARŞİV.97

 

Kim bu korkusuz vekil?

Yeni Asır yazarı Hüseyin Kocabıyık son yazısında: kendisini "kazığa oturtmakla" tehdit eden generale "Kazıklı Voyvoda da homoseksüeldi" diye haber gönderecek kadar korkusuz ve gözüpek olan milletvekilini yazdı!

Dünya Kadınlar Günü çeşitli etkinliklerle kutlanırken, çok sayıda köşe yazarı da konuyu işleyen yazılar kaleme aldı.
- Yeni Asır Gazetesi yazarı Hüseyin Kocabıyık da yazısında daha önce danışmanlığını yaptığı kadın politikacıları konu aldı.
Kocabıyık, eski Başbakan Tansu Çiller ile eski İçişleri Bakanı Meral Akşener ile anılarını kaleme aldı. Kocabıyık, Tansu Çiller'e ilişkin bir anısını şöyle anlattı: "İtalyan Başbakanı Prodi'nin kravatını masanın karşı tarafından uzanarak yakalayan, adamı masanın öbür tarafına bir hindi gibi sündüren ve 'seni boğarım' diyen kadın”.
- Kocabıyık, yine birlikte çalıştığı kadın politikacılardan Meral Akşener’i anlatırken de, “Gözü kara kadın cinsinin az bulunan örneklerindendir. Kendisini "kazığa oturtmakla" tehdit eden generale "Kazıklı Voyvoda da homoseksüeldi" diye haber gönderecek kadar korkusuz, daha sonra sorulduğu zaman bu hadiseyi reddedecek kadar da ülkesinin değerlerini sakınan birisi” dedi.

AKŞENER: PİSLİĞİN İÇİNDE TEMİZ KALDI
Meral Akşener: Tertemiz bir Selanik göçmeni ailenin kızıydı. Memleketin ilk kadın iç işleri bakanı. Kişisel kırgınlıkları bir yana bırakarak tarihin huzurunda söylüyorum ki, en zor dönemlerin en başarılı iç işleri bakanıdır. Belanın ve pisliğin içinde bakanlık yapmış, arkasında tek bir leke bırakmamıştır. Gözü kara kadın cinsinin az bulunan örneklerindendir. Kendisini "kazığa oturtmakla" tehdit eden generale "Kazıklı Voyvoda da homoseksüeldi" diye haber gönderecek kadar korkusuz, daha sonra sorulduğu zaman bu hadiseyi reddedecek kadar da ülkesinin değerlerini sakınan birisi" habervakti.09.03.08

 

-2.ARŞİV.98

 

Çanakkale'de zafere götüren büyük ruh

Çanakkale savaşın en şiddetli anları... Rumeli Mecidiye Tabyasının Komutanı Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey emrindeki subay ve erlere maneviyatlarını artıracak şu telkinlerde bulunur:

Muttefikler muhtesem donanmalariyla artik son darbeyi vurmanin 

hazırlığı içindedirler. Methal

(giriş) tabyaları 19 Şubat’tan itibaren başlayan

bombardımanlarla (zaman zaman karaya küçük birlikler de çıkartılarak) tahrip edilmiştir. Artık bir sonraki safha olan, hem orta ve geçit bölgesindeki tabyaların susturulması hem de mayın hatlarının temizlenmesini sağlayacak büyük saldırının son hazırlıkları yapılmaktadır. Peki ya İstanbul? Devlet erkanı ve basın ne kadar soğukkanlı görünmeye çalışırsa çalışsın devlet dairelerinin Anadolu’ya taşınması gündemdedir. Dönemin ABD Büyükelçisi Morgenthau her zamanki kibirli ifadeleriyle Talat Paşa’nın Belçika elçiliğinden ödünç alınma otomobili emrinde hazır tuttuğunu yazacaktır. “Çünkü”  diyecekti Morgenthau “Müttefik donanmasının şehrin önünde görünmesi durumunda süratli bir çekilmede bulunulabileceğine hiçbir şans tanımıyordu.[i]

Keza, Osmanlı Meclisi 28 Şubat 1915’de muhtemel bir boğaz geçilmesi durumunda neler yapılacağını belirten bazı kararlar almıştı. Şehrin emniyetinin sağlanması için polis müdürlüğüne özel tahsisat ayrılması, Posta Telgraf Telefon işlerinin yeterince sürdürülebilmesi için Macaristan’dan operatör getirtilmesi ve bunun için ek ödenek çıkartılması vs. Bu karar diye yazar Bayur, İstanbul’da düşmana karşı koyma azmini ve aynı zamanda da o sırada Türklerden telefonu işletecek yeterli sayıda fen adamı bulunmadığını gösterir. [ii] Mabeyn Başkatibi Ali Fuat (Türkgeldi) Bey’e göre de İstanbul’un boğaz tahkimatına güven olmadığından Padişah ve haremi Eskişehir’e naklonulacaktı. Bunun için önceden haneler kiralanmaya başlamıştı. Hazine ise Konya’ya gönderilecekti. Beylerbeyi’nde ikamet eden sabık padişah II. Abdülhamid Han ise kendisine yapılan ayrılma teklifini reddetmiş, Mehmed Reşad’a da İstanbul’da kalması gerektiği, bir kere İstanbul’dan ayrılacak olursa geri dönemeyeceğini belirtmişti.[iii] Francois Georgeon’a göre biraderi ve hükümet erkanının 1453’te İstanbul’un Türkler tarafından fethi sırasında ölen son Bizans İmparatoru XI. Konstantin Dragases kadar olamamasına hayıflanacaktır.[iv] Tarihçi Erik Zürcher’de 1915 baharında İtilaf devletlerinin Çanakkale Boğazı’nı geçmesi an meselesiyken İttihat Terakki Cemiyeti’nin savaşa Anadolu’da devam etme kararını verdiğini, işgal halinde Anadolu’nun çeşitli yörelerinde yerel savunma örgütleri kurmaları için bazı subaylara talimatlar yollandığını belirtir. [v]

- Peki ya asıl “yenilmez armada”yı karşılayacak olanlar, HMS Queen Elizabeth’ in, HMS Agamemnon’un HMS Inflexible’in ve daha nicelerinin karşısında duracak, devasa mermilerinin ateşi altında dayanacak olanlar ne düşünüyordu dersiniz?

- 18 Mart’ın en fazla iş düşecek tabyalarından olan ünlü Seyit Onbaşımızın da bulunduğu Rumeli Mecidiye Tabyasının Komutanı Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey özellikle 25 Şubat’tan itibaren methal bataryalar düşüp düşman donanmasına ait gemiler “Karanlık Liman” bölgesinde rahatça dolaşmaya başladığında o kaçınılmaz günün gelip çattığının farkındaydı. Yapacağı en önemli iş ise askerin konsantrasyonunu, zafere olan inancını artırmaktır.  Aşağıda Rumeli Mecidiye tabyasında Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey’in askerlerine yaptığı konuşmalardan bazı bölümleri okuyacaksınız. Bu konuşmalar 18 Mart Deniz Zaferi’nin kazanılmasında en önemli paya sahip bu tabyadaki genel havayıda yansıtmakta.

- “Düşman methalden girmiş bulunuyor. Öyle görülüyor ki pek kısa bir zaman harbe gireceğiz. Methal savaşlarındaki tecrübelere göre, kısa toplardan fayda ummuyorum. Bu nedenle harbi yapacaklar, ancak birinci derecede Anadolu Hamidiye ve Rumeli Mecidiyesi diye anılan 8-9 topu havi 2 gurup ile, ikinci derecede Dardanos ve Mesudiye, üçüncü derecede ise obüsler olacaktır.

- Düşmanın Boğaz’dan geçişiyle vatanımız ve İslâmiyet alçalma derecesine düşecek, Boğaz’ın muhafazasında ise elde edilecek kazançlar, milletin şerefini kurtaracağı gibi bütün İslâm aleminin kalplerinde hasıl olacak minnettarlıktan dolayı vicdanî ödül olacak, gazamız Allah ve peygamberi hoşnut edecektir.

- Bu ulvi vazifede bulunmamız, kendi liyakat ve iktidarımızla değil, ancak Cenab-ı Hakk’ın bir özel lütfu iledir. Şu tabyaya sahip olmakla dünyanın en bahtiyar adamlarından birisi olduğunuzu bilmenizi isterim. Şimdiye kadar batarya başında bulunmanız vatan, vatan evladı ve İslamiyet’e karşı her zaman kendileri için canımızı fedaya hazır olduğumuzu taahhütten başka bir şey değildir. İşte o gün geldi. Hepimiz birlikte ahit ve yemin edelim![vi]

- Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey emrindeki subay ve erlerin maneviyatından emindir artık. O karar gününe çok az bir süre kala bakın askerlerini nasıl tanımlıyor…

- “ Bütün erlerde savaş için büyük bir istek vardı. Bu hâli sürdürmek gerekiyordu. Daha evvel de bildirdiğim gibi bölükte namaz kılmayan hiç kimse yoktu. Devamlı telkinlerim neticesi olarak dinî hisleri olgunlaşmıştı. Mânevî güçlerin sarsılmaz duruma gelmesi ise, ancak hakikî din adamlarına dayanarak, Allah’ın istediği şeyleri yaparak olacağına kâni olmuştum. Aşağıda bahsettiğim şekilde uygulamaya koydum:

1.Bugünden itibaren daima abdestli bulunacak ve harbe abdestli olarak başlanacak.

2.Topların dolması için verilecek kumanda ile her toptan sağındaki bir er nöbete çıkacak. Bu suretle 4 er tarafından Ezan-ı Muhammedî okunarak 1. doldurma işi yapılacak.

1.Yeni gelen yedek subay adaylarının medreseden gelen kısmı kendilerine lüzum hasıl oluncaya kadar yüksek sesle tekbir alacaklar. Bir kısmı da Kur’an okuyacaktır. Vazifesini bitiren erler onları kalben izleyeceklerdir. Ateş aralarında ise bütün batarya sesli olarak “tekbir”e katılacaktır.[vii]

18 Mart Zaferinizi tebrik ediyor, tüm şehit ve gazilerimizi rahmetle anıyorum. Derleme: Tuncay Yılmazer 18.03.08

 

-2.ARŞİV.99

 

Paşa'dan devlet tavrı!

ABD'nin kabusu olan Orgeneral Büyükanıt, Afganistan'a asker gönderilmesiyle ilgili koyduğu tavrı sürdürdü! Paşa, Mehmetçiği Afganistan bataklığında sokmamaya kararlı !!!

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Afganistan’a ek asker gönderilmesiyle ilgili tavrının değişip değişmediğine ilişkin bir soru üzerine “Bakın bu silahlı kuvvetlerin değil, devlet politikası olur. Bunu söylemekle yetinirim" dedi.
-Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Afganistan’a ek asker gönderilmesiyle ilgili tavrının değişip değişmediğine ilişkin bir soru üzerine “Bakın bu silahlı kuvvetlerin değil, devlet politikası olur. Bunu söylemekle yetinirim dedi. Orgeneral Büyükanıt, "Afganistan Ulusal Günü" dolayısıyla Swiss Otel’de düzenlenen resepsiyona katıldı. Resepsiyonda gazetecilerin Afganistan’a ek asker gönderilmesi ile ilgili tavrı konusunda bir soru üzerine “Bakın bu silahlı kuvvetlerin değil, devlet politikası olur karşılığını verdi. Orgeneral Büyükanıt, gazetecilerin ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile yaptığı görüşmeyle ilişkin sorularını da, “Nezaketsiz olur diyerek yanıtlamadı.
“HER KONUDA  BıR DEVLET iRADESi OLMALI"
Bir gazetecinin “Afganistan konusunda bir devlet politikası oluştu mu? sorusunu da Büyükanıt “Her konuda bir devlet politikası olmak durumundadır diye yanıtladı. Afganistan Ulusal Günü Resepsiyonuna Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral ılker Başbuğ, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç ve Genelkurmay ıkinci Başkanı Orgeneral Ergin Saygun da katıldı.
25.03.2008 habervakti

 

-2.ARŞİV.100

 

Modern dinî şekilcilik 

Dindarların aktif siyasi hayata katılımı, hep yasaklarla karşı karşıya kaldı. Her yasak yeni açılımları, yeni siyasi projeleri zorladı. Başka coğrafyalarda bu tür keskin dönüşümler, bizdeki gibi sık aralıklarla yaşanmaz.. Bizde ise malum olduğu üzere olağanlaşmıştır.

Gücünü halktan alan, ufkunu bu coğrafyanın medeniyet tecrübesine dikmiş ve onu yeniden üretme sevdasındaki kadrolar, her dafasında yürüyüşlerinin önüne konan kapatma engellerine teslim olamazdı elbet. Teslim olmak demek, bu coğrafyanın "en hakiki kimliği"nin yitirilmesi demek olacaktı.

Bunun farkında olan kanaat önderleri, bu engelleri aşabilmek için, zaman zaman, 'olmazsa olmazlar'ından tavizler vermek durumunda kaldılar, bu zoraki kabullenişin adını da; "reel politik" koydular.

"Reel politik" tılsımlı bir kavramdı. Dindar insan algısında meşrulaştırılması dince sakıncalı hususlar, yasakların cenderesinde çözüm arayışı için kıvranan algı dünyasında meşrulaşabildi. Yapılan, adı konmamış geçici bir fıkıh üretme faaliyeti idi önceleri. Geçiciydi; çünkü, koşullar değişir değişmez özgün ve asıl olan, geçici olarak üretilen fıkhın yerine tekrar ikâme edilecekti. Geçicilik, o durumu oluşturan şartlar değişince, bir diğer ifade ile durum normale dönünce ömrünü tamamlayacaktı.

Ama kimsenin aklına, "Ya geçici dediğimiz durum kısa sürede ortadan kalkmazsa?", "Ya bu yeni açılıma alışır, sonra da öyle inanmaya başlarsak?" tehlikesine işaret eden sorular pek gelmedi.

Bugünü kurtaralım, temel hak ve hürriyetlerimizi maksimum düzeyde elde tutalım, ülkeyi germek isteyenlere fırsat vermeyelim, halkımızın saflarını bölmeyelim, bölenlere de izin vermeyelim endişeleri, bu meyanda belirleyici oldu.

Her yasak dayatmasıyla alınan yeni pozisyonların gerekçeleri elbette anlaşılabilirdi, lakin, gerekçe anlaşılır olsa da, bu, her yeni açılımın meşruluğu anlamına gelmezdi tabiî. Bizim dikkat çekmeye çalıştığımız husus, bu yasaklar zemininde kullandığımız dinî kavramlar ve sahip olduğumuz siyasi duruşlar önemli ölçüde kutsaldan ve ona içkin hikmetten arındırıldı sessiz sedasız...

İşte bunlardan birisi de "modern şekilcilik" diye isimlendirdiğim, dinî ahkâmdan, onların varlığının önemli sebebi olan hikmet ve illetleri soyutlama ve nassları sadece zâhirî anlamlarıyla sınırlandırma ufuksuzluğudur.

İlginçtir, bunu yapanlar; "hadler", "kadın ve erkek arasında miras dağılımı", "kadının şâhitliği", "çok eşlilik", gibi meselelerde İslâm'ın gâyeci (finalist) özelliğine vurgu yapanlardır. İşi, Kur'an'ın tarihselliğine vardırıp, bu hükümleri nâzil olduğu toplumla sınırlandırarak içini boşaltırken, İcma-ı Ümmete aykırı olmasına rağmen bu yaklaşımlarının meşruiyetinden de gâyet emin olanlardır.

Ama, özünde hikmet ve illete mebnî hükümlere gelince ise, reel politik duruşlarına aykırı olduğu için şekilciliğe kaçarlar, bunun farkında bile olmazlar. Şekilciliğe karşı çıkarken şekilcilik tuzağına düşme çelişkisi yani. Bu bağlamda iki örnekle konuyu vuzûha kavuşturalım istiyorum.

İlki, "Başörtüsünü Allah'ın emri olduğu için takıyoruz, bunun iffetli ve ahlâklı olmakla bir alakası yok" diyenlerin, bu iddialarının anlamını ne kadar idrak ettikleri meselesi.

"Başörtüsünü Allah emrettiği için takıyorum" diyenler, sanki başörtüsü takma emrinin arkasında ikâme edilmek istenen bir hikmet, ortadan kaldırılmak istenen bir mefsedet ve kadını korumak isteyen bir hedef yokmuş gibi davranıyorlar. Başörtüsü emrinin mebnî olduğu hikmetleri yok saydığınızda, asıl o zaman onu bir metre kumaş parçasına indirgemiş olursunuz, bunu görmek zor mu?

Başörtüsünü 'inanç hürriyeti' zemininde savunmayı değil; modernitenin sağladığını düşündükleri insan hakları, kadın hakları, bireysel özgürlük zemininde savunmak ve böylece karşı tarafın naiv iddialarını elinden almak adına alınan bu pozisyon, kısa vadede belki size konuşma hakkı imkânı sunar, ama, uzun vadede din dilinin ve din algısının sekülerleşmesini de sağlar...

İkincisi ise, geçenlerde "Kadınlar Günü" münasebetiyle gazetelerde yayımlanan tam sayfa bir reklam ilanı ile ilgili. Bu reklamda, "Kadınlar ne ister?" sorusuna verilen cevap mahiyetindeki bazı görüşler "cinsel özgürlük"le ilişki kurularak toplumun sabit değerlerine karşı bir kampanyaya dönüştürülmüştü.

Deniyordu ki; "Bekaret, namus simgesi olarak görülmesin!" Ne adına? Tabuları yıkmak adına.

İşin acıklı tarafı ise, bazı muhafazakâr basın organlarının da bu reklamı yayımlaması idi. İslâm'da hükmü açık olan "zina" yasağının bir anlamda varlık hikmetini görmezden gelen bir garabet bu. Hem zina hükmünü ciddiye almamak, hem de bu yasağın arkasında bir gâye yokmuş gibi davranmak şekilciliği..

Dindarları aktif hayatta görmek istemeyenlerin ürettikleri yasaklar, dindar câmiayı, kendisini korumak refleksleriyle, kontrolsüz bir fıkıhın (!) üretimine sevk etti. Bunun da bizi getirip bıraktığı yer; hem din dilinin, hem de din algısının sekülerleşmesidir. Bunu sakın ıskalamayın!! Vakit Gazetesi27.03.08 Serdar Demirel 

 

-2.ARŞİV.101

 

İşte Mehmet Barlas budur!

Aldığı para olay olmuştu... Söz konusu rakam tam 900 bin YTL'ydi. O da şık bir hareket yaptı ve bakın herkesi nasıl şaşırttı.

Atv anchormani ve Sabah başyazarı Mehmet Barlas, Türk medyasında tarihi bir karara imza attı. Mehmet Barlas atv'den üç yıllığına aldığı 900 bin YTL transfer ücretini geri iade etti.
-
Bankaya talimat vererek, paranın iadesini gerçekleştiren Barlas, yaptığı bu hareket ile büyük alkış aldı.
Barlas neden böyle bir karar aldığını şöyle açıkladı:
- "Hiçbir para ne benim yaşamımı ne de meslek hayatımı etkileyemez. Ben bu göreve gelmeden önce bizim mesleğin en yüksek baremlerinde zaten gelirim vardı. Bu para bana bir rütbe ya da yeni bir hayat getirmedi. Zaten bu parayla ilgili sorunlar Çalık Grubu ile ATV-Sabah yönetimi arasındaki meselelerdir. Ben aradan çıkıyorum. Ne verirlerse versinler iyi bir gazetecinin ne hayatını ne düşüncelerini ne de okurlarına ve izleyicilerine karşı sorumluluklarını etkileyebilirler. Mesleğine bağlı bütün meslektaşlarımın aynı düşünceye sahip olduğuna inanıyorum".İnternet.28 Mart 2008

 

2.ARŞİV.102

 

İdam yolunda sır teklif

Hatırla Sevgili dizisindeki idam sahnesini izleyen ağabey Bora Gezmiş yıllardır saklanan bir sırrı da açıkladı;

ATV'nin reyting rekortmeni dizisi Hatırla Sevgili'de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği geceyi konu olan bölümünü izleyen, ağabeyi Bora Gezmiş yıllardır saklanan bir sırrı da açıkladı:
- "Süleyman Demirel, Deniz'e yurtdışında devlet bursuyla üniversite eğitimi teklif etti. Sovyetler Birliği de burs teklif etmişti ama o 'Kabul edemem' dedi."
İşte ağabey Gezmiş'in ağzından çarpıcı iddialar:

'TAKIM ELBİSELİ İKİ KİŞİ GELDİ'

"O dönemde İstanbul'daki evimize takım elbiseli, bellerinde silah olan 2 kişi geliyor. 'Başbakanlıktan geliyoruz. Başbakanımız bu eylemlerden çok rahatsız. Büyük üzüntü duyuyor. Uygun görürseniz, Deniz'i istediği bir batı ülkesinde, tüm masraflar devlet tarafından karşılanmak üzere üniversiteye gönderebiliriz. Başbakanımız yarın İstanbul'a gelecek. Olumlu ya da olumsuz bu konuda bir cevap verebilirseniz iyi olur' demişler. Babam da bu teklifi Deniz'e ileteceğini söylemiş."

Babasının teklifi Deniz Gezmiş'e iletip iletmediğini küçük kardeşine sorduğunu belirten Bora Gezmiş kardeşinin, "Deniz'i biliyorsun, babam ilettiyse bile kabul etmesi mümkün mü?" dediğini söyledi. (Sabah) 30.03. 2008

 

2.ARŞİV.103

 

ORDO AB CHAO YA ZEYL. Düzensizlik içinde düzen!
Ergenekon’u gözünüze çok yaklaştırmayın, arkasında derin devleti kaybedersiniz. Tıpkı gözünüze bir kibrit çöpünü fazla n yaklaştırdığınızda, arkasında bir ormanı kaybedebileceğiniz gibi..
En az 40 tane Ergenekon var..
On binlerce silahlandırılmış kişiden söz ediyoruz.
Krizden korkmayın. Sivrisineklerle uğraşmayı bırakın ve bataklığı kurutmaya bakın..
Bataklığı bırakın, şeker kamışı yetiştirin..
Deprem oldu.. Tamam binalar yıkıldı, insanlar öldü! Ama hayat devam ediyor.. Her felaket yeni bir ders ve yeni bir fırsattır ve karanlık aslında aydınlığın yokluğudur..
Bir kere karar verince durmayacaksın.. Durursan düşersin. Arkana bakmayacaksın.. Vururlar..
Uzlaşma mı? Kulağa hoş geliyor.. çağrıyı yapanların iyi niyetinden kuşkum yok. Ama sakın bu fikri destekleyenler, çeteye zaman kazandırmak için bu işe destek veriyor olmasınlar?.
Uzlaşıya evet; ama hukukta, ama insan haklarında, ama milli iradeye teslimiyette..
Zalimler karşısında tevazu zillettir.. Geri adım atarsanız, cür’et ve cesaretleri artar.. Toparlanır ve saldırırlar..
Doğru yolda ileri doğru, daima. Eğer yolun yanlışsa, eğer adil değilsen bin adım geri git.. Ama doğru yönde ileri doğru giderken, asla geri adım atma..
Eğer geri adım atarsanız, çete düzeni 1000 yıl sürer, 28 Şubatçıların dediği gibi.
Bu iş artık bitirilmeli. Bu fırsat iyi değerlendirilmeli.. Bir kez daha şu ya da bu gerekçe ile bu fırsat kaçırılırsa, bu bir felaket olur..
Kayıt dışı ekonomi ve kayıt dışı siyaset tasfiye edilmeden kimseye huzur yok..
çetenin media ve sermaye içindeki uzantıları tasfiye edilmeden durmayacaklar.. Ellerindeki silahlar alınmadan tehlike saçmaya devam edecekler..
çete kendi adamlarına yönelemez; artık oyun ortaya çıktı..
Türkü de, Kürdü de, Ermenisi de, Sünnisi de, Alevisi de, sağcısı da, solcusu da oynanan oyunun farkında..
Sıvas ve Başbağlar’da tetiği çeken eller aynı eldi..
PKK, Kürtlerin Ergenekon’u. Yabancı biri değil anlayacağınız.. Şehid anaları ve Cumartesi anneleri aynı acının ortağı aslında.. Tavşana kaç, tazıya tut!
Eğer karşı taraftan birini vururlarsa, o kahraman olur. Toplumsal öfke infiale dönüşür..
Dink olayını hatırlayın..
En tepedekini hedef almak gerekmiyor. Genelde en tepedeki, daha kolay kontrol edilebilsin diye daha zayıf biridir.. İkinci adam önemli.. Ve onun altındaki kriptolar..
En alttakiler tetikçi. Yukarıdakiler kendini savunamıyorsa, onlar tepedekine güvenmez. Karizma çizildi mi, iş göremezler.
Bir de taşeronlara dikkat..
İyi bir istihbaratla bunlara suçüstü yapmak mümkün.
Eğer vaktinde kontrol altına alınmazlarsa, bunlar ülkeyi kana bulayabilir..
On binlerce silahlı, binlerce motorize ekipten söz ediliyor..
Olaylara takılıp kalmamak, tehditlerle savrulmamak gerek..
Bu alemde her şey sahici.. Film setine benzemiyor hiçbir şey!
Düzensizlik içinde düzende, krizi yönetenler kârlı çıkar.
Tetik çekenle ambulansta bekleyen, hastanede tedavi eden, ilaç satan kişiler birbirlerinden habersiz aynı düzene hizmet ediyor olamaz mı? Mumcu’yu vuran, arkasından ağlayan, halkı ‘kahrolsun şeriat’ diye sokağa dökmeye çalışanların aynı kişiler olduğu gibi...
Kalabalıkları saymıyorum. Onlar saflar. Uymuş kalabalığa, gidiyorlar..
Bir deli bir kuyuya bir taş atar, 40 akıllı 40 gün uğraşır o taşı çıkartmak için..
Ve siz tam taşı çıkartırsınız, bir deli bir başka kuyuya bir taş daha atar..
Onların oyununun bir parçası olmayın. Kendi oyununuzu kurun. Rakibinizi iyi tanıyın, kendi içindeki çelişkileri, dış desteklerini, çıkış/kaçış yollarını tesbit edin.. Sizin bakmanız istenen yere değil, bakmamanız istenen yere bakın, projektörlerin aydınlattığı yere değil, karanlıkta kalan gerçeklere dikin gözünüzü.. Fotoğrafın bütününü görmeye çalışın.. Sabırlı olun..
Ve belki de önce kendi içinizde, size dost gözükenlere karşı dikkatli olmanız gerek..
Siyaset, maskeli baloya benziyor..
Kim kimden yana. Tehdit, şantaj, para, kadın, uyuşturucu..
her şey var bu alemde..
Bu derin yapı her ülkede var.. Globalleşme ilk önce derin devlette oldu.. Kayıt dışı ekonomi ve kayıt dışı siyaset global piyasada daha vahşi bir şekilde hükmünü sürdürüyor..
Bu şey, şeytanın iktidarından başka bir şey değil.. Şeytani bir düzen ve bu mücadele uzun sürecek bir mücadeledir.
Bu derin masonik yapının arkasında şeytanın hileleri gizli ve şeytan bizim damarlarımızda dolaşıyor..
Savaş nefsimizde, ülkemizde, bölgemizde ve tüm dünyada anlayacağınız..
4. dünya savaşı başladı. (üçüncüsü soğuk savaştı). ölenin niye öldüğünü, öldürenin niye öldürdüğünü bilmediği bir savaş..
Düzensizlik içinde bir düzen: Başkalarının acıları üzerine kendine mutluluk, başkalarının kanları üzerine kendine iktidar, başkalarının yoksulluğu üzerine kendine zenginlik hayal edenlerin iktidarı..
Batı, bir yüzyıla dört dünya savaşı sıkıştırdı ya! Bravo!.. Dördüncüsü, Fukuyama’nın kehanete dönüşen öngörüsündeki gibi (o aslında başka bir şeyi anlatmaya çalışmıştı ama) tarihin sonunu getirecek bir kıyamet savaşı ya da Huntington’un kehanetindeki gibi medeniyetler arası bir savaş olmasın sakın!
Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler. Gün doğmadan neler doğar..
O bilir, görür, duyar ve gerçek hüküm/iktidar sahibidir. Ecele, kadere, rızka hükmeden O’dur.. O zaman ne gam.
Bize hayır gibi gelen şeyde şer, şer gibi gelen şeyde hayır olabilir. Sonunda herkes kendi kaderine koşmaktadır.. Allah (cc), serveti ve iktidarı topluluklar arasında döndürüp dolaştırmaktadır..
Karanlığın en koyu anı, aydınlığa en yakın olduğu zamandır. Kemal, zevalin eşiğidir.. Her doğan öler. Yükselen düşer.. Sonuçta hayat devam etmektedir. Yaşamak işte böyle bir şeydir! Ve yaşamak; sorumluluklarının bilincinde olup, gereğini yerine getirenler için güzeldir. Selam ve dua ile.. Abdurrahman Dilipak 31.03.2008

 

2.ARŞİV.104

 

İki fiyasko, bir itiraf!

Bağdat kuşatma altında. Sünni direnişçiler Genelde Şiilerin hakim olduğu Bağdat'a giden bütün yolları kesti. Bazı bölgelerde gıda sıkıntılarının başladığı, köylerde insanların birkaç haftadır karpuz ve ekmekten başka bir şey yemedikleri söyleniyor. Bu durum Şiilerle Sünniler arasında çok ciddi gerilimlerin habercisi. Ama en önemlisi ABD'nin Irak'ta kontrolü tamamen kaybettiğinin göstergesi. Son bir ayki gelişmeler sanıldığı gibi ABD'deki Kongre seçimleriyle sınırlı değil. Ülke tamamen Şii ve Sünni grupların elinde. Peki ABD ve İngiltere nerde? İkinci Vietnam sendromu boş bir kaygı olmayacak gibi. Artık Sünniler kadar Şiiler de ABD'yi istemiyor, çekilme takvimi istiyor. Ülke hızla bölünmeye gidiyor. ABD, Kuzey Irak'a yoğunlaşma planlarını hızlandırıyor.

- Afganistan'da durum hiç de bundan farklı değil. Taliban bir çok bölgede kontrolü elinde tutuyor. Altı bölgede Taliban'la ABD ve NATO askerleri arasında çatışma var. Hava saldırılarının neden olduğu sivil kayıplar halkı Taliban saflarına itiyor. NATO direnişçilerle pazarlıklara bile başladı. Kış boyu sürmesi beklenen çatışmaların bahara nasıl bir Afganistan bırakacağı meçhul. Burasının da Üçüncü Vietnam olmayacağını kim garanti edebilir?

- ABD ve müttefiklerinin Ortadoğu ve Asya'da başlattıkları istila süreci karşı reaksiyonunu doğurdu. Bundan sonra Irak'ta da Afganistan'da da çok daha yoğun reaksiyon göreceğiz. Bu beklenen bir gelişmeydi ancak tek taraflı enformasyon ve zihin yönlendirmesi, dünyayı bu gerçeği öngörmekten mahrum etti.

- ABD için bölgedeki kayıplar süreci başladı. Bölgesel refleks giderek güç kazanacak. Başarısızlıklar daha da artacak. Özellikle NATO'nun çok ciddi itibar kaybedeceği söyleniyor. İki fiyaskonun yanında, Washington için daha kötüsü de var. İslam dünyasına yönelik bütün kredisini kaybetti. Artık hiçbir girişimi, planı, projesi taraftar bulmayacak. Şüphe ve tereddütle karşılanacak. Bunu ben söylemiyorum.

- CIA'nın Siyasal İslam Stratejik Analiz Programı Başkanı olan, Dış İlişkileri Konseyi üyesi ve terörle mücadele gibi kilit birimlerde 15 yıl görev yapan Dr. Emile A. Nakhleh, Harper's dergisinin altı sorusuna verdiği cevaplarda çok önemli şeyler söylüyor. www.dunyabulteni.net adresinde Türkçesi yayınlanan söyleşideki şu analizlere birlikte bakalım:

“Hızlı bir şekilde çıkış stratejisi için yol bulmaya başlamalıyız. Irak'ta bir iç savaş var ve bizim varlığımız şiddete katkıda bulunmaktadır. Paratonere dönüştük, şiddeti azaltmıyoruz, artmasına katkıda bulunuyoruz. Irak mücahitleri harekete geçirdi. Bizim varlığımız onları cezbediyor. Oradan çıkmaya ihtiyacımız var. Irak'ın bölge için model olması düşüncesi de bence önemini yitirdi. Şimdi tek sorun şu: Irak, İran modelini mi yoksa Arap otoriterliğini mi izleyecek?. Aradan sadece üç yıl geçmesine rağmen, laik bir model talebinin ve demokratik bir Irak'ın unutulmasıdır. Bu Amerika'nın bölgede demokrasiyi yayma çabalarını gölgelemektedir.”

ABD-İslam dünyası ve terörle mücadele stratejisi için ise şu ifadeler kullanılıyor:

- “İslam dünyasında bir iyi niyet neslini kaybettik. Resmi tumturaklı sözler hariç, demokratikleştirme ve Ortadoğu için reform programı artık kayboldu. Bu, Başkan'ın bölge için merkezileştirme politikasıydı ve şimdilerde kimse onun hakkında konuşmuyor. Biz tüm İslam dünyasında; demokrasi, temsili hükümet ve adalet konularında güvenilirliğimizi kaybettik. Herhangi bir karşılığı olmadan insanları (içerde) tutmak için yeni kurallar ve düzenlemeler tasarlıyoruz. İslam dünyası, “İnsan hakları hakkında konuşuyorsunuz, insanları yargılamadan içerde tutuyorsunuz” diyor. İslam dünyası, “terörle savaş” adı altında İslam ile savaş verdiğimiz görüşünde ve biz onları bu düşüncelerinden vazgeçiremedik. Guantanamo, Ebu Gureyb ve diğer işkencelerden dolayı; adalet, yasalara uyma, hukukun üstünlüğü düşüncelerimizi kaybettik. Ve bunlar Amerikan düşüncesinin kalbiydi. Bu çok ciddi bir durum ve ileriki yıllarda bunun tehlikeli neticeler doğuracağını görüyorum.”

- Irak ve Afganistan'da sadece Iraklı direnişçiler ve Taliban savaşmıyor. ABD bu bölgeleri işgal ederken Taliban gibi semboller üzerinden aslında çok büyük bir dünya savaşını gizledi. Şimdi hem bölgesel reaksiyon harekete geçti hem de ABD karşıtı güçler, özellikle Asyalı güçler gücünü gsötermeye başladı. İki ülkedeki çatışmalar merkez güçlerin birbiriyle hesaplaşmasından başka bir şey değil. İşte Dördüncü Dünya savaşı dedikleri bu. Çok yakında bu büyük savaşı başka bölgelerde de izleyeceğiz. Geleceğin dünyası bu savaşın seyrine göre şekillenecek. Dünyanın nasıl kamplara bölünmüş olduğunu ancak o zaman farkedeceğiz. 02 Kasım 2006 ibrahimkaragul@gmail.com

 

2.ARŞİV.105

 

Kilit adam haham çıktı. Adı Tuncay Güney
2001 yılında evine yapılan baskında bilgisayar kayıtlarında çok özel bir belge bulundu…
Belgenin adı şuydu:  
ERGENEKON LOBİ ÖRGÜTLENMESİ (GİZLİ) O dönem polis, olayın üzerine gitti sorgulamalar yapıldı, ifadeler alındı. Ve aradan yıllar geçtikten sonra ERGENEKON LOBİ ÖRÜTLENMESİ GİZLİ RAPORU, evinde Ümraniye’de evinde el bombaları bulunan Astsubay Oktay Yıldırım’ın bilgisayarında ortaya çıktı. Yine aynı rapordu: ERGENEKON LOBİ  ÖRGÜTLENMESİ Polis olayın üzerine gidince aynı rapor, bu sefer Danıştay saldırısında adı geçen Muzaffer Tekin’in evinde bulundu. Ve bugün, Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk’un gözaltına alınmasına kadar uzanan soruşturmaların kaynağının ilk kez Tuncay Güney’in evinde bulunan bu belge olduğu anlaşıldı.

Saygı ÖZTÜRK araştırdı, Kanada’nın Toronto kentinde Tuncay Güney’i buldu.
“...Ancak inanılmaz bir gerçekle karşılaştı. Bir zamanlar
Fethullah Gülen’in Samanyolu TV’sinde talk şov yapan Tuncay Güney’in şimdi Kanada’da bir sinagogda hahamlık yaptığı ortaya çıktı...’’
-
Böylece belki de Cumhuriyet tarihinde ilk kez askerin, tarikatın ve hahamlığın bir arada bulunduğu karma karışık bir olaylar zinciri ortaya çıktı -
Ankara şu anda en derin istihbarat faaliyetlerinden MOSSAD’a kadar uzanan iddialarla çalkalanıyor.
-
Şu soru hala cevap bulamadı: Bu kadar hassas bilgilere Samanyolu TV’de talk şov yapan Tuncay Güney nasıl ulaştı? Veli Küçük’le ne ilgisi vardı? Nasıl Toronto’ya gidip sinagogda haham olabildi?

İŞTE CEVAPLAR Türkiye’yi sarsan Ergenekon Soruşturmasının ilk sinyalini veren Tuncay Güney, Gazeteci-yazar Saygı Öztürk’e konuştu. İŞTE SAYGI ÖZTÜRK’ÜN KALEMİNDEN İNANILMAZ OLAYLAR ZİNCİRİNİN DERİN HALKALARI!..

şu anda meslek hayatımda bu kadar karmaşık ve bu kadar toz-duman arasında arap saçına dönmüş olayları çözmeye çalıştığım bir dönemi hatırlamıyorum…

- Sevgili okurlar, Olaylar gerçekten inanılmaz soru işaretleri barındırıyor. Ve yargının, Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturmasına bir zarar vermemeye özen göstererek, daha açık bir deyişle, soruşturmanın Türkiye için, demokrasi için selametle sonuçlanmasını umarak ulaştığım sonuçları ve soru işaretlerini bütün çıplaklığıyla aktarıyorum.
- Önce şu soru: Tuncay Güney yıllar önce Samanyolu Televizyonunda talk şov yapan bir kişiydi. Bu kişinin evinde, bugün Türkiye’yi sarsan olaylar zincirinin “ERGENEKON”un halkasına nasıl ulaşmıştı… Evindeki bilgisayarda, gizlilik derecesi yüksek olduğu varsayılan “Ergenekon Lobi Örgütlenmesi- Gizli” raporu ne arıyordu? Bütün bu soruları hem Tuncay Güvey’e sordum, hem de güvendiğim kaynaklardan araştırdım. Peki Tuncay Güney, nasıl Kanada’nın Toronto kentine kadar gidip orada Sinagog’da nasıl rabay olarak görev alabildi? Tuncay Güney kendi ağzından ne diyor:

“Elhamdülillah ben Müslüman değilim. Ama bu benim İsrail ajanı olduğumu, İsrail'e çalıştığımı göstermez. Ben Musa’nın kitabına inanıyorum ve mesihi bekleyenlerdenim.”

- İşte sevgili okurlar, Doğrusu inanılacak gibi değil. Türkiye’de Samanyolu televizyonunda bir dönem talk şov yapan Tuncay Güney… Bilgisayarında Türkiye’nin en karanlık ilişkilerinin iddia edildiği Ergenekon Lobi Örgütlenmesi gizli raporu bulunan yine o Tuncay Güney… Veli Küçük’ü tanıyan, “en az 100 defa görüşmüşüzdür” diyen Tuncay Güney… Kuzey Irak’a gidip Barzani ve Talabani’yle görüşen ve Diyarbakır’a döndüklerinde dönemin Emniyet Müdürü (sonradan suikasta kurban gitti) Gaffar Okkan’la bağlantıya geçen yine Tuncay Güney… Ve şimdi kendi ağzından Toronto’ya gidip Sinagog’de görev yaptığını ve Musa’nın kitabına inandığını söyleyen Tuncay Güney…

Hadi bakalım çıkın işin içinden…

Bu kadar karmaşık olaylar zinciri nasıl açıklanabilir? Şu anda olayı soruşturan Cumhuriyet savcısının ne kadar zor bir soruşturma içinde olduğu bile bilgi karmaşıklığından anlaşılıyor. Sevgili okurlar şimdi size son olarak şunu aktarabilirim:Tuncay Güney çok önemli bilgiler veriyor. İfadesindeki bazı detayları ise reddediyor. Güney’in anlattığı bazı detayları ise soruşturmaya olumsuz bir etki yapmasın diye şimdilik yayınlamıyorum… Ankara’daki bu inanılmaz gelişmeleri aktarmaya devam edeceğim… Saygı ÖZTÜRK 21 Mart 2008

 

2.ARŞİV.106

 

Ülke nasıl gerilimden kurtulur!

Başbakan gerici olduğu için ülkeyi germeyi seviyor! Başbakan gerici olduğu için ülkenin gerilmesinden medet umuyor! Ülke bu gerici başbakandan kurtulsa gerilimden de kurtulur!

- Lütfü Bey; TÜSİAD Başkanı ve holding medyasının baş patronu Aydın Doğan'ın kızı Arzuhan Doğan Yalçındağ'ın başlattığı “Ülke çok gerildi; başta Başbakan olmak üzere elbirliğiyle ülkedeki gerilim düşürülmeye çalışılsın” kampanyasına başını TOBB’un çektiği bazı kuruluşlar da “Başta Başbakan olmak üzere herkes geri adım atsın” çağrısı yaparak katıldı. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
- Başbakan gerici olduğu için ülkeyi germeyi seviyor! Başbakan gerici olduğu için ülkenin gerilmesinden medet umuyor! Ülke bu gerici başbakandan kurtulsa gerilimden de kurtulur! Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatsa, Başbakan Erdoğan siyasetten yasaklansa ülke gerilimden de kurtulur! İşte Başbakan Erdoğan ile AKP karşıtlarının mantığı budur. Onlara göre ülke bu gerici AKP ile bu gerici başbakandan kurtulsa gerilimden de kurtulur! Bir de diyorlar ki, “Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere herkes geri adım atsın.” Ancak Başbakan Erdoğan geri adım attığında yine gerici olarak suçlanmasın sakın! İşin esprisi bir yana, ülkede gerilimin düşmesini mi istiyorsunuz, mesela milletten yüzde 47 oranında oy alan AKP’yi kapattırmaktan vazgeçin, gerilim düşsün. Mesela her türlü siyasi görüşün dile getirilmesine, örgütlenmesine, insanların düşündüğü, inandığı gibi yaşamasına izin verin, gerilim düşsün. Ülkeyi yasaklar ülkesi değil özgürlükler ülkesi yapın, gerilim düşsün. Kaldı ki bugün Türkiye'de bir gerilim varsa, bunun baş sorumlularından biri TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ'ın babası Aydın Doğan'ın baş patronu olduğu holding medyası değil midir? Öyleyse ülkedeki gerilimin düşmesi için TÜSİAD Başkanı’nın ilk ziyaret etmesi gereken kişi babası Aydın Doğan değil midir? Gerilimi kim başlattıysa, o düşürmelidir. Aslında biliyoruz ki, “Ülke çok gerildi; Başbakan gerilimi düşürsün” diyenlerin demek istediği şudur: “Başbakan ve hükümet milletin istediklerini değil de bizim istediklerimizi yerine getirsin. Halka verdiği sözleri boşversin, her istediğimiz şeyi bize versin. Milletin gönlünü hoş tutmaya değil, bizim gönlümüzü hoş tutmaya baksın. Bizim 'yap' dediklerimizi yapsın, 'yapma' dediklerimizi yapmasın.” Kısacası, bunlar istiyorlar ki, Başbakan ile hükümet boynunu kasabına gönüllü olarak uzatan uysal koyun gibi olsun! Bunlar istiyorlar ki davul Başbakan ile hükümetin boynunda, tokmak da kendi ellerinde olsun! İstiyorlar ki her türlü imtiyaz, çıkar dün olduğu gibi bugün de onların olsun. Eğer böyle olursa, onlara göre ülkede gerilim de olmaz! Onların dediğinden çıkılmazsa, ülkenin tansiyonu da çıkmaz!

BIRAK DEMOKRASİYİ SAKIZ BİLE ÇİĞNEYEMEZ!
- Halkın seçtiği hükümetlerin icraatlarından rahatsız olan çetecilerin, cuntacıların dün olduğu gibi bugün de bir darbe yapma peşinde oldukları biliniyor. Sizce şu anda Türkiye'de bir darbenin başarı şansı var mı?
- Cuntacıların darbe yapmaya niyetleri var, ama güçleri yok! Bu ülkede darbeleri kim yapar? Ne zaman ki cuntacılar Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yönlendirmeye başlar, işte o zaman darbeye elverişli ortam doğar. Ancak darbe yapmak için sadece cuntacıların niyeti yetmez, darbe yapmak için asıl ABD'den izin almaları, destek almaları gerekir. Nitekim Türkiye'deki tüm darbeler ABD'den izin alarak, destek alarak gerçekleşmiştir. Türkiye’deki darbeler ABD yöneticilerinin “Bizim oğlanlar” dediği darbeci subaylarca gerçekleştirilmiştir. ABD destek vermedikçe cuntacıların darbe yapması söz konusu bile değildir. ABD izin vermedikçe cuntacılar bırakın darbe yapıp demokrasiyi çiğnemeyi, sakız bile çiğneyemezler! İşte ta başta bunun için dedim ya, cuntacıların darbe yapmaya niyetleri var, ama güçleri yok! Çünkü şu anda ABD'den AKP Hükümeti'ni devirecek bir askeri darbeye izin de yok, destek de yok. Zaten ABD'nin izni, desteği olsaydı şu ana kadar çoktan darbe olmuştu. Anlaşılan o ki, ABD Türkiye'de bir darbeyi şu anda kendi açısından uygun görmüyor. ABD ülkeyi cuntacıların değil, AKP'nin yönetmesini daha uygun görüyor. Kısacası, Türkiye gibi ülkelerde arkasında ABD'nin desteği olan kimse, güçlü olan da odur! ABD'den desteksizseniz, hiçbir şeysiniz! ABD'den desteksizseniz bırakın darbe yapıp demokrasiyi çiğnemeyi, sakız bile çiğneyemezsiniz! 

 
İRAN’I SATANI BİZ DE SATARIZ!
- Hafta başında Türkiye’ye gelen ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in en önemli isteği, İran'a yapmayı planladıkları saldırıya Türkiye’nin destek vermesiydi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Türkiye, ABD'nin İran'a yapmayı tasarladığı saldırıya bırakın destek olmayı, köstek olmalı! Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’yi ABD İran’a karşı bir uçak gemisi gibi kullanamamalı. Bir saldırı üssü gibi kullanamamalı. ABD istiyor ki, İran’ın başında ABD'ye köpeklik edecek devrik Şah gibi biri olsun. ABD istiyor ki, İran Şah döneminde olduğu gibi ABD'nin sömürgesi olsun. Oysa bugün İran'ın başında ABD Başkanı'na köpeklik yapan değil, ABD Başkanı'na köpek muamelesi yapan Ahmedinejad var! Oysa bugün ABD'ye meydan okuyan, bağımsızlığını koruyan bir İran var. Kendi ihtiyaçlarını kendi karşılayan, kendi silahını kendi yapan bir İran var. O İran ki ABD'nin F-16 savaş uçakları ayarında savaş uçakları yapıyor. O İran ki nükleer teknoloji alanında hamle üstüne hamle yapıyor. Ve ABD İran'ın diğer Müslüman ülkelere örnek olmasından korkuyor. Diğer Müslüman ülkelerin İran gibi ABD sömürgesi olmaktan kurtulmasından korkuyor. Diğer Müslüman ülkelerin İran gibi ABD'ye başkaldırmasından, meydan okumasından korkuyor. İşte bu nedenle ABD'ye karşı İran'ın yaktığı isyan ateşini söndürmek istiyor. O isyan ateşi bütün İslâm dünyasını sarmadan söndürmek istiyor. Müslüman Türkiye'yi Müslüman İran'la savaştırarak, Müslüman'ı Müslüman'a kırdırarak ABD emperyalizmine karşı boy atan isyanı yok etmek istiyor. İran'a karşı ABD'nin askeri olacak mıyız, ABD'nin Müslüman'ı Müslüman'a kırdırma oyununa katılacak mıyız? Bunu asker-sivil yöneticilerimizin İran'ı satıp satmamasından anlayacağız. Ancak asker-sivil yöneticilerimiz iyi bilsin ki, İran'ı satanı biz de satarız! Lütfü OFLAZ 01.04.08

 

2.ARŞİV.107

 

Erbakan'a 'ev hapsi'

54. Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan'a, 'Kayıp Trilyon Davası'ndan verilen 'ev hapsi' cezası Yargıtay'ca onandı.

Yargıtay 11. Ceza Dairesi, kapatılan Refah Partisi'nin Genel Başkanı ve 54. Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın ''Kayıp Trilyon'' davasında ''özel belgede sahtecilik'' iddiasıyla 2 yıl 4 ay hapse mahkum eden ve bu cezanın evde infazına ilişkin Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını onadı.
- Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi, Erbakan'ı 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) ''özel belgede sahtecilik'' suçunu düzenleyen 345 ve suçun tekrarı halinde ceza artırımını öngören 80. maddeleri uyarınca 2 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılmıştı.
- İndirim maddelerinin uygulanmasına ve cezanın ertelenmesine yer olmadığına karar veren Mahkeme, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'da değişiklik yapan 5485 sayılı yasa uyarınca Erbakan'ın cezasının konutunda çektirilmesine karar vermişti.
Erbakan'ın avukatları kararı temyiz etmişti.
Yargıtay 11. Ceza Dairesi davanın temyiz incelemesini tamamladı. Daire, kararı usul ve yasaya uygun bularak onadı.
Kesinleşen karara göre, Erbakan, 2 yıl 4 aylık hapis cezasının infazı olarak 11 aylık cezayı konutunda çekecek. (AA) 2008-04-03

 

2.ARŞİV.108

 

'Derin' Müslüman ateist yazar

Kur'an-ı Kerim'in dünya işlerini düzenleyen en iyi dünya dini olduğunu, bireylere 'laiklik' baskısı yapılmasının yanlış olduğunu yazan, fakat sonradan 'Ateist' olan Abdülhamit hayranı ünlü yazar kim?

Yıl 1969. Günaydın Gazetesi'nde köşe yazısı yazan asıl adı Mehmet Nusret olan ünlü solcu yazar, ''AZ GİTTİK-UZ GİTTİK VE TüRKİYEDE LAİKLİK'' başlıklı bir yazı yazar ve tüm kamuoyunu şoke eder.
- Daha önceleri Sultan Abdülhamit hayranı olan ve yazdığı bu yazıdan birkaç yıl sonra ‘ateist’ olan hatta ölümünde yakılmasını isteyen bu yazar Aziz Nesin’di.
- Yine babası Abdülaziz beyin de iyi bir dindar olduğunu sık sık dile getiren Aziz Nesin’in de yazdığı bu yazıya bakıldığında ‘ateist’ olmadan önce ‘derin’ bir Müslüman olduğu anlaşılmakta.
- Aziz Nesin; 1969 yılında Günaydın Gazetesi'nde yazmış olduğu köşe yazısında, "İslamiyet’in dünya dini olduğunu, Batı’nın İslamiyet’in düşmanı olduğunu, Kur'an-ı Kerim'in dünya işlerini düzenleyen en iyi yasalar toplamı olduğunu belirtiyor.
- Nesin yazısında ayrıca, "Laik devlet anlayışının insanlarla hiçbir ilişkisi olmayan bir kurum, bir Müslüman laik devlet yöneticisinin ikisini bir arada yürütmesinin imkânsız olacağını" ifade ediyor.
- Nesin'e göre eğer laik devlet anlayışında ısrar edilirse bu kişilerin yarısı kız, yarısı ise balık olarak yorumlanacağını belirterek, bu yüzden bazı politikacıların din ve laiklik konusunda iki yüzlülük sergilediği şeklinde fikir belirtmiş. Göktürk Tunçtürk 2008-04-09

Bir Yorum. Aktif

Allah(cc)., Oğlu Ali'ye hidayet versin.

Sayın Aziz Nesin benim tam ilk gençlik yıllarında bütün eserlerini okuduğum, dolayısıyla çok etkilendiğim birisi. Belki sağlığında hidayeti için dua etmeyi ihmal ettik. Şimdi çok değerli bir insan olarak bildiğim oğlu Sayın Ali Nesin için bari dua edelim. Dikkat ediyor musunuz nerde din karşıtı biri var ceddine bakıyorsunuz şaşırıyorsunuz. İşte bu Nalettain şeytanın işi babalardan dedelerden elde edemediğini fırsat bulunca neslinden çok kötü çıkarıyor.

 

2.ARŞİV.109

 

Rusya, Nur cemaatinin Ülkesindeki faaliyetlerini yasakladı…

Rus Anayasa Mahkemesi, Nur Cemaati’nin faaliyetlerini yasakladı. Karar uyarınca “medreseye dönen” Nur evleri kapatılacak. Cemaatle ilişkili olan Gülen okullarının da kapatılması gündemde!
- RUSYA Anayasa Mahkemesi ülkedeki Nurcu cemaatini ve faaliyetlerini “yasa dışı İslami hareketleri” nedeniyle yasakladı. BBC’nin haberine göre, Başsavcı’nın girişimiyle açılan davada mahkeme heyeti, Nurcular’ın evlerini yasadışı olarak medreseye çevirdiğine ve buralarda aşırı dinci eğitim öğretim verdiğine karar verdi. Ayrıca St. Petersburg başta olmak üzere ülke çapındaki bazı okullardaki faaliyetlerin de yasadışı olduğuna hükmetti. Bu bağlamda Fethullah Gülen’in açtığı bazı okullar da karar gereği kapanabilir.
İtiraz için 10 gün süre
Duruşmada kendilerini temsil etmeyen Nur Cemaati mensuplarının karara itiraz etmek için 10 günlük süresi bulunuyor. Rusya’da Nur Cemaati ilk kez 2002 yılında inceleme altına alındı. Rusya Federal İç Güvenlik Servisi (FSB), Nurcuları radikal İslamcı ve devlet güvenliğini tehdit eden kuruluşlar arasında sayan bir rapor hazırladı. Bu çerçevede 20 kadar Türk vatandaşı sınırdışı edildi. Ardından Nurcuların idare ettiği tüm vakıflar teker teker kapatılmaya başlandı. 2003 yılından sonra da bu kez cemaatin okulları hedef alındı. İşte Nur Cemaati ile Fethullah Gülen arasındaki somut bağ da bu dönemde kuruldu. Gülen’in Moğolistan sınırındaki Buryatya okulu için savcılık kapatma girişimi başlattı. St. Petersburg’teki bir Gülen okuluna ise “Nurcularla bağlantısı olduğu” gerekçesiyle el konuldu. Geçen yıl da yerel bir mahkeme Nur cemaati lideri Şeyh Said-i Nursi’nin eserlerini radikal dinci yayın ilan etti. Gülen Cemaati, FSB raporlarında Nurcular ile bağlantılı olarak gösterilmeye başlandı. 2007 yılına gelindiğinde Gülenle ilişkili 16 okul kapatılmıştı.
236 okul, 500 yurt
Nur Cemaati Rusya’da ilk kez 1992 yılında okul açmaya başladı. Öncelikle etnik Müslüman grupların çoğunlukta olduğu Başkırdistan , Çuvasistan, Buryatya, Karaçay-Çerkez, Dağıstan ve Hakasya gibi özerk bölgelerde okullar açıldı. Böylelikle kısa sürede Rusya ve Türk Cumhuriyetleri’ndeki cemaat okulu sayısı 236’ya, öğrenci yurdu sayısı da 500’e yükseldi. Vatan.11.04.2008

Bir analiz: Allah(cc) Rusya vasıtası ile Nurculuğu yasaklıyarak din’de tahribat yolu açanları –İslam’ı menfatlerine alet edenleri- birşekilde bertaraf eyledi.

 

2.ARŞİV.110

 

Darağacındaki Türkiye

Karabekir Paşa: İstiklal Harbi'ni bunun için mi yaptık? Milli Eğitim Vekili Vasıf Bey, Ramazan'da içki servisi yapmayan garsonu tokatlar..

ANKARA, ciddi ciddi İstanbul’da bir hilafet ordusu kurup, başına geçeceğinden şüphelendiği Kazım Karabekir’e karşı sessiz bir savaş uygulamaktadır. Üstelik İstanbul’daki bu isyanı bastırmakla görevlendirilen Eskişehir’deki Dördüncü Kolordu Kumandanı Kemalettin Sami Paşa, Ankara’da aldığı emri, amiri durumunda olan Kazım Karabekir Paşa’ya bildirerek örnek bir davranış sergilemiştir.
Pendik’te görüştüğü Fevzi Çakmak bile, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün güvenini sarsmamak adına en güvendiği silah ve mücadele arkadaşı Karabekir’e en küçük bir uyarı dahi yapmamıştır. Hatıralarında Karabekir Paşa, Fevzi Çakmak’ın Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyetin üç kurucusu gibi görünmekten haz duyduğunu, Gazi’den uzaklaştırılmasında bizzat amil olduğunu söylemektedir. Ve şoklar art arda gelmektedir. Sırada Hilafet’in ilgası ve Osmanlı hanedanının hudutlarımız dışına sürülmesi vardır. Karabekir Paşa’nın hatıralarına dönüyoruz: “1 Mart’ta trenle Balıkesir’e geldik. Erkan-ı Harbiye reisimle birlikte, mıntıkamı ve kıtalarımı teftiş ediyorum. 3 Mart’ta otomobillerle Edremit’e gittik. Her yerde halk, belediye ve hükümet erkanı samimi karşılıyordu. Askerî ve iktisadî diğer müesseseleri de dolaştım. Bugün Kolordu Kumandanı Ali Hikmet Paşa Dahiliye Vekaleti’nden valilere yapılmış olan bir tamimi Balıkesir valisinin kendisine gönderdiğini söyledi. Ve aynen aşağıya kaydettiğim suretini de verdi. Tıpkı Cumhuriyetin ilanında olduğu gibi, Hilafetin lağvı ve hanedanının hudut dışı edilmesi kararı da birkaç kişi arasında kararlaştırılıyor ve Halife, benim mıntıkamda olmasına rağmen, bana bu hususta bir haber dahi verilmiyordu. Biz bu mühim işi de madunlarımızdan ve onlar da sivil makamlardan öğreniyorlardı. Bu hareket tarzından benim kadar diğer asker arkadaşlarım da teessür ve elem duyuyorlardı. Hususiyle daha neler yapılacağını kimse kestiremediğinden, herkesin endişe ve hiddeti artıyordu. Millet Meclisi’nin vereceği karar, daha evvelinden valilere tamim olunuyor. Hem de o Meclis ki, prensipte bir madde halinde, Hilafetin Osmanlı hanedanına ait olduğunu değişmez bir karar olarak kabul ederek milletten rey almış bulunuyordu.
- Emr-i vakilere karşı arkadaşlarım herkes gibi benim de boyun eğeceğimi sanıyorlardı. Bir gün minberlere kadar çıkıp Hilafet makamının kudsiyetinden ve halifenin lüzumundan bahset; herkes boyun eğsin, dinlesin; bir gün de ani bir karar ver, “Hilafet kaldırılmıştır. Halife hudud dışı edilecektir” de; yine herkes boyun eğsin, dinlesin! Bunun gibi, bir gün İslam dinini ve Kur’an’ı göklere çıkar; bir gün de onları kaldırmaya yürü! Bütün dünyaya ve tarihe ve hele kendi halkımıza karşı çok çirkin ve çok saygısız olan bu hareketlerin bizim gibi ordu müfettişliği ve aynı zamanda mebus olanlara bile haber verilmemesi, bu makamları da hiçe sayacak kadar artan istihfafın korkunç bir görünüşü idi. Hürmeti, samimiyeti kaldırıyor, dalkavukluğu, hafiyeliği genişletiyordu.
- En mühim bir mesele de Mustafa Kemal Paşa’nın bütün İstiklâl Harbi müddetince dindar görünüşü ve hele zaferden sonra muhtelif yerlerde İslâmlığı ve Kur’an’ı meth ve sena edişini herkes biliyordu. Şimdi benden merakla, onu bu yeni yola kimlerin sürüklediğini soruyorlar ve benden, onu bu yolda serbest bırakmamamı istiyorlardı.”
- Bu arada Karabekir Paşa, halk arasında hoşnutsuzluk yaratan bazı uygulamalardan bahsetmektedir. Mesela Milli Eğitim Vekili Vasıf Bey, Ramazan’da rakı istediği garsondan ret cevabı alınca onu tokatlamıştı. Paşa: “İstiklal Harbi’ni bunun için mi yaptık?” diyecektir. Kazım Karabekir Paşa Gazi ile karşılaştıklarında kendi durumu ile ilgili endişelerini dile getirir. Aldığı cevap karşısında şaşırır, Mustafa Kemal, “Bir millete ancak bir Gazi olur” demektedir: “Muntazam tuttuğunu işittiğim hatıratını vesikalarıyla birlikte getir de bir göreyim. Hiçbir tarafta herkes gibi benim İstiklal Harbi’nin bânisi olduğumu ve Türk Milletini ölümden kurtararak ona İstiklalini bahşettiğimi söyleyeceğine, kendini de benim pâyeme çıkartacak propagandalar yaptırıyorsun! Bir millete ancak bir Gazi olur. Bu yürüyüşe ayak uydurmaya çalış. İstiklal Harbi’ni, nasıl emirlerimle başardıksa, bundan sonrası da ondan başka türlü olamaz! Ben, sana şerefli bir vazife düşünüyorum: İçeride Fethi Bey var, birlikte konuşalım.” Birlikte büyük salona girerken, akibet elimden hatıralarım, vesikalarımın alınmasına kadar giden Mustafa Kemal Paşa hakkında Sivas’ta iken Fevzi Paşa’nın söylediği sözler, hafızamda canlandı: “Evet! Acaba kendisini, şeref ve hayatını kurtararak, omuzlarımda yükselttiğim bu zat, bir gün benim hayatıma da kastedecek miydi?” Terfi müddetim çoktan geldiği halde, aldırış etmeden, aleyhimde bir kişiye “-İstiklal Harbi’nde nasılsa doğuda bulundu. Bana müşkilât göstermekten başka bir şey yapmadı” diyecektir. Ve Kazım Karabekir’in evi üç defa basılacak, günü gününe yazıldığı bilinen hatıratının izi sürülecektir. Bu arada 3 bin nüsha eseri yakılmaktan kurtarılamayacaktır.
- 9 Eylül, İzmir’in kurtuluş merasimi yapılacaktır. Kendi müfettişlik mıntıkası olduğu için Ali Fuat Paşa gelmiştir. İki eski silah arkadaşı uzun uzun sohbet ederler ve durum muhakemesi yaparlar. Karabekir Paşa hatıralarında Mustafa Kemal hakkındaki son kanaatlerini yazmış: “İstiklâl Harbi’nin başından beri birlikte samimi olarak, memleket hesabına tuttuğumuz Gazi’nin millet istiklaline kavuştuğu halde ona hürriyetini tattırmayacağını ve emrine râm olan Büyük Millet Meclisi’ne de kıymet ve ehemmiyet vermeyerek kumandanları kullanmak istediğini ve İstiklal Harbi’nde isimleri milletçe tanınan arkadaşlarını -ki ikimiz birinci safta geliyorduk- küçük düşürmek ve hattâ şeref ve hayatlarını yok etmeye kadar yürüdüğünü birbirimize aynı görüşle anlattık.
- Mustafa Kemal Paşa’nın astlarımızı aleyhimize tahrik etmesi ve bizi dâima küçük düşürmeye çalışması ve İstiklâl Harbi’ndeki hizmetlerimizi bir düzüye küçültmesi, en tehlikeli ve en acı taraf idi. Etrafına topladığı evetçileri de bu yolda ona hız vererek, kolayca servet ve mevki kazanıyorlardı. Bu şartlar içinde, bizim Ordu Müfettişliği yapmamıza imkân kalmayacaktı. Kurtuluş Savaşı’nın ünlü komutanlarından Rauf Orbay da pek çok konuda Karabekir Paşa gibi düşünmekte ve hilafetin kaldırılmasından ve Osmanlı hanedanının sınırdışı edilmesinden rahatsız görünmektedir. Bu ortak düşünceler, sonunda Cumhuriyetin ilk örgütlü muhalefet partisinin ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Furkanhaber.12.04.08

 

2.ARŞİV.111

 

Şeriat/adalet ya da kızıl faşizm

Atatürk’ün getirdiği ilkelere gönülden ve de beyinden bağlıyız. BU İNANCIMIZ, DİN’İ DEĞERLERİMİZE ETKİ ETMEZ. Hani moda deyimle ‘Laik Dindar’ denilenlerdeniz. Bazen şeriat istediğimiz olmuyor değil. Ne zaman mı? İtalyan ‘Barış Projesi üyesi’ Pippa Pacca’nın katil zanlısını gördüğümüzde çıldırdık. Şimdi bu alçağı ömür boyu beslemek zorunda mıyız? Bir defaya mahsus, ‘İran Usulü’, iş makinesinin ucunda sallandıramaz mıyız? İtiraz edenlere ise ikinci formülümüz hazır; Çinliler gibi yapalım. Buna da ‘Kızıl faşizm’ diyecekseniz, Barda filminin final sahnesini önereceğiz. Bırakınız, cezayı içerideki diğer mahkumlar kessin.
-Bacca’nın Ailesi, istedikleri kadar inanılmaz şekilde anlayış göstersin, televizyonlar öncelikli, İtalyan medyası canımıza okumaya başladı. Rahip Santoro’nun kabuk tutan yarası kangrene dönüştü. Gerçekten üzgünüz ama zamanı geriye almak mümkün değil. Aksam.14.04.2008
burhan.ayeri@aksam.com.tr

 

2.ARŞİV.112

 

"VURUN" EMRİNİ DİNLEMEDİLER..

İşgalcilerin saplandıkları bataklık işbirlikçi hükümeti de içine çekiyor! Emre rağmen Irak polisi direnişçilere karşı "çatış" emrini dinlemiyor!

Irak'ta direnişçilere karşı çatışmayı reddeden 1300 kadar asker ve polisin görevine son verildi..
-Irak hükümeti, kısa bir süre önce ülkenin güneyinde Şii direnişçilerle düzenli ordu birlikleri arasındaki çatışmalarda yer almayı reddeden 1300 kadar asker ve polisin görevine son verdi.
-Irak İçişleri Bakanlığı sözcüsü General Abdülkerim Halaf, AFP'ye yaptığı açıklamada, "Kut ve Basra'da verilen emirleri yerine getirmeyen güvenlik kuvvetleri mensuplarının işine son verildi. Bir görev emri almışlardı, ama yerine getirmediler. Haklarında sayısız şikayet geldi" dedi.
-Ülkenin güneyindeki Basra'da 25-30 mart arasında Şii direnişçilerle ordu birlikleri arasında çatışmalar çıkmış, çatışmalar daha sonra güneydeki başka kentlerle başkent Bağdat'ın Şii mahallelerine yayılmıştı. Habervakti.14.04.08

 

2.ARŞİV.113

 

MUHYİDDİN ARABİ'Yİ NE KADAR TANIYORUZ ?

Bununla birlikte birtakım noktalarda İbn-i Arabi'ye yönelik yapılan eleştirileri kabul etmemiz pek tabii ki mümkün. Lakin meseleye eleştirel yönden bakıldığında zaman zaman fikirlerinden yararlandığımız batılı düşünürlerin durumu çok daha içler acısı. Dolayısıyla Mevlana ve Yunus gibi neticede vahiyden beslenmiş olan birtakım şahsiyetlerin düşüncelerinden gereken yerlerde yararlanmasını bilmek durumumdayız. Sonuçta biz kabul etsek de etmesek de bu şahsiyetler bizim düşünce dünyamızın ve kültürümüzün temsilcileridir.

MUHYİDDİN ARABİ'Yİ NE KADAR TANIYORUZ ?

Tek olan, İlmi sınırsız olan, bize Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten, Kalemle yazmayı öğreten ve Bizleri İslam ile şereflendiren, Rahman ve Rahim olan Allah’a Hamdu Senalar olsun.

Üzerinde yaşadığımız Yerküre (Dünya), bugüne kadar yaşamış milyarlarca insana şahit oldu. Bu şahit olduğu insanların çoğu unutuldu. Fakat dünya, bazı esrarengiz, kıymeti öldükten sonra anlaşılan, 1000 -2000 yıl öncede yaşasa da bu gün yaşıyormuşcasına tarihe tanıklık eden, tarih sayfalarında iz bırakan birçok insanın geride bıraktığı düşünceleri ve eserleriyle bugün de yaşadıklarına şahitlik etmektedir. Tarihe tanıklık eden bu insanlardan biri de Muhyiddin İbn-i Arabi‘dir. Öyle hemen tepki vermek, tecrid, tekfir, taassup ve ön yargı yok; açacaksınız Muhyiddin İbn-i Arabi'nin Füsusu'l Hikem'ini veya Mevlana'nın Mesnevi'sini ya da diğer eserlerini, üzerinde acele etmeden, düşünerek okuyacaksınız, anlamaya çalışacaksınız. Sonra kayda değer ilmi bir potansiyeliniz varsa konuşacaksınız, zira en kolay şey konuşmaktır, öyle ki, bunun hiçbir bedeli yoktur. Bu noktadan sonra eğer konuşmaya ya da yazmaya hakkınız varsa konuşun ve yazın. Bizler bu insanları anlamaya çalışırken onları önce kendi zaman ve mekanlarına indirgeyerek, yeri geldiğinde empati yaparak onlar hakkında izlenimlere varalım. Çünkü bunu kendi şartlarımıza indirgeyerek yaparsak onlar hakkında yanlış düşüncelere varabiliriz, zira bugün şartlar çok farklıdır, o günden bugüne insanlar birtakım değişim ve dönüşüm evreleri yaşamışlardır. Biz Rasulullah’ı (s.a.v) anlamaya çalışırken dahi onun yaşadığı Arap yarımadasının o günkü şartlarını göz önünde bulundurarak birtakım yargılara varmaktayız. Şimdi Muhyiddin İbn-i Arabi kimdir, onu tanımaya çalışalım.

-1165 yılında İspanya'nın Murcia kentinde dünyaya gelen büyük islam alimi İbn-i Arabi yazdığı yüksek düzeyde 500'e yakın eseriyle, İslam'da gaye olarak bilinen "TEK"lik konusuna Vahdet-i Vücut teorisi ile çığır açmıştır.
-İbn-i Arabi'deki Tasavvuf anlayışı genetiktir. Öğrenimini Sevilla'da tamamlamıştır. Ömrünün büyük bir bölümünü yalnız olarak geçiren Arabi, düşünce yapısını Kur'an'ın özü mahiyetindeki bilgiler üzerinde yoğunlaştırarak Vahdet-i Vücut kuramının temel taşlarından biri oldu. Şeriatla bağdaşmayan fikirlerinden dolayı başına gelmedik kalmadı. Son nefesinde söylediği bir söz Şam'da öldürülmesine neden oldu.
-Muhyiddin İbn-i Arabi'nin söylediği şuydu; "Sizin taptığınız tanrı benim ayaklarımın altındadır." Koyu bir Arabi hayranı olan Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde Arabi'nin öldürüldüğü yeri kazdırdı ve bunun sonucunda küpler dolusu altın ve ziynet eşyası bulundu. Sözün hikmeti buydu... Daha sonra Kasiyun dağının eteğindeki türbesine gömüldü. 'Futuhat-ı Mekkiye', Hz. Adem ile Hz. Muhammed arasındaki Nebilerin özelliklerinin ve temsil ettikleri dünya görüşünün anlatıldığı 'Füsusu'l Hikem' ve 7 gün içinde yazıp bitirdiği 'Tedbirat-ı İlâhiye' eserleri arasında en belirginleridir.
-Arabi'ye göre kainat ve özü, Allah'tan başlayıp Allah'ta sona eren bir seyirdir. Ona göre "O'ndan" yola çıkıldıktan sonra, bir yetiştiricinin yol göstericiliğiyle Batın-ı Velayet mertebesi yani Velilik makamı olan Hz.Muhammed (s.a.s.) efendimizin gerçeğine ulaşılır. Ona göre İnsan, belirli bir şekilde programlanmıştır, bu programın değişikliği ve birimin olgunlaşması neticesinde birimin mevcudiyeti ortadan kalkar. Aslında insanın birimselliği izafidir. İzafi birimsel varlık kabulünün ortadan kalkması, tasavvufun gerçek amacına ulaşılması demektir. 'Fenafillah' adı ile de bilinen yaşam biçimi Vahdet-i Vücud'dur. Vahdet-i Vücud ile batıl bir görüş perspektifini yansıtan panteizm arasında kesinlikle bir bağlantı bulunmamaktadır. Şöyle ki; Vahdet-i Vücud düşüncesine göre Allah, her an kendi ilminde manalarını seyretmektedir. Bu seyrin tabii sonucu aslı olmayan, aslı hayal olan mevcudat oluşur. Mevcudatın aslı yoktur, yokluktan gelmiştir ve tekrar yok olacaktır. Dolayısı ile Vahdet-i Vücud'a isnad edilen 'Kainat Allah'tır' görüşü yanlıştır, hayal mahsulü bir varlık veya 5 duyuya göre varlıklar orijin olamazlar, ancak varlıklarını da Allah'tan alırlar. Panteizm bakışı ise dar bir skala ile "Mevcudat Allah'tır" kavramını oluşturur. Birimlerin oluşturduğu 'tüm' veya 'küll' görüşü realiteyi yansıtmaktan oldukça uzaktır.
-Vahdet-i Vücud düşüncesini ortaya atan sadece İbn-i Arabi değildir. İmam-ı Gazali de özellikle 'Mişkatül Envar' (Nurlar Feneri) isimli eserinde bu konuya oldukça sık değinmiştir. Bırakınız İbn-i Arabi veya İmam Gazali'yi bugün maalesef zahir ehlinin büyük bir ayıpla inkar ettiği veliler ve tüm Rasûller Allah'ın "Tek" oluşunu ve 'Tek'ten başka hiçbir şeyin mevcudiyetinin olmadığını ifade etmişlerdir.
-Belki biraz tuhaf gelecek ama Vahdet-i Vücud düşüncesini en iyi şekilde bulabileceğiniz kaynaklar Kur'an ve Hadis'lerdir. Bu noktada Hz. Muhammed'in Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şuhud görüşünün üstünde 'Şuhud-u Zat' YAŞAMINA sahip olduğunu belirtmekte fayda var.
-Muhiddin Arabi' nin yazdığı eserleri zevk alarak okumak ve yaşamak için oldukça geniş kapasiteli Tasavvuf ilmine ihtiyaç vardır. Tasavvuf Kur'an'ı analiz eden ve birçok sentezler meydana getiren bir bilimdir, Allah ilmidir. Tasavvufi boyutta kullanılan mecazi isimler, Allah'a ulaştıran idrak basamaklarını yakalamaya vesiledir.
-Birçok alanda olduğu gibi Kökeni Hz.İdris Nebi'nin ilmine dayanan burçlar konusunda da Muhyiddin İbn-i Arabi'nin orijinal görüşleri vardır, şöyle ki; " Dünya Yengeç burcunun etkisi altındadır, Berzah alemi ise Başak burcunun hükmündedir. Ayrıca bir de Dünyanın ateşe dönmesi durumunda sahibi Yengeç burcu olmaktan çıkar ve Terazi burcunun hükmüne girer... Cehennem ateşine düşenlerin azabı sona erdiğinde ise İkizler burcu Dünyayı teslim almış olur. Cennet ve Cehennem ehline nezaret hakkı da 12 burca verilmiştir. Cennetteki hükümler hep bu 12 burçtan çıkar "
-Enteresan olanı bu ilime vakıf olmayanların İbn-i Arabi hakkında ileri geri konuşmaları ve bu zatı dinden tard etmeleridir. Onlar İbn-i Arabi'nin eserlerini yanlış yorumlamaktadırlar. Genelde ilmi derinliği olmayan veya kendini hakikatın merkezine oturtup, "şu hak", "bu hak" diye taksimat yapanlar ve bir de parmağın işaret ettiğine değilde, parmağa takılanlar... Genelde bu ruh haline sahip olanların kendileri de şüphe içindedirler, hatta bugün savundukları görüşleri daha sonraki zamanlarda kendileri de reddedeceklerdir. Bu ruh haline sahip olanlar kendilerini pratikte de göstermişlerdir.
-Evet, saygıdeğer kardeşlerim, İbn-i Arabi'ye yapılan saldırı ve eleştirileri boynu bükük bir şekilde karşılıyoruz. Ancak unutulmamalı ki, Galile'yi "Dünya dönüyor" dediği için Engizisyon mahkemelerinde süründüren bu zihniyet benzer bir şekilde burada da kendini gösteriyor ve Arabi'yi mahkum ediyor. Bununla birlikte birtakım noktalarda yapılan eleştirileri kabul etmemiz pek tabii ki mümkün. Lakin meseleye eleştirel yönden bakıldığında zaman zaman fikirlerinden yararlandığımız batılı düşünürlerin durumu çok daha içler acısı. Dolayısıyla Mevlana ve Yunus gibi neticede vahiyden beslenmiş olan birtakım şahsiyetlerin düşüncelerinden gereken yerlerde yararlanmasını bilmek durumumdayız. Sonuçta biz kabul etsek de etmesek de bu şahsiyetler bizim düşünce dünyamızın ve kültürümüzün temsilcileridir.
- Ne diyebiliriz ki ! Sizleri üstadın düşünsel dünyasında gezintiye çağırıyorum onu anlamaya davet ediyorum.

Buyrunuz :

ÖZÜN ÖZÜ / Muhyiddin İbn-i Arabi (Ebû Bekir Muhammed b. Ali)

Tekvin Hakkında

Kâmil kişi odur ki, nefeslerine dikkat ederek, âdeta gönül hazinesine bir bekçi ola. Orada durup, yabancı kimseyi içeri koymaya. Gönül hazinesi Hakk'ın kütüphanesidir: Oraya Haktan gayrı fikirlerin girmesine yol vermeye.

-"Allah'a giden yollar yaratılmışların nefes sayısı kadardır."

Hükmü uyarınca: Her nefeste Hakka çıkan bir yol bulunur. Buna göre irfan sahibine gereken, her aldığı nefesi bizzat Hak'tan alıp, yine ona can vermektir. - Bu nefesi, nefis olarak da tefsir etmek caizdir, -buna göre insandan nefes -veya nefis- çıksa aslına döner. Onda renk yoktur. Kulun ameli fikir ne ise nefes -veya nefis- o renge boyanır; o libasla açılır.

Herhalde gönlü, Hakk'ın rızasına uymayan şeylerden temiz tutmak gerekir; kötü hatıradan pâk eylemek icap eder. Zira; kulun kalbi, Hakk'ın hazinesi ve kütüphanesidir. Ve insan onun hazinedarıdır. Haktan gayrı her fikir ve düşünce hırsız ve çetedir. Onlara gönül yolunu kapamak gerekir. Nitekim, Hadis-i Şerifte kalb şöyle anlatılır:

-"Mü'minin kalbi, Allah'ın tecelli yeridir; mü'minin kalbi Allah'ın arşıdır, mü'minin kalbi Allah'ın hazinelerindendir, mü'minin kalbi Allah'ın aynasıdır."

Buna göre; bir kimse Hakkın hazinesini çetelere kaptırır ve hırsızlara çaldırırsa hali müşkül olur. Zira, hain sayılır. Hainleri ise Allah-ü Teâlâ sevmediğini şu Âyet-i Kerime bildirir:

-"Kafi olarak Allah, hainleri sevmez."

Yanınca gönülde, Hakkın ışığı;
Kesilir ondan, hırsızın ayağı.

-Hak yakınlığına ermiş kimselerde zihne gelen hâtıralar, o hali bulmamış olanlarda açıkta cereyan eden söz ve işler gibidir. Hak yakınlığına ermiş kimseler yersiz düşüncelerden de sorumludurlar. Bir Hadis-i Şerifte beyan buyurulduğu gibi en ince konuyu dahi hatıra getiren kimse, aynı incelikle sorguya çekilir ve: İyilik yapan zatların yaptığı bir çok iyi iş, Hak yakınlığına erenlere nazaran bir hata sayılır.

Gerçekte: Allah-ü Tealâ, kulunun gönlüne zatından gayrının girmesine razı olmaz. Zira, orası İlâhî tecellinin yeridir. Bunu izah eden bir Hadis-i Şerif şöyledir:

-"Gönül ilâhî bir kâbedir. Her kim oraya Hak'tan gayrı fikirlere yol verirse, kalbini putla doldurmuş olur."

Her ne kadar düşüncelerin halikı Allah-ü Teâlâ ise de, kul gafleti sebebiyle sorguya maruz kalır.

Bu bahsin tafsili şu Ayet-i Kerime'nin mânasında da saklıdır:

-"O her an bir şan alır."

Bu kaideye göre; Hak daima ve her zaman yeni yeni tecelliler gösterir. Her tecelliden kullar üzerine Hakkın emri nazil olur, kullarına iner. Onların kalbini ziyarete gelir. Hakk'ın emri yani o tecellisi gizli misafirdir. Hak'tan gelir mü'minin kalbine konuk olur. O geldiği anda kulun kalbi Hakla dolu ise, o misafir gönülde Hakla karşılaşır. Kalpte mevcut hakikatle birleşir. Bu bahsi daha açık anlatan bir Hadis-i Şerif beyan edelim.

-"Beni ne yerim ne de semâm aldı. Halbuki, mü'min kalbe sığdım."

Bu kudsi bir Hadistir; mânasını tefsirde, bir âşık şöyle buyurmuştur:

Hakk'a bakan incidir gönül;
İsme, müsemmaya mahzardır gönül.
Bir şahin, bir anka kuşudur gönül;
Zat-ı Hakk'ın varlığıdır gönül.

-O ilâhî emrin kalbdeki ile birleşmesinden kudsi bir güzellik meydana gelir... Miktarsız ve şekilsiz geldiği gibi Zat-ı Hakka gider... Sözlerindeki hikmet yine Hakka döner ve vâsıl olur. (Ondan geldi ve yine ona döner.) Bu geliş-gidiş ruh cihetiyle değil; her şeyden münezzeh bir inişle olur; gidiş dahi aynı şekilde ve münezzeh bir geri dönüşle olur. Bu geliş ve dönüşe ne feleğin aklı erer, ne de meleğin. Ancak, görürlerse her şeyden münezzeh bir nur görürler; ötesini bilmezler.

Hakkın gizli misafiri olan tecelli geldiği anda kul kalbini zikir ve fikirle meşgul eder; Hakkı düşünürse o misafirini ağırlamış olur.

Şayet o tecelli geldikte, Hak fikrini orada bulamaz da, oradaki bir meleğe mülâki olursa, onların içtimaından meleklere has bir sûret hasıl olur. Ruhların geçtiği yoldan geçer, sidreye kadar uçar ve orada karar kılar.

Şayet, o Hak misafir geldiğinde kalpte şeytani şeylerle karşılaşırsa bu sefer ateş buhranına benzeyen bir hal alır. Âdeta siyah kuş şeklinde şeytanların geçtiği yoldan gider. Ve ancak ay altına kadar varır. Onun için oradan öte yol yoktur. Kıyamete kadar orada bekler.

Şayet, o gizli misafir geldiği anda bir güzelliği bulursa, o anda iyi bir şekil alır, suret alır. İyi bir uçuşla uçar ve cennete varır. Girdiği suretin mizacına has nimet bulur ve orada sahibi gelinceye kadar kalır.

Tafsile lüzum olmayan daha birçok şeyler vardır. Nüzul eden her tecelli kalpte ne ile aşılanırsa iyi veya kötü bir şekil alır ve gereken yere gider. Bu sebepten insan, o tecelliyi iyi karşılaması ve iyi uğurlaması için daima iyi düşünceleri beslemesi gerekir.

-İnsan, haddizatında ilâhi bir iş evidir. Hakkın zatı daima tecelli eder ve gerçek emirler kula iner. Onun inişi, şekilsiz ve renksiz olduğu gibi, kendisi de öyledir. Ancak, Hak Tealâ tecelliyi çeşit çeşit, renk renk suretlerde yaratır. Bunları yapmaktan maksut, Hakkın tekvin sıfatı tecellisini beyandır.

Olgun insan herhalde gafil olmamalı. O ilâhî tecelli, kendine nasıl şekilsiz ve tartısız geldi ise, yine geldiği gibi renksiz ve şekilsiz göndermeye gayret etmelidir. Asıl mesele onun hukukuna riayet edip geldiği gibi gönderebilmektir.

İnsanın gerek içinde, gerek dışında olan bütün işler, düşünceler, hareketler, inanışlar, tasavvurlar; hattâ bütün nefeslerin, bir zerresi dahi boşa gitmez. İyi veya kötü olan her hareketin, kendine göre bir kabiliyeti ve istidadı vardır; onlar o hallerine göre türlü şekiller alır; öbür âlemde ise, burada aldıkları suretle meydana çıkarlar. O hareketlerin ve işlerin sahibi onlara verdiği suret gereğince; ya nimet bulur hoşluğa dalar; yahut incinir azap çeker. Burada da saklı olan, orada aşikâr olur.

-"Bir kimse zerre kadar hayır yapsa, onu görecek ve bir kimse; zerre kadar şer yapsa onu görecek..."

Mealine gelen Ayet-i Kerime bunu anlatır.

Muhiddin-i Arabî Hz. devamla şöyle der:

-"Hak Teâlâ varlığını yarattı. Ama, bunu akıllar idrâk edemedi. Çünkü onlar, maddî şeyleri düşünebilen akıldı. Maddiyata taalluk eden akıl yüce şeylerin anlayışında kusurludur. Bunu anlamak için maddeyi geçip ötelere varan akıl gerektir."

Haddi zatında:

-Hak varlığını yarattı...

Demek; dış bakımdan iyi görünmez. Ama, mâna cihetiyle gerçektir ve her şeyi aciz hâle getiren bir haldir; bize gereken ise budur, yani mânadır.

-Akılların alamadığı önemli bir mesele de şudur: Her kim Hak Teâlâ hakkında bir kelâm etse, ona suret vermiş olur. İbadet dahi etse, o tasavvur ettiği şeye ibadet eder; o da Allah-ü Teâlâ'nın kendisidir, başkası değildir. Hak Teâlâ kulun tasavvuruna, itikadına ve anlayışına göre kalb aynasında yüz göstermiştir. Asıl meseleye geliyoruz. Bu tasavvurda ve düşüncede Hakkı elbetteki o kul yaratmadı; ancak, mutlak Hak Teâlâ kendi varlığını yaratmış oldu. Her şeyin halikı Allah-ü Teâlâ'dır; ondan başka yaratıcı yoktur. O kulun itikadında zuhur eden dahi, Hakkın yarattığı eşya cümlesindendir; ki, onları dahi Hak yaratmıştır.

"Hak kendi varlığını yarattı." cümlesinin derin mânalarından biri de budur.

-Bilinmesi gereken bir husus vardır; anlatalım:

-Halk, caal, icad, sun’ ve tekvin kelimelerinin hepsi bir mânaya delâlet eder. Halk'ın mânası, yaratmak. Caal'in mânası, kılmak. İcad'ın mânası, var etmek. Sun'un mânası kudret eseri göstermek. Tekvin'in mânası, görünmeyen şeyi meydana çıkarmaktır. Az buçuk ayrı mâna taşısalar dahi, hepsi aynı yola çıkar. Hepsinden gaye Hakkın zuhuru ve tecellisidir.

Cümlesine verilecek bir başka mâna ise şudur:

-Hak kendi varlığını yarattı.

-Düşünen kulun zannına ve düşüncesine göre varlığını izhar eder.

Şöyle bir misal var: Bir kimse aynayı karşısına alır, kendini orada var eder, görür ve bilir. İnsanın aynada kendini bakıp görmesinde bir ayrı safa vardır. Bu sebepten Hak Teâlâ bu âlemi ve Adem'i yarattı ve bunları varlığına ayna kıldı. Şu mühimdir ki: Alem aynasında kendi aksini, Âdem aynasında ise, aynını görür ve seyreder. Burada Âdem'den murad insandır.

-O âlemi ve Âdem'i yarattı, varlığına ayna kıldı;

demekten murad ise, şudur; Zatını ayna suretinde izhar etti... Cemâlini o aynada zatına arzetti. Bu yüzden bakar oldu. Kendi güzelliğini görüp aşka düştü, hayran oldu, niyaza kapıldı. Diğer yüzden maşuk oldu, naz ve işveye girdi. Kendi hüsnünü yine kendine arzetti ve tecelli etti;

Burada bakan, bakılan ve bakmak ve ayna, tek şeydir.

-Bu; İnsan-ı Kâmil, öyle bir saf, temiz ve mutlak aynadır ki, mutlak cemâl olan Hak, zatını kayıtsız orada müşahade eder.

Kâmil insanın aynası Hakkın tecellisine göredir. Diğerlerinde olan tecelli, kulun zannına, kabulüne ve istidadına göredir. Gerçeği söyleyen Haktır, ve doğru yola hidayeti o verir.

-Muhiddin-i Arabî Hz. FÜSUS'un son kısmında, bazı kelâm sarfetmiştir. Anlattığımız mevzu ile ilgisi olduğu için , buraya kısmen alıyoruz. Hazret ez cümle şöyle buyurur:

-"Varlığına itikad edilen Allah, kulun zannına göre yapılan İlâhtır. Bu bir sıfattır ki: kulun kendiliğinden yaptığı bir ilâh olup övgülerini de, ona göre yapar ve Hakkı kendi dar çerçevesine sokmuş olur. Bu sebepten kendi itikadına uymayan kimsenin itikadını kötüler. Sebep; Hakkın arzusuna değil; kendi zannına uymayışıdır. Eğer insafı olsaydı böyle yapmazdı... O kul, böyle yapmakla kendine özel bir mabud yapmış olur ve kendine uymayan herkesi kötüler; çünkü cahildir. Şayet Bağdadlı Cüneyd'in -Allah ona rahmet eylesin- dediği:

-Suyun rengi kabının rengidir.

Cümlesindeki manâyı anlamış olsaydı hiç kimse ile çekişme yolunu tutmazdı. Her itikad sahibinin, itikadını teslim eden bir arif olurdu. Hak Teâlâ'nın her surette tecellisini görür ve bilirdi.

O kendine özel bir mâbud tasavvur eden kişi, sadece bir zan sahibidir; ne âlimdir, ne arif... Bu sebepten Allah-ü Teâlâ:

-Ben kulumun zannına göreyim.

Buyurdu. Bunun mânası şudur:

-Kulum, beni ne şekilde düşünürse ona göre öyle var olurum.

Bu, ister itlak, isterse takyid olsun.

Hakkında çeşitli itikad beslenen ilâh muayyen, mahdut ve sayılıdır. Kulun kalbine sığan ilâh da odur. Yani Hakkın bir tecelli yüzüdür; başka ilâh değildir. Ama, mûtlak olan ilâh, celâl sahibidir ve ondan başkası bulunmaz, hiçbir yere de sığmaz, hattâ gönüle bile sığmaz. Nasıl sığsın ki, cümle eşyanın aynıdır. Zatından gayrisi yoktur, hattâ gönülün dahi aynıdır. Hattâ:

-Kendi varlığına sığar veya sığmaz.

Demek de caiz olmaz. İşi buna göre düşün ve anla.

Yukarıda anlattıklarımızın, kolay anlaşılması için, bir misal getirmek isteriz. Bir sevgilinin güzelliğine bakılsa ve onun etrafına yüz bin ayna konsa o sevgili kaç yüz bin görünür? Ama aslında bir tanedir. Öyle iken, aynaların kabiliyetine ve istidadına göre kiminde parlak, kiminde kederli görülür. Kiminde doğru, kiminde eğri büğrü olur. Bu hale göre bir kimse sevgilisinin bir aynada yüzünü görüp, öte kalanları inkâr etse arif olmamış olur. Arif olan, cümlesini ikrar eder. Hangi aynada görürse tasdik eder; belki aynasız olarak dahi görür.

Nice yüz bin göze görünen bir suretmiş âşikâr
Kendi hüsnüne, yine kendisi talepkâr...

Bu misalde, fazla açıklamak icap etmez. İrfan sahibi ne kadar düşünürse ve zevk alırsa o kadar misal bulur.

Bir misal daha beyan edelim. Bir kimse güneşin ziyasını görmeden, hayli zaman karanlık bir yerde, kalsa, günün birinde o yerin etrafı renkli ve çeşitli camlarla açılsa, sabah güneşi doğdukta, o camların her birine ayrı ışık vurur. Bu ışığın dokunduğu her cama göre içeriye bir renk düşer. O zat ise, güneşin rengi yeşildir, kırmızıdır diye türlü iddialara düşer. Hayal ve tasavvura kapılır. Ama, irfan sahibi işin hakikatini bilir ve ona göre ayarlanır. O bilir ki, suyun rengi kabının rengidir. Ve bilir ki, eşyanın cümlesine ışık tutan Hakkın nurudur.

-"Yerin ve semâların nuru Allah'tır."

Âyet-i Kerimesi bu durumu pek güzel anlatır. İrfan sahibine göre iki cihanın aynasından görünen tek yüzdür.

Hal böyle iken, her arif bir kemâle ermiştir. Bir kısmı şöyle der:

-"Sonunda, Allah'ın zatını (C.C) görmediğim hiçbir şey yok."

Bir kısmı da şöyle der:

-"Allah'ın zatım (C.C.) içinde görmediğim hiçbir şey yok."

Bir kısmı da:

-"Her şeyden evvel onu görürüm."

Der. Bir kısmı da:

-"Ancak, Allah."

Der. Bir kısım arifler ise:

-"Allah'ı ancak; Allah görür."

Der bu görüş meselesinde bir şekil hâsıl olur. İrfan sahibi bu beş hali bulup, varlığında topladıktan sonra beş şekil daha hâsıl olur; onun tafsili burada uygun değildir; keşfi dahi haramdır. Arzu eden kimse kâmil insanın eteğine yapışıp ondan talep etsin; zira:

-"Tatmayan bilmez."

Kaidesi esastır; yazı ile olmaz; vesselam.

Yardımcı Hak'tır...

Allah-ü Teâla'nın yardımı ile tamam oldu. Allah’a emanet olunuz. Mehmet AKBAŞ / YENİBOSNA 24. 03. 2008 E mail : Muhammed_furkan_@hotmail.com (İbn-i Arabi’ye ait altın söz. Cahilin Alim hakkında şahitliği makbul değildir)

2.ARŞİV.114

 

Kutlu Doğum'a sahip çıktı!

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Kutlu Doğum Haftasının Tarihini Değiştirmesini sert bir dille kınayan Öğretmen-Sen: "Diyanet yaptığın çok yanlış!!"

Kutlu Doğum Haftasının Tarihini Değiştirmek Çok Yanlış
-Diyanet İşleri Başkanlığı uzun yıllardır 20 – 27 Nisan tarihleri arasını “Kutlu Doğum” haftası olarak kutluyordu. Bu yıldan itibaren Kutlu Doğum Haftası 13 – 20 Nisan tarihleri arasında kutlanacak.
-Diyanet İşleri Başkanlığı bu değişikliğe sebep olarak yanlış anlamaları gösterdi. Bu yanlış anlamaların kaynağında ise bazı çevrelerin 23 Nisan’a alternatif olarak Kutlu Doğumu göstermeleriymiş.

KUTLU DOĞUM ASLA SİYASAL MALZEME YAPILAMAYACAK KADAR ÖZEL BİR UYGULAMADIR.
Diyanet İşleri Başkanlığı her yıl kutlanan bu haftanın tarihini değiştirerek özrü kabahatinden büyük yanlışın altına imza atma gafletini göstermiştir.
Diyanet kendini devlet aygıtının pasif bir aracı olarak görmektedir.
-Kendi alanına müdahaleyi bu kadar rahat kabul eden bir kurumun halkı temsil etme kabiliyeti yoktur.
Laik bir düzende devlete bağlı bir din kurumu zaten mümkün değildir.
-Diyanet özerklik talep edeceğine emir almayı, devlete daha fazla eklemlenmeyi tercih etmektedir. Bu asla kabul edinilebilinecek bir şey değildir.
-Diyanetin bu resmi tavrından daha vahim olan şey Kamu – Sen ve Memur – Sen’in diyanet işkollarındaki sendikalarının Kutlu Doğum Haftasının tarihinin değiştirilmesini büyük bir teslimiyet içinde kabul etmeleridir.
-Öğretmen – Sen olarak Diyanet İşleri Başkanlığını bu uygulamadan dolayı kınıyoruz. Emrivaki yapılarak dayatılan bu ve bunun gibi resmi hiçbir etkinliğe de katılmayacağımızı açıklıyoruz.
Kamu – Sen ve Memur – Sen’i de sivil tavırlar takınmaya çağırıyoruz.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
Ahmet Hamdi Ayan Öğretmen – Sen Genel Başkan Yardımcısı 15.04.2008

 

2.ARŞİV.115

 

İsrail'i yeryüzünden sileriz

İranlı komutan Aştiyani, "İsrail saldırırsa, onları yeryüzünden sileriz" dedi.

İran Silahlı Kuvvetler Genel Komutan Vekili Tuğgeneral Muhammed Rıza Aştiyani, yaptığı açıklamada, İsrail'in yaptığı geniş çaplı tatbikatı değerlendirdi.
-İsrail'den kendilerine yönelik bir tehdit gelmesinin "imkansız" olduğunu söyleyen Aştiyani, "Eğer İsrail İran'a karşı bir saldırıda bulunursa, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın söyledikleri doğrultusunda İsrail'i yeryüzünden sileriz" dedi.
-Aştiyani, İsrail'in geniş çaplı tatbikatı "son zamanlarda yenilgiler alan ordusunu canlandırmak ve moral vermek için" yaptığını savunarak, "Kendine has özellikleri dikkate alındığında İsrail, bölgede çok zarar görebilecek bir rejim. Filistin halkının bu rejime karşı yıllardır süren direnişi ve Lübnan Hizbullahı'nın 33 günlük savaşı da bunu teyit etti" diye konuştu.
-"İsrail hiçbir zaman ve hiçbir şekilde bizim için tehdit unsuru sayılmaz" diyen Aştiyani, "bölge dışı ülkelerin de muhtemel bir çatışma ortamında İsrail'i İran'a karşı kullanamayacaklarını iyi bildiklerini" söyledi.
SİYONİST REJİMİ TANIMIYORUZ
Daha önce Ahmedinecad'ın "İsrail'i haritadan sileriz" sözleri çok tartışılmış bu konuda İran'lı yetkililer açıklama yaparak iddiaları yalanlamıştı.
-Ürdün'deki Dünya Forumu'nda konuşan Muttaki, "Haritadan silme diye bir şey olmadığını ilkokul çocukları bile bilir" demiş, El Arabiye'ye konuşan Rafsancani de 'Devrimden sonra ortaya çıkan İsrail'i haritadan silme düşüncesinin hala geçerli olup olmadığı' sorusunu şöyle yanıtlamıştı:
-"Siyonist rejimi tanımıyoruz, ancak yok etmeyi de düşünmüyoruz. Bu, Filistinlileri ilgilendiren bir konu. Biz Filistin cihadını destekliyoruz. Bazıları İsrail'i yenilmez güç olarak nitelendiriyor. Yanlış bir düşünce. Lübnanlılar İsrail'i iki kez yendi. Biz yok olması için çalışmıyoruz, ama meşruiyetini de kabul etmiyoruz."

 

2.ARŞİV.116

 

En Sevilen Kişi Nasrallah

Amerika'daki Maryland Üniversitesi ve Zogby International'un yaptığı bir ankete göre, Arap dünyasının en sevilen kişisinin Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah olduğu belirtildi.

-Araştırmaya göre, Seyyid Hasan Nasrallah'tan sonra Arap dünyasında en çok sevilen kişinin Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad olduğu, İran Cumhurbaşkanı Mahlud Aledinajad'ın da az farkla üçüncü sırada yer aldığı belirtildi. Al Arab News'in haberine göre, ankete katılanların % 67'si İran İslam Cumhuriyeti'nin nükleer programını "en olumlu gelişme" olarak görürken, İran'ın nükleer enerji programının bir tehdit oluşturmadığını belirtti. Ankette, Arap dünyasında en nefret edilen kişinin ise ABD başkanı George Bush olduğu ortaya çıktı. İsrail gazetelerinden Jerusalem Post anket sonuçlarına geniş yer ayırdı.habervakti.17.04.08

 

2.ARŞİV.117

 

Hollanda Şok'ta!!

''İslam karşıtı filmi yayınlamayın'' diyen Taliban'ı dinlemeyen Hollanda'ya, Taliban kontrolündeki Afganistan'da şok darbe!! Hollanda Genelkurmay Başkanının Oğlu Öldürüldü!

Hollanda Genelkurmay Başkanı Peter Van Uhm, 23 yaşındaki oğlunu kaybetti. Hem de cephede... İşte torpilsiz ülkeden ders gibi bir haber..
TALİBAN TEHDİT ETMİŞTİ!!
FİTNE FİLMİNİ YAYINLAMAYIN DEMİŞTİ!
Hollanda'da dün Genelkurmay Başkanlığı görevini üstlenen Korgeneral Peter van Uhm, Afganistan'da görev yapan 23 yaşındaki teğmen oğlunu bu sabah saldırıda kaybetti.
-Yetkililer, Uruzgan bölgesindeki Hollanda birliği askerlerinin devriye görevinden döndüğü sırada yerel saat ile 05.00 sularında yol kenarına yerleştirilen bir bombanın uzaktan kumanda ile patlatıldığını, saldırıda 2 askerin öldüğünü, biri ağır ikisinin yaralandığını bildirdi.
-Hollandalı birliğin bulunduğu kampa yaklaşık 12 kilometre mesafede meydana gelen saldırıda ölen askerlerden birinin, dün Genelkurmay Başkanlığı görevini üstlenen Korgeneral Peter van Uhm'un 23 yaşındaki teğmen oğlu olduğu açıklandı. Yaralanan 20 ve 25 yaşındaki diğer iki askerden birinin durumunun ağır olduğu belirtildi. Savunma Bakanı Eimert van Middelkoop, hükümet adına başsağlığı diledi ve dün Genelkurmay Başkanının sevinci paylaşırken, bugün böyle derin bir üzüntüsüne ortak olmanın yaman bir çelişki olduğunu ifade etti.
-Hollanda hükümeti, ocak ayında görev süresi dolan eski Genelkurmay Başkanı Dick Berlijn'in (57) yerine Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Peter van Uhm'un atanmasını kararlaştırmıştı. Korgeneral Peter van Uhm (52), dün Lahey'de törenle Genelkurmay Başkanlığı görevini devralmıştı.
-Bu arada son saldırıyla Afganistan'ın Uruzgan bölgesinde NATO'ya bağlı Güvenlik ve Destek Gücü (ISAF) bünyesinde görev yapan Hollandalı askerlerin verdiği kayıp 16'ya yükseldi. Hollanda'nın bölgede 1650 askeri bulunuyor. Hükümet hafta içinde, son dönemde artan saldırılar nedeniyle askerlerin konuşlandığı kampın koruması güçlendirmek amacıyla 40 kişilik özel bir birliğin bölgeye gönderileceğini açıklamıştı.habervakti.18.04.08

 

2.ARŞİV.118

 

Körfez sermayesi Türkiye'ye yöneliyor…

Son beş ayda Cumhurbaşkanı, Başbakan ve yedi bakan Katar'ı ziyaret etti, ya; CHP soruyor “Ne o, Katar'da maden mi bulduk?” diye… Vatan, bu fotoğrafı “Hükümetin Katar Sevgisi” diye okuyor… Cumhuriyet, Katar'ın yanı sıra Suudi Arabistan ve Kuveyt'in “bakanların gözdesi” oluşuna dikkat çekerek “AKP'nin Arap Aşkı” başlığıyla hükümete “laikçi fatura” kesme çabasında…

Hürriyet'in “Statükocu” aklı ise hala Suudi kralında: “Biz devlet şeref madalyası verdik, Kral Expo 2015'te oy bile vermedi” haberine sığdırılan gözbağcılık şahane!

HHH

Ankara'nın körfez ülkeleriyle ilişkilerinin -şu son birkaç yıldır- bugüne kadar hiç olmadığı bir seviyeye çıkması; yatırım temelindeki ziyaretlerin -karşılıklı olarak- adeta patlaması, CHP'yi de “laikçi basını” da çok üzmüşe benziyor…

Bir yıl önce Arap Zirvesi'nde Türkiye'nin şimdiye kadar görülmemiş bir ilgiyle karşılanması ve “Türk-Arap kardeşliği”ne vurgu yapılması da statükocularımızın hiç hoşuna gitmemişti… Körfez sermayesinin Türkiye'ye yönelmeye başlamasından rahatsızlık duyan “laikçi cephe” Bush'un geçen ocak ayında Ortadoğu'ya yaptığı ziyarete nedense sesini çıkarmamıştı! Amerikan Başkanı; BOP haritalarının “kasabın et parçalaması gibi parçaladığı” bölge ülkelerinin -kralları, emirleri, şeyhleri ile “kaçan körfez sermayesini yeniden elde edebilmek uğruna” bağdaş kurmuş, “kuzu sarması” olmuştu… Bush, 2000'li yıllarda “demokrasi ve özgürlük getirme” numarası çekip devirmeyi planladığı körfez liderlerinin, filmin sonunda milyar dolarlarına ihtiyaç duyar hale geldiği için BOP haritalarını unutmuş görünüyordu; “yapmacık pozlar” verdiği Körfez ziyaretinde…

HHH

Peki, ne olacak? “Ayaklarına kadar gidip” bu denli “eğilip bükülmeye” rağmen, hedeflediği parayı da alamayacak; Bush…

Bakınız, 2003'te ABD'nin Irak'ı işgal yılında Amerikan piyasalarında dolaşan Arap sermayesi 257 milyar dolar civarındaydı…

Bu miktar, 2006 sonunda 134 milyar dolara, 2007 biterken de 90 milyar dolara geriledi… Yani, beş yıllık süreçte ABD'deki Körfez sermayesinin yüzde 65'i kaçıverdi! Irak'ın işgalini müteakip BOP sürecinin ülkelerini ve iktidarlarını ciddi biçimde tehdit ettiğini gören Körfez ülkeleri Amerikan piyasalarındaki paralarını kademeli olarak çekerek alternatif piyasalara yönelmeye başladılar…

Körfez fonlarının küresel ekonomideki ağırlığının alabildiğine arttığı bir ortamda… Krizdeki ekonomisine bir nebze ilaç olsun diye Arap sermayesinin yönünü yeniden ABD'ye çevirmek isteyen Bush yönetimi Ocak ayındaki Ortadoğu ziyaretiyle 120 milyar dolar civarında bir miktarı hedefliyordu… Gelgelelim, Körfez sermayesindeki muhtemel dönüşün 50 milyar doları aşması beklenmiyor…

HHH

Körfezdeki yatırımcının yeni istikameti Türkiye… İçimizdeki “gizli-açık” Amerikan muhiplerinin rahatsızlık duyduğu da bu, ya…

İkide bir nükseden “Hükümetin Arap Aşkı” türünden yaklaşımlar, laiklik paravanı altında “süreci ne kadar baltalayabilirsek o kadar iyi” gibi bir hinlik içeriyor… Anlaşılan o ki; CHP, Doğan Grubu veya Cumhuriyet gazetesi Körfez sermayesi Türkiye yerine ABD'ye yönelirse pek sevinecek!

HHH

Türkiye'yi “istikrarsızlık” sürecine yuvarlamak için son iki yıldır her türlü siyasi ve ekonomik operasyonu yaptıranlar bir türlü arzuladıkları “ekonomik krizi” çıkaramıyorlar: Körfez sermayesinin Türkiye'ye yönelmesine kızmalarının asıl nedeni budur…

Uluslararası yatırım bankası Morgan Stanley geçen yılın Ağustos ayında “90 milyar dolar civarındaki güçlü döviz rezervi yastık vazifesi görerek Türkiye'yi ekonomik şoklara karşı koruyor, bundan sonra da koruyacak” öngörüsünde bulunmuştu:

Eyvah!!! Tamer Korkmaz 18.04.2008

 

2.ARŞİV.119

 

Türklerin yurt dışındaki mülkleri

Dışişleri Bakanlığının desteğiyle, Bayındırlık Bakanlığının hazırladığı rapora göre Türklerin Avrupa kıtasında Lüksemburg devletinin yüzölçümüne eşit miktarda mülk edindiği ortaya çıkmıştır. Avrupa’da yaşayan 4 milyona yakın (3.8 milyon) Türk vatandaşının çeşitli Avrupa ülkelerinde 255 bin parça gayrimenkul satın aldığı ve bu gayrimenkullerin toplam yüzölçümünün Lüksemburg’unkine eşit olup, yaklaşık 2500 kilometrekaredir. (2 milyar 500 bin metrekare)
-Yabancıların 1934’ten bu yana Türkiye’de satın aldıkları gayrimenkullerin toplam büyüklüğü ise 180 kilometrekaredir. (180 milyon metrekare) Türklerin Avrupa’daki gayrimenkul yüzölçümü, Türkiye’deki yabancıların satın aldığının 14 mislidir. Yabancıların mülkü 33 adet Büyükada ederken, Türklerin mülkü Lüksemburg büyüklüğündedir. Türklerin en çok tercihi Almanya olup buradaki Türklerin 203 bini gayrimülk sahibidir. 52 bini diğer Avrupa Birliği ülkelerindedir. Türklerin Avrupa’daki gayrimenkullerin toplam değeri 41 milyar Euro (56 milyar dolardır) Yabancıların Türkiye’den satın aldıkları gayrimenkullerin toplam değeri 8.3 milyar dolardır. Türklerin Avrupa’daki gayrimenkulleri son 10 yılda 4 misli artmıştır. 1996 yılında Türklerin Almanya’daki gayrimenkul sayısı 54 bin idi. 2006 sonunda bu sayı 203 bine yükseldi.
-Türklerin Avrupa’daki gayrimenkullerinin çoğunluğu konuttur. Gerisi dükkan, restoran ve iş yeridir. 1934’ten bu yana 58 bin yabancı Türkiye’den toplam 63 bin gayrimenkul satın aldı. çoğunluk Almanlara aittir. Almanlar 15278 gayrimenkul (10.5 milyon metrekare), İngilizler 12749 (4.7 milyon metrekare), Yunanlılar 12183 (4 milyon metrekare), Hollandalılar 2739, İrlandalılar 2541, Danimarkalılar 1905, Avusturyalılar 1524, Norveçliler 1213, Amerikalılar 1148 ve İtalyanlar 1091 parça gayrimenkul satın aldılar. Türkiye’de mülk alanların çoğunluğu Antakya, Muğla, İstanbul, Aydın, Bursa, İzmir ve Ankara’yı tercih etti. Türkiye yabancıların ikinci vatanı oldu. Alanya küçük Almanya’dır. 54 ülke ile karşılıklı mülk edinme anlaşması yapıldı. 19703 kişi 30 milyon 794 bin 755 metrekare arazi satın aldı. 38829 yabancı 5 milyon 250 bin 792 metrekarelik bina ve konut satın aldı. GAP bölgesinde 189 yabancı 1 milyon 680 bin metrekarelik 399 mülk edindi.
-Kilis’te yabancılara gayrimenkul satışı yasaklandı. çünkü Kilis’in binde 5’i 50 milyon metrekare yabancıların elinde. Alman Tur Operatörleri ve Seyahat Acenteleri Birliği (DRV) Başkanı Klaus Laepple’a göre “Antalya Almanların 17. eyaleti gibi”
1854 Kırım Savaşında Osmanlı ilk defa İngiltere’den yüzde 6 faiz ile 3 milyon sterlin borç aldı. 1856 Islahat Fermanı ile yabancılara toprak satışı serbest bırakıldı. 1860 yılında borçların ödenmesi ile ilgili görüşmelerde yabancılara satışın önündeki engellerin kaldırılmasını İngiltere istedi. 1890-1900 arası İzmir’in yüzde 85’i yabancılara ait idi.
Ancak küreselleşme adı altında topraklarımızın ve şirketlerimizin akıbetinin 1900’lü yıllardaki gibi olmasını da hiç kimse istemeyecektir!..Necati Özfatura 2008-01-16

 

2.ARŞİV.120

 

Papa'dan şok çıkış

Türkiye'de olduğu gibi dünyada da Laiklik tartışmalarında geniş yankı uyandıran gelişmeler yaşanıyor. ABD'de 9 Kardinal ve 350 rahibeye seslenen Papa 16. Benediktus, ''Din karşıtı laiklik anlayışına karşı savaş'' çağrısı yaptı.

6 günlük ziyaret planı çerçevesinde ABD’de kardinal ve rahibelerle bir araya gelen Papa 16. Benediktus, laiklik ile ilgili şok açıklamalarda bulundu.
“TARTIŞMALAR TEHLİKELİ BOYUTLARA ULAŞTI”
Laikliği adeta ABD’ye şikayet eden papa, konuşmasının büyük bir bölümünü laikliğe ve laiklikle ilgili tartışmalara ayırdı. Laiklikle ilgili tartışmaların tehlikeli bir boyut kazandığını belirten Papa, konuşmasında şu ilginç değerlendirmeyi yaptı:
“LAİKLİĞE KARŞI VAR GüCüMüZLE SAVAŞ VERMELİYİZ”
“Avrupa’da sanki Tanrı yokmuş gibi hayatımızın her alanından dini çıkarmak için adımlar atılıyor. Bunun adına da laiklik deniyor. Bu çok tehlikeli ve din karşıtı bir laiklik anlayışıdır. Buna karşı var gücümüzle savaş vermek zorundayız. Amerikan tarzı laiklik bu konuda anahtar olabilir. Buna ‘pozitif laiklik’ diyebiliriz.”
AMERİKAN TİPİ LAİKLİK öNERİSİ
Laiklik ve materyalizmin modern dünyayı tehdit eden en önemli konular olduğunu belirten Papa, “Eğer bunları pasif bir şekilde kabul edersek o zaman Tanrı’dan uzaklaşırız. Amerika’da öyle bir laiklik anlayışı var ki, ‘laik devlet’ herkesin özgür bir şekilde inanmasına ve her türlü ibadeti yerine getirmesine olanak tanıyor” sözleriyle laiklik konusunda ABD’nin örnek alınması gerektiğini savundu.habervakti.19.04.2008

 

2.ARŞİV.121

 

Tekbir’e dava

TEKBİR, tesettür defileleriyle tanınan bir giyim markası. Bunun din istismarı olduğu iddiasıyla dava açıldı; davayı açanlar laik kesimden değil, İslami kesimden!
Davayı açanlar, İslamın liberal yorumunun yüksek kalitede akademik bir yayını olan İslamiyat dergisinin Genel Yayın Müdürü Süleyman Bayraktar ile felsefe ve sosyoloji alanındaki eserleriyle haklı bir itibara sahip ‘yenilikçi’ ilahiyat Profesörü İlhami Güler’dir. Güler, aynı dergide, modernizm, postmodernizm ve manevi değerler erozyonu hakkındaki makalesinde ‘dünyevileşme’nin değerler tahribatını anlatırken Mustafa Sandal’ın şarkı sözlerini aktarır:
Onun arabası var güzel mi güzel, Bastı mı gaza, gider mi gider, Şoförü de var, özel mi özel, Ama maalesef ruhu yok...
Prof. Güler’e göre, böyle bir tüketim ve hedonizm dünyasında, “Dindarlara düşen ise, teolojinin Ortaçağ’daki formlarına dogmatik olarak saplanıp kalmadan” ahlaki ve ruhani olarak yenilenme ve manevi değerleri sahiplenmektir. Fakat bu düzeyde bir felsefi zenginliği Türkiye’de henüz hiçbir kesim üretemedi.
Kutsalın boşalması;
Tesettürün daha şık ve zarif hale gelmesi, defileler yapılması modernleşmeyi yansıtır. Sınıf atladıkça, taşralı bakımsızlıktan burjuva hayat tarzına uzanan bir çizgi... Tesettürün şıklaşmasında, değerli Ayşe Böhürler’in deyimiyle, “çok kadınca ve çok anlaşılır” bir taraf da vardır. Bunları olumlu buluyorum. Tekbir’in ticari marka olarak kullanılmasına gelince; bunun önlenmesi için dava açan Prof. Güler’e ve Bayraktar’a göre, “İslam dininin temeli, tevhid inancının ifadesi ve namaz ibadetinin bir rüknü” olan tekbirin ticari bir marka haline getirilmesi, “Kutsal dini kavramların manevi içeriğinin tahrip edilmesine... ve haksız rekabete yol açıyor.”
“... Sosyolog Max Weber de sofu Protestan tarikatlarının ticarileşmesinin onları zamanla rasyonelleştirdiğini ve bu yüzden “ruhaniliğin kaybolduğunu”, yani Güler’in deyimiyle, “kutsal kavramların içeriğinin boşaldığını” anlatmıştı.’’ Kısaca, arabası var, ruhu yok! Türkiye, irtica değil, tam tersine, böyle bir sekülerleşme, dünyevileşme sürecini yaşıyor! Çözülme devri
-‘Tekbir’ markası hakkındaki kararı mahkeme verecek. Bu markanın sahibi olan kişinin “Üç karım var, kime ne?” diye konuşmasını şiddetle kınıyorum. Kanuni’nin Şeyhülislamı Kınalızade Ali Efendi o çağda bile tek eşliliği savunmuştu. Günümüzde çok eşliliği savunmak, her şeyden önce “eşitlik ahlakı”na aykırıdır. Tesettürlü kadının toplumsal hayata, iş ve meslek hayatına şık bir kıyafetle katılması elbette olumludur; eşitliğini, bireyselliğini geliştirir. Ancak, kapitalizmin ‘paracılık’ tarafı bütün dünyada manevi ve sosyal çözülmelere yol açıyor. Demirperde kalkınca o taraftaki ahlaki çöküntü de görüldü. Bu “arabası var, ruhu yok” tüketim çağı, her kesim gibi İslami kesimi de etkiliyor. Gelenekler çözülürken artık “kırılan kol” da yen içinde kalmıyor. Bakın, dava açılıyor; “Osmanlı Müslümanı” Şevket Eygi, bugünün “din baronları”nı eleştiriyor! Sosyal kesimlerde çözülme, çeşitlenme, gelişme ve yozlaşma iç içe! Ama henüz yüksek felsefi ve ahlaki eserler henüz yok. Maddeten gelişen orta sınıf, manevi ve entelektüel bakımdan henüz o kıvamı bulamadı. Onun için gelişme ve yozlaşma iç içe... Taha Akyol 5/5/2008

 

2.ARŞİV.122

 

Libya, İtalya'da bakan bile değiştirtebilir

Libya, Berlusconi’nin koalisyon ortağı Kuzey Ligi Partisi’nden Roberto Calderoli’nin ‘özrünü’ kabul etti. Calderoli, 2006 yılında Peygamberimize hakaret içeren tişörtler giydikten sonra Libya, İtalya ile olan ilişkilerini gözden geçireceğini bildirmişti.

LİBYA ALENEN TEHDİT ETTİ
Geçtiğimiz haftalarda yapılan seçimleri Berlusconi’nin öncülüğünde sağ ittifakın kazanmasından sonra, Libya Calderoli’nin kabinede yer alması halinde ya da özür dilememesi halinde, artık kaçak göçmenlerle ilgili tedbir almayacağını ve Libya’ya iş gören İtalyan petrol şirketleriyle sözleşmeleri feshedeceği tehdidinde bulunmuştu. Libya,
CALDEROLİ: YANLIŞ ANLAŞILDIM ÖZÜR DİLERİM
Ancak, Calderoli’nin hakaret içeren tişörtler nedeniyle özür dilemesi, Libya ile İtalya arasındaki buzları eritti. Daha önce işbirliğini keseceği tehdidinde bulunan Libya, kabinede kendisine yer verilen Calderoli’nin “Ben yanlış anlaşıldım ve bu yanlış anlaşılmadan dolayı üzgünüm. Umarım Libya ile aramızda bundan sorun olmaz” diyerek, Libya ile işbirliği yapmak istediğini söyledi.
Calderoli’nin Libya’nın Roma Büyükelçisi ile de bir araya gelerek, önceki hareketinden dolayı ne kadar üzgün olduğunu anlattığı ve özür dilediği de belirtildi.
LİBYA ÖZRÜ KABUL ETTİ
Calderoli’nin bu sözlerini not eden Libya, bu durumdan memnun olduğunu bildirdi. Libya’nın bu sert tehdidi karşısında Berlusconi de, Libya ile ilişkilerini iyi tutacaklarını ve aralarındaki yanlış anlamaları gidereceklerini söylemişti.
İtalya’da göçmenlere karşı olan tutumuyla bilinen Calderoli, bir keresinde de cami için seçilen bir alanda köpeğiyle birlikte yürüyerek provokasyon yapmıştı. Calderoli, İtalya’daki Yahudiler tarafından da destekleniyor.habervakti.10.05.2008

 

2.ARŞİV.123

 

Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı’nın ’Yeni Bir Anlayışın Işığında Kurân Tefsiri’ Adlı Eseri Üzerine

Tefsir yazmak Cenâb-ı Allah’ın murâdını açıklamak demektir. Bir bakıma Allah adına konuşmak anlamına gelir ve son derece mesuliyetli bir iştir. Bu sebeple eski âlimler diğer alanlarda genç yaşlarda eser yazdıkları halde, eğer tefsir yazacaklarsa bunu ekseriya ömürlerinin sonlarına bırakır, bütün ilimlerde ihata kesp ettikten sonra ancak Allah’ın ayetlerini açıklama cesareti gösterirlerdi. Modern zamanlarda ne yazık ki bu hassasiyet kalmamıştır. Artık İslamî düşünüş biçimini topluma açmak isteyen hemen her ilim ve düşünce adamı ilk iş olarak açıklamalı meal veya Kur’ân sözlüğü gibi Kur’ân-ı Kerim üzerine bir şeyler yazmayı deniyor. Şahsî fikirlerini Allah’ın kelamı üzerinden deklare etmek halk üzerinde daha etkili bir yoldur. Tabi meselenin ticarî boyutu da var. Maalesef Türkiye’de “Kur’ân İslamı” söyleminin büyüsüne kapılan kesimin meal talebi, yayınevleri için iştah kabartıcı boyutlardadır.

Son zamanlarda sık sık televizyon ekranlarında boy gösteren Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı’nın tefsiri de ilginç ve iddialı yorumlarıyla toplumda hayli yankı uyandırdı. Çevremizden birçok kimsenin Bayraklı’nın tefsiri hakkındaki sorularına muhatap olduk. Allah’ın kelamını en doğru şekliyle anlama azminde olan müminin tefsir ve diğer dinî kitaplar hakkında ihtiyatlı olması son derece isabetli bir tutumdur. Tabi bu durum bize de önemli sorumluluklar yüklüyor. Bir eseri gereği gibi incelemeden hakkında olumlu ya da olumsuz bir fikir beyanında bulunmak doğru olmayacağından Bayraklı’nın tefsirinin bir nüshasını temin ederek eseri incelemeye başladık. Bir grup arkadaş bir yandan tefsiri inceliyor, bir yandan da göze çarpan sorunlu hususları not alıyorduk. İnceledikçe Bayraktar beyin lüzumsuz ve mesnetsiz yorumlarından bezginlik geldi. Sonuçta, bir kelime üzerine fındık kabuğunu doldurmayan ve çoğu tutarsız, yığınla laf u güzafla boşa vakit harcamak yerine, modern dönem tefsir yazarları için adeta karın ağrısı haline gelmiş bazı konuları esas alarak tefsiri değerlendirmeyi daha doğru bulduk. Bunun üzerine yazarın, münhasıran nesh, recm, mucize ve nüzul-i İsa gibi konuların irtibatlı olduğu ayetler hakkındaki görüş ve yorumlarına yoğunlaşmaya karar verdik. Bu makale, Bayraklı'nın bu ve benzeri spesifik konulardaki yaklaşımlarını incelerken aldığımız notlardan bir bölümünü kamuoyuyla paylaşmak düşüncesiyle kaleme alındı.

“Yeni Bir Anlayışın Işığında Kurân Tefsiri” gerçek anlamıyla bir tefsir midir?

Hem bu soruya verilecek cevaba bir giriş olarak hem de Bayraktar Bayraklı’nın tefsiriyle ilgili tahlillerimizin zemin ve çerçevesi hakkında okuyucuya ön bilgi olarak tefsir kelimesinin kavramsal yapısıyla ilgili kısa bir açıklama yapmamız yerinde olur. Kaynaklarda tefsir kavramıyla ilgili zikredilen tariflerin genelinden anlaşıldığına göre bu kelime, ayetlerin, literal verilere dayalı olarak zahir anlamlarının açıklanması ve bu yolla murâd-ı ilâhînin tespitine çalışılması anlamına gelir[1]. Murâd-ı ilâhîyi tespit amacına matuf olması bakımından tefsir, ancak Peygamberimiz, Sahâbe ve Tabiîn müfessirlerinden nakledilen verilerden hareketle yapılır. Bu bakımdan ayetleri tefsir ederken elde ayet, hadis, sahabe veya tabiin görüşü gibi literal veriler bulunması zorunludur. Bunun yanında kelimelerin zahir ve muhtemel anlam çerçevesini aşmamak için Arap dilinin teârufunu/yaygın kullanımını dikkate almak gerekir. Şu halde muteber delile dayanmayan veya Arap dilinin teârufunu zorlayan ayet yorumları tefsir olarak değerlendirilemez. Bu tür yorumlar, sahibinin, murâd-ı ilâhîyi keşfetmekten çok Kur’ân’a bir şey söyletme çabasını yansıtır.

Şimdi bu kavramsal arka plandan sonra Bayraktar beyin tefsirini incelediğimizde onun tefsirinin kavramsal anlamıyla bir “tefsir” olmadığını, belki Bayraktar beyin ayetler hakkındaki şahsî yorumları olduğunu çok rahat söyleyebiliriz. Ayet tefsiri ile ayet yorumu arasında önemli kavramsal bir fark olduğunu düşünüyoruz. Zira tefsir, belli usul ve kaideler muvacehesinde hareket etmek kaydıyla, menkûl/me’sûr verilere paralel olarak yapılır. Ve murâd-ı ilâhîyi tespit gayesine matuf olduğundan ancak derin bir takva hissiyatı içinde gerçekleşir. Bunun mukabili günümüzde yaygın olarak kullanılan “yorum” kelimesidir ve belli bir yönteme bağlı ilmî izahlardan çok, sıradan ve sübjektif açıklamaları da içine alacak geniş bir kaplama sahiptir. Tefsirde olduğu gibi kendisini hem besleyen hem de kontrol eden tarihî arka planı da yoktur. Bu bakımdan yorum adı altında kuru spekülasyonlarla ayetlerin çarpıtılması vakıasına pek sık rastlanır.

Bayraktar beyin ayetlere getirdiği açıklamaları tefsirden çok birer yorum olarak değerlendirmekle kendisine haksızlık ettiğimizi düşünenler için söylüyoruz: Bayraktar bey, ayetleri açıklarken zaman zaman konuyla ilgili başka ayetlerden yararlansa da, ne Resulullah Efendimizin hadislerine ne Sahabe ve Tabiîn’in görüşlerine itibar etmediğinden hadis ve âsâr birikiminden neredeyse hiç faydalanmadığını söylemek herhalde abartı sayılmaz. Hatta faydalanmak şöyle dursun, ayetlere önemli açılımlar getiren bazı sahih ve mütevatir hadisleri dahi, ayetten çıkarmak istediği anlamla örtüşmediğinden uydurma olmakla itham etmiştir.

Sözgelimi yazar, Hz. İsa’nın göğe kaldırılmasıyla ilgili ayetleri açıklarken nüzûl-i İsa konusunda vârid olan onlarca sahih hadisin bir çırpıda uydurma olduğunu söyleyebilmiştir. (c. 4, s. 135-139) Bunu söylerken, iddiasını desteklemek maksadıyla da olsa, mevcut hadislerin hiçbiri üzerinde ne senet ne de metin kritiği yapma ihtiyacı hissetmemiş, adeta dediğim dedik, çaldığım düdük mantığıyla sorumsuzca bir tavır sergilemiştir. Böylece yazar, mezkûr ayetleri sahih hadislere göre anlamak yerine, hadislere rağmen anlamaya kalkışmıştır. Örneklerini çoğaltabileceğimiz bu lakayt tutum nedeniyledir ki, Bayraktar beyin yaptığı işi bir tefsir olarak görmüyoruz. Bu kısa açıklamadan sonra tefsirle ilgili değerlendirmemize geçebiliriz. 

“Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsiri”ndeki sorunlar 

Bayraktar beyin tefsirini incelerken karşılaştığımız ana sorunları metot, kaynak, tasavvur ve dil sorunu olmak üzere dört başlıkta özetleyebiliriz.

a) Metot sorunu

Tefsirde göze batan ilk sorun metot sorunudur. Bayraklı, ayetleri neye göre açıklamıştır, takip ettiği belli bir yöntem var mıdır, yoksa bütün söyledikleri birer spekülasyon mudur, doğrusu yazar bu konuda okuyucuya güven vermiyor. Yazarın önsözde takip ettiği metot hakkında verdiği bilgiler gerçekçi değildir. Dört başı mamur bir Kur’ân tefsiri için yeterli olmamakla birlikte yazar, bunların bile hakkını verememiş, tefsirin ilerleyen bölümlerinde önsözü okuyup heyecanlanan okuyucuyu hayal kırıklığına uğratmıştır. Sözgelimi yazar önsözde ayeti ayetle açıklama metoduna bağlı kaldığını ifade etmesine rağmen (c. 1, s. 61) ön kabullerine uymayan konularla ilgili ayetlerde bu metodu hiç hatırlamamış, ayetleri bir bütün olarak anlamak yerine parçacı bir yaklaşımı tercih etmiştir. Çoğunlukla ayetler arasında âmm-hâs, mutlak-mukayyed, mücmel-müfesser, muhkem-müteşabih dengesini kuramadığından ayetlerdeki anlam örgüsünü çözememiştir.

Bunu bir örnekle somutlaştırmak için Bayraklı’nın Nisâ 7, 11, ve 32. ayetlere getirdiği yorumları birlikte inceleyelim. Sırasıyla bu ayetlerin mealleri şöyledir: “Anne-baba ve en yakınların bıraktıklarından erkeklere pay vardır. Kadınlara da anne-baba ve en yakınların bıraktıklarının azından da çoğundan da farz kılınmış pay vardır.” (Nisâ, 7), “Allah sizlere, miras taksiminde çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadın payı verilmesini emrediyor.” (Nisâ, 11), “Bir de Allah'ın bazınıza diğerinden fazla verdiği şeyleri istemeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.” (Nisâ, 32)

Görüldüğü gibi birinci ayette sadece, erkeklerin ve kadınların mirastan mutlak olarak pay sahibi oldukları bildirilmiş ve fakat bu pay açıklanmamıştır. Şu halde bu ayet payların miktarı konusunda mücmeldir. İkinci ayet bu ayetin bıraktığı noktadan devam ederek erkekle kadının paylarını açıklayıp bir yandan birinci ayetin mücmel tarafını tefsir ederken diğer yandan meseleye son noktayı koymaktadır. Şu halde ikinci ayet kadının payının erkeğin payının yarısı olduğunu bildirir. Son ayete gelince Bayraktar beyin bu ayeti erkekle kadının miras paylarını bildiren ayetler grubuna dahil etmesi pek sağlıklı görünmemektedir. Öyle görünüyor ki, yazar bu ayeti, birinci ayetten çıkarmak istediği “eşit miras” anlayışına yakın bulduğu için anılan kategoriye sokmak istemiştir. Zira sahabe ve tabiînden nakledilen tefsirler ekseriyetle bu ayette geçen payların fazilet ve sevap gibi uhrevî boyutu olduğunu gösteriyor. Kaldı ki mezkûr ayeti mirasla alakalı gören azınlık selef müfessirleri de anılan payları yazarın anladığı gibi anlamamışlardır. Bu ayette kadına nispet edilen payı, Nisâ 11. ayette bildirildiği üzere erkeğin payının yarısı olacak şekilde tefsir etmişlerdir[2].

Bayraklı’nın yorumlarına bakılacak olursa o, anılan ayetleri miras paylaşımına farklı düzenlemeler getiren birbirinden bağımsız ayetler olarak görmüştür. Ona göre, birinci ve üçüncü ayetler erkekle kadınının paylarının eşit olduğunu, ikinci ayet erkeğin payının kadının payından iki kat fazla olduğunu göstermektedir. Bayraklı’ya göre, erkeğin çalışıp kazanması mevzubahis olduğunda ikinci ayet esas alınmalı ve erkeğe kadının iki katı pay verilmelidir. Kadının da erkek gibi çalışıp kazanması söz konusu olduğunda ise birinci ve üçüncü ayetler esas alınarak kadına da erkeğin payına eşit pay verilmelidir. (c. 5, s. 53, 54)

Hakikat şu ki, Bayraklı, hadis ve âsâr birikimden şükran duygularıyla faydalanıp makul izahlarda bulunmak yerine “orijinal düşünceler” uğruna ayetleri çarpıtmıştır. Bir defa birinci ayette kadınla erkeğin paylarının eşit paylar olduğuna dair hiçbir beyan yoktur. Konunun başında da belirttiğimiz gibi, birinci ayet herhangi bir miktar belirlemesi yapmadan sadece kadınların miras payına sahip olduğunu göstermektedir. Asıl payların açıklaması ikinci ayete bırakılmıştır. Burada Bayraktar Bey, büyük ihtimalle ayette geçen “nasîbün” kelimesinin Türkçe meallerdeki karşılığı olan “bir pay” ifadesini çarpıtarak erkeğe de kadına da birer pay verildiği sonucunu çıkarmıştır. Oysa burada geçen “bir”in, “iki”nin yarısı anlamında rakamsal bir çağrışımı bulunmamaktadır. Buradaki bir, şairin "kalbim bir çiçektir, gündüzler ölgün" dediği gibi, Türkçe’de belirsizlik ifadesi olarak sıkça kullanılan “bir” kelimesidir[3].

Bunun yanında yazar neshi inkâr eden biri olarak müteârız ayetler karşısında da epey bocalamıştır. Bu gibi yerlerde yazar, murâd-ı ilâhîyi tespitten çok ayetleri kendi düşüncesiyle örtüştürmenin kaygısıyla hareket etmiştir. Bu konuya bir misal olması için yazarın, kocası ölen kadının iddetini bildiren şu iki ayetle alakalı yorumlarına bakalım. Söz konusu ayetler mealleriyle şöyledir: “İçinizden hanımlarını geride bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler.” (Bakara, 240), “İçinizden vefat edip de geride eşler bırakan kimselerin hanımları, kendi başlarına dört ay on gün beklerler.” (Bakara, 234)

Görüldüğü gibi birinci ayette kocası ölen kadının iddeti bir sene olarak bildirildiği halde bu süre ikinci ayette dört ay on gün olarak ifade edilmiştir. Müfessirler ikinci ayetin birinci ayeti nesh ettiğini kabul etmiş ve kocaları ölen ve hamile olmayan kadınların iddetinin dört ay on gün olduğunu bildirmişlerdir. Bayraklı neshi inkâr eden biri olarak, çelişkiye düşmek pahasına da olsa, bu ayetlerin her birini ayrı ayrı ele almıştır. Kendi ifadeleriyle Bayraklı’nın ayetlerden çıkardığı sonuç şöyledir: “Görüldüğü gibi Kur'an, kocası ölen kadına iki tercih hakkı tanımaktadır: İsterse dört ay on gün sonra, gebe ise doğum yaptıktan sonra yeniden evle­nir; isterse de ölen kocasının vasiyeti ile bir yıl daha kocasının evinde kaldıktan sonra evlenebilir.” (c. 3, s. 179-180) Bir defa ayetlerden, ucu açık ve kimin neye göre hareket edeceği tam olarak belli olmayan sonuçlar çıkarmak tefsir yazmanın amacına aykırıdır. Ayrıca yazar burada birbirlerine aykırı hükümler ihtiva eden söz konusu iki ayeti, sırf neshi iltizam etmemek için böyle muğlâk beyanlarla geçiştirmek zorunda kalmıştır. Bayraklı, kocası ölen kadına iki tercih hakkı tanındığını ilgili ayetlerin neredesinden çıkarıyor, anlamış değiliz. Söz konusu iki ayet de belli hükümler getiren normatif bir üslubu haizdir. Bu gibi ayetlerde geçen ihbar cümlelerinin inşaî karakter arz ettiği hususu teşrî dilini bilenlere gizli değildir. Bunun dışında Bayraklı’nın yorumunun tekabül ettiği bir pratik gerçeklik de söz konusu değildir. Hangi kadın dört ay on gün ile bir yıl iddet beklemek arasında tercih hakkına sahip kılınsa bir yıl beklemeyi tercih eder?!

Metot sorunuyla alakalı olarak Bayraklı’nın kelimeleri anlamlandırırken dikkatimizi çeken ilginç semantik anlayışına da temas etmemiz gerekir. Bayraklı, gerek sözlükte gerekse Kur’ân’da bir kelime şöyle ya da böyle hangi anlamlarda kullanılmışsa bunların hepsini aynı kelimeye uygulamaya kalkarak ciddi anlam kargaşasına yol açmaktadır. Bu yaklaşım kendi ifadesiyle “orijinal şeyler üretmek” olarak görülse de, hakikatte Kur’ân kelimelerine yapılan bir işkencedir. Sözgelimi içinde “talak” lafzı geçen bir ayeti tefsir ederken bu kelimenin Kur’ân’da boşamak, öne atılmak, yola koyulmak, gitmek veya kekeleşmek manalarında kullanıldığını söyleyen Bayraklı, bakın bütün bu manaları boşama ayetine nasıl uygulamaktadır: “Bütün bu manaları “talak/boşama” konusuna bağlayarak şöyle izah edebiliriz: Eşlerden biri, özellikle erkek 'öne atılarak' nikah bağını çözmeye çalışmakta ve bu uğurda yapılacakları yapmak için 'yola çıkmakta' ve böylece 'aile bağını' hukuka 'dolamaktadır'. 'Dilin dolaşması' gibi karı-koca arasındaki iletişimin de dolaşması, yani kopması söz konusu olduğu için boşama yoluna gidilmektedir. Dili kekemeleşen Hz. Musa'nın göğsünün daralması gibi, karı-koca arasında da iletişimin bozulması, göğüslerinin daralmasına sebep olmakta ve buna bir çıkış yolu bulmaya çalışmaktadırlar. Onun için yapılacak bu işe talak adı verilmiştir. (c.3, s.141)

T-l-k kökünden gelen bütün kelimeleri toplayıp üzerine boca ettiği talak kavramına kimsenin aklına gelmeyecek bir imge yüklemeye çalışan Bayraklı’ya birinin kırdığı çanakları söylemesi gerekiyor. Kendilerine “t-l-k” kökünün kekeleşme anlamında kullanıldığına dair delil olarak getirdiği ‘la yentaliku lisâni’ (Şuarâ, 13) ayetinde yer alan ‘yentaliku’ kelimesini yanlış anladığını hatırlatmak isteriz. Bu kelime “kekeleşme” değil aksine fasih ve güzel konuşmak anlamına gelir. Ve Arap dilinde fasih ve güzel konuşan kişi için talîku’l-lisan denir. Ayette bu kelimenin Hz. Musa’nın kekeleşmesi için kullanılması, önüne eklenen olumsuzluk edatı “lâ” sebebiyle olumsuz haliyle kullanılmış olmasındandır. Yoksa kelimede kekeleşmek diye bir anlam asla söz konusu değildir.

b) Kaynak sorunu

Bayraktar beyin tefsirinin önemli bir eksikliği kaynak fakiri olmasıdır. Tefsirin ne klasik ne de modern zengin bir bibliyografyası olmadığını her okuyucu fark eder. Klasik kaynaklar içinde müellif ağırlıklı olarak Beyzâvî, Nesefî, Hâzin ve Fahrurrazî’den yararlanmıştır. Yazarın Fahrurrâzî'den istifadesi ağırlıklı olarak Mutezile'nin ayetlere getirdiği aykırı yorumları tespit edip bunları, kendisine ait orijinal birer yorum gibi sunmak içindir. Bilindiği gibi anılan tefsirler rivayet tefsiri değildir. Ve özellikle son iki tefsir birer kelamî tefsirdir. Doğrudan ve yalın haliyle murâd-ı ilahîyi anlamaya yönelik açıklamalardan çok, ayetlerle ilgili kelamî yorumları ihtiva eden ihtisas kaynaklarıdır. Taberî ve İbn-i Kesîr gibi rivayet tefsirlerinden; el-Ferrâ’nın Me‘âni’l-Kur’ân’ı ve Ebu Hayyan’ın el-Bahru’l-Muhît’i gibi lügavî tefsirlerden istiğna ile kayda değer bir tefsir faaliyetinin gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Ayrıca yazarın ahkâm ayetleriyle alakalı olarak el-Cessâs, İbnü’l-Arabî ve el-Kurtubî gibi fakihlerin ahkâm tefsirlerinden faydalanmamış olması da bu ayetlerle ilgili açıklamalarının çok naîf olması sonucunu doğurmuştur.

Modern kaynaklar konusunda da tefsirin ciddi kaynak kıtlığı sorunu vardır. Bu bapta yazar genelde, Elmalılı, Süleyman Ateş ve Muhammed Esed’in meal ve tefsirlerinden yararlanmıştır. “Yeni bir anlayışın ışığında Kurân tefsiri” diye takdim edilen bu tefsirin yeni kaynaklar konusunda fakirlik çekmesi müellifin bu çabasının arkasında ilmî gayelerden öte medyatik ve sansasyonel amaçların yattığının bir göstergesi olarak da okunabilir. Aslında Bayraklı’nın önsözdeki şu ifadelerini hatırlayınca kaynak kıtlığı konusundaki mazuriyetini teslim etmek gerekiyor: “Söylenmişi tekrarlamamak ve bu zamana kadar yapılanları taklit etmemek suretiyle orijinal yorumlar yapma gayretinde olduk. Çünkü orijinal şeyler üretmek, Kur'an tefsirinde bizim sevdamız ve tutkumuzdur.” (c. 1, s. 63) "Orijinal şeyler üretme sevdası"nda olan bir yazarın kaynakla ne işi olur ki?

Bayraktar Bayraklı’nın önemli bir kaynak sorunu olarak onun hadis ve âsâr’dan faydalanmaması da tefsir adına büyük bir talihsizliktir. Bayraklı ayetleri tefsir ederken ne Peygamber Efendimiz’den nakledilen hadislerden ne de Sahabe veya Tabiîn’den nakledilen âsar’dan faydalanmıştır. Bu bakımdan tefsirin rivayet boyutu oldukça zayıftır. Ayrıca yazar, Kur’ân’ın nüzul dönemi itibarıyla kelimelerin lügavî ve örfî manalarını tespit için erken dönem lügat ve edebiyat kaynaklarından yararlanmış da değildir. Bu yönüyle yazarın ayetlere getirdiği açıklamaların Arap dilinin doğasına yabancı kaldığına çok defa şahit olmuşuzdur. Mesela Hz. Meryem’e Hz. İsa’nın ruhunun üflenmesiyle ilgili ayetlerden birinde Hz. Meryem’e işaret eden zamir müzekker/eril kalıbında, diğerinde ise müennes/dişil kalıbında gelmiştir[4]. Arap dilinde zamirler çok yönlü kullanılmakla esneklik arz eder. Zaman zaman kelimenin farklı boyutları göz önünde bulundurularak müzekker kelimelere müennes zamir, müennes kelimelere de müzekker zamir gönderilmesi bu dilde garip karşılanan bir durum değildir. Nitekim anılan vakıayı anlatan ayetlerin birinde müennes kalıbında olan zamir Hz. Meryem’in bizzat kendisine, müzekker kalıbında olan zamir ise bir kelime öncesinde geçen Hz. Meryem’in fercine/ceybine (gerdan) işaret etmektedir[5]. Ferc kelimesi müzekker olduğu için ona râci zamir de müzekker olmuştur. Bu mesele hemen her klasik Arapça öğrencisinin fark edebileceği kadar basit bir meseledir. Ne var ki Bayraktar bey bu nükteyi kavrayamamış; tarihî bir keşfin arifesindeki mûcid heyecanıyla buradan akıllara ziyan bir çıkarımda bulunmuştur. Bayraktar beye göre Hz. Meryem, bitkilerden fındık ve cevizde, hayvanlardan solucanlarda olduğu gibi hem erkeklik hem de dişilik mekanizmasına sahip garip bir yaratıktır. Ona göre Hz. Meryem’e işaret eden zamirlerden müzekker olanı onun erkek kişiliğini, müennes olanı da onun kadın kişiliğini ortaya koymaktadır. Böylece Hz. Meryem Hz. İsa’nın hem annesi hem de babası olmuştur. (c. 12, s. 514-515)

Aslında bu ve benzeri ayetlerde Bayraklı’nın mucizelere yaklaşımını da görmek mümkündür. Hz. İsa’nın anne rahmine düşmesi başlı başına bir mucizedir. Bayraklı bu gibi mucizeleri olağan hallere indirgemek için hemen her yolu dener; modern bilimde kıyısından köşesinden konuyu ilişkilendirebileceği en ufak bir teoriye bel bağlar, mucizeyi olağan fizikî sürece indirger. Görünüşte Bayraktar Bayraklı mucizeleri inkâr etmiş olmuyor ama mucizeyi olağanlaştırmakla içini boşaltmış oluyor.

Bayraklı’nın mucizelere bir mümin saflığında bakmadığı hususunu teyiden onun mucizelerle ilgili ayetleri müteşabih kabul ettiği yönündeki görüşüne temas etmeliyiz. Bayraklı’nın bu konudaki görüşlerini bizzat kendi ifadelerinden okuyalım: “Peygamberlerin mucizelerini anlatan ayetler, yapı itibariyle müteşabih de­ğillerdir, ama konu itibariyle müteşabih alana girmektedirler. (Kitaptan bir bilgisi olan kimse ise, "Gö­zünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm" dedi). [Neml/40] Ayetin manası müteşabih değildir, ama Belkıs'ın tahtının göz açıp-kapayıncaya kadar uzun bir mekândan getirilmesi mahiyet itibariyle müteşabihtir. Günümüzde ses ve resim nakledilmektedir; istikbalde maddenin ışınlanma yoluyla nakli gerçekleşirse, bu ayetin konusu müteşabihlikten çıkıp muhke­me dönüşür.” (Bkz., c. 3, s. 491) Burada da Bayraklı’nın mucizelere mesafeli yaklaştığını görmek mümkündür. Zira mucizeleri anlatan ayetlerin konusu itibarıyla müteşabihattan kabul edilmesi, onların içeriğinin bilinemeyeceği anlamına gelir. Bu ise mucizeleri olağanüstü haller olarak tarif eden ve mucizelere bu haliyle kayıtsız-şartsız teslimiyeti ilke edinen Ehl-i Sünnetin duruşuyla örtüşmemektedir. Ayrıca mucizeleri anlatan ayetlerin bilimsel gelişmelere paralel olarak bir gün müteşabih olmaktan çıkıp muhkem hale geleceğini düşünmek, mucizelerin doğrudan kabul edilemeyeceği, ancak bilimin referansıyla kabul edileceği yönünde bir anlayışa da kapı aralamaktadır. Bayraklı’nın mucizeler konusundaki bu temel yaklaşımı, onun ilgili ayetlere getirdiği izahlara da yansımıştır. Nitekim Bayraklı’nın; Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması (Bkz., c. 12, s. 473-480), Hz. İsa’nın çamurdan yaptığı kuş timsalini canlandırması gibi (Bkz., c. 4, s. 115; c. 6, s. 193) mucizelerle ilgili açıklamalarında belirsiz ve kendi içinde sorunlu bir dil kullanması da, onun mucizeler konusunda kafasının karışık olduğunu göstermektedir.

c) Tasavvur sorunu

Bayraktar Bayraklı’nın tefsirini incelerken karşılaştığımız en önemli sorun, onun ayetlere yaklaşırken bir türlü etkisinden kurtulamadığı modernist İslam tasavvurudur. Seküler din telakkisinin İslam dünyasına sızmasından bu yana, adeta bir virüs gibi İslamî bünyeyi içten içe tahrip eden modernist İslam tasavvuru ne yazık ki Bayraktar Bayraklı’yı da derinden sarsmıştır.

Bayraktar bey, özellikle Hz. İsa’nın nüzulü, recm ve nesh gibi konuları ele alırken kullandığı argümanlarla bunu dışa vurmuştur. Sözgelimi onun recm konusuyla alakalı şu açıklamaları üzerinde dikkatle düşünmek gerekir: “…Netice olarak diyebiliriz ki, yarı beline kadar toprağa gömüp taşlanarak öldürme tatbikatı, Yüce Allah'ın merhametine uygun değildir. Bir insana ölüm cezası verilebilir ama uygulaması bu şekilde olamaz.”, “Bu konuda kitaplarda yer alan, hükmü devam eden ama metni Kurân'da olmayan uydurma bir metnin hükmü İslam için yüz karasıdır. Bu kitapların elden geçirilip düzeltilmesi gerekiyor…”, “Genelde örnek olarak anlatılan Mâiz olayı, bir daha gözden geçirilip sorgulanmalı, sahabeye zina isnat etmenin doğruluğu araştırılmalıdır. Kurân ve İslam dini bizden bunu istemekte ve bu leke ile İslam'ı bir yere götüremeyeceğimizi öğütlemektedir.” (c. 13, s. 326-329)

Bayraklı’nın recm cezasıyla ilgili fikirlerinin kritiği bir yana burada dikkat çekmek istediğimiz husus, onun kullandığı argümanlarda kendini ele veren tasavvur sorunudur. Mesela bu konuda yazarın kullandığı “Allah’ın merhameti” söylemi, diğer modernistlerin kullandıkları “özgürlük” ve “eşitlik” gibi modern konseptler, modernist İslamcıların zihin ve ruh koordinatlarını teşkil ediyor. Modernist, dinî nasslara kayıtsız bir zihin ve duru bir ruhla yaklaşıp Müslümanlığını nasslara göre yapılandıramıyor. O, modern paradigmanın dayattığı, konjonktürel söylemlere göre nassları tenkit süzgecinden geçirerek imanda seçici davranıyor; modern algıyla örtüşen hükümleri alıp örtüşmeyenleri reddederek bir bakıma nasslara rezerv koymuş oluyor.

Bayraklı’ya şunu sormadan edemiyoruz. Allah’ın merhametinden ne anlıyorsunuz? Allah’ın merhametinin, sınırları belirlenmiş, eşit bir tarifi var mıdır? Eğer varsa böyle bir tarifi kim neye dayanarak yapmıştır? Bayraktar bey neden aynı gerekçeyle, kâfir ve fasıkların cehennemde yanacağını da reddetmiyor, doğrusu merak ediyoruz. Taşlanarak öldürülmek ilahî merhamete ters düşüyorsa, alevlerin içinde eriyip kavrulmak nasıl izah edilebilir. Cehennem ateşiyle cezalandıracağına inandığımız aynı Allah’ın, taşlanarak öldürme cezasını meşru kılmış olabileceğini kabullenmemenin makul bir izahı olabilir mi? Hz. Peygamber Efendimizin recm cezasını uyguladığı hususunda inkârı kabil olmayan pek çok sahih hadis vardır. Hal böyleyken recm cezasının ilahî merhamete sığmadığını ileri sürmek, peygambere Allah’ı tanıtmaya kalkışmak gibi ölçüsüzce bir işgüzarlık değil de nedir?

Burada recm cezasının dindeki yeri ve delilleri hakkında konuşacak değiliz ama şu kadarına da değinmeden geçemiyoruz. Hz. Peygamberin recm cezasına çarptırdığı kimse sadece Mâiz değildir. Bunun dışında sahih kaynaklarda bu cezaya çarptırıldığı bildirilen iki Müslüman kadın daha vardır. Ayrıca bu ceza iki Yahudiye de uygulanmıştır[6]. Mütevatir hadisleri konu edinen kitabında el-Kettânî recmle ilgili hadislerin manen mütevatir olduğunu zikretmiş ve sadece Maiz’e uygulanan recm cezasının on sekiz râvi tarafından nakledildiğini isimlerini sayarak belgelemiştir.[7] Hz. Peygamberden sonra Raşit halifeler de bu cezayı uygulamış, meselenin üzerinde hassasiyetle durmuştur.[8]

Bayraklı’nın tasavvur sorunuyla alakalı olarak dinin yegâne kaynağının Kur’ân olduğu şeklindeki modern saplantıya da kısaca değinmeden edemeyeceğiz. Bayraklı’nın ön kabulleriyle örtüşmeyen bir çok konuda kullandığı ifadeler, onun, hadisler de dahil Kur’ân dışında herhangi bir kaynağı bağlayıcı kabul etmediğini göstermektedir. Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesiyle ilgili “Kültürümüzde Hz. İsa'nın ruh ve bedeniyle Allah katına çıktığı inancı hakimdir. Bu inancın doğruluk derecesini -mihenk taşı olan Kurân'a vurarak- tesbit etmeye çalışalım.” (c. 4, s. 135-139) yönündeki ifadeleri, herhangi bir dinî esasın mutlaka açık seçik Kur’ân’da belirtilmiş olması gerektiğini gösteriyor. Buna göre, mütevatir veya meşhur hadislerde yer almış olsa bile, Kur’ân’da açık seçik biçimde zikredilmeyen konular inanılması gereken dinî esaslardan değildir. Hatta Bayraklı nüzul-i İsa da dahil bu gibi konulara hurafe gözüyle bakmaktadır. (c. 4, s. 135-139) Özelde bu konu hakkında yazılan eski-yeni eserler Bayraklı’nın kendini kaptırdığı bu saplantının ne kadar mesnetsiz ve tutarsız olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Örneğin eş-Şevkânî’nin et-Tavdîh fî Tevâtüri mâ Câe fi’l-Muntazar ve’d-Deccâl ve’l-Mesîh, el-Keşmîrî’nin et-Tasrîh bimâ Tevâtere fî Nüzûli’l-Mesîh, Zâhid el-Kevserî’nin Nazratün Âbira isimli eserleri bunların başlıcalarını teşkil eder. Bu eserlerde mesele en ufak bir şüpheye mahal kalmayacak biçimde ele alındığı için ayrıca bu konu üzerinde durmadan Bayraklı’nın dil sorununa geçelim.

d) Dil sorunu

Bayraklı’nın tefsirinde okuyucuyu rahatsız eden bir diğer husus kullandığı dil ve üslup sorunudur. Yazarın zaman zaman Allah’la ilgili sözler sarf ederken kullandığı gayr-i ciddi dilin özellikle bir tefsire hiç de yakışmadığını söylemeden edemeyeceğiz. Sözgelimi yazarın bir münasebetle kullandığı şu cümleler aslında ne demek istediğimizi yeterince açıklıyor: “Cenab-ı Hak, ayetin sonunda (Allah azizdir, hakimdir) buyurarak, vermiş olduğu hükmün altına imzasını atmakta;…” (c. 3, s. 213) Bayraklı’nın tefsirde sıkça kullandığı bu profan dil, Kur’ân dilinin bayağılaştırılması probleminin tipik bir örneği olarak görülebilir.

Bayraklı’nın dil sorunu sadece benimsediği bayağı üslupla sınırlı bir sorun değildir. Onun zaman zaman tefsir kitabının maksadını aşan ıslahatçı-aktivist söylevleri de ayrıca tahlil edilmelidir. Yukarıda recm cezasıyla ilgili beyanları çerçevesinde aktardığımız şu ifadeler, selef-i salihîne hürmet duyguları besleyen duyarlı her Müslümanın tüylerini ürpertiyor: “Bu konuda kitaplarda yer alan, hükmü devam eden ama metni Kurân'da olmayan uydurma bir metnin hükmü İslam için yüz karasıdır. Bu kitapların elden geçirilip düzeltilmesi gerekiyor…” Bayraktar bey, müfessirliği bir tarafa bırakarak deruhte ettiği ıslahatçı kişiliğiyle burada açıkça din mühendisliği yapmakta, Allah adına Müslümanları hizaya getirmeye kalkışarak tarihe mal olmaya çalışmaktadır.

e) Sonuç

Bayraklı’nın “Yeni bir anlayışın ışığında Kur’ân tefsiri” adlı eseri, metodik bir ciddiyet içinde kaleme alınmış ilmî bir eser değildir. Bu eserde ayetler daha çok bir vâiz ya da ıslahatçı hüneriyle pratik amaçlar güdülerek açıklanmaya çalışılmıştır. Tefsiri incelerken edindiğimiz intibaya göre sanki eser, özellikle psikoloji ve eğitim planında ayetlerin Bayraklı’nın zihninde yaptığı çağrışımların kaleme alınmasından vücuda getirilmiştir. Şunu da belirtmeliyiz ki, bu çağrışımlar, çoğunlukla ispatı da reddi de kabil olmayan sübjektif düşünceler olmakla birlikte yer yer çok sakîl görünmektedir.

Son olarak Kur’ân’ın daha temel bir değerler sisteminin nezaretinde mütalaa edildiği izlenimini veren eserin adı üzerinde de durmak gerekir. "Yeni bir anlayışın ışığında Kur’ân’ı tefsir" etmek ne demektir? Kendisini nûr olarak tanımlayan Kur’ân’ın üzerinde ne zamandan beri karanlık oluşmuştur da bu karanlık bir başka şeyin ışığıyla giderilecektir? Yazara göre ışığıyla Kur’ân’ın üzerindeki karanlıkları giderecek olan yeni bir anlayış nedir? Kur’ân’ı bir başka şeyin ışığında tefsir etmek, onu bir üst referansın gölgesi altına sokmak anlamına gelmez mi? Tefsirin başından beri hadis ve icmâ ile sabit dinî esaslara karşı Kur’ân merkezli din anlayışını savunan yazarın, Kur’ân’ı daha üst değerler sistemine tabi kılmakla içine düştüğü bu yaman çelişkiye getireceği bir izah var mıdır? Gerek tefsirin ismi gerekse yazarın ayetlere yaklaşımından elde edilen bulguların önümüze koyduğu bu tür sorular, kanaatimizce okuyucunun, Bayraklı’nın eseri karşısında daha dikkatli ve seçici olması gerektiğini gösteriyor.

Son olarak şunu da belirtmeliyiz. Bayraklı’nın tefsirindeki sorunlar sadece burada örneklerini zikrettiklerimizle sınırlı değildir. Bunların dışında Bayraklı’nın nesh, ehl-i kitabın imanı ve hırsızın elinin kesilmesi gibi konularla ilgili görüşleri de, en az buraya aldığımız örnekler kadar ciddi sorunlar arz etmektedir. Fakat biz makalenin boyutlarını göz önünde bulundurarak burada eleştirimizi sadece verdiğimiz örneklerle sınırlı tuttuk. Bu konularla ilgili eleştirilerimizi daha geniş bir makalede eni konu incelemeyi düşünüyoruz.


[1] es-Suyûtî, el-İtkân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, c. 2, s. 1189; Abdulaziz el-Buharî, Keşfü’l-Esrâr, c.1, s. 120.

[2] Tefsir-i Taberî, c.4, s. 69

[3] Örnekleriyle Türkçe sözlük, MEB Yayınları, c. 1, s. 339.

[4] Abdullah İbn-i Mesud’un kıraatinde her iki zamir de müennes olarak gelmiştir. Bkz. ez-Zemahşerî, Tefsiru’l-Keşşâf, c. 4, s. 560.

[5] Tefsir-i Taberî, c. 14, s. 219.

[6] Sahîh-i Buhârî, hadis no, 6633, 6819; Sahîh-i Müslim, hadis no, 1697, 1699, 4451.

[7] el-Kettânî, Nazmu’l-Mütenâsir mine’l-Hadisi’l-Mütevatir, s. 173, 174.

[8] Ebubekir Abdurrazzak, Musannefü Abdurrazzak, hadis no, 6626, 10170, 13357, 13364.

Talha Hakan Alp   14.05.2008 Darul Hikme

 

Son Padişah nasıl öldü?

Sultan Vahideddin’in neden İngiliz donanmasına ait “Malaya” isimli bir savaş gemisiyle yurtdışına gitmek durumunda kaldığını kavrayabilmek için, o devrin Millet Meclisi’ndeki hâkim havaya bakmak gerekiyor.
Buyurun, tarih 3 Mart 1924. Yer Türkiye Büyük Millet Meclisi...
Rize Milletvekili Ekrem Bey kürsüde: Hilafetin kaldırılmasının gerekliliği konusunda bağıra bağıra şunları söylüyor: "Efendiler, Millete hizmet etmiş, tarihimizde birçok sadrazamlar gösterebilirsiniz. Fakat padişah göstermek için müşkülât çekersiniz. Bunların tahta bağlı olmalarının sebebi yalnız menfaat, ihtiras; bundan ibarettir... Türk milletinin bu kadar geri kalmasına sebep padişahlardır... Bu padişahlar bidayet-i saltanatlarında hiçbir şey yapmamışlardır... Bu tarihi (yani Osmanlı tarihini) yukarıdan aşağı tetkik ederseniz, hep cinayet ve şahsi ihtiras görürsünüz...
"Sultan Fatih'ten mi bahsedeceksiniz? Benim gözümün önüne, onun, sırf bir arzusu için, en kıymetli sadrazamımız olan Mahmud Paşa’yı katlettirmesi geliyor… Devri baştan aşağı cinayettir… Mazisi cinayetlerle dolu ve Türk milletine hizmet etmemiş bulunan bu aile..." (İkinci Meclis Zabit Ceridesi, cilt 7, s. 31'den özet olarak)
-5 Kasım 1922’de Ankara’da 101 pâre top atılarak saltanat kaldırılmış, o andan itibaren Sultan Vahideddin’in padişahlığı zaten sona ermiştir. Bu durumda yurtdışına kaçan “Sultan Vahideddin” değil, “Vatandaş Vahdettin”dir!
İlk durağı Malta oldu. Oradan Melik Hüseyin'in daveti üzerine Mekke'ye gitti. Hicâz ve Mısır’a uğradıktan sonra, İtalya’nın San Remo kentine yerleşti. Kiraladığı bir villada, yakın maiyetiyle yaşamaya başladı. O sırada İtalya Kralı Emanuel, Padişah’a bir yaveri aracılığıyla şu teklifi yaptı: “ülkenin muhtelif yerlerinde saraylarımız var. Zatiâlilerinin ikameti için, nerede oturmak istiyorlarsa, orada derhal bir saray verilecektir. Ayrıca, yüksek müsaadeleriyle, Zat-ı Şahane’nin emrine her ay takdir buyuracakları miktarda bir meblağ tahsis edilmiştir.”
-Sultan Vahideddin bu teklifleri münasip bir lisanla ve teşekkür ederek reddetti. Oysa yurtdışına çıkarken, emrinde hazineler olduğu halde, şahsi parasının ve hanedan armasının dışında tek kuruş almamış, (bu konuda muhalifleri iftira atmaya bile cesaret edemediler) okumak üzere hazine dairesinden aldığı kıymetli bir kitabı dahi makbuz mukabili iade ettikten sonra yurtdışına çıkmıştı. Millet malına bu kadar hassastı…
Bu hassasiyeti yüzünden kısa süre içinde parasız kalacak, hanedan armasının üstündeki kıymetli taşları söküp sattırarak bir süre daha yaşayacak, böyle bir zaruret içinde yaşarken bile İtalya Kralı’nın teklifine benzer tüm teklifleri geri çevirecekti.
Hâlâ “Müslümanların Halifesi” unvanını taşıdığına inandığı için, kimseden karşılıksız bir ikram kabul etmiyordu. Bir gün, para işlerine bakan Fahri Bey, bu tavrını eleştirdi:
“Bu kadar ikramı reddediyorsunuz. Herhalde mutfağınızda kuru soğan dahi kalmadığını bilmiyorsunuz” dedi.
Bunun üzerine Sultan Vahideddin ağlamaklı oldu: “Fahri Bey” dedi, “Maiyet-i saniyemde bulunmaya mecbur değilsiniz. Bu hayat size zor geliyorsa ayrılınız. Ben Müslümanların halifesi sıfatıyla bir gayr-i Müslim (Müslüman olmayan) hükümdarın ihsanını kabul edemem.” 16 Mayıs 1926 tarihinde San Remo’da vefat ettiğinde şehrin kasaplarına, bakkallarına ve sair mağazalarına önemli miktarda borçları vardı. Alacaklılar, Padişah’ın öldüğünü duyunca koşup alacaklarını istediler. Aksi gibi hiç kimsede borçları ödeyecek kadar para yoktu. O zaman da cenazesini haczettiler…Bu, sözün tam mânâsıyla bir hicran ve hüsran sayfasıdır. Hatası, sevabıyla Osmanlı Devleti’ni yönetmiş bir “Halife-i Rû-yi Zemin”in cenazesi, gurbet ellerde ortada kalmıştı. çocukları hıçkırarak ağlaşırken, ona ücretsiz hizmet eden adamları, derin acılarını içlerine atarak, para bulmak için sağa-sola koşturuyorlardı. İsteseler elbette İtalya hükümetinden gereken parayı alabilirlerdi, ama gayr-i Müslimlerden sağlığında almadığı yardımı, ölümünden sonra alarak ruhuna ihanet edeceklerini düşünüyorlardı.
-Başka çare kalmayınca, arka kapıdan cenazeyi kaçırdılar. Selahaddin Eyyûbî Türbesi’ne defnetmek üzere, vasiyeti gereği Şam’a götürdüler. (Daha sonra Suriye ve Mısır Müslümanlarından toplanan parayla Padişah’ın borçları kuruşuna kadar ödendi) Ama adı geçen türbede yer kalmadığından, Yavuz Sultân Selim Camii haziresine defnedildi. öldüğü güne kadar, gelip giden herkese Türkiye’den haberler soruyor, Cumhuriyet'in kurucuları hakkında ileri-geri konuşmaya yeltenenleri sert bir hükümdar bakışıyla susturup, “Onlar bizim paşalarımızdır, gıyaplarında konuşulmasını arzu etmeyiz” diyor, “Saltanat ve sarayın yıkılması önemli değildir, önemli olan milletin kurtulmuş olmasıdır” şeklinde konuşup şükrediyordu.
Bugünkü Cumhuriyet Türkiye’sine yakışan, Sultan Vahideddin’den (82. ölüm yıldönümüdür), Şair Nazım Hikmet’e kadar, gurbette kalan değerlerinin cenazelerini ülkeye getirmektir.
Yavuz Bahadıroğl 17.05.2008

 

2.ARŞİV.124

 

Hoca’nın ev hapsi başlıyor

Necmettin Erbakan’ın, “özel evrakta sahtecilik” suçundan 2 yıl 4 ay hapis cezasının “özel infazı” bu hafta başlıyor.

Yargıtay 11. Ceza Dairesi, kapatılan RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın, “özel evrakta sahtecilik” suçundan 2 yıl 4 ay hapis cezasının “özel infazı” bu hafta başlıyor.

-Erbakan özel infazı için Altınoluk’taki yazlığı seçti. Çünkü artık iki kişinin yardımıyla zar zor yürüyebilen Hoca için doktorlar, Altınoluk’a gitmesini önerdi. Yazlığı geniş bir arazi üzerinde ve bol oksijenli olması nedeniyle tercih edildi.

-Erbakan’ın kızı ve damadı ile bakıcılarının kontrolünde bol bol yürüyüş yapması için yazlık ideal bulundu. Hocanın özel infazı 2 yıl 4 ay sonra bitecek. Ancak özel infaz şartlarına tabii olan hoca, cezaevine girmeyi kabul etseydi cezasını 11 ay olarak çekecekti.  19 Mayıs 2008 internethaber

 

2.ARŞİV.125

 

Meğer büyük bir savaş son anda engellenmiş!

İttifak Holding'in 20. kuruluş yılı dolayısıyla düzenlenen "Anadolu'da Girişim Kültürü" sempozyumuna milyarlarca dolarlık somut projelerle gelen Enerji Bakanı Hilmi Güler'in; "Enerji'de Türkiye'siz oyun kurulamıyor" sözü, benim için milyarlarca dolarlık yatırım projeleri kadar önemliydi. Daha önce Başbakan Tayyip Erdoğan da; "Artık kimse bu bölgede Türkiye'siz oyun kuramaz" demişti. Ben her iki cümlenin de, Türkiye'de yeteri kadar anlaşılamadığını ancak yalın bir gerçeği içerdiğini düşünüyorum. Bu iki cümle ile, aslında pek de farkına varamadığımız o gerçeği, Türkiye'nin bölgesel pozisyonunu, geleceğe yönelik hedeflerini, siyasi ve ekonomik açıdan küresel eğilimlerin bize yansımalarını görebilme imkanını elde ediyoruz.

-21. yüzyılı şekillendiren enerji stratejilerinin Türkiye'nin artılarını nasıl ortaya çıkardığını, küresel ekonomik sarsıntının bizi ne tür arayışlara yönelttiğini, Hazar-Basra Körfezi eksenli enerji kaynakları ile batı pazarları arasında kalan Türkiye'nin kendine nasıl bir siyasi rol aradığını, dünyanın ve Türkiye'nin bu arayışlarının bölgesel ve uluslararası düzeyde ne tür çatışma ve ortaklıklara kapı araladığını dikkatle bakan herkes görecektir.

-Afganistan'dan Lübnan'a kadar, bütün çatışma ve gerilimlerin arkasında ya bir kaynak savaşı, ya bir boru hattı kavgası, ya da zenginlikler üzerindeki çatışmanın yol açtığı siyasi kamplaşmalar var. Irak'ı, Afganistan'ı, Kuzey Irak'taki gerilimi, Türkiye'nin Güneydoğu sorununu, Kafkaslar ve Kosova krizini ve daha nicelerinin sebeplerini, 21. yüzyıla dönük siyasi ve ekonomik kamplaşma haritası içinde rahatlıkla bulabiliriz. Tabii bu gözle bakmayı öğrendiğimiz, Türkiye'yi Anadolu'ya hapseden zihniyeti terkettiğimiz zaman.

-Mesela: ABD'nin neden Karadeniz'e çıkmak için Rusya ve Türkiye'yi köşeye sıkıştırmaya çalıştığını, bunun yeni bir Kırım Savaşı'nı andırıp andırmayacağını dikkatle sorgulamalıyız. Eğer ABD, Karadeniz'de yer alırsa, Türkiye'nin bölgesel pozisyonunun, komşularıyla ilişkilerinin kökünden sarsılacağını, ekonomik ve siyasi pozisyonunun ciddi oranda etkileneceğini, Türkiye'nin enerjisini tüketecek çatışmalara yol açacağını, kısa zaman içinde Boğazlar'ı tartışmaya açacağını bilmeliyiz. Osmanlı'nın bağımsızlığı nasıl Kırım Savaşı'yla yitirilmişse, koca devlet o savaşla nasıl da Avrupa'nın iç çatışma aracı haline gelmişse, benzer bir durumun Türkiye için de olacağını görebilmeliyiz.

-Irak ve K. Irak'ın geleceğine bakışımızla, Lübnan-Suriye hattına bakışımız, Akdeniz ve Karadeniz'de varoluşumuzla, Hazar ve Ortadoğu enerji projelerinde varlığımız benzer bir bakışla ele alınmalı. Bir boru hattı için bir ülkenin işgal edilebildiği, birkaç varil petrol için etnik çatışmaların çıkarılabildiği dönemlerde yaşıyoruz. Bankaları kurtarmak için, yüz milyarlarca dolarlık vergi gelirlerinin finans baronlarına aktarılabildiği, kaynaklara ve gıda maddelerine milyonları açlığa mahkum etme pahasına el konulabildiği dönemlerdeyiz. Bizim terör kavramıyla algıladığımız krizlerin arkasında dev çıkar hesaplarının bulunabildiği dönemlerde…

Bir örnek verelim ve hep birlikte anlayalım:

Geçtiğimiz günlerde Lübnan'da bir kriz yaşandı. Hizbullah, Beyrut'un önemli bölümünü kontrol altına aldı. Batı yanlısı liderler ev hapsine alındı. Çatışmalar yaşandı. Hizbullah, İran ve Suriye kontrolünde bir güç. Batı'nın düşmanı. Lübnan da iki ayrı kampa bölünmüş durumda. Türkiye de bu kamplar arasında etkin bir ülke.

-İki yıl önce bu bölgede 34 günlük korkunç bir savaş yaşandı. Hizbullah, bu çatışmadan güçlenerek çıktı. Son krizin, bu kamplaşmanın ve çatışmanın sonucu olduğu bir gerçek. Peki bu kadar mı?

-İsrail medyasında yer alan bir iddiayı aktaralım: ABD yönetimi, özellikle de şahinler, İsrail'den 10 Mayıs'ta Hizbullah'a saldırmasını ister. Planlara göre Lübnan içindeki Batı yanlıları Tire, Sidon, Damuor ve Beyrut sahil şeridini ele geçirecek. Doğudan da Nebatiye, Jezzine hattını denetim altına alacak. Bu arada İsrail, güneyden girip Beyrut'a yürüyecekti.

-Talep kabul edilseydi, İsrail Lübnan'a saldırırken 14 Mayıs'ta George Bush'un İsrail ziyareti yapılacaktı. Bush Kudüs'ten Lübnan'ın bombalanmasını izleyecek, zafer nutukları atacaktı.

-Talep; Ehud Olmert, Ehud Barak ve Dışişleri Bakanı Tzipi Livni arasında tartışılır. Ardından güvenlik çevrelerince ele alınır ancak kabul edilmez. Olmert kararı müttefikleri Başbakan Fuat Sinyora'ya, Velid Canbolat'a ve Saad Hariri'ye bildirir. Önceki savaşta, Hizbullah'tan kurtulmak için İsrail'e "Gelin Lübnan'ı işgal edin" çağrısı yapan Canbolat büyük hayal kırıklığına uğramış olmalı.

-Bu talep gereğince Beyrut yönetimi, havaalanı sorumlusu Hizbullah yanlısı subayı görevden alır. Ardından Hizbullah'ın iletişim şebekesi deşifre edilir. Bunun üzerine Hizbullah harekete geçer ve Beyrut'u denetim altına alır. İsrail'in destek vermemesi yüzünden Lübnan'da hem darbe, hem iç savaş planı uygulanamaz. Hizbullah'a karşı içeriden ve dışarıdan başlatılacak savaş, Suriye'yi ve İran'ı vurmaya kadar götürülecektir.

-ABD yönetimi, durup dururken bir savaş çıkarmaya çalışıyor. Bir örgüt üzerinden iki devleti hedef alıyor. Başarsa bölgesel bir savaş çıkacak. Bu sizce sadece terörle mücadele miydi? Bütün hesapları birlikte düşünelim. Ancak Bush'un Türkiye'yi yerleştirdiği kategoriyi asla kabul etmeyelim: Türkiye, Irak, Yemen, Afganistan… "Bu bölgede kimse Türkiye'siz oyun kuramaz" sözü ile, "Enerjide Türkiye'siz oyun kurulamıyor" cümlesinin içeriğini kendimiz belirlediğimiz zaman Anadolu sınırlarını aşabileceğiz…ibrahim Karagül 20.05.2008

 

2.ARŞİV.126

 

İran’ı sevmek

Ben İran’ı seviyorum. İran’ın siyasi rejiminin de İran’a özgü olduğunu biliyorum. O rejimi isteseniz de Türkiye’ye aktaramazsınız. İran dinî devlettir. Direncinin gücünün kaynağı da dinî anlayışı ve mezhebidir. Şii Müslümanlık, sünnîlikten farklı olarak çok ciddi ve güçlü bir din adamları kadrosuna sahiptir. Din adamları tarih içinden gelen bir teşkilattır. çok iyi yetiştirilirler ve disiplinli bir güç durumundadırlar. En yukarıda “rehber” vardır. Adı üzerinde “dinî rehber”dir. Yünetimi doğrudan gerçekleştiren cumhurbaşkanı ise halk tarafından seçilir ve bu anlamda öteki demokrasilerden önemli bir ayrım yoktur.
-İran halkı oy verirken cumhurbaşkanı adayının “ne kadar dindar olduğuna” değil, yönetimde ne kadar yararlı olacağına bakar...
İran’da Humeyni devrimi ile değişen, ABD’ye kul olan şahlığın yerini bağımsızlıkçı bir cumhuriyetin almış olmasıdır. Hatırlatalım ki şahlık zamanında da İran dinî devlet idi. Devrim “İslami monarşi” yerine “İslam Cumhuriyeti”ni getirmiştir. “Şah mı, Humeyni mi?” diye sorulsa “şah” der misiniz?  Derseniz, dersiniz ne diyelim.. Ama bilelim ki İran halkı “Humeyni” demiştir.Ve halen de öyledir.
-Türkiye ise halkın çoğunluğu sünni olan bir ülkedir. Burada dinî devlet tarihte bile olmamıştır. Şimdi de olmaz... İsteseniz de kuramazsınız... Türkiye halkının ikinci çoğunluğu olan Alevilik-Bektaşilik ise tabiatı itibariyle laikliğe çok yatkın bir islami akımdır. Dolayısıyla, İran’ı sevmek İran şartlarındadır: Türkiye’yi İran yapmak ne mümkündür, ne de doğrudur...
Ve asıl soru şudur:
İran halkı devrimini kendisi yaparak bir yönetim biçimi kurmuştur. “Bu İran” hiçbir ülkeye saldırmamıştır. Peki ABD’nin ya da bir başka gücün İran’a saldırmaya ne hakkı vardır? Son yıllarda İran’a dört seferim oldu. Son gidişimde öncekilerden daha aydınlık çehreli bir İran gördüğümü söylüyorum. İran’ın rehberi Ayetullah Ali Hameney Türk... Gerçek bir saygınlık halesi içinde... Bugünlerde büyük şair Türk Şehriyar’ın dizi filmi herkesin dilinde... Şehriyar’ın İran’da itibarı çok yüksek...
-Cumhurbaşkanı Ahmedinecat tam bir halk adamı. Sürekli olarak halkın içinde... Eski evinde oturuyor. Futbolcularla futbol oynayıp sohbet ediyor, esnafla haşır neşir, mescitte bağdaş kurup halkla doğrudan temas ediyor. Ahmedi necat meslekten yönetici, yönetim kademelerini birer birer aşıp en yükseğe çıkmış. Tahran belediye başkanlığında çok başarılı olmuş.. Ve şimdi cumhurbaşkanı.. Makamları hizmet yeri olarak görmüş. Zengin olmamış... Orta halli bir insan... Halkın doğrudan temsilcisi... Katıldığım ve konuşma yaptığım son toplantımıza gelince ... Bu yirmi birincisi... İslam dünyasının her yerinden gelen 300 delege... 120’si tebliğ sunuyor. Salon sürekli dolu... üç gün süren düzenli konuşmalar yapılıyor. Alkış yok. Sadece Iraklı sünni din adamının feryadı alkışlarla desteklendi. O bir “imdad” konuşmasıydı. Amaç mı? Amaç mezhepler arasında, meşrepler arasında dini inanç ayrımları karşısında hoşgörü kültürünün yaygınlaştırılması .. İyi değil mi? Adı “Takrib’i mezahip”... Yani mezheplerin yakınlaşması... N. Kemal Zeybek
27.05.2008

 

2.ARŞİV.127

 

Nasrullah’ın Direniş ve Özgürlük Bayramı konuşması

YDH-Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, güney Lübnan’ın işgalden kurtarılmasının 8. Yıldönümü münasebetiyle yaptığı konuşma yaptı. Lübnan’a ve tüm bölgeye yönelik ciddi analizlerin yer aldığı bu konuşmanın tam metnini yayımlıyoruz.

YDH-Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, güney Lübnan’ın işgalden kurtarılmasının 8. Yıldönümü münasebetiyle yaptığı konuşma yaptı. Lübnan’a ve tüm bölgeye yönelik ciddi analizlerin yer aldığı bu konuşmanın tam metnini yayımlıyoruz. 

Başlarken şehitlerin temiz ruhlarına, vatan uğruna şehit düşen vatan evlatlarının tümüne, direniş şehitlerinin efendisi Seyyid Abbas Musevi’ye, direniş şehitlerinin şeyhi, şeyhimiz Şeyh Ragıb el-Harb'a, şu anda aramızda bulunmamasının yokluğunu hissettiğimiz aziz kardeşim İmad Mugniye’ye ve bütün şehitlere selam olsun demek istiyorum.

 -Hepinizi bu Direniş ve Özgürlük Bayramı’nda, Direniş ve Özgürlük Bayramı’nın sekizinci yılında selamlıyorum. Sizler bu gün bu meydanı doldurarak şunu gösterdiniz ki; sizler aziz, şerefli ve temiz ruhlu insanlarsınız.

 -Aziz Allah kitabında buyuruyor ki;

Bismillahirrahmanirrahim “Firavun Mısır'da oldukça büyüklük taslamış ve halkını gruplara ayırmıştı. Onlardan bir kısmını zayıf düşürerek erkek çocuklarını boğazlatıyor kız çocuklarını ise yaşatıyordu. Gerçekten Firavun bozgunculardandı.”

Bu gün Firavun Amerika ve İsrail'dir. Buna karşı Allah'ın kıyamete kadar ebedi vaadi ise “Ancak biz zayıf düşürülenlere lütufta bulunarak onları hakim kılmak istiyor ve bu sayede onları cennetin varisleri (Zümer(39):74) yapmayı planlıyor; Firavun'a, Haman'a ve ordularına onlardan korktukları şeyi göstermeyi istiyorduk.” Kasas (28):4-6 Aziz olan Allah doğru söyler.

 -Aziz kardeşlerim, bu seneki direniş ve özgürlük vatanın ve halkın kurtuluş bayramı gasıp Siyonist oluşumun yapılanmasının ve Filistin'in işgalinin 60. yılına ve 1978 de İsrail'in Güney Lübnan'ı işgalinin 30. yılına ve gittikçe genişleyecek olan işgal sınırların ikamesine rastlamakta. Bu münasebetle hem Lübnan hem Arap alemi ve dünya için bu olaylardan ibret ve ders alınması gerekmekte.

Mukaddeme olmadan konuya girmek istiyorum; zira fikri, duygusal ve edebi boyutları olan bu olayların yaşandığı günde konuşacak çok fazla şeyimiz var. Direniş'in Lübnan için sunduğu iki strateji var. Birincisi; vatanın işgalcilerden kurtarılması ve özgürleştirilmesi, ikincisi; düşman ve saldırı tehdidine karşı vatanı ve halkı korumaktır. Bu iki strateji, yani özgürlük ve koruma stratejisi, Lübnan direnişinden Filistin direnişçilerinden ve Irak direnişçilerinden, Arap halklarına ve dünya halklarına ortak olarak verilmiş açık bir mesajdır.

 -İsrail 1978 de Güney Lübnan'ı işgal ettiğinde BM Güvenlik Konseyi 425 sayılı kararı çıkarttı, biz de Lübnan'da kararın uygulanmaya konulmasını bekledik. Kalkıp BM'ye gidildi, sonra “Lübnan tek başına İsrail'e karşı koymaya muktedir değildir” kanısından hareketle Arap aleminin Lübnan meselesi karşısında birleşmesi gerektiği konuşulmaya başlandı. Fakat bu iki strateji de işe yaramadı. Ne Araplar parmağını kımıldattı ne de BM harekete geçti; çünkü bu resmi kurumlar, karşı durma iradesini kaybetmişlerdi; ama bütün çıkış yolu bu ikisinden ibaret değildi. İmam Musa Sadr geldi ve Lübnan'ın kendi evlatlarının, güneydeki halkın evlatların gücüyle, kendi imkanlarımız ölçüsünde Allah'a tevekkül ederek direniş seçeneğini önümüze koydu. Peki neydi yanlış stratejilerin neticesi? İsrail'in Lübnan'ı zayıflatması ve onun kendini korumaktan aciz olduğu sonucuna varılması ve 1982’de büyük saldırı ile Lübnan'ı nihai olarak ilhak etme girişimi oldu. Bununla Arap alemi Filistin'den sonra ikinci büyük felaketi yaşayacaktı.

 -İsrail işgali karşısında Lübnan halkı, tüm dünya halklarında vaki olduğu üzere farklı guruplara bölündü. Tarih boyunca herhangi bir ülke askeri bir güç tarafından işgal edilince ülke içinde farklı fikirlerde olan guruplar ortaya çıkar, biz de bundan istisna değiliz. 1982 işgalinden sonra bizde de bu durum hâsıl oldu. Bu durum Filistin'de ve Irak’ta da vaki oldu, geçmişte oldu, gelecekte de olacaktır.

Askeri işgalin gerçekleşmesinin arkasından ülkenin halkı birkaç guruba bölünür. İnsanların büyük bir kısmı tarafsız kalır ve bekler. Bir kısmını ise olan biten ilgilendirmez, yer içer keyfine bakar, ülke kimin elinde, ülkeyi kim yönetiyor onlar için bir şey ifade etmez.

 -Üçüncü gurup işbirlikçi ajanlardır ve alçakça bu görevi ifa ederler. Dördüncü gurup çıkarları kesiştiği ölçüde işgalcilerle işbirliği yapar. Beşinci gurup içerde yenilmiş; fakat vatanın zararına olmasına rağmen işbirliğine hazır olanlardır ve bunlar genel olarak seçkin sınıftan olurlar.

 -Altıncı gurup siyaset ve basın yoluyla işgale karşı çıkar; fakat bedel ödemeye kan akıtmaya hazır değildir.

 -Diğer gurupta yer alanlar ise bedeli ne olursa olsun ödemeye hazır olarak işgale karşı çıkan ve bunu insani, ahlaki, dini ve vatani vazifesi bilenlerdir. İşte bu gurup direnişçilerdir ve direnişe inanmışlardır ve bunu pratiğe dökmüştürler. Bu bölüme doğal, tarihsel ve toplumsal bir bölünmedir ve Lübnan'a özgü değildir. Bu bölünmüşlük sonucunda artık ulusal birlik bozulmuştur ve bu doğaldır. Bazıları 1982 direnişi üzerinde ulusal ittifakının bulunmadığını ya da Filistin direnişi ve Irak direnişi üzerinde ulusal ittifak'ın bulunmadığını söylüyorlar. Fakat unutulmamalıdır ki tarafsızlık, ajanlık, işbirlikçilik ve kayıtsızlık üzerinde de ulusal uzlaşma yoktur.

 -Hiçbir gurup ulusal uzlaşmaya bakmaz, her grup yolunu belirler ve yürür. Bu Lübnan'da da olmuştur. Şunu söylemek istiyorum ki herhangi bir ülke işgal edildiğinde ulusal ve toplumsal uzlaşı beklenmez, silah kuşanılır, ülkenin kaybedilmiş onurunu ve özgürlüğünü kazanma yolunda ailelerinin korunması yolunda ağır bedel ödeyerek kan dökerek, kurban vererek direnilir. Direniş bütün Lübnanlı guruplar tarafından desteklenmemiş ve bütün Lübnanlı guruplara dayanmamış olabilir; fakat birçok guruptan destek almış –bu guruplar İslami ve ulusal guruplar olabilir- ve Arap dünyasından bir ölçüde destek almış en önemlisi kendi gücüne gençlerine güvenmiş ve dayanmıştır.

 -Direniş cihat ruhuna ve sahada kendini göstermesine dayanmıştır. Suriye'den ve İran İslam Cumhuriyeti’nden yardım almıştır, her ikisine de teşekkürlerimi sunuyorum. Direniş bu şekilde 1980 25 Mayısındaki açık zaferinden 1984, 1985, zaferlerine yürümüştür. Bu zafer Lübnan direnişinin Arap dünyasının ve ümmetin zaferindir. Ve Nil'den Fırat'a kadar uzanmak isteyen –ki bunun içine güney Lübnan ve bir kısım batı toprakları da giriyor- İsrail'in projesinin başarısızlığıdır. Ve İsrail'in hiçbir başarı elde edemeden çıkışıdır ve direnişin ve özgürlük stratejisinin kazanmasıdır.

 -Siyasi girişim stratejisi ise Madrid'den diğerlerine Lübnan için bir karış toprak öngörmemiştir. Bekleme stratejisi ise düşmanın gücünü artırıyor ve ülkemizin gücünü azaltıyor. Dolayısıyla 2000’de olduğu gibi bu gün de direniş stratejisi başarı getirmiştir ve getirecektir de.

 -1948 de Filistin'in işgalinin ardından Filistinliler faydasızca Arap kardeşlerinin birleşerek kendilerine yardım etmelerini beklediler, faydasızca BM'nin yardımlarının gelmesini beklediler. Nerdeyse unutulacaktılar ki silahlı direniş gurupları otaya çıktı, ilk operasyonda, ilk kurşunda bütün dünyaya ve Filistin'i işgal edenlere, Filistin'de bir halk olduğunu, Filistin'in bir toprağı olduğunu, mevcut bir Filistin meselesi olduğunu, kan akıtmaya hazır, kurban vermeye hazır hak talebeden bir halk olduğunu gösterdiler.

 -O günden bu yana, biz milyonlarca kişi “Kudüs'e gidiyoruz” şiarını yeniden dirilttiler. Aziz kardeşlerim, o günden bu güne, ilk intifadadan bu yana, Filistinlilerin bölgede değişen denklemin gölgesinde bütün kazanımları, direnişe, cihada, Filistin halkının silahlı mücadelesine, mücahit direniş guruplarına racidir. Abluka altındaki Gazze’deki, dünya ile ilişiği kesilmiş Gazze’deki mücahitler, Siyonistlerin şartsız olarak Gazze’den çekilmesini sağlayabildiler. Bu Lübnan'dan çekilişlerinden sonra Siyonist rejimin ikinci önemli başarısızlığıdır. Siyasi girişimlerin başarısızlığı ortadadır kabullenilmesi imkansız bir şekilde ülke toprakları parsellenmektedir bu sayede.

 -Dolayısıyla direnişin; kültürüyle, iradesiyle, uygulanabilirliğiyle; askeri, güvenliksel, siyasi ve toplumsal bütün beklentileri ve etkileriyle, işgalden kurtuluşun tek yolu olduğu ortaya çıkmıştır.

 Irak meselesi

Kısaca Irak'a değinmek istiyorum. Irak'ın hem toprakları hem de Irak’taki guruplar açık olarak Amerika baskısı ve işgali altındadır. Amerika son zamanlarda işgal ve demokrasi oyunları oynadı; fakat gelinen noktada ABD’nin ne istediği ortaya çıktı.

 -İşgalden sonra –az önce bahsettiğim üzere- Irak’ta guruplar türedi, bunlardan en büyük ikisi, silahlı direnişi savunanlar ve siyasi yöntemi benimseyenlerdir. Biz Hizbullah olarak Irak’ta imani, akidevi, fikri, siyasi, vakii ve tecrübî olarak direnişi destekliyoruz.

Siyasi mücadeleyi benimseyenler ise bu gün Amerika'nın kendilerinden istediği Irak halkını ve parlamentosunu ve hükümetini zorladığı bir anlaşmayı imzalamak ve imzalamamak gibi zor bir imtihan ile karşı karşıya kalmışlardır.

 -Bu gün Amerika'nın bu demokrasi oyunu ile neyi hedeflediği ortaya çıkmıştır. Geldiler, kimin arkadaşı, kimin halefi olduğunu bildikleri bütün gurupların önünde parlamentoda kendilerini temsil edebilecekleri bir zemin oluşturdular. O parlamentodan bir hükümet oluşturdular ve şimdi de o hükümetten ve o meclisten işgali meşrulaştırmalarını Irak'ı Amerikalıların yönetebileceği bir ülke haline getirecekleri bir anlaşmaya imza atmalarını bekliyorlar.

 -Irak’taki siyasi kararları, petrolü ve gurupları yönetebilecekleri bir ortam oluşturmaya çalışıyorlar. Bu gün Amerika şunu açıkça ortaya çıkarttı ki; Irak’taki siyasi yöntemi benimseyen guruplar –Şii’si  Sünni’si veya diğer etnik gurupları- büyük bir sınavla karşı karşıyadır.

 -Siz işgale karşı bir direniş olarak gördüğünüz bu (siyasi) yöntemi benimsediniz ve şimdi büyük bir imtihan ile Irak'ı sonsuza kadar Amerika'ya teslim etmek veya dininizin, Müslümanlığınızın, Araplığınızın, vatanınızın, ahlakınızın ve vatanınızın gerektirdiği tutumu takınmak arasında tercih yapmak ile sınanıyorsunuz.

 -Ben bu gün burada toplananlar adına, Arap ve İslam halklarının özgür insanları adına Irak halkına ve Irak halkının siyasi ve dini liderlerine sesleniyorum: Irak'ı sonsuza dek Amerika'ya teslim edecek tutum takınmaktan sakının. Lübnan'da, Filistin'de direnişlerin izlediği ve Irak'ta bazı gurupların izlediği gibi direniş yöntemini seçin; zira zengin ve kuvvetli olmasına rağmen yaralı olan Irak halkı için bu tek kurtuluş yöntemidir.

 Direniş stratejisi bölgedeki birçok denklemi bozdu

Aziz kardeşlerim direniş konusunu bitirip Lübnan'ın iç durumuna geçmeden önce şunu söylemek istiyorum ki; biz nasıl özgürleştirme yönünde örneklik oluşturduysak, koruma yolunda da örneklik oluşturduk.

 -2006 Temmuz harbi halk direnişinin nasıl olacağına dair önemli bir örnektir. Winograd raporlarının defalarca söylediği gibi Ortadoğu’nun en güçlü ordusu karşısında haftalarca nasıl direnileceğinin örneğidir. Dolayısıyla biz burada kağıt üzerinde teorik bir stratejiden bahsetmiyoruz, bizzat denenmiş ve mağlupların kendilerinin de ifade ettiği başarı kazanmış bir stratejiden bahsediyoruz.

 -Temmuz harbi bölgedeki birçok denklemi bozmuş ve savaş ihtimalini azaltmıştır. Evet, aziz kardeşlerim ve bacılarım Lübnan'daki direnişiniz, şehitlerinizin kanı, şecaatiniz ve kahramanlığınız İsrail'i başarısız kılmış ve bölgede yeni bir savaş ihtimalini azaltmıştır.

Lübnan tecrübesinden sonra Amerika'nın İran'a savaş açma ihtimali azalmıştır, ya da İsrail'in Suriye savaş açması artık gerçekten çok çok çok uzak bir ihtimaldir. Veya Amerika ve İsrail tarafından ya da onların işbirlikçileri tarafından Lübnan'a açılacak herhangi bir savaş ihtimalinde siz aziz ve şerefli insanlar nasıl savaştığınızı ve nasıl savaşacağınızı 2006 Temmuzunda onlara gösterdiniz.

 -Temmuz harbinden sonra Gazze de direniyor, İsrail’in onlara saldırdığı gibi onlar da İsrail'e saldırıyor. Kendi izzet ve şereflerinden ödün vermeden, Arap kamuoyunun kınamalarına aldırmayarak kırmızıçizgilerinden ödün vermiyorlar ve zamanın Firavunu George Bush'a karşı direniyorlar. Onun Gazze için yaptığı bütün hesapları kahraman direnişçiler boşa çıkartıyorlar.

 -Gazze kuşatılmış aç ve ambargo altında olmasına rağmen, direniş ruhu sayesinde İsrail ona istediğini yaptıramıyor. Demek ki Lübnan'da ve Gazze'de iktisadi, lojistik ve maddi ve uluslar arası destek yönünden hiçbir eşitlik olamamasına rağmen direniş stratejisi tek başarı getiren yol.

-Bu nedenle zamanın Firavunu George Bush Filistin'e geldiğinde, Filistinlilerin yaşadığı bu büyük işgal karşısında sonuna kadar İsrail yanında olacağını belirterek, Filistin, Lübnan ve Irak’taki direnişçi guruplara ve direnişin yanında bulunan, direnişi destekleyen devletlere karşı kin kustu. Ve İsraillilere 60 sene sonra tekrar kuruluşu kutlamayı vaat etti, Bush yanıldı İsrail yok olacaktır. Ve dünyaya Hizbullah'ın ve direniş guruplarının yenileceğini vaat etti. Ben de Hizbullah'ın yenilgisinden bahseden George Bush ve Condoleezza Rice'a Hizbullah, Allah'a tevekkül ettikçe ve böyle şerefli bir halkı oldukça siz mağlup olacaksınız diyorum.

 -Sekizinci direniş ve özgürlük bayramında Arap halklarını ve hükümetlerini Direniş stratejisi ve Özgürlük stratejisi üzerinde, bölgedeki kuvvetler dengesini gözeterek, yeniden düşünmeye ve bu iki stratejiden ders almaya çağırıyorum. Lübnan'da sürekli koruma stratejisinden bahsediyoruz; fakat Şeba Çiftlikleri’nin ve Kefer Şuba’nın özgürleştirme stratejisinden bahsetmeliyiz. Düşmandan korunma stratejisinin yanında Şeba Çiftlikleri ile Kefer Şuba’yı kurtarmaktan da bahsetmeliyiz. Esirlerimizi kurtarmaktan bahsetmeliyiz. Yakında pek yakında inşallah Semir Kantar ve kardeşleri aranızda olacaklar.

 -25 Mayıs 2000’de Bint Cubeyl'deki kalabalığın önünde konuştum ve galibiyetimizden, kurbanlarımızdan ve şehitlerimizin kanından bahsetmekten gurur duyuyordum. Ve oranın kurtuluşunu bütün Lübnan'a Filistin'e ve ümmetimize hediye ettik.

İktidar peşinde değiliz, Velayet-i Fakih’in neferi olmakla iftihar ediyoruz

Bint Cubeyl’de konuşurken biz bu başarıyı elde ederek vazifemizi yaptık Allah'ın rızasından başka bir temennimiz yoktur. Hiç kimseden teşekkür karşılık veya hediye beklemiyoruz dedim. O gün direnişçi şehitlerin kanıyla kurtardığımız bu topraklar, Lübnan hükümetinin ve Lübnan yönetiminindir biz yönetimi talep etmiyoruz dedik. Güvenliğe dair, hukuki, toplumsal ve iktisadi sorumluluklarını tam olarak yerine getirmesi bizim için yeterlidir. Biz güvenlik ve idare sorumluluğunu üstlenmek istemiyoruz dedik. Demedik mi? Sözümüze aykırı bir şey yaptık mı? Kesinlikle sözümüze aykırı bir işimiz olmadı bölgeyi Lübnan yönetimine bıraktık ve sınır bölgeleri hariç silahlarımızı çıkarmadık.

 -Biz devletten iki şey talep ettik; işgal görmüş bölgelerin bakımına, onarımına ve geliştirilmesine özen gösterilmesi ve Baalabek, Hermel ve İkar gibi bölgelere dikkat edilmesi idi. Ey devlet yönetimini talep edenler, sekiz sene geçti ne yaptınız buralar için! Devlet olarak görevinizi yerine getirmeniz için güneye ve sınır bölgelerine girmenize engel olan neydi? Bunu bütün Lübnanlılar biliyor; fakat Arap kardeşlerimize söylemek istiyorum ki Lübnan'da bazı bölgeler zorunlu polis kuvvetlerinden başka Lübnan devletinin ne olduğunu bilmez. Gelişme, yardım ve hizmetin ne olduğunu bilmezler.

 -Siyasi yapıda ve düzende bir değişiklik istemedik, Taif Anlaşması’nda bir değişiklik talep etmedik, yönetimden ve idareden pay talebinde bulunmadık. Kesinlikle bir şey istemedik. Soruyorum olan bu değil mi? Bize bir direniş gurubu olarak bakanlar diyorlar ki, Fransız direnişinde, Vietnam direnişinde, Hindistan direnişinde olduğu gibi zaferden sonra silah bıraktılar siz de bırakmalısınız.

 -Ben soruyorum, acaba direnişten sonra direniş kuvvetleri yönetime silahlarını teslim mi eder, yoksa yönetim talebinde mi bulunur? Biz prensip olarak yönetim talebinde bulunmuyoruz. Onlara dedik ki, tekelleştirmemek, adil olmak, insanlara değer vermek, insanların toplumsal ve idari sorunlarını halletmek ve insanların izzetine riayet etmek koşuluyla yönetim sizin olsun. 2000’deki galibiyetimizde yönetim talebinde bulunmadık. Şimdi kim bunun aksini söyleyebilir?

 -Özellikle üzerine basarak Hizbullah adına tekrar ediyorum. Biz Lübnan'da kendimiz için bir yönetim istemiyoruz, Lübnan'ın başına geçmek istemiyoruz, Lübnan idaresini istemiyoruz. Kedi fikrimizi ve planlarımızı Lübnan halkına dayatmak istemiyoruz. Çünkü Lübnan çeşitli guruplardan oluşan farklı bir yapıya sahiptir. Bu ülkenin içerdiği çeşitli gurupların, uyum birlik ve beraberlik içinde yaşamasından başka bir kıymeti yoktur.

Biz sadece bu birlik ve beraberliği istiyoruz, bazıları ise bunu basın yoluyla saptırmaya ve çarptırmaya çalıştı. Bizi Velayet-i Fakih'in hizmetçisi diye küçümsedi; fakat ben önceden söylediğim gibi yine söylüyorum, ben Velliyy-i Fakih'in, Alim Fakih’in, Adil Fakih’in, Hikmetli Fakih’in, Cesur Fakih’in, Salih Fakih’in, Halis Fakih’in bir neferi olmakla iftihar ediyorum.

 -Son olaylarda denildi ki; bütün bu olanlar, şu veya bu gurubun Lübnan'a hakim olma çabasıdır. Devrimden, yönetim değişikliğinden ve Suriye'nin Lübnan'a dönüşünden bahsettiler. Temmuz harbinde de Amerikalılar, Lübnan’da, Ortadoğu’da yeni bir dönemin doğuşunu gördü ve bu yüzden savaş yaptı, Lübnan İran'ın nükleer enerjisi için, uluslar arası mahkeme için savaşıyor dediler.

 -Fakat illegal hükümet aldığı illegal kararlardan dönünce muhalif guruplar ve yardımcıları Doha’da anlaşma yaparak bir hükümet taleplerinin olmadığını, devrim gibi bir niyetleri olmadığını ve yönetim değişikliği talep etmediklerini gösterdiler. Bu olaylardan önceki taleplerinde bir değişiklik olmadığını herkese gösterdiler. Elbette yaşanan son olaylardan sonra muhalefet guruplarının siyasi çatıda değişiklik yapmak gibi bir talep öne sürme hakkı olabilir; çünkü onların tahlillerine göre birçok şey değişmiş oldu. Ama biz şartlarımızda hiçbir değişiklik yapmadık, oraya gittik. Çünkü biz Lübnan'ı, tehlikeden, Lübnan ordusuyla direniş güçlerinin çatışmasından, gurup çatışmasından, Firavun George Bush ve onun Haman'ının vadi olan sıcak yazdan kurtarmak istiyorduk.

 -Bu son olaylardan sonra hakkımızda başlatılan karalama kampanyasına rağmen, atılan zalimce iftiralara rağmen hiçbir siyasi kazanım amacı gütmedik. Birçokları tarafından bize yöneltilen yönetim ve tekel hayali kuruyorlar gibi suçlamalara bu tecrübe sanırım iyi bir cevap olacaktır. Bu konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum.

 -Aziz kardeşlerim ve bacılarım direniş ve özgürlük bayramının sekizinci yıl dönümünde daha önce Bint Cübeyl’de ve Güney Lübnan'da söylediğim gibi tekrar söylemek istiyorum ki; ben bütün Lübnan'ı hiçbir gurubun diğerine ağır basmadığı, birinin diğerine galebe çalmadığı, birinin diğerine dayatmada bulunmadığı, bütün Lübnanlılara adil ve gerçek bir devlet, bütün gurupların temsil edildiği kardeşçe bir yönetim sunan, dışarıdan yöntem ithal etmeyen bir sistem inşa etme çağrısında bulunuyorum.

Birkaç gün önce Suudi Arabistan bakanlar kurulu Lübnan'dan Arap kimliğini korumasını mümkün kılacak anayasal değişiklikler yapmasını talep etti. Bu konuyu kardeşlerimle bile tartışmadım; fakat bu konuda Velayet-i Fakih ordusunun bir neferi olarak şunu söylemek isterim ki; ben Lübnan'ın Arap kimliğini muhafaza edecek ve Amerika ile Batıların Lübnan'a müdahale etmesini engelleyecek anayasa değişikliklerini destekliyorum. Fakat bütün dostlarımız ve dünya biliyor ki Doha'da olduğu gibi bize kimse karar dayatamaz, biz kendi kararlarımızı kendimiz alırız.

 -Aziz kardeşlerim, şimdi önümde iki seçenek var. Alınan iki kararın anlamını ve tehlikesini size anlatabilirim ki bunların büyük bölümünü düzenlediğimiz basın toplantısında anlattık. Ne dediler? Ne cevap verdik? Ne cevap verdiler? Fakat bunun tıkanmaya ve gerilime neden olacağını bildiğim için Lübnanlıların uzlaşmaya vardığı, yeni cumhurbaşkanlarını seçtikleri, bu direniş ve özgürlük bayramında bu konuya girmek istemiyorum.

Şimdi yaraları sarma zamanı

İkincisi ise bütün bunları, bazılarının kafasında soru işareti kalsa da, bize zalimce saldırsalar da Lübnan'ın maslahatı için bu konuları konuşmayı ertelemek; fakat bu son olaylar ve Lübnan'ın geldiği durum hakkında birkaç kelam etmek gerekiyor. Bu son olaylardan sonra biz de yara aldık, onlar da yara aldı. Şimdi ya bu yararı büyütürüz, ya da Lübnan için Lübnan halkı için bu yaraları sarar tedavi ederiz. Biz ikincisini tercih ediyoruz ve bunun için hem söze hem pratiğe ihtiyacımız var ve biz ikisine de hazırız.

Önemli olan bütün olanlardan ders ve ibret almaktır, yanlış anlaşılmasın ben burada muzaffer bir edayla bunu söylemiyorum; fakat ibret ve ders almamak tıkanıklık ve gerginliğe neden olacaktır. Şimdi bu yaraları deşmeden daha sonraya, herkesin akıl ve mantık çerçevesinde düşündüğü bir döneme bırakıyoruz. 2008 25 Mayıs’ında Lübnanlıların, Arapların ve dünyanın eşlik ettiği bu şölende bu konulara girmiyoruz.

-Aziz kardeşlerim bu yeni durum karşısında birkaç noktaya vurgu yapmak istiyorum: Öncelikle hepiniz adına Arap kardeşlerimize, Arap bakanlar kuruluna, Arap Birliği Genel ve Özel Sekreterine, Katar halkına ve yöneticilerine, başta Suriye ve İran İslam Cumhuriyeti olmak üzere, bize dost olan ve bu ittifakın gerçekleşmesine yardım eden bütün dost devletlere teşekkür etmek istiyorum.İkinci olarak silah meselesine gelince, hiçbir siyasi kazanım içim hiçbir gurup silah kullanmayacak maddesi, anlaşma metninde var. Biz Hizbullah olarak bu maddeyi teyit ediyor destekliyoruz. Direniş’in silahı Lübnan'ı özgürleştirmek ve savunulmasına yardım etmek içindir. Peki, başka kimin silahı var? Devletin silahı ve güvenlik güçlerinin silahı vatanı korumak, vatandaşlarını korumak, halkın hukukunu korumak, devleti korumak ve güvenliği sağlamak içindir.

 -Tamam Direniş’in silahını herhangi bir siyasi kazanım için kullanması doğru değildir ancak; devletin silahının muhaliflerin hesabının dürülmesi için kullanılması, dış mihrakların amaçlarının Lübnan içinde gerçekleştirilerek Lübnan'ın kuvvetten düşürülmesi ve İsrail karşısında zayıflatılması için kullanılması, Direnişi ve silahı hedef alarak kullanılması da doğru değildir. Yani bütün silahların icra edilmesi için tahsis edildiği hedefler doğrultusunda kullanılması gerekiyor.

-Üçüncü olarak; seçim kanunu meselesine gelince, bu kanun diğerlerine nazaran daha iyi bir seçim kanunudur. Özellikle 2000 yılında düzenlenen seçim kanunundan daha iyidir. Fakat Hizbullah ve Emel gibi bazı muhalif gurupların temsil hakkı konusunda bazı sorunları olsa da diğer kanunlara nazaran daha iyi bir kanun olması nedeniyle bunu kabul ettik; fakat bu kanunun en iyi kanun olduğu anlamına gelemez.

 -Bu seçim kanunu Lübnan'ı siyasi krizden çıkarmak isteyenlerin üzerinde ittifak ettikleri bir kanundur. Biz Lübnan'da insanları sakince oturup medeni ve çağdaş bir şekilde seçim kanunu konuştukları günlerin gelmesini temenni ediyoruz; zira bu Lübnan'da bir devlet ikamesi için konuşulması gereken en önemli ve baş meseledir. Bazıları bizden şahsi çıkarları ve mensup oldukları gurubun çıkarları doğrultusunda ayrılabilirler işte onlar gerçek bir devlet istemeyenlerdir. Bunlar devlet istemiyorlar diye birilerini itham etmek kolay, kim devlet istemiyor, kim Lübnanlılara kendilerini hükümet ve devlet kademelerinde ifade etmekten alıkoyan bir seçim kanunda ısrar ediyor?

 -Asıl onlar devlet istemiyorlar çiftlik kahyalığı istiyorlar. Fakat bu seçim kanunu her halükarda mevcut durum için bir uzlaşma metnidir; ancak ümit ediyoruz ki gelecekte Lübnanlılar daha iyi bir seçim kanununa sahip olurlar.

 -Dördüncü olarak; Mişel Süleyman'ın cumhurbaşkanı seçilmesi herkesi umutlandıran, yeni bir döneme girme umutları uyandıran bir haldir. Zira kendilerinin dünkü konuşmasında birlik, beraberlik mesajı vermesi ve bu çerçevede hareket edeceğini söylemesi, Lübnan'ın ihtiyaç duyduğu bir durumdur. Lübnan tekelleştirmeden uzak durarak birlik ve beraberlik içinde hareket etmeye muhtaçtır.

Beşinci olarak ulusal birik hükümetinde muhalefetinde iktidar kadar temsil edilmesi muhaliflerin bir zaferi olarak görülmemelidir. Bu bütün Lübnan'ın zaferidir.

 -Size Şüheda Meydanı’nda ulusal birlik hükümeti vaat etmiştim şimdi oldu, size her zaman zafer vaat ediyordum ve şimdi yine size zafer vaat ediyorum. Ben herhangi bir zümrenin diğerine galibiyetinden değil tüm Lübnan'ın galibiyetinden bahsediyordum. Ve bu Doha anlaşması sonucunda ulusal birlik hükümeti ile gerçekleşti. Bu tıpkı 2000’de 2006’da olduğu gibi tüm Lübnan'ın zaferidir.

 -İnşallah biz hükümete iştirak konusunda elimizden geleni yapacak ciddiyet ve süratle hareket edeceğiz. Muhalefet adına sadece Hizbullah, Emel ve Ulusal Özgürlük Partisi’nden başka gurupların da orada bulunması için uğraşacağız. Zira Lübnan parçalı bir yapıya sahiptir. Bizler hükümette muhalefeti en iyi temsil etmek için elimizden geleni yapacağız. Biz bu hükümetin işini iyi yapan ve Lübnan'ın sorunlarını halletmek için uğraşan ve gelecek seçim kaygısında olmayan bir hükümet olmamasını ümit ediyoruz.

 -Kurulacak hükümetten bahsettiğimiz şu sıralarda Şehit Refik Hariri'nin sevenlerine ve onun soyundan olanlara Şehit Refik Hariri’nin hem Lübnan’ı imar etme hem de Direniş’i destekleme yönündeki stratejisini iyi okumalarını ve bunu takip etmelerini söylemek istiyorum. Bazıları Lübnan'ın önüne iki yol koyuyorlar ya direnecek ve topraklarını işgale karşı muhafaza edecek, ama mamur bir ülke olamayacak; ya da İsrail'in ayaklarının altında kalıp Ortadoğu’nun incisi olacak.

 -Şehit Refik Hariri Lübnan'ın dışarıdan strateji ithal etme ihtiyacının olmadığını Direniş’in devletle çatışmadan bulunabileceğini ve Lübnan'ın bu şartlarda mamur bir ülke olabileceğini herkese gösterdi. Şimdi Şehit Refik Hariri'nin soyundan gelenler bunu örnek almalı ve tam bir bütünlük içinde olabilecek bir Lübnan olabileceğini fark etmeliler.

-Bitirmeden önce tüm Lübnanlılardan Lübnan sıcak bir yaz geçirecek iddiasında bulunan Amerikalıların rüyalarını boşa çıkarıp sakin ve güzel bir yaz geçirmek için, ele ele verip Lübnan'ın yaralarını sarmak ve imar etmek için uğraşmalarını istiyorum.

Buradan isimlerini tek tek zikredemediğim için özür dileyerek Lübnan'da ve Arap dünyasında Lübnan'da çıkan her siyasi çatışmayı mezhep çatışması gibi gösteren Amerikalıların tersine olayın hakikatini kamuoyuna anlatmaya çalışan tüm âlim ve mütefekkirlere teşekkürlerimi sunuyorum.

 -Lübnan'daki çatışmayı Şii-Dürzî çatışması gibi göstermeye çalışanlara karşı olayın hakikatini kamuoyuna açıklmaya çalışan tüm Dürzî gazetecilere, âlimlere ve şeyhlere teşekkür ediyorum, son olarak Hıristiyan kardeşlerimize teşekkür etmek istiyorum.

Hizbullah bu çatışmalarda şehit verdi şehitlerini gizliyor gibi şeyler yazıldı. Biz kesinlikle şehitlerimizi saklamıyoruz biz bu çatışmalarda 14 şehit verdik ve diğer guruplardan da şehitler var.

-Biz şehitlerimizi saklamayız onlarla gurur duyuyoruz ve onların başımızı üstünde yeri var. Elbette onlar için ve diğer gurupların şehitleri için üzüldük; ama şehitler sayesinde bu gün üzerinde yaşadığımız bir Lübnan var.Buradan bütün Lübnan'a ve Lübnan'daki bütün guruplara selam olsun.Es Selamu Aleykum ve Rahmetullah  Çeviren: Emrah Kekilli   29.05.2008

 

2.ARŞİV.128

 

FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ'NDE TERK YAŞANIYOR!

New York Times’ın geçtiğimiz haftalarda, Pazar günkü sayısında Gülen Cemaati’nin Pakistan’daki okullarını anlatan makalede yer alan bir ismin açıklamaları yeni bir tartışma yarattı. New York Times, bu açıklamaları yapan kişi için ‘Cemaat için karanlık bir tablo çizdi. Gülen Cemaati’nin İslam konusunda tek hakim olmayı istediğine ve mutlak güç için mücadele ettiğine inanıyor’ dedi.

Bahsedilen ve tartışılan o isim; Hakan Yavuz idi.  Gülen Cemaati’yle ilgili bir kitabı da bulunan ve Türkiye’deki pek çok çevre tarafından cemaatin içinde olduğu düşünülen Utah Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi M. Hakan Yavuz, bir toplantı için geldiği Washington’da Odatv.com’un sorularını yanıtladı. Hakan Yavuz’un açıklamaları; bir dönem çok tartışılan, uzun yıllar içinde bulunduğu Gülen Cemaati’nden ayrıldıktan sonra cemaatle ilgili şok iddialarda bulunan Nurettin Veren’i hatırlatıyor.

 İşte Hakan Yavuz’un Odatv.com’a yaptığı çarpıcı açıklamalar:

 “O aslında çok uzun bir sohbetin kısa bir bölümüydü. Ben cemaatle ilgili bardağın dolu kısmını da anlattım. Ama açıkça söylemeliyim ki; son dönemde cemaatle ilgili endişelerim arttı. Bir yapı “güç” denen şeye sahip olmak için farklı alanlarda ilerlemeyi seçebilir. Okullar, finans kuruluşları, medya kuruluşları bunlar bir sistemin parçalarıdır. Ama beni rahatsız eden, bu gücün nasıl kullanıldığı ve İslam’ı paketleme olayıdır.

-BEN BUNA BİRAZ İSLAM’SIZ İSLAM DİYORUM. İslam’ı belli kesimlere hoş gelecek hale dönüştürmek, belli güçlerle uyumlu hale getirmek. Belli yerlerden destek de alıyorlar mutlaka. Amaç İslam’ı global güçlerin ihtiyaçlarına, kapitalizme yakın hale getirmek. İslam’ı özünden koparıyorlar. “Sakız gibi” her yere çekiyorlar. Bunun da ne için yapıldığını bilmiyoruz.

-BİR DİN’İN ESASLARI VARDIR, ÖZÜ VARDIR. Bunlara kalsa “her derde deva, herkese uyan bir tarafı var”. Bir de o yazıda Murat Belge Hoca’nın da altını çizdiği bir konu var. Bir “altın nesil”den bahsediliyor. Ben de merak ediyorum. Cemaatin yaratacağı “altın neslin” hedefi nedir? Cumhuriyet neslinin yapamadığı neyi yapmak için hazırlanıyorlar?

-Ben aslında cemaate antipatik de bakmıyordum, çok yanında da değildim. Ama özellikle AKP iktidarından, 2002 yılından bu yana özellikle yargı konusunda çok yanlış adımlar attıklarını düşünüyorum. Dört tane dava var benim için önemli olan: Yücel Aşkın duruşması, Şemdinli davası, Atalar Operasyonu ve Sauna Operasyonu. Şimdi de Ergenekon. Bu ilk dört davaya cemaat yön vermeye kalkıştı. Cemaatin basın organlarının bu davalarla ilgili yayınlarına bakın. Yücel Aşkın’a ne iftiralar atıldı. Ergenekon’da bir yıldır insanların dava açılmadan içeride tutulmasını izah edemiyorum.

- “...Son dönemde benim ‘cooptation’ dediğim bir durum var. İnsanları çağırıp yazı yazdırmak ya da konuşturmak karşılığı paralar veriliyor...’’

-“Herkesi işin içine sokmak” diyorum ben buna. Gelip konuşuyorsun, hemen 2.000 dolar. Bu para nereden geliyor, makbuz karşılığı mı veriliyor? Amerika’da konuşma yapıp para almak doğaldır ama bu paraların kaynağı ve veriliş şekli bana göre soruşturulmalı. Bütün işlerini nakitle yaptıkları için bir “kağıt izi” bulunamıyor. Bu da harekete dair şeffaf olmama şüphelerini arttırıyor.

-Türk devleti toplumuna göre özgürleştiricidir. Toplumumuz daha baskıcıdır. Sivas’ta yaşananlar, en son Düzce’de olanlar... Devlet çökünce her şey çöküyor Türkiye’de. Çünkü toplum daha bireyselleşemedi. Toplum hala kabadayı bir toplum. Devlet zayıfladığı sarsıldığı zaman, toplumun içindeki cemaatler, kabileler, mahalleler hemen ayrışıyor ve birbirine karşı durum alıyor. Irak’taki durum ortada. Devlet düşmanlığı ile bir yere varılmaz. AKP’nin temel hatası “Kemalizm” karşıtlığı yapacağız diye, devlet düşmanlığı yapmaları.

 -Türkiye’de devlet bireyi dinsel cemaatlere karşı korumak zorundadır. Bu nedenle de laiklik anlayışı daha dayatmacı görünebilir. Ama Amerika’da bir dini grup polis teşkilatını ele geçirmeye çalışmak istemiyor. Askeri okulları ele geçirmek istemiyorlar. Devletin üniversitelerini “Kırıkkale Nakşilerin, Sütçü İmam bilmem hangi grubundur” diye parsellemiyor. Kendimizi tanıyalım.

-Türkiye’de İslami hareket Tanzimat’tan bu yana muhalif olmuştur. Batılılaşmaya reformlara karşı olmuştur. İslami hareketin böyle bir yapısı var. AKP o muhalefet dilinin üzerine oturuyor. Hem devlete muhalif hem de Kemalizme muhalif. Kendi dilini üretemedi. Borç aldığı söylemle yaşıyor. Kendi ideolojisini üretmiş bir parti değildir.

-Her yerde aynı şey söyleniyor. AKP nedir? Hangisi AKP’dir? Washington’da yansıtılan mı? Konya’daki mi? İstanbul’daki mi? AKP diye bir parti de yok. Bir lider var sadece. Anayasa Mahkemesi bir hayaleti kapatıyor.

-AKP belli bir cemaatle ilişkisini gözden geçirmek zorunda. Cemaat bazı bakanlıkları ele geçirmek için büyük mesafe aldı. Bundan rahatsızlık var partinin içinde. Türkiye’de bazı cemaatler de çete gibi hareket ediyor.”  Odatv.com 30.05.2008

 

2.ARŞİV.129

 

Ne diyeyim: Başörtüsü asla affetmez!

Başörtüsü asla affetmez! Milyonlarca mağdur başörtülülerin âhı, Arş-ı A'lâya çıkıyor! Ve başörtüsü, bir yorum meselesi değil ki, öyle veya şöyle anlaşılsın, yorumlansın. Kur’ân’da, iki yerde açıkça, ’başörtüsü!’ diye geçmektedir’ Dolayısıyla ona karşı yapılan haksızlıklar veya hafife almalar, asla affedilmez! Anayasa Mahkemesi, 411 milletvekilini, dolayısıyla millet iradesini hiçe sayarak başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakan kanunu iptal etti! Kime ne diyeyim?

-AKP’nin acemiliğine, üniversitede başörtüsü çözümünü anayasa maddesiyle yapmaması yönündeki ikazları dinlememesine, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmasına ne diyeyim? Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, ‚Şüphesiz ki verilen kararlar, bir kısım insanımızı sevindireceği gibi bir kısım insanımızı da üzebilecektir. Bence verilen karar ne olursa olsun, ülkemizde birliğimizi beraberliğimizi ve birlikte yaşama azmiyle sevincimizi asla ortadan kaldırmamalıdır’ diye tavsiyede bulunuyor. Ne diyeyim?

Yani, başkan demek istiyor ki, ‚Biz sizi ateşe attık, ama, yanmayın ha!’Ne diyeyim?

-Yani, ‚Biz başörtülüleri üniversitelerden atarak ve sokmayarak bölünme ve parçalanmayı hızlandırdık, ama, siz sakın birlik ve beraberliğimizi bozmayın!’ diyor. Ne diyeyim?

-Aslında başörtünün, başörtülünün başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi! Ben başörtüsünü ‚füruat gören’ ve 28 Şubat 1997 postmodern darbecilere destek veren hocalara, efendilere ne diyeyim! ‚Rektörler başörtülülere selâm duracak’ diyenlere ne diyeyim.

‚Bedel ödemeye hazır değiliz!’ deyip, iktidarını icraata tercih edenlere ne diyeyim’ Hiçbir hak ve hürriyet için, vatandaşın derdi için bedel ödemek istemeyen ‚hubb-u cah!’ meftunlarına ne diyeyim’ Aslında başörtüsü yasağının devamının en büyük müsebbiplerinden birisi de yine maalesef başörtülüler! Ki, AKP iktidar olunca, ‚Bizdendir!’ deyip, ‚şıp’ diye tüm meşrû dirence ve hak arama şuuruna son verdiler! Kendilerinin talep etmediği bir hakkı, Anayasa Mahkemesi veya başka mahfiller onlara verir mi, niye versin? Ve, başörtüsü, Kur’ân kursu, YÖK’ün yok edilmesi, imam-hatiplilerin, dolayısıyla meslek liselilerin katsayısı haksızlığı için bedel ödemeyenlere gerekli cezayı vermeyen; ancak, ‚ekonomik istikrar, TOKİ evleri, hastane, postane’ için oy verenlere ne diyeyim? ‚Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!’ diyen felsefeyi benimseyip; sonradan, ‚Haksız, hukuksuz, hürriyetsiz yaşarım, ama, ekmeksiz, istikrarsız yaşayayam!’ diyenlere ne diyeyim?

Ancak şunu söyleyebilirim: Başörtüsü asla affetmez!

Niyazımız odur ki, İlâhî ikaz, bize bunu pahalıya satmasın! 07.06.2008 E-Posta: afersadoglu@hotmail.com

 

2.ARŞİV.130

 

Medeniyet ve manevi değerler

Bir milletin bilim ve teknikte çok ileride olması onun medeni olduğunu göstermez. Bu, onun maddi temelinin kuvvetli olduğununun işaretidir. Ancak, yalnız maddi temele dayanan medeniyetler yıkılmaya mahkumdur. Bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği çağımızda, insanlığın bunalımları daha artmıştır. Bunun sebebi, çağdaş medeniyetteki manevi çöküntüdür, ahlaksızlıktır. Çağımızın medeniyeti olduğu iddia edilen Batı medeniyetinde manevi çöküntü ve ahlaksızlık azami dereceye ulaşmıştır. Aslında Batılılar bilimin gerçek sahipleri de değillerdir. Ne kadar görmezlikten gelirlerse gelsinler, Batılılar bugünkü bilim ve teknolojideki ilerlemelerini İslam medeniyetine borçludurlar. Batılılar, astronomi, matematik, fizik, kimya, botanik ve tıp ilimlerini Müslümanlardan öğrenmişlerdir. Bu gerçeği, Batının hakikati gören ilim adamları ifade ettikleri gibi tarafsız Alman yazar Dr. Sigrid Hunke, “Avrupa Üzerinde Doğan İslam Güneşi” adlı kitabında bunu açıkça dile getirmiştir. Ne gariptir ki, kendilerini aydın sanan bazı kimseler, teknoloji ile medeniyet kavramlarını karıştırmaktadırlar. Teknoloji, medeniyetin maddi temelidir. Manevi temelden mahrum olan bir medeniyet, barbarlıktan öteye geçemez. Tıpkı Batı medeniyetinde olduğu gibi...
-Kendi çıkarları bahis konusu olduğu zaman insan haklarını ve devletler hukukunu dillerinden düşürmeyen Batılılar, Haçlılar zamanından günümüze kadar Müslümanlara kin ve düşmanlık kusarak, onların haklarını çiğnemekte ve her fırsatta Müslüman katli için seferber olmaktadır. Tarihte ve günümüzde Batılıların gerçekleştirdikleri sömürü mekanizmasına dayanan Batı medeniyeti, zaman zaman komünist rejimin mezalimini gölgede bırakmıştır. Müslüman ülkeler ve özellikle Türkiye, Batı medeniyetinin, kendilerinden olmayanların sömürülmesi ve yok edilmesi esasına dayandığı gerçeğini idrak ettiği zaman, Batının zulmü sona erecek ve insanlık özlediği huzura kavuşacaktır. Hem maddi hem manevi temellere dayanan İslam medeniyeti, cihanşümul bir medeniyettir. İnsan, medeni olmak için yaratılmıştır. Medeni insan, ruhen ve bedenen temiz olmaya mecburdur. Ruhen temiz olmak, yüksek İslam ahlakı ile mümkündür. İnsanın her bakımdan medeni olması için bunun şartlarını bilmesi ve yerine getirmesi lazımdır. İslam adaletine ve ahlakına dayandığı için altı asır payidar olan Osmanlı Devletinin hakimiyetinde mesut ve müreffeh yaşayanlar, bugün Osmanlıyı arar olmuştur.
-Öyle ki, 1967 yılında Paris’te düzenlenen Dünya Yahudi Kongresinin zabıtları arasında bir delegenin şu sözleri ne kadar manidardır: “Evet bugün bağımsız bir devletimiz var. Ama mesud muyuz? Osmanlının günündeki gibi huzurlu muyuz? Samimiyetle ve hepinizin içinden geçenleri dile getirdiğime inanarak söylüyorum ki; Hayır!.. Bizim bu dünyada huzurlu ve emniyetli yaşamamız, Osmanlıdaki gibi adalet ve hoşgörüyü yeniden kurmaya bağlıdır!..”

M.Necati Özfatura 07.06.2008i

 

2.ARŞİV.131

 

Ehl-i Sünnet"i Savunan ve Bid"atlerle Mücadele Eden Rıhle dergisi

Son otuz kırk yıl içinde Türkiye"de bir sürü bid"at cereyanı görüldü. Bunlar Kur"an"a, Sünnete ve icmaya dayalı geleneksel ve bugüne kadar herhangi bir kopukluk olmadan intikal etmiş olan Ehl-i Sünnet İslâmlığını beğenmediler; ehliyet ve liyakatleri olmadığı halde yersiz ictihadlar yaptılar, yine yersiz fetvalar ve ruhsatlar verdiler; Müslümanların ve bilhassa gençliğin kafalarını karıştırdılar (eskiden tağşiş-i ezhan denilirdi...).

Bu bid"at cereyanlarından bazılarını sayayım:
1. Telfik-i Mezahib, yani bir mezhebin ahkâmına ve fıkhına bağlı kalmayıp mezheplerin kolaylıklarını uygulamak. Açıklamaya hacet yoktur ki, böyle bir şey Yüce Dinimizi oyuncak haline getirmek olur.
2. Mezhepsizlik... Çağımızın büyük âlimi Düzceli Muhammed Zahid el-Kevserî “Makalat” adlı kitabındaki makalelerden birinin başlığını “Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür” koymuştur.
3. Kur"an-ı Kerim"i kendi re"y, heva ve keyfine göre yorumlamak. Şu anda piyasada böyle re"y ve heva mahsulü düzinelerle meal, tercüme ve tefsir bulunmaktadır.
4. İtikat konusunda da, hayli bid"at, hattâ dalâlet cereyanı zuhur etmiştir.
5. Sahte selefîler... Bunlar Selefi Salihîne bağlı olduklarını iddia ediyorlar, bu iddiaları doğru değildir. İbn Teymiye ve İbn Abdilvehhab mezhebine bağlıdırlar.
6. Müslüman aktivistler... Bunlar dinimizi siyasî bir sistem derekesine indiriyorlar. Evet, İslâm"da din ve dünya, ruhanî ve cismanî ayırımı yoktur ama din hiçbir zaman politika ile özdeşleştirilemez.
-Ülkemizde reformcular, dinde yenilikçiler, tarihselciler, İslâm"da köklü değişim taraftarları, ılımlı/light İslâm isteyenler, Evangelistlerin Siyonistlerin talimatıyla ehlî/evcil bir İslâm türetmek isteyenler zuhur etmiştir. Bunların bazılarının söyledikleri ve yazdıkları kişiyi maazallah küfre kadar götürür.
-Öyle cahil kimseler görüyoruz ki, hadis ve din ilimleri konusunda hiçbir uzmanlığı olmadığı halde, Kur"an-ı Kerim"den sonra kitapların en sahihi (doğrusu) olan Sahih-i Buharî"de mevzu hadis olduğunu iddia edebiliyor. Böyle bir iddia cüretten de öteye bir cinnet değil midir? Bu hezeyanları sarf edenler bari hadîs bilseler...
-Farmason ve takiyyeci Cemalettin Efganî, 19"uncu asırda ictihad konusunda aşırı ruhsatlar vererek nice Müslümanın ayaklarının kaymasına sebebiyet verdi. İctihad kapısı elbette açıktır ama önüne gelen ictihad yapamaz. Böyle bir fitne fesat, nifak şikak, fetret ve felaket devrinde, kilitlememek şartıyla bu kapıyı kapalı tutmak gerekir. Âmil ve rabbanî ulema bu konuda müttefiktir. Doktorun, mühendisin, hukukçunun, işletmecinin, herhangi dünyevî bir uzmanlık tahsili yapmış olanın kendi kafasına göre ictihad yapması İslâm toplumunun korkunç bir anarşi ve kaosa sürüklenmesine yol açar. Böyleleri hem kendileri sapıtırlar, hem de peşlerinden gidenleri...
-Bundan yirmi küsur yıl önce, derleme yazı ve makalelerden oluşan bir Ehl-i Sünnet kitabı çıkartılmıştı. Ehl-i Sünneti savunmak için değil, sinsice yıkmak için. İşittiğime göre, bu eserden 150 bin nüsha basılmış. Maalesef Ehl-i Sünnet hocaları, Sünnî şeyhler, Sünnî cemaatler böyle olumsuz, yıkıcı, tahripkâr, dinamitleyici yayınlara anında ve gereken tesire sahip cevaplar veremediler.
-Her Ehl-i Sünnet Müslümanının, Kur"an, Sünnet ve icmaya dayanan gerçek Müslümanlığı koruma ve savunma bilincine sahip olması lazımdır. Mehmet Şevket Eygi 07.06.2008

 

2.ARŞİV.132

 

ILIMLI İSLAM! VE HAKARETİNİN GEREKÇELER

“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız.” (8/Enfal
-İslam hayatın her alanına hitap eden, insanın tüm problemlerine çözüm oluşturan yegane bir sistemdir. Çünkü İslam da, bize sağlanan bu bilginin kaynağı yaratıcı olan Allah(c.c.)’dır. Yaratmış olduklarını Allah(c.c.)’dan daha iyi tanıyabilecek, daha doğru yönlendirebilecek başka hiçbir alternatif yoktur. “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız.” (8/Enfal 24)

-İşte İslamın toplumları kuşatıcı, hayat veren, dinamik yapısı, dünya üzerinde hakimiyet kurmak isteyen müstekbir güçleri rahatsız etmekte, kaynaklarının gün gibi açık ve net olduğu bu dinin varlığından rahatsızlık duymaktadırlar. Muvahhid, Mücahid, Muttaki fertlerin sayısının artması bu kişilerin varlığının da sonu olacağından dini anlayışımız üzerinde tahribat yapmak, kavram kargaşaları ile fitne çıkarmayı amaçlamaktadırlar. Kaos ve kargaşalar ile bunalmış, adalete aç, sevgiye,merhamete aç, düzen ve intizama aç, barış ve esenliğe aç olan tüm insanlığın bu açlığını doyurabilecek tek anlayışın İslam olması bu emperyalist güçlerince de malumdur. Tahrif edilmiş donuk hristiyan anlayışının veya kendilerinin ürettikleri ve çözümsüzlükler sağlamaktan başka bir işe yaramayan seküler hayat sistemlerinin de artık tarihin çöplüğüne atılacağı malumdur.

-Ayrıca ABD ve müttefik halinde olduğu batı zihniyetinin, yeryüzünde gerçekleştirmiş oldukları işgallerin karşısında durmayı emreden de İslam’dır. Ortaya koymuş olduğu şehitlik bilinci ile ölümsüzlüğe talip binlerce insanın bir anda varolabilmesini sağlayan bu direniş ve cihat ruhu tabii ki dünyanın jandarmalığına soyunan, yeryüzünün tüm kaynaklarını kendine tahsis edilmiş anlayışı ile sömüren zalim katilleri rahatsız etmektedir. “(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur”. (2/ Bakara 193)

-Nitekim İslam dünyasında Müslümanlık anlayışının giderek daha bilinçli bir hal alması ve “İslam’ın Yükselişi”nin önlenemez boyutlara ulaşması birilerinin endişelerini(!) haklı çıkarmaktadır. Yeryüzünde, İslami hareketlerin yükselişi ve buna bağlı olarak Batı karşısında her alandaki bağımsızlık taleplerinin artışı, yine her türlü tahakküm ve baskı politikalarına karşı derin bir hassasiyetin ortaya çıkması sömürgeci güçleri düşünmeye yöneltmiştir.

Filistin, Afganistan,Çeçenistan ve Irak işgallerine karşı zirveye ulaşan cihat, direniş, şehadet ve özgürlük ruhu Batı’yı İslam konusundaki strateji ve metotlarını gözden geçirmeye sevk etmiştir. Ayrıca son dönemde Kuzey Kore ve İslam dünyası dışında, Latin Amerika’da da Amerikan karşıtı politikaların öne çıkması, müslüman olsun, başka bir inanca sahip olsun insanların Usame bin Ladin tişörtleri giymesi, spor müsabakalarında onbinlerin dakikalarca Usame-Usame şeklinde slogan atması küresel emperyalizme karşı küresel bir karşı koyuş, küresel bir direnişin sinyallerini vermiştir. Bu direnişi küresel boyuta taşıyabilecek enerjiye sahip olarak da sadece İslamın görülmesi, ılımlı İslam gibi ucube tekliflerle ortaya çıkılmasını sağlamıştır.

-İşte Ilımlı İslam projesi bu fitnenin yeni bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. İslamın kamil ve tamamlanmış yapısına rağmen, kendi baskı ve zulüm anlayışlarını rahatça yerleştirebilmek için, utanmadan nasıl müslüman(!) olmamız gerektiğini bizlere göstermenin adıdır ılımlı islam projesi…

-İslam’ı ılımlılaştırmak isteyenler, onun, yeryüzündeki hiçbir haksızlığa, hiçbir küfre ve hiçbir ahlaksızlığa sessiz kalmayacağını iyi bildiklerinden böyle projelere sarılmaktadır. İslam’ın yapısını kendi çıkarlarına hizmet edecek bir şekilde değiştirerek, bu çıkarların önündeki en büyük engel olan, her türlü siyasi, ekonomik, kültürel, askeri “İslami Direniş”i ortadan kaldırarak; İslam Dünyasının bölgesel ve küresel politikalarda söz sahibi ve belirleyici olma ışığını söndürmeyi amaçlamaktadırlar.

-Ilımlı İslâm’ı savunan ve dinini yaşamak isteyen müslümanlara tek alternatif olarak dayatan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya satın almak ya da boğmaya çalışmaktır.

-Allah Teâlâ ise, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber şahsında mü’minlere emretmektedir.

“(Sana şu tâlimatı verdik Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.’’ (5/Mâide, 49)

-Yine bu proje ile, Din düşüncesinin reddedilmesi işlerine gelmeyenler veya toptan reddetmenin mümkün olmadığını görenler, dinin kendi çıkarlarına uygun yönlerini basit çıkarları doğrultusunda değiştirmeyi amaçlamaktadır. Böylece hem câhil ve gâfil dindarların tepkisini çekmeyecekler, hem de değiştirdikleri bu dinleri kendi sömürü düzenlerine koltuk değneği yapacaklardır.

Ilımlı İslam anlayışına uygun olarak İslam coğrafyasına model gösterilen ülkelere ve cemaatsel yapılara baktığımızda ABD’nin kirli planı daha bir belirginleşmektedir.

-ABD çıkarlarına hizmet eden politikalar, topraklarını ABD üssü haline getirmek, ümmet bilincinin köreltilerek milliyetçilik unsurlarının zirveye çıkarılması, ABD eksenli liderlerin ve politik hareketlerin oluşturulması, dinin kaynaklarından kopartılmış olması, dinin diyanet gibi kurumlarla devlet merkezli kontrol edilmesi, ahkam ayetleri için uygulanmasa da olur zihniyeti, başörtüsü gibi konularda teferruattır beyanatlarının verilmesi, kurbanda tavuk kesilebilir fetvaları, Allah ve Resulüne basın ve beyanat yolu ile rahatça hakaret edilebilmesi, demokrasi oyununun istendiği an bozulabilecek esneklikte olması, bu ülke ve cemaatlerin dünyaya İslami model olarak sunulmasını sağlamış, aynı zamanda ABD ve Batı zihniyetinin Ilımlı İslam’dan neyi kastettiğini de su yüzüne çıkarmıştır.

-Onlar böyle bir din istiyorlar. Dinin referans alınmadığı, sadece şekli bazı ibadetlere hapsedildiği, harama, isyana, küfre giden yolların alabildiğine açık olduğu, liberal karakterinden dolayı rahatça müdahale edilerek insanların kolay yönlendirildiği, Batı ve batıla doğru yüzünü dönmüş, karmaşık ilişkiler sebebiyle müdahale olanaklarının kolaylaştığı bir toplum istiyorlar.

“Ölüme, ahirete, cennete bağlılıktan daha çok dünyaya ve içindekilere bağlanmış bir kitle istiyorlar.’’ Çünkü böyle bir topluluk, oyun ve eğlence olan dünya hayatının bu yönleri ile meşgul olarak, çevresinde ki bozgunculuk, insan hak ihlalleri, inancına yapılan saldırılara sessiz kalır. Çünkü beyinleri uyuşmuş, düşünme yetenekleri körelmiş topluluklar, zilletin, esaretin tercih edildiği bir hayattan memnun kalır. Doğar, nasıl ve neden yaratıldığını idrak edemeden ölür gider. Yeryüzünün imarı ile görevlendirildiğini, Allah’ın yeryüzünde halifesi olduğunu, kendisi dışında ki insanlardan da sorumlu olduğunu bilemeden ölür. İşte böyle bir kitle istiyor ılımlı İslam teorisyenleri. Yaptıkları ve yapmayı hedefledikleri bozgunculuğun önünde engel görmek istemiyorlar. Yeryüzü kaynaklarının değerlendirilmesinde kendilerine ortak çıkmasından rahatsızlık duyuyorlar.

Ama korkunun ecele bir faydası yok. Onların bir hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı var. “Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır.”(3/Al-i İmran, 54)

Onların sandığı gibi yeryüzünde herkes kafasını toprağa gömmemiştir. Herkes duyarsız, kişiliksiz, kimliksiz değildir. Allah’a iman eden ve O’nun Resulünü örnek alan, izzeti ve onuru ile yaşamayı ilke edinmiş, Allahı, Resulünü, cihadı ve şehitliği, dünyadan ve içinde bulunan her şeyden daha fazla seven, arzu eden Muvahhidler bugünde vardır. Ve inşaallah hep varolacaktır. Soyu kesilecek olan, mesnetsiz olan, kökü ve dayanacağı temelleri olmayan küfür ve onların günümüz temsilcileridir. Rabbimiz bu müjdeyi bize vererek direncimizin ve eylemliliğimizin zirveye ulaşmasına yol göstermektedir. “… Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” (26/ şuara 227) 02/03/2008 Hamza ER

 

2.ARŞİV.133

 

Cemaat üzerine
ABD Utah Üniversitesi Siyasal Bilimler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. M.Hakan Yavuz’dan bir mektup aldım.
Birkaç ay önce "Modernleşen Müslümanlar" (Kitap Yayınevi) adlı önemli kitabından söz ederken yazarın Fethullahçı olmasından kuşkulandığımı yazmıştım. 30 Mayıs tarihli "Fethullah Okulları ve Princeton Üniversitesi, vs." adlı yazımda, bir kez daha "Fethullahçı" olabileceğini yazdım.
Dr. M.Hakan Yavuz bugün okuyacağınız açıklama metnini gönderdi. Çok ilginç ve tartışma çıkartması olası, hatta tartışma çıkartması gereken bir yazı. Birlikte okuyalım:
* * *
"Daha önceki yazılarınızda da bazı çalışmalarımı ele almıştınız. Konu şahsımla ilgili olunca iki konuda size açıklama yapmak zorunda olduğumu hissettim. Söz konusu açıklamalarıma yer vermenizi özellikle rica edeceğim.
1. Ben, hiçbir zaman Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ne talebesi, ne de takipçisi oldum. Şimdiye kadar bu anlamda tüm cemaatlerden uzak durdum. Kısacası, ben kendimi cemaat mensubu olarak görmedim. Bazı cemaatler beni kendi mensupları şeklinde algılamış olabilirler. Kişisel görüşüm, Türkiye’de bir cemaate mensubiyetin büyük oranda ’yükselme’ veya ’belli kazanımlar elde etme’ amacı taşıdığıdır. Benim bunlara hiçbir zaman ihtiyacım olmadı. Öte yandan ben cemaat karşıtı bir insan da değilim. Bu bir çelişki gibi görülebilir. Ancak, bir sosyal bilimci olarak böylesine etkili bir olguya karşı da ilgisiz kalamazdım. Ne var ki söz konusu cemaatin bugünkü ’konumundan’ ciddi şekilde hem demokrasimiz açısından hem de toplumsal barış açısından kaygı duyuyorum. Bir akademisyen olarak bu kaygılarımı Reuters Ajansı’nda ve çeşitli gazetelerde dile getirdim. Rahatsızlık nedenlerim şunlar: 1) Cemaat samimi değil; cemaatin içeride ve dışarıda geliştirdiği birbirine zıt iki ayrı dili var; 2) Cemaat bir siyasi proje peşinde ve bu Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine uygun bir proje değil; 3) Cemaatin gerek içeride gerekse uluslararası alanda meşruiyet arayışı, dış aktörler karşısında zayıflığı, onu edilgen bir konuma sokmuş, bu nedenle işbirliği yaptığı uluslararası aktörlerle ilişkisi sorgulanmalıdır; (4) Cemaat özelde Said-i Nursi’nin Risale-i Nur’unu, genelde ise İslam’ı ’araçsallaştırmıştır’. Gittikçe İslam’sız bir İslam anlayışı hákim olmakta ve güce odaklanmış bu İslam anlayışı ahlaki çekirdekten uzaklaşmaktadır.
-Bunları görebilen biri olarak benim herhangi bir cemaat yapısına aidiyetimin olması mümkün değil. Cemaatler bana göre özgür düşünceye yer veremezler. Ayrıca, cemaatler doğaları gereği farklılıkları değil ’aynileşmeyi’ savunur. Bu bağlamda her zaman farklılıkların zenginlik kaynağı ve hayatın olağan yapısı olduğunu savunan, sosyal olguları anlamaya odaklanmış, düşüncelerle dans etmeyi seven biri olarak benim şu veya bu cemaatin ’talebesi’ olduğum iddiası doğru değildir."
Özdemir İNCE 13.06.08

 

2.ARŞİV.134

 

Nuray Canan'ın başörtüsü öyküsü

Nuray Canan Bezirgan, "Eğitimi engellediği gerekçesiyle" polis zoruyla okuldan çıkarılmış ve verildiği mahkemede 6 ay hapis cezası almış. Polis tarafından dövülerek çocuğunu düşüren Nuray Canan Bezirgan bu sebeple Kanada'ya iltica etmek zorunda kalmış. Türkiye'de başörtüsünden dolayı ilk hapis cezası da Bezirgan'a verilmiş. İstanbul Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu Tıbbî Dökümantasyon Bölümü ikinci sınıf öğrencisiyken başörtülü olduğu gerekçesiyle Final sınavından polis zoruyla okuldan çıkarılan Bezirgan, Türkiye'deki başörtüsü yasağını hayretle karşılayan mahkeme heyetinin 2.5 saat içinde aldığı kararla Kanada vatandaşlığına kabul edilmişti. "Türkiye Müslüman bir ülke değil miydi?" diyen mahkeme heyetine cevap vermekte zorlandığını belirten Bezirgan, yasağın kalkması halinde Türkiye'ye dönmeyi düşündüğünü söylüyor.


7 yıl aradan sonra Türkiye’ye dönme kararı ise şöyle açıklıyor:

Oğlum kardeşleri, arkadaşları ve bizimle iletişim kurarken İngilizce’yi tercih etmeye başladı..! Müslüman nüfusun az olması da diğer bir etken oldu..! Kanada vatandaşlarıyla bu bağlamda ortak paydamız az olduğundan Türkiye’yi özlüyordum. “… Hem çocuklarımın kültürel erozyona uğramalarının önüne geçmek- hem de kendi kökümüz Türkiye’de olduğu için dönme kararı aldım..."
-Bezirgan, 2.5 saat içinde kabul edildiği Kanada vatandaşlığını neden kabul ettiğine dair soruya ise şöyle cevap veriyor: "Yasak beni kaçırtmadı. Amacım, bu mücadeleyi yurt dışına taşımaktı. Kaçacak kadar korkak olsaydım zaten Türkiye'de bu kadar kendimi öne atmazdım." Vatan.11.06.08

Bu işin sonu nereye varacak?

Düşünce özgürlüğünün olmadığı bir yerde, ne basın ve iletişim özgürlüğü, ne bilim ve sanat özgürlüğü, ne de ülke yönetimine katılma, seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere temel özgürlüklerin hiçbiri olmaz. Ünlü Fransız düşünürü Voltaire'in "Düşüncene katılmıyorum ama onu söyleyebilmen için canımı veririm" sözü, yüzyıllar sonra da, hepimizin kulağına küpe olmalı.
-Onun için, "işte alçaklığın geldiği nokta" yorumunu yapmak, Türk halkının tümünün aynı şekilde düşünmesini sağlamak, robot bir halk yaratmak, aynı üniformayı giydirmek isteyenlerin işine gelebilir ama Türkiye'nin yararına olmaz. Her fırsatta Atatürk'ü ve Atatürkçülüğü kullanarak, Türk halkının üzerinde "terör estirenlerin" vardığı nokta burası olur.
-Kevser Çakır'ın arkadaşı Nuray Bezirgan, "Atatürkü sevmeme hakkı var mı? Başıma bir iş gelmeyecekse ben sevmiyorum" diyor. Ne kadar acı bir şey. Daha da acısı, özellikle, "başörtüsü dayatması" gibi dayatmaların bu sonucu sağladığını görmek. Bu çocuklardan alınacak ders, "korku salarak, dayatmalarla bir yere varılamayacağı" olduğu dersidir. Tabi halkın verdiği dersi alabilme becerimiz ve de becerileri varsa.
canaksin@bugun.com.tr 12 Haziran 2008

 

2.ARŞİV.135

 

Gençliğe Hitabe (Necip Fazıl Kısakürek)

Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre... Birincisi iki buçuk asır... Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi üç asır... Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir asır... Allahın, Kur'ân'ında 'belhüm adal-hayvandan aşağı' dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret... Ya dördüncüsü? .... Son yarım asır! .. İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören... Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilâkı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik...
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün 'dikey'leri 'yatay' hale getirecek bir çığlık kopararak 'mukaddes emaneti ne yaptınız? ' diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...

Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının evinin kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...
Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında 'Hakimiyet Hakkındır' düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...

Emekçiye 'Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın! ' diyecek... Kapitaliste ise 'Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! ' ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...

Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâmda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...

'Kim var? ' diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert 'ben varım! ' cevabını verici, her ferdi 'benim olmadığım yerde kimse yoktur! ' fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik...
-Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hâsılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik...
Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara 'siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi! ' diyecek ve gerçek müslümanlığın 'nasıl'ını ve 'ne idüğü'nü her haliyle gösterecek bir gençlik...

Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik...
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodomanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Allahın selâmı üzerine olsun...

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es! ...

Necip Fazı Kısakürek

 

2.ARŞİV.135

 

Mukteda Sadr: Silahlı direniş yalnızca özel bir grubun uhdesinde olacak

YDH-Sadr grubu lideri Mukteda Sadr, bir bildiri yayımlayarak genel politikalarını ve Mehdi Ordusu’nun faaliyetlerini yeniden belirledi.

YDH-Sadr grubu lideri Mukteda Sadr, bir bildiri yayımlayarak genel politikalarını ve Mehdi Ordusu’nun faaliyetlerini yeniden belirledi.

Sadr grubu üyelerinden Şeyh Abdulhadi el-Muhammedavi, Kufe Mescidi’ndeki cuma namazı hutbesinde Mukteda Sadr tarafından yayımlanan bildiriyi okudu.

-Mukteda Sadr, bildirisinde Mehdi Ordusu’na ve Irak halkına seslenerek “hepiniz biliyorsunuz ki bizim işgalcilere direnişten korkumuz yoktur. Direnişe devam edeceğiz ve bu yolda şehadete hazırız. Ancak şunu herkes bilmelidir ki direniş yalnızca belli bir özel grup tarafından yürütülecek ve ben bunu kendi el yazımla kaleme aldığım bir yazıyla ilan edeceğim” dedi.

-Bildirisinde söz konusu özel grubun niteliğiyle ilgili açıklamada bulunan Mukteda Sadr, “bu özel grup, şer’i hakimin izniyle ve Mehdi Ordusu’nun komutasında faaliyet gösterecek ve silah yalnızca bunların elinde bulunacak” dedi.

-Bu özel gruba, silahını işgalcilerden başkasına doğrultma izni verilmeyeceğini belirten Sadr, silahın hiçbir şartta Iraklı bir gruba karşı kullanılmayacağını söyledi.

-Sadr grubunun diğer üyelerinin silah taşıma yetkisinin bulunmayacağını belirten Mukteda Sadr, Sadr grubunun itikadi ve toplumsal alanlarda faaliyet göstereceğini ve küreselleşmeye karşı mücadelede halkı bilinçlendirmeye ve irşat etmeye devam edeceğini ifade etti. Bildirisinin sonunda Mehdi Ordusu’nu yapılan bu görev paylaşımına uymaya çağıran Sadr, bu görev bölüşümüne uymayanların direnişin düşmanı sayılacağını belirtti.13/06/2008  yakındoğuhaber

 

2.ARŞİV.137

 

Hazreti Süleyman'ın karıncayı imtihanı

Hz. Süleyman

Geçen haftalardaki haram mı helal mi diye başlık attığım yazıya yorum eklemiş sevgili Esra ve aşağıdaki metni göndermiş: Hz.Süleyman bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar. Karınca da, Bir buğday tanesi yerim diye cevap verir. Cevabın doğruluğunu kontrol etmek isteyen Hz.Süleyman (a.s) karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyar ve hava alacak şekilde şişeyi kapatır.

-Sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Hz.Süleyman (a.s) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar. Karınca da, "Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah (c.c) verirdi. Ben de O'na güvenerek bir buğday tanesini yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi.

Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden yarısını bıraktım der." paylaşmak istedim.  İkbal GÜRPINAR 14 Haziran 2008 

 

2.ARŞİV.138

 

İngiliz Lord Davenport’un kaleminden

İngiliz Lord Davenport’un İngilizce (Hazret-i Muhammed ve Kur’an-ı kerim) isimli kitabının 2. kısım ikinci faslı ve 1. sayfasında “İlme ve irfana Müslümanlardan daha derin saygı gösteren bir millet gelmemiştir” demektedir. 1755 tarihinde vefat eden Lord Davenport eserinde diyor ki: “Avrupa, bugün de Müslümanlara medyundur. Hazret-i Muhammed aleyhisselamın bir sözü (Şan, şeref ve üstünlük mal ile değil, ilim ve irfan ile ölçülür.)
-İslam Devletleri asırlarca en muktedir ellerde idare edilmiştir. Müslümanların üç kıta üzerine yayılması tarihin en şerefli zaferleri olmuştur... Batı’da Endülüs Müslümanları, ilim, fen tohumlarını saçarken, doğuda Mahmud-i Gaznevi ilim ve irfanı yayıyordu. Memleketi fen adamlarının kaynağı olmuştu. İslam hükümdarı, üretimi artırıyor, kaynaklardan topladığı serveti, iyi yerlerde memleketin ilerlemesinde kullanıyordu. Doğuda huzur, medeniyet böyle ilerlerken Fransa kralı (Yedinci Louis) Vitri şehrini ele geçirince şehri yaktırdı. Bin üç yüz insan da şehirle beraber yandı. O zaman İngiltere’de iç savaşlar ölüm saçıyordu. Toprak ekilememiş, her şey tahrip edilmişti. 14. asırda İngiliz-Fransız muharebeleri o kadar feci o kadar yıkıcı idi ki, tarihte benzeri görülmemiştir. Doğuda, İslam memleketlerinde ise 1351’de Delhi hükümdarı olan 3. Firûz Şah Tuğluk (rahmetullahi teâlâ aleyh) ölüm tarihine kadar nehirler üzerinde 50 sed, 40 cami, 30 okul, 100 han, 100 hastahane, 100 hamam, 150 köprü yaptı. Çok sayıda kanal açtı. Hindistan’da Şah Cihan’ın bütün memleketi huzur ve saadet içinde idi... Mühendis Ali, Murad Han’a, Delhi kanalını yaptırdı. Şehrin her yerine mermer fıskiyeler, şadırvanlar, hamamlar yapıldı. Her evde sular akıyordu. Memleket emniyet ve huzur içinde idi...”
-İngiliz ilim adamı Lord Davenport kitabına şöyle devam ediyor: “... Kur’an-ı kerim, dini vazifeleri ve günlük işleri, ruhun temizliğini, bedenin sıhhatini, insanların birbirlerine ve cemiyete karşı vazifelerini, haklarını, insanlara cemiyetlere faideli şeyleri, ahlak, ceza bilgilerini düzenlemektedir. Kur’an-ı kerim bir sistemdir. Canlıların, eşyanın her hâli, onun ile düzenlenir. Ahlak üzerinde çok titiz çok kuvvetlidir. Kur’an-ı kerim hep iyilik etmeyi emir ediyor. Sosyal adaleti kuvvetlendiriyor. Medeniyete kuvvetli tesir yapıyor. İnsanlara iyilik, saadet için Allah tarafından gönderilen en kıymetli kitabı, inat ve düşmanlık ederek saldırılarla karalamak kadar haksız ve gülünç, ahmaklık ve kötü bir iş düşünülemez...” M.Necati Özfatura 17.06.2008

 

2.ARŞİV.139

 

"dinci medya" (dini bir ticari ve siyasi unsur olarak yayınlarında kullanan medya anlamında!) satış bakımından yerlerde sürünüyor.
Vakit’in 32.166, Zaman’ın 25.154, Yeni Şafak’ın 16.837 adet bayi satışı var.
-Bunu yazdım diye hemen ortaya atılıp, "Ama bizim abonelerimiz var" diyeceklere şunu sorayım: Neden uluslararası tiraj denetim sistemi ABC’nin abonelikle ilgili standartlarına uymaya çalışmak yerine, Rekabet Kurulu üzerinde siyasi baskı kurdurarak, bu denetim sisteminin çökmesine yol açtınız?
mehmetyilmaz@hurriyet.com.tr 20 Haziran 2008

 

2.ARŞİV.140

 

Darbeciler ve uluslararası güç odakları  

özal'ın partisinin başına gelecek en büyük felaketti, geldi. Onun adı Mesut Yılmaz.. Yılmaz geldi, Hasan Celal Güzel gitti. çünkü Semra Hanım onu istiyordu. öyle oldu.. özal iki büyük yanlış yaptı. Emanetçi olarak Akbulut'u seçti ve bu arada partisini “O Adam”a emanet etti..
Ha bu Erdoğan'a ders olsun.. Bu iş emanetçi ile, ya da günü kurtarmaya yönelik hesaplarla olmuyor. Bu hesapla yapılan bütün atama, bütün düzenleme ve bütün ihaleler geri teper! Mücerreptir.. Gelinen noktada durum şu: İran'a müdahale beklemeye alınıyor ve Türkiye'de bir iktidar değişikliği ile sonuçlanacak sınırlı bir müdaheleye hayır! Darbe olmayacak. Mıntıka temizliği yapılacak..
Mesut Yılmaz AP'de Ufuk Uras'la polemiğe giriyor ve birtakım göndermeler yapıyor; “Ordu kışlasına dönemez” diyor. Ordu adına konuşuyor sanki. TUDEH'den örnek veriyor. Düşünce özgürlüğüne sınır getirilebileceğini ve parti kapatılabileceğini söylüyor.. Fanatik bir CHP'li gibi irticadan ve terörden söz ediyor..
-Utanç verici bir tablo.. Mesut Yılmaz'ın hemen CHP’ye üye olup İlhan Kesici ile birlikte siyaset yapması en doğru tercih olacak sanki.. Yılmaz ciddiye alınacak biri değil.. Konuşmayınca bir şey söyleyecekmiş gibi duruyor ama, konuşunca işte manzara bu! Herkesi kendine güldürmekten başka bir işe yaramıyor söyledikleri.. Bu adam bir zamanlar Türkiye'yi yönetti! Darbeciler böyle adamlarla yola çıktıkları sürece de dünyayı kendilerine güldürmekten, alay konusu olmaktan öte bir iş başaramayacaklar..
İddiaları ile dünyaya ne kadar yabancı, halktan ne kadar kopuk olduklarını farkedemeyecek kadar da öfke dolular.. Komik duruma düştüklerini bile farkedemiyorlar.. Şecaat arz ederken sirkatin söyleyen adamın durumuna düşüyorlar.. Sonuçta konuşmaları iyi oluyor..
-Bunlar ABD'yi aralarında Michael Rubin’in de bulunduğu bir avuç Neocon’dan ibaret zannediyorlar.. Peşine takıldıkları 3-5 MOSSAD Ajanı, CIA Ajanı Siyonistin oyuncağı oluyorlar.. Kılavuzları bunlar olunca da, varacakları yer belli.. AP'den gelen açıklamayı biliyorsunuz: "AKP kapatılırsa müzakereler durur." Bu arada ABD Dışişleri Bakanlığı da, Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'nin, AK Parti hakkındaki kapatma davasına ilişkin kararını verirken, halkın iradesini göz önüne almasını beklediklerini belirtti.
-“Hadi bu çağrıları duymamazlıktan, bilmemezlikten, görmemezlikten gelin bakalım! Sizin gücünüz ancak Millete yeter. Başörtülü kızlara yeter!’’
-
Yerli darbecinin hakkından, yabancı darbeci gelir.. Dış destek olmadan, halk darbe beklentisi içine sokulmadan darbe olmaz.. Ulusalcı söylemlere bakmayın, hepsi “bizim çocuklar”dır sonunda.. Darbeci çetelerin, örgütlerin hepsi aynı.. “Dinci”, “Kürtçü” farketmez! Tepeden inmeci bütün hareketler, ya izin verilen mayınlı tarlada top oynama meraklısı saflardan, ya da icazetli topluluklardan oluşur..
-Biz bilmiyor muyuz sanki bunların gerçek niyetlerini: “Sivil demokratik İslâm için ortak arayışı” içindeler.. Bu konuda “Kaynak ve stratejiler” üretmeye çalışıyorlar “Terör ve irtica sopası”nı birtakım adamların eline verip, bizi bu ağıla sokmaya çalışıyorlar.. Kemalist geçinen darbeciler gibi, bizim beynimizi ve kalbimizi değiştirme iddiasında değil bunlar, yediğimiz, içtiğimiz, okuduğumuz, seyrettiğimizle ilgileniyorlar. Onların istediği gibi yaşarsak zaten kalbimizin ve düşüncelerimizin değişeceğini, zamanla yaşadığımız gibi inanmaya başlayacağımızı biliyorlar. Biri döve döve, tehditle, hakaret ederek, baskıyla, şiddetle yapmak isterken, Avrupalı “dostlarımız”, bir doktor arkadaşın dediği gibi narkozla bu işi yapmak istiyor.. Kur’an-ı Kerim'i laiklerin yaptığı gibi, bütünü ile hayatın dışına itmek değil, sınırlandırarak bu işi zamana bırakmak istiyorlar. “Modern Müslümanlar” üretecekler. Daha doğrusu planları bu! Para ve mevki sahibi olanlar zaten kendiliğinden bu yola giriyorlar. Bunu gördüler ya; umutları arttı tabiî.. Bunun için de “Gelenekçileri ve Fundementalistleri” engelleyecekler. Birileri onlara bunu söylüyor.. Birilerini köşeye sıkıştırırken, birilerinin sırtını sıvazlayacaklar anlayacağınız.. Bu arada da Laiklik ve Kemalizm arka plana çekilecek. Her ikisinin de görünürlüğü azaltılacak.. Kemalistler istemeseler de bu böyle. İsterseniz İnt. Crisis Groub’un son raporlarına bir bakın. Ya yeni liberal, demokratik bir Kemalizm icad edeceksiniz, ya da!.. Yani anlayacağız CHP ve Cumhuriyet’in darbeci bir zihniyetle ürettiği nev-i şahsına münhasır Kemalizm algısının piyasası yok artık!
Hani lazım olunca her köşe başına “Türk Aleminin en büyük düşmanı komünistliktir, her görüldüğü yerde ezilmelidir. Mustafa Kemal Atatürk” diye tabela asanlar, gün geldi, bu tabelaları bir gecede topladılar. çünkü soğuk savaş bitmişti. Bizim bu derin Kemalistler, Mustafa Kemal'i bile soğuk savaşta karanlık emellerine alet etmeyi denemediler mi?.. Kimsenin ‘gık’ı çıktı mı? Gün geldi, aynı çevreler, yeşil mürekkeble baktıkları “kafirleri gördüğünüz yerde öldürün” diye gökten ayet meali yağdırdılar! Kimse laiklikten, irticadan söz etti mi?..
-Hadi şimdi AK Parti'yi kapatın da göreyim sizi. İşmardan anlamayan var mı?
Milletten korkmuyorlar ama, bunların tavsiyelerini dikkate almak zorundalar. Yoksa sonra başlarına gelecekleri bilirler.. Şimdi asıl sorun AK Parti'nin ödeyeceği diyet! AK Parti'nin kurtarılmışlık psikolojisi ile bundan sonra ne yapacağı. “Fazla germeyelim” yalanı ile kendini oyalamaya devam edip etmeyeceği.. Sarıkız ne olacak. Petrol kaçakçılığının üzerine gidebilecek misiniz? Yolsuzluklara dur diyebilecek misiniz? Ergenekon'un kardeşleri ne olacak? Anayasa değişikliğini ne zaman yapacaksınız?
Bana kalırsa TüSİAD’ın “konvansiyon” önerisi boşuna değil..  Derviş de tam zamanında geldi hani! Başka misafirlerimiz de var.
Ortalık görünenden çok daha hareketli.. CHP, darbeciler ve Kemalistler için haberler iyi değil..
Selam ve dua ile..
Abdurrahim Dilipak 21.06.2008

 

 

2.ARŞİV.141

 

Zihniyet devrimi gerçekleşmeden olmaz

Her şeyden önce, bir zihniyet devrimine muhtacız. Onun ardından eğitim seferberliği gelecektir. Zihniyet devrimi olmadan eğitimden sonuç alamayız.
-Aynı Türk işçisi, Almanya'da aynı işte çalıştığında, üretimi Türkiye'dekinin altı-yedi katı olmaktadır. Sebep, zihniyet iklimi. Zihniyetin kişideki varlığı şöyle dursun, kişinin bulunduğu ortamdaki etkisi bile büyük farklar hazırlıyor.

-Cumhuriyet'in en büyük getirisi, hazırladığı zihniyet devrimi idi. Onun içindir ki, günümüz Türkiye'sinde eğitim imkânları ve düzeyi Cumhuriyet'in ilk yıllarıyla kıyaslanmayacak ölçüde zengin olmasına rağmen, yitirdiğimiz aydınlığın oluşturduğu boşluk bizi geriye götürmektedir.

-Heyecan, vericilik ve yarışma arzusu, eğitimden çok, zihniyetin ürünüdür. Büyük idealler okuldan çok, toplum öncüsü büyük ruhların, ediplerin, şairlerin, düşünürlerin etki ve ilhamlarıyla vücut bulur. Zihniyet devrimlerini bu büyük öncüler hazırlar. Okul onu kalıcı kılar, geliştirir.

-İsrail, çölü yeşillendirirken, Müslüman dünya, o arada Türkiye yeşil alanları birer birer çölleştirmektedir. Finlandiya, orman arazilerini 1992’de devletleştirdi. AB’ye girmek için çırpındığımızı gören Avrupalı bize hiçbir zaman “Ormanlarınızı koruma altın alın. Çünkü orman artık ağaç değil, bir eko sistemdir” demiyor. 

-AB, bize bizim işimize yarayacak hiçbir öneride bulunmuyor... Önerdiklerinin büyük kısmı kendi işine yarayacak, bizi mahvedecek şeyler. AB’ye üyelikte kara sevdaya tutulan Türkiye ise ormanlarını 2B adlı hıyanet taslağıyla özelleştirme peşinde.

 

Devletleştirme bizde statükoculuk, gericilik, tutuculuk, çağdışılık, AB’de ilericilik, evrensellik.

Dışarıdan yönetilen ülkeleri, dışarıdan yönetenler işte böyle alaya alır, kazıklar.

Yeşilin önemi okullarda, din kitaplarında en etkili ifadelerle anlatılmaktadır; yani işin eğitim yanı halledilmektedir ama zihniyet yanı açıktır. Bunun içindir ki derslerden, vaazlardan hiçbir sonuç alınamıyor.

-Gelişmiş ülkelerin bazılarında öğrencilerin, okuldan eve giderken yolda rastladıkları çöpleri, ellerine tutuşturulan torbalara doldurduklarına tanık olabiliyorsunuz. Bu da, eğitimden önce zihniyet meselesidir.

-Ahlak, dürüstlük gibi temel insanlık değerleri de birer eğitim meselesi olmaktan önce birer zihniyet meselesidir.

Büyük kentlerimizin ana caddelerinde, arabalarında biriken çöpleri pencereden dışarı fırlatanlar içinde yabancı dil bilen yüksek diplomalılar da var.

-Ülkesini dış ülkelerde kötüleyen, ikide birde şikâyet eden, tazminat istekleriyle mahkemelere başvuran, Türkiye düşmanlığı ile prim yapan nice sözde Türk gördüm ki, hepsi ileri derecede eğitimli idi. Bazıları yazar-çizer, siyasetçi, aydındı.

 

Bir büyük diplomatımız, Kâmran İnan, şunu söylemek zorunda kalmıştır:

"Milletlerarası toplantılarda yabancılardan ziyade, kendi memleketleri aleyhinde faaliyet gösteren Türk lobileriyle mücadele etmek zorunda kaldım."

 

Zihniyet devriminin önünde iki büyük engel var:

1.                               Allah ile aldatmayı saltanat ve çıkar aracı yapan dinci-hurafeci-hıyanet,

2.                               Allah ile aldatma ihanetinden nemalanmak için ona destek veren menfaatçi-liberal hıyanet.

Bu iki hıyanet el ele vererek Türkiye’nin geleceğini, emperyalizmle işbirliği yapmış takıyyeci karanlığa teslim etmiştir. Türkiye, bugün, işte bu çift başlı ihanetin kahrından kurtulmanın mücadelesini veriyor. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK 24.06.2008

 

2.ARŞİV.142

 

Niçin Müslüman oldular?

Avrupa’nın meşhûr fikir adamı Roger Garaudy’nin 1982 senesinde, açtığı yolda, denizlerin kaptanı Cousteau rotasını İslâmdan yana çevirdi. 8 Nisan 1983 günü Bingazi’nin Karyünes Üniversitesinin konferans salonunda bir büyük ilim adamı, bir büyük yazar Roger Garaudy, “Evet, bugün ben Müslümânım. Niçin İslâmı seçtiniz, diyorsanız; İslâmı seçmekle çağı seçtim” diyordu.
70 yaşındaki Roger Garaudy ki, yıllarca Fransa’da komünist sistemin ateşli savunucusu olmuştu. İnsanların kurtuluşunu yalnız bu sistemde bulmuştu. Hıristiyanlığa karşı, düşüncesiyle, kalemiyle, hitâbetiyle büyük bir mücâdele veriyordu.
-Garaudy yakından tanınan bir bilim adamı idi. Son yıllarda Marksizm onun kaleminden yayılıyordu. Fakat, şimdi o büyük adam, hakîkati anladı ve bütün dünyâya şunları söyledi: “İslâm, çağları arkasında sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. Yani, İslâm dışındaki bütün dinler zamana uyduruldu. Reforma tâbi tutuldu. Mukaddes kitâblar zamâna göre tahrif edildi. Kur’ân-ı kerîm ise, indirildiği günden beri hep zamana hükmetti. O, zamanı değil, zaman onu izledi. Zaman yaşlandıkca o gençleşti. Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar, bunca savaşların bıraktığı korkunç, sosyal, siyâsî ve ekonomik sarsıntılardan dahâ büyük bir olaydır. İslâm, materyalizme de, pozitivistlerin görüşüne de, ekzistansiyalistlere de hâkimdir. Fakat, hiçbir şey İslâma hâkim değildir.
-Muhammed aleyhisselam, ‘Yarın ölecekmiş gibi âhirete, hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyâya çalışın!’ derken, her şeyi anlatmıştır. İslâm hem maddeye, hem de manaya hükmetmiştir. Öyle ise, bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl koparılabilir ki, İslâm, ‘İlim Çin’de de olsa gidip bulunuz. İlim ve fen müminin gayb olmuş malıdır, ara ve bul’ diyor. İlmin ve çalışmanın burada sınırı yoktur. İslâm, dünyayı sarsan bu iki olaya sınır koymadığına göre, dünyayı sarsmıştır.
İnsanı, mahlukların efdâli ve en şereflisi olarak bildirirken, onun sömürülemeyeceğini anlatmıştır. İsrafı, gösterişi ve lüksü yasaklayan, kazancı alın terindeki damlacıklarda arayan, biriken sermâyeyi fakire ölçülü ve ahlak hükümleri içinde aktaran, faizi, tembelliğe sebep olduğu için yasaklayan ve gayrimeşru serveti böylece imhâ eden bir sistemler manzumesidir. İslâm, halîfe ile kölenin aynı hakka sahip olmasını mecbur kılmıştır. Deve olayı vardır ki, bu kralların kılıçlarından daha keskin bir olaydır... Hazreti Ömer ile kölesi bir şehirden bir şehre giderken deveye sıra ile binerler. Zaman zaman, devenin yularını halîfe çeker, zaman zaman da köle... İşte adalet ve hukukta İslamın devrimidir bu.
Marksizm ile kapitalizmin ikisi de, insanı sömüren sistemlerdir. İslam bunlara karşı, insana prestijini iade eden bir semavi dindir.”

M.Necati Özfatura 24.06.2008

 

2.ARŞİV.143

 

PAKİSTANLI ÖĞRENCİ ABD ÖDÜLÜNÜ REDDETTİ

ABD kuvvetlerinin aşiret bölgelerine saldırılarına protesto eden Pakistanlı öğrenci Samad Hürrem, İslamabad'ta ABD büyükelçisinin kendisine vermek istediği dünyada bir çok öğrencinin almak isteyeceği akademik mükemmeliyet ödülünü reddetti.
-Hürrem, red karşısında şaşıran ABD Büyükelçisi Anne W. Patterson'a, "Aşiret bölgelerine son ABD saldırısını protesto ve ABD Pervez Müşerref'in yasa dışı eylemlerini desteklediği için bu ödülü kabul etmeyi reddediyorum." dedi.
-Hürrem, Root College International'ın 18 Haziran Çarşamba günü düzenlediği törende kendisine Büyükelçi Patterson tarafından sunulan Harvard üniversitesi burs ödülünü reddetmesiyle salonda bulunan herkesi şok etti.
-Samad Hürrem'in ödülü reddettiğine ilişkin sözleri üzerine Büyükelçi Patterson bir an ne yapacağını şaşırdı. Öğrenci tavrı salonda bulunanların alkışlarına yol açınca, yüzü kızaran Patterson salondakilere, "ABD hükümeti bu olaydan üzüntü duydu. Olay hakkında ortak bir araştırma yapılması için teklifte bulundu." dedi.
-Meşrulaştırma ve özürlerin yeterli olmadığını söyleyen Hürrem, ünlü Harvard Üniversitesi'nin hükümet departmanında 3. sınıf öğrencisi. İki hafta önce kendisine verileceği söylenen ödülü almak üzere Pakistan'a döndü.
-Gazetecilere konuşan Hürrem, "Ben protestomu yaptım. Amerikan halkına hükümetlerinin sadece bir diktatörü desteklemediğini aynı zamanda savaşla ilgisi olmayan masun insanları da öldürdüğünü söylemek istedim. Pakistan'daki bağımsız yargı kampanyasının bir parçası olmak istedim." dedi. Dünya Bülteni 20/06/2008

 

2.ARŞİV.144

 

KUDÜS'TE OKUNAN İLK HUTBE!

"Sultan Ebi el Muzaffer" künyeli Yusuf bin Eyyub Selahaddin el Eyyubi Hicri 4 Şaban 583, Miladi 10 Ekim 1187'de Kudüs'ü fethetmesinin hemen ardından ilk Cuma hutbesini okuma görevini Zekiyiddin Ali el-Kurasi'ye teslim etti. Bu hutbe İslam tarihinde önemli bir yeri olan Enes'in Tarih el-Kudüs kitabında ve Muciruddin el-Hanbeli'nin el-Halil isimli kitabında yer alıyor. Kudüs üzerindeki tartışmaların Filistin'de yaşanan önemli olayların ışığında bu önemli tarihi hutbeyi/belgeyi ilginize sunuyoruz…

 

Zekiyiddin Ali el-Kuresi hutbeyi okumak için kürsüye çıktığında ilk olarak Fatiha Suresi'ni başından sonuna kadar okudu:

 

1 - Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. 2 - Hamd o âlemlerin Rabbi, 3 - O Rahmân ve Rahim, 4 - O, din gününün maliki Allah'ın. 5 - Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!). 6 - Hidayet eyle bizi doğru yola, 7 - O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil.

 

Bundan sonra ekledi:

Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. (En'am Suresi, 45)

 

Daha sonra ise En'am Suresi'nin 1 ila 3. ayetlerini okudu:

 

1 - Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine başkalarını eşit sayıyorlar. 2 - Sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel takdir eden O'dur. Tayin edilen bir ecel de (kıyamet zamanı) O'nun katındadır. Sonra bir de şüphe ediyorsunuz. 3 - O, göklerde de, yerde de (tek) Allah'tır. Sizin gizlinizi, açığınızı ve ne kazandığınızı bilir.

 

Sonra İsra Suresi 11. ayetle devam etti:

 

İnsan, hayrın gelmesine dua ettiği gibi kötülüğün gelmesine de dua eder. İnsan pek acelecidir.

 

Sonra ise Kehf Suresi'nden şu ayetleri (1 ila 6. ayetler) okudu:

 

1 - Hamd, o Allah'a mahsustur ki kulu (Muhammed'e) kitabı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı. 2 - Onu dosdoğru (bir kitap) olarak (indirdi) ki katından gelecek şiddetli azaba karşı (insanları) uyarsın ve yararlı işler yapan müminlere kendileri için güzel bir mükafat bulunduğunu müjdelesin. 3 - Onlar orada sürekli kalacaklardır. 4 - Ve "Allah çocuk edindi" diyenleri de uyarsın. 5 - Bu hususta ne kendilerinin, ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne büyük bir iftiradır. Onlar, yalandan başka bir şey söylemiyorlar. 6 - (Ey Muhammed!) Demek onlar, bu söze (kitaba) inanmazlarsa, onların peşinde üzüle üzüle kendini helak edeceksin!

 

Nasl Suresi 59. ayetle devam etti:

 

Kendisine verilen müjdenin kötülüğü, dolayısıyla kavminden gizlenir. Şimdi acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak mı? Yoksa toprağa mı gömecek? Dikkat edin verdikleri hüküm ne kötüdür!

 

Son olarak Fatır Suresi'nin ilk iki ayetini okuyan el-Kurasi, ardından hutbesine başladı:

1 - Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah'a mahsustur. O, yaratmada dilediği kadar artırır. Gerçekten Allah her şeye kâdirdir. 2 - Allah, insanlara rahmetinden neyi açarsa artık onu tutacak, kısacak olan yoktur. Her neyi de tutar kısarsa, onu da, ondan sonra salacak yoktur. O, çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Zekiyiddin Ali el-Kuresi'nin hutbesi:

Zaferiyle İslam'ı yücelten, kuvvetiyle kafirleri alçaltan, buyruklarıyla sorunları çözen, kendisine hamd edenlere karşı sonsuz cömertlik sahibi olan, kurnazlıklarıyla saptırıcı kafirlerin elinde mahkum olduğumuz günleri adaletiyle değiştiren ve inananlar lehine sonuçlandıran, kullarını gölgesinde gölgelendiren ve de dinini tüm dinlere üstün kılan Allah'a hamd olsun…

-Şüphesiz ki o kulları üzerinde sonsuz güç sahibidir, onun yaratışında şüphe yoktur ve Onun dilemesi dışında sorunlar çözüme kavuşmaz ve de Onun hükümlerine kimse karşı koyamaz.

-Evliyalarını (dostlarını) kuvvetlendirdiği ve ensarına (yardımcılarına) zafer bahşettiği ve de Kudüs'ü putperestlerin kirliliklerinden ve zararlarından kurtardığı için zaferin sahibi olan Allah'a hamd olsun. Onun kendisinde saklı ve dışırayı zuhur eden tüm hissettiğimiz şeylerinde hamda tek layık olan O'dur, tüm hamd Onun üzerine olsun. Şehadet ederim ki Allah'dan başka ilah yoktur. Onun eşi ve benzeri yoktur. O kendi kendisine yetendir. O doğurmamış ve doğrulmamıştır. Bu Allah'ın tevhidiyle kalpleri mutmain olan ve bununla Allah'a hamd eden kimselerin şahitlik ettiği şeydir. Ve ben şehadet ederim ki Muhammed (salat ve selam üzerine olsun) Onun kulu ve elçisidir. O şüphelerin gidericisi, Şirk'in temizleyicisi ve yalanların aydınlatıcısıdır. O bir gecede Mescid-i Haram'dan Mescid'i Aksa'ya yolculuk eden ve oradan da Miraç'a yükseltilendir.

 

14 - Sidretü'l- Müntehâ'nın yanında. 15 - Ki Cennetü'l- Me'vâ onun yanındadır. 16 - Sidre'yi kaplayan kaplıyordu. 17 - (Peygamberin) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı. (Necm Suresi, 14-17)

Allah'ın selamı Onun (Muhammed'in), halefi ve iman edenlerin önde gelenlerinden Emir'le Mü'minin Ebu Bekir es-Sıddık'ın, Haçlı ayinlerini bu topraklardan ilk kovan Emir el- Mü'minin Ömer bin el-Hattab'ın, iki nurla birden evlenen ve Kur'an'ın toplayıcısı olan Emir el-Mü'minin Osman bin Affan'ın ve de tahrikçileri yok eden Emir el-Mü'minin Ali bin Ebu Talib'in, (peygamber Muhammed'in) ailesinin, ashabının ve onu dosdoğru takip edenlerin üzerine olsun…

-Ey insanlar, nihai hedefimiz olan Allah'ın rızasını ve cennette yüksek makamları kazanmak için güzel haberler aldık. Allah sizin ellerinizle Ümmetin kayıplarından bir kayıbı telafi etmeyi kolaylaştırdı ve 100 yıldır putperestlerin ellerinde kötüye kullanılan Kudüs, yeniden Müslümanların ellerine geçti. Allah, isminin yüceltilmesi ve anılması için, lobilerin yol boyunca tapınmak üzere yerleştirdiği putların kaldırılması için ve Tevhid'in esaslarının hakim kılınıp tüm şirk unsurlarının yok edilmesi için ve de bu Tevhidi esasların dualarla kuvvetlendirilmesi için evimizin temizlenmesine izin verdi.

-Öyle ki O (Kudüs), babanız İbrahim'in vatanı olması, Peygamberinizin (salat ve selam üzerine olsun) Miraç'ı olması ve İslam'ın ilk yıllarından namazlarınızda kullanmak üzere sizin kıbleniz olması için Allah'a hürmetle inşa edilmişti. Öyle ki O, Peygamberlerin meskeni, Evliyaların varış yeri, peygamberlerin mezarlığı, vahyin - helal ve haramların iniş yeri, davet ve yayılmanın toprağıdır.

-O, Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de bahsettiği ve Allah Resulü'nün (salat ve selam üzerine olsun) Allah'a en yakın meleklerle beraber dua ettiği Mescid-i Aksa'yı barındıran kutsal topraklardır. O, Allah'ın kulu, elçisi ve kelimesini gönderdiği ülkedir. Mesajıyla süslediği Meryem ve peygamberlikle şereflendirdiği İsa'nın ülkesidir Kudüs…

 

Allah şöyle buyuruyor:

Hiçbir zaman Mesih de Allah'ın bir kulu olmaktan çekinmez, Allah'a yakın melekler de. Kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini huzuruna toplayacaktır. (Nisa Suresi, 172)

 

91- Allah evlat edinmemiştir; O'nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her ilâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine galip gelirdi. Allah, onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir. 92- Allah, gaybı da, açık olanı da bilir. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir. (Müminun Suresi, 91-92)

 

17 - Muhakkak ki, "Allah, ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır. (Onlara) de ki: " Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helak etmek istese O'na kim engel olabilir? " Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah, her şeye kadirdir. 18 - Yahudiler ve hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. De ki: " O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah ) size azab ediyor?" Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Nihayet dönüş de O'nadır. 19 - Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada size Resulümüz geldi, gerçekleri açıklıyor ki, (yarın kıyamet gününde): "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah, her şeye kadirdir. (Maide Suresi, 17-19)

-O, iki Kıble'nin ilki, Kutsal camilerin ikincisi ve Kutsal toprakların üçüncüdür. O ve diğer iki mescidden başka hiçbir mescide özel ziyaret yapılamaz. Ayrıca o diğer iki mescidden ayrılamaz.

-Allah, kulları arasından sizi seçmemiş ve bu toprakların sakinleri arasından sizi yüceltmemiş olsaydı, bu fazileti kazanamazdınız. Böylece hiçbir kimse size denk olamaz ve sizin bu izzetinize yetişemez.  Rasûlullah'in mûcizesi, Bedir olayları, Sıddık'ın idealleri, Ömer'in fetihleri, Osman'ın orduları, Ali'nin korkutmaları (irhabi) sizinle yeniden gerçekleşti! Allah İslam'ın Kadısiye günlerini, Yermük destanını, Hayber kuşatmasını ve Halid'in saldırılarını sizin elinizle geri getirdi.

-Allah sizi ödüllerin en güzeli olan Resulü Muhammed (salat ve selam üzerinize olsun)'in övgüsüne mazhar kılsın, düşman içine dalarak gösterdiğiniz kahramanlığın ecrini versin, ona yaklaşmak için döktüğünüz kanları kabul etsin, size mutlu insanların karargâhı olan cenneti versin, Allah size bu zaferi kazandığınız için, karanlıkları aydınlığa çevirdiğiniz için, göklerin kapılarını açtığınız için, Melekleri hoşnut ettiğiniz için, Resullerin ve nebilerin yolunu sürdürüp, onları ferahlattığınız için size merhamet etsin, sizden razı olsun.

-Onun sizi kendi elleriyle Kudüs'ü kurtaran ve İman'ın mesajı yayıldığından beri benzer yerleri kurtarmak için kılıçları hazır bekleyen bir ordu kılması, sizi çorak topraklardan bereketli topraklara taşıması bir bağış değil midir? Bu topraklar Allah'ın kitabında bahsettiği ve övdüğü yer değil midir? Allah şöyle buyuruyor:

-Kulu Muhammed'i geceleyin, Mescid-i Haram'dan kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören O'dur. (İsra Suresi, 1)

-Bu topraklar, Yuşa'nın (salat ve selam üzerine olsun) fetih için hareket ettiğinde güneş batmak üzereyken Allah'a dua edip, güneşi durdurduğu ve fetihten sonra güneşin battığı topraklar değil midir? Bu topraklar, her şeye Kadir olan Allah'ın tebliğ etmesi için gönderdiği toplulukta Musa'ya ikisi hariç kimsenin tabi olmaması üzerine ve Rablerini unutmaları üzerine onları gayesizce dolaştırdığı topraklar değil midir? Öyleyse sizler İsrailoğullarının dünya uğruna döndüğü şeyde kararlılıkla sebet göstermeyi size nasip ettiği için bolca Allah'a hamd edin.

-Allah sizden önceki kavimlerin başaramadığını size nasip etti. Sizi parça parça olan kelimelerinizi bir araya getirdi ve kelimenizi zenginleştirdi. Allah sizi vaat ettiği şekilde bir araya getirdi ve sizi kendi askerleriyle birleştirdi.

-Yeryüzüne intikal eden melekler bu mübarek şehri Tevhid davasına hediye ettiğiniz, Allah'ın kelimesini yücelttiğiniz ve yaydığınız ve Putperestlerin ve Tiranların zararlarından bu şehri temizlediğiniz ve sapık ve batıl inanışları yok ettiğiniz için size teşekkür etmektedir. Bu yüzden göklerdeki melekler sizin bağışlanmanız için, dualarınızın kabulü için dua etmektedirler. Allah sizden razı olsun. Allah da yalnız kendisinden korkan ve kendisine sığınanları işte böylece muzaffer kılmış ve onları korumuştur.

-Artık bu zaferi takip edecek fantezilerden, bozulma işaretlerinden, intikam hırsından, aynı zamanda düşmandan çekinmekten, fırsattan istifade kafirlerin cesetlerini yağmalamaktan sakının. Gerçek cihad sadece Allah yolunda olan cihaddır. Gerçek mücahid ise kendisini Allah'ın rızası için feda etmekten çekinmeyendir. O halde Allah'ın ölçülerini gözetin.

-Şeytanın sizi saptırmasından ve "keskin kılıçlarımızla ve muhteşem atlarımızla kazandık" şeklindeki zafer sarhoşluğuyla sizi zulme sevketmesinden sakının. Öyle ki şeytan sizi keskin kılıç ve muhteşem atlarla bu topraklarda katliam yapmaya sevkeder!

-Hayır! Vallahi zafer yalnızca Allah'ındır. Öyleyse ey Allah'ın kulları, Allah'ın size bahşettiği bu büyük zaferden, bu büyük başarıdan ve size verdiği bu apaçık fetihten sonra yapacağınız büyük günahlardan ve itaatsizlikten dolayı Allah'ın sizin ellerinizi bağlamasından sakının! Aşırıya kaçmayın!

-Cihad… Cihad sizin ibadetlerinizin en hayırlısıdır, alışkanlıklarınızın en izzetlisidir. Allah için cihad ederseniz, Allah da size zafer bahşeder. Siz Allah'ın hükümlerini korursanız, Allah'da sizi korur. Siz Allah'ı hatırlarsanız, Allah da sizi hatırlar. Siz Allah'a hamd ederseniz, Allah'da sizi bağışlar ve yüceltir.

-Ve şimdi Tağutları dize getirin ve düşmanının kökünü kazın! Dünyanın geri kalanını da Allah ve Resulü'nü öfkelendiren bu pisliklerden temizleyin ve küfrün her türünü kazıyın. İslam'ın, Muhammed ümmetinin intikamını alacağınız günler sizi çağırıyor! Allahu ekber! Cihad, zafer ve hüküm Allah'ındır! Allah zalimleri utandırmıştır!

-Bilin ki, Allah'ın merhameti sizinledir. Çünkü bu şansız size tanımıştır, böylece onları yakaladınız ve avladınız, böylece onları yaraladınız, böylece ganimetler elde ettiniz, böylece görevinizi tamamladınız ve onlara üstün oldunuz, böylece azimle onların üzerlerine ilerlediniz, böylece sorunları çözdünüz, böylece onların cephanelerini ele geçirdiniz. Allah sizden sabreden 20 kişinin sayısını arttırdıda çok sayıdaki morali bozulan düşmana karşı zafer bahşetti. Allah şöyle buyuruyor:

-65- Ey Peygamber, mü'minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kafirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur. 66- Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za'f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 65-66)

-Allah, Onun emirlerini izlememiz için bize ve size yardım etsin ve ona itaatsizlik edeceğimiz konularda bizi dizginlesin ve bizi Ondan gelecek yeni zaferlerle nasiplendirsin.

-Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, artık ondan sonra size kim yardım edebilir? Müminler ancak Allah'a güvenip dayansınlar. (Al-i İmran, 160)

-Sarfedilen sözlerin en hayırlısı, yaydan çıkmış bir ok gibi en derin etkilisi ve insan aklınca en fazla anlaşılabilir olanı her şeye gücü yeten, mutlak bilgi sahibi Yüce Allah'a aittir:

 

Kur'ân okunduğu zaman, hemen susup onu dinleyin, umulur ki, rahmete nâil olursunuz. (Araf Suresi, 204)

 

Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla…

1 - Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ı tesbih etmektedir, O üstündür, hikmet sahibidir. 2 - Ehl-i kitaptan inkar edenleri, ilk sürgünleri yurtlarından çıkaran O'dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı, onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem de müminlerin elleriyle harap ediyorlardı. Ey akıl sahipleri! İbret alın. (Haşr Suresi, 1-2)

-Siz ve kendime emrediyorum Ey Allah'ın kulları; Allah bizlere yalnızca kendisine itaat etmemizi emretmiştir. Sizi ve kendimi menediyorum Ey Allah'ın kulları; Allah kendisinden başkasına itaat etmemizi yasaklamıştır. Ben bu kelimeleri kendime söylüyorum ve şehadet ediyorum ki benim, sizin ve dünyadaki tüm Müslümanlar için Allah en büyüktür, Ondan başka ilah yoktur ve hepimiz yalnız ondan bağışlanma dileriz.

-Ey Allah'ım senin kulunun kanunlarını galip getir. Yalnız senin iktidarına boyun eğen, senin cömertliğine minnettar olan, senin kudretine, keskin kılıcına, parlayan yıldızına ve dininin koruyuculuğuna sığınan, onu savunan, senin engellenmek istenen mukadessatının muhafızı, Kıymetli Liderimizi, Nasr'ın Kralı, inanç kelimelerinin birleştiricisi, Din'in ve Dünya'nın sultanı, İslam ve Müslümanların Sultan'ı, Kudüs'ü putperest Yahudilerin ellerinden kurtaran, Ebi el Muzaffer Yusuf bin Eyyub'u, İslam Devleti'nin emiri Emir'el Müminin Selahaddin Eyyubi'yi galip getir. Ey Allah'ım onu tüm topraklara yay, meleklerini onun sancağı etrafında topla, onu İslam dininin şahsında ödüllendir, Kur'an ve Sünnet yolunda onu ilerlet. Ey Allah'ım İslam için onun ruhunu koru, onun ayaklarını sabit kıl ve onun mesajını doğu ve batıya yay. Ey Allah'ım onun eliyle Kudüs'ü nasıl kurtardıysan Müslümanların hayal dahi edemeyeceği yerleri de yine onun elleriyle kurtar, onun elleriyle doğu ve batıdaki kafirleri mağlup et. Ey Allah'ım onu ve bizi hoşnut olacağın işlerde kullan. (Amin)

19 - (Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: "Ey Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi iş yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat." (Neml Suresi, 19) Press Medya 12/06/2008

 

2.ARŞİV.145

 

BEŞ MADDEDE GÜLEN'E BERAAT
BİR:
Bu karar, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın ilk çuvallamasıdır...
Beraat kararına ve bu beraat kararının üst mahkemeler tarafından onanmasına karşın... Gülen’in "terör örgütü lideri" olduğu yönündeki iddiasını sürdüren Başsavcı Yalçınkaya, açıkça mağlup olmuştur.
İKİ: Başsavcı Yalçınkaya’nın Gülen’e beraat kararının ardından, AKP İddianamesi’nde yer verdiği "...Terör örgütü lideri olmak suçundan yargılanan Fethullah Gülen..." cümlesini de revize etmesi gerekmektedir.
ÜÇ: Gülen için yapılan "Dönecek mi? / Dönmeyecek mi?" tartışmalarının bir anlamı yoktur... Gülen, ortam biraz müsait bir hal aldığında sessiz sedasız dönmeyi tercih edecektir...
DÖRT: Gülen ile Humeyni arasındaki benzerlik;

Ahmedinejat ile Bush arasındaki benzerlik kadardır...

Dolayısıyla kulağa ne kadar enteresan gelirse gelsin, Gülen’den bir Humeyni çıkarma gayreti, nafile gayrettir...
BEŞ: Beraat kararı, Gülen’in terör örgütü lideri olmadığını tescillemiştir... Yani Türk yargısı, Gülen’in "sistem açısından pek makbul bir zat" olduğunun kararını vermemiştir... Dolayısıyla Fethullah Gülen tartışmaları bitmeyecektir.

Ahmet HAKAN 25 Haziran 2008

 

2.ARŞİV.146

 

Yalnız değilsiniz, eksik değilsiniz dualarımız sizinle

Yahya Kemal Beyatlı, Madrid’de sefir-i kebîr/büyükelçi iken İspanyollar, Türkiye’nin nüfusunu sorarlar. “200 milyonuz” der. Gerçekteyse henüz 20 milyondayızdır. Soranlar şaşırırlar. “Nasıl olur?” Büyük şair, üstün tarih idrakiyle cevap verir “biz Türkler, ölülerimizle birlikte yaşarız...”
-Bu muhteşem tesbit, bütün zamanlarımız için muteberdir. Kore’de bir bayram sabahında paşalarımız, namaz kıldırıp kıldırmamakta tereddüde düşerler. Düşman uzakta değildir. Buna rağmen General Tahsin Yazıcı’lar, Albay Celal Dora’lar, bayram namazını edaya karar verirler, subay ve erat namaza durur, biraz sonra kalın bir sis tabakası çöker, cemaati âdeta saklar, namaz biter, sis kalkar.
Rauf Denktaş’ın Kıbrıs Harekâtına dair nakle ve şahadete dayalı anlattığı birçok hatıra vardır. Bunları okuduğunuzda tüyleriniz diken diken olur.
-Kore’dekilerin, Kıbrıs’takilerin kat kat fazlası Kurtuluş Savaşında, Çanakkale’de ve diğerlerinde vardır, tâ İstanbul’un fethine, Malazgirt’e, Bedr’e kadar uzanır. Savaşlarımızda yer altındakilerin yardımları, tasarrufları hep görülmüştür. Bunlar, evliyadır, şühedadır vs. Fakat destek, himmet, tasarruf sahipleri onlardan ibaret değil. Dirilerden de iyilerin, ak sakallı dedelerin, ak tülbendli ninelerin, anaların-babaların dua destekleri bir hakîkat. Duayı inkâr eden, kendini inkâr etmiş olur. Milli Takımımımız, Çekler ve Hırvatlar karşısında her şeyin bitti sanılırken mağlubiyetten çıkıp zafere koşması rakip takımları, dünyayı şaşkınlığa uğrattı. Bu hiç şüphesiz ki aklın değil, duanın gücüydü. Aynen tarihteki zaferlerimizde de böyle olmuştu. Türk’ün, Kürt’ün, Arab’ın, İstanbullunun, Şamlının, Erbillinin, Kosovalının, Cezayirlinin duası sahadaki oyuncuyu ateşleyen mânevî kudret olmuştu. Bunu en iyi futbolcularımız hissetmiş olmalı ki her biri söze duayla başlıyor, dua talebiyle bitiriyor. Bugün Basel’de ay-yıldızı dalgalandıracak futbolcularımızın arkasında yalnızca 70 milyon Türkiyelinin değil, 300 milyon Türk’ün değil, onların da dahil olduğu 1.5 milyar Müslüman’ın duası var. Bu da doğru fakat tamam değil. Sahadaki 15 aslanın arkasında 1.5 milyar dirinin yanı sıra 1.5 milyar da ölümüz mevcut. Biz 1.5 milyar diri, 1.5 ölümüzle birlikte yaşıyoruz. Rahim Er 25.06.2008

 

2.ARŞİV.147

 

İlk defa görüntülendi

O Dünyanın en güçlü Kadınlarından biri.

ABD'yle yaşanan gerilimlerle sık sık dünya gündemine gelen İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ı tanımayan yok. Ancak karısıyla ilk defa görüntülendi. Ahmedinejad Tahran'da bir konferans sırasında konuk cumhurbaşkanını eşiyle birlikte ağırladı Ancak yine de Ahmedinejad'ın karısını tanımak çok zor. Kara çarşaf içinde olan İran first ladysi siyah bir gözlük takmış. Ahmedinejad'ın karısının kaç yaşında olduğu ve isminin ne olduğuda kamuoyu tarafından bilinmiyor. Dünya - 27.06.2008

 

2.ARŞİV.148

 

Hedefler ve engeller

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Köksal Toptan “Hedefimizden vazgeçemeyiz... Ülkemiz 2008 sonunda dünyanın en büyük 15. ekonomisine, 2020 yılında ise 12 veya 13. ekonomisine sahip olacaktır. 2023 yılında ise Türkiye dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri haline gelecektir” dedi. 2001 yılında Türkiye dünyanın 26. ekonomik gücü idi. Bugün 17 hatta 15. olduğumuzu söyleyen dış kaynaklar vardır. Şu anda ise Avrupa’nın 6. büyük ekonomisi Türkiye’dir. Hedeflere ulaşmanın temeli siyasi istikrar ve bunun neticesi olan ekonomik istikrardır.
Son 5 yılda yani AK Parti iktidarında ihracat 36 milyar dolardan 120 milyar dolara yükselmiştir. Bu başarı asla küçümsenemez. Yine son 5 yılda eksi 8 küçülmeden artı 7 büyümeye geçildi. Bu rakam dünya rekorudur. Ancak şimdilerde Türkiye zor bir dönemeçten geçtiği için büyüme +4’lere inmiştir. 6 yılın ortalaması +7 büyüme Avrupa’nın en üstün büyümesidir. 1980 öncesi birkaç milyon turist ile turizm sektörünün geliri 1 milyar doların altında idi. 2007 turizm geliri 18 milyar dolardır. Birkaç yıl sonra ise hedef 30 milyon turist ve 25 milyar dolar turizm geliridir.
Güneydoğu’da GAP ile PKK terörü başladı. Turgut Özal’dan sonra gelen bütün iktidarlar (koalisyonlar) GAP’ı bitireceklerine söz verdiler. Ancak bu sadece vaad olarak kaldı. AK Parti iktidarı bölgeye 12.5 milyar dolarlık yatırım yapmak üzere bu projeye ciddi olarak başladı. Bazıları GAP’ın bitmesine karşıdır. GAP biterse PKK da biter. 2010 yılında İstanbul Kültür Başkenti olacak. Ve her yıl sadece kongre turizminden 5-6 milyar dolar gelecek. 2020 yılına kadar Türkiye’nin enerji yatırım ihtiyacı 120 milyar dolardır. Bunun 100 milyar doları elektrikle ilgilidir. Türkiye-Arap Forumunda konuşan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler “Birlikte çalışalım... Gelin helvayı birlikte yapalım” demiştir. AK Parti iktidarı 2040 yılına kadar “Su Eylem Planı” hazırlamıştır. Bu konuda 2012 sonuna kadar 3.5 milyar YTL harcanması öngörülmüştür. 2003 yılında Türkiye’de sadece 3 noktadan 25 havaalanına sefer yapılırken; bugün 7 noktadan 41 havaalanına sefer yapılmaktadır. (iç hatlarda)
Fransız Le Figaro, İngiliz The Guardian ve Amerikan New York Times söz birliği etmiş gibi “Türkiye barışın mimarı, Orta Doğu’da gerçekleşen olumlu görüşmelerin arkasında hep Türkiye var” şekilde yazmaktadırlar. Pek tabii yüz yıllık bir zaman seyrinden sonra Orta Doğu’da Türkiye’nin tekrar rol alması içeride ve dışarıda bazı güçleri tedirgin etmiştir...
M.Necati Özfatura 28.06.2008

 

2.ARŞİV.149

 

Eşi bulunmayan tek ilaç

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Dünyada en faydalı ilaç, maddi ve manevi bakımdan eşi bulunmayan tek ilaç, Kur’an-ı kerimdir. Bilinen bilinmeyen, görünen görünmeyen, maddi manevi her hastalığın, her derdin devası, şifası Kur’an-ı kerimdir. Kur’an-ı kerimin her bir harfi, yüz bin derde, yüz bin şifadır.
Müslümana niye bela geliyor? Bunun çeşitli cevabı var. İkisi şöyle:
1- Günahkâr Müslümanların günahlarına karşılık olarak bela verir. Bir Müslümana ne kadar çok bela geliyorsa, ne kadar çok sıkıntı geliyorsa, bu demektir ki, ahirette ona dokunulmayacak, ona hesap sorulmayacak. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Ümmetimin cezası dünyada verilir.)
2- Enbiyaya, evliyaya da çok bela gelir. Bunlara niye gelir? Allahü teâlâ bunlara bir derece, bir makam vereceği zaman bela verir.
Mesela, Yusuf aleyhisselam kuyuya atılmasaydı, o yüksek dereceye ulaşamazdı. Onun için Allahü teâlânın gönderdiklerine razı olmak lazım.
Çok insanın Allah demesi, Allahü teâlâ için değildir. Onlar kafasındaki şeye Allah diyor. Hayallerindeki tanrı adına ahkâm kesiyorlar. Allah’ın değil, kendi isteklerinin peşindeler. Allahü teâlâ, Habibini tanımadan kendisine yapılan ameli de, imanı da kabul etmez. Allahü teâlâ, Habibimi geçerek, arada o olmadan bana gelmeyin, onsuz olan hiçbir şeyi kabul etmem buyuruyor. Allahü teâlâ kendisine kavuşturacak her kapıyı kapatmış, tek kapıyı açık bırakmıştır. Bu tek kapı, Peygamber efendimizin mübarek kalbidir. Peygamberler dâhil herkes bu kapıdan geçmedikçe Allahü teâlânın rızasına kavuşamaz. Evliyanın zahiri [dış görünüşü] cahilin zehiridir. Cahil, bâtından haberi olmadığı için zahire bakar. Evliyaya, akılla, gözle kulakla giden helak olur. Müşrikler de böyle yapmışlardı. Ebu Cehil, Muhammed aleyhisselama Abdullah’ın yetimi gözüyle baktı. Ebu Bekr-i Sıddîk, âlemlerin Rabbinin Habibi gözüyle baktı. Ona her şeyini feda etti, her sözüne, (O söylüyorsa doğrudur) diyerek tam inandı, sıddîk oldu. Peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu. Onun için birisi Ebu Cehil oldu, diğeri Ebu Bekr-i Sıddîk oldu. Bu, nasip meselesidir. Mıknatıs molozu çekmez, içinde cevher olanı çeker. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları, mıknatıs gibidir. Kalbinde cevher olanı çeker. Kalbinde saman çöpü olanı çekmez. Büyükleri de, molozlar sevmez. İçinde cevher olanlar sever.
M. Ali Demirbaş 29 Haziran 2008

 

2.ARŞİV.150

 

İnancı uğruna Real Madrid'i reddetti

MADRİD
İspanya spor basını Sevilla'nın Malili yıldızı Müslüman futbolcu Seydou Keita'nın Real Madrid'in transfer teklifini reddedip, ezeli rakibi Barselona'ya gitmesiyle çalkalanıyor. İspanya basınının haberlerine göre, 28 yaşındaki Seydou Keita'nın önümüzdeki sezon için Real Madrid'ten astronomik bir transfer teklifi aldığı ancak, bu cazip teklifi, kulübün mor beyaz forması üzerinde taşıdığı kumar ve bahis reklâmları nedeniyle reddettiği öğrenildi. 30.06.2008

 

2.ARŞİV.151

 

Ordu ve Din.

1952"de Siyasal Bilgiler Fakültesi"nde okumak için Ankara"ya gittim. 1956"da yüksek tahsilimi bitirdim, bir sene Erzurum"da Yedek Subaylık yaptım, iki sene kadar Diyanet İşleri Başkanlığı"nda mütercim kadrosuyla çalıştım. 1960"ta gazetecilik yapmak maksadıyla İstanbul"a gittim. O yılları çok iyi hatırlıyorum. 50"li yıllarda sokaklarda çok sayıda üniformalı subay görülüyordu. Asker sivil iç içeydi. Hacı Bayram Camii"nde vakit namazlarında cemaat içinde üniformalı subaylar bulunurdu. Başlarına namaz takkelerini geçirirler, saf içinde sivillerle birlikte ibadet ederlerdi. Hatta 50"li yılların sonunda adı geçen camide, rütbesini şu anda tam hatırlamıyorum, ya yarbay ya albay, uzun boylu bir subay zaman zaman Yunus Emre"den ilahiler okurdu.
-Öğrencilik yıllarımda Yüzbaşı Dr. Dursun Bey ile tanışmıştım. Mevki Hastahanesi"nde intaniye ihtisası yapıyordu. Tarikat mensubu, son derece dindar, takvalı, faziletli bir Müslümandı. Ankara"nın korkunç sıcaklarında haftada iki gün nafile oruç tutar, akşam Namık Kemal Mahallesi"ndeki evine dönerken yolda bir misafir bulur, birlikte iftar açardı. O tarihlerde Ankara İlahiyat Fakültesi"nde üniformalı öğrenciler okuyorlardı. Mezun olduktan sonra moral subayı olarak birliklerde vazife görüyorlar, namaz kıldırıyorlar, vaaz ediyorlardı.
Askerî birliklerde camiler, mescitler vardı, namaz kılınırdı.
-Diyanet İşleri Başkanlığı o tarihlerde Ulus"a yakın bir yerdeydi. Saman Pazarı"na çıkan yolun karşı tarafında Hava Kuvvetleri Genel Kumandanlığı bulunuyordu. Cuma günleri garnizonun kapıları herkese açık olur, isteyenler içeride kılınan Cuma namazına iştirak ederlerdi. (Cuma namazının şartlarından biri de, kılındığı yerin kapısının herkese açık olmasıdır...)
Bu memlekette halkın yüzde 15"i beş vakit namaz kılıyorsa, subay ve astsubayların içindeki namaz kılanların da bu oranda olması tabiî değil midir? Aradan uzun yıllar geçti, sokaklarda, camilerde üniformalı subay görünmez oldu. Eskiden dindar subayların hanımları örtülü idi, kimse buna karışmazdı. Duyduğuma göre şimdi böyle bir şey mümkün değilmiş. 50 sene önce tarikat mensubu subaylar vardı; onların dindarlıkları, sufîlikleri, kimseye göstermeden tenhada çektikleri zikirler, yaptıkları tesbihat kimseyi rahatsız etmezdi.
Kurum olarak Ordumuzu tenzih ederek ve çok dikkatli şekilde yazıyorum. Maalesef birileri, bir zihniyet en tabii, en normal, en haklı dinî hizmetleri ve faaliyetleri bir tehdit ve tehlike olarak algıladılar. Dindarlara karşı, demokrasiye ve insan haklarına aykırı baskılar, korkutmalar, sindirmeler yaptılar.
-Dine ve dindarlara karşı yapılan bu olumsuz işlerde maalesef bazı dinî cemaatlerin ve hiziplerin yanlış tutumları büyük rol oynamıştır.
Dinî bir cemaat, orduya sızmaya ve onu ele geçirmeye çalışıyor... Bu yanlış bir metod, siyaset ve stratejidir.
Ordu ülkenin ordusudur, halkın ordusudur, devletin ordusudur. Ülke ve halk ne kadar Müslüman ise, o kadar Müslüman olacaktır. Dinî bir cemaatin orduyu ele geçirmek teşebbüsü dengeleri bozar ve neticede bugünkü duruma yol açar. 30-40 yıl önce Ankara Hava Harp Okulu"nda, isteyen öğrencilerin ve personelin gittiği, serbestçe namaz kıldığı bir mescit varmış. Okulu birtakım cemaatler, hizipler, şucular, bucular ele geçirmeye çalışıyormuş. Bunların mensubu öğrenciler okul mescidinde birbirleriyle kaynaşmıyormuş, ayrı ayrı oturuyorlarmış... Hizip ve cemaat asabiyeti... Çok yanlış, çok yanlış... Medenî ülkelerin ordularında dindarlık da, dinsizlik de serbesttir. Fransız istihbaratının bir raporunda okudum, en fazla mühtedi Müslüman olmuş Fransız ordu mensupları içindeymiş.
-Bir Hıristiyan ülkenin ordusundaki Müslüman erlere, subaylara domuz eti yedirilmez.
Talihsiz Türkiye"mizde din ile devlet, din ile resmî ideoloji, din ile rejim arasında maalesef müzmin, bitmez tükenmez, had safhada bir çekişme mevcuttur. Bunun giderilmesi lazımdır. Fransa gibi laik bir ülkede din ile devlet barışıktır.
-Din ile ordu da barışık olmalıdır. Bir subay, öyle arzu ediyorsa, kimseden korkmadan, çekinmeden namaz kılabilmelidir. Dindar bir subay, hanımının başını örtebilmelidir.Siyasete karışmamak, din sömürüsü yapmamak şartıyla tasavvufî bir gruba dâhil olabilmelidir.
Türk toplumu ne kadar dindarsa, ordu içindeki dindarlık da o nispette olmalıdır. Bir Müslüman olarak, herhangi dinî bir cemaatin orduyu ele geçirme, orduya sızma teşebbüs ve faaliyetlerine karşı çıkarım. Çünkü böyle bir şeyin zararı büyük olur. Nitekim görülüyor. Yine bir Müslüman olarak, ordunun dindar bir ordu olmasını temenni ederim. Bendenizde Osmanlılar zamanında basılmış tarikat, tasavvuf, dinî ahlâk kitapları var. Bunların büyük kısmı Bahriye Matbaasında (Deniz Kuvvetleri Basımevi"nde) basılmış. Demek ki, Osmanlılar zamanında Deniz Kuvvetleri çok dindar, çok sofu, tasavvufla iç içe olan bir askerî kurummuş. Böyle bir şeyden dolayı iftihar ederim.
-Kutsal dinin istismar ve istihdam edilmesine, yani sömürülmesine karşıyım. Böyle sömürüler yapanları lanetliyorum, onları Müslüman bile görmüyorum. Alçak ve rezil insanlardır...
Ulvî olan dinin, süflî (alçak) politika entrikalarına, şahsî nüfuz ve menfaat hesaplarına alet edilmesini asla kabul etmem.
Takiyye yapmıyorum, yalan söylemiyorum. Kurum olarak orduyu çok severim. 1959"da Erzurum"daki yedek subaylığımın son gününde herkesle vedalaşmış, helâllik almış ve odama dönerek hüngür hüngür ağlamıştım. Askerlik bitti diye sevincimden ağlamamıştım, askerlikten ayrıldığım için, üzüntümden ağlamıştım... 08 Temmuz 2008 Salı Mehmet Şevket Eygi

 

2.ARŞİV.152

 

Din üzerinden sömürü

Kendi dinlerini değiştiren ve değiştirmeyi sürdüren Yahudilerin ve Hıristiyanların, başkalarının dinini ve özellikle de İslâm dinini  değiştirmek, menfaatlerine uygun bir hale getirmek için çalışmaları gayet tabiidir. Tabii olmayan, bazı Müslümanların da bu şer oyunda rol almasıdır. ‘Dinlerarası Diyalog’, ‘Medeniyetler İttifakı’, ‘Yeni Osmanlıcılık,  ‘Ilımlı İslâm’ ve ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ile amaçlanan, İslâm dinini değiştirmektir. Sömürücüler, bu amaçlarını gizliyorlar mı? Hayır, açıkça ifade ediyorlar. İşte size iki örnek: W.S. Alder şöyle diyor: “Amacımız, bir dünya organizasyonu, bir dünya ekonomisi ve bir dünya dini kurmaktır”. Neo–conların büyüğü Norman Podhoretz de amaçlarını şu sözlerle açıklıyor: “İslâmiyeti ortadan kaldırmak ve salt seküler bir ritüele indirmek”.

-ABD’de başta İslâm dini olmak üzere bütün dinleri değiştirmek ve bir dünya dini oluşturmak için ‘Uluslararası Din Hürriyeti Komitesi’  (IRFC) kurulmuştur. Komiteye bağlı, demokratik usulle karar alan bir de ‘Dindarlar Parlamentosu’ vardır ve bu parlamentoda değiştirilecek dinlerin temsilcileri, daha doğrusu  ajanları, üye olarak bulunmaktadır. Söz konusu komite, İslâm dini için hazırladığı şeytani projelerine bir yenisini daha ekledi. O da, Papalık gibi menfaatlerine hizmet edecek ‘sözde Hilâfet’ projesidir. ABD’nin ‘Milli İstihbarat Konseyi’ tarafından hazırlanan “Geleceği Haritalandırmak” adlı raporda, 2020 yılında Müslümanlar arasından bir halifenin çıkarılacağı görüşü yer almaktadır. Harvard Üniversitesi profesörlerinden, New York Dış İlişkiler komitesi üyesi Noah Feldman da, “İslâm Devleti’nin Düşüşü ve Yükselişi: Batı ve Doğu’ya Etkileri” adlı kitabında, hilâfetin tekrar geri gelebileceğini yazmaktadır.

-ABD’nin hilâfet projesi, CIA tarafından da bütün dünyaya duyurulmuştur. Hilâfeti tekrar diriltmekten ABD Başkanı Bush ve yardımcısı Dick Cheney de çok kere söz etmiştir.ABD Başkanı Bush, “Müslümanlarla bir mesele olunca çözemiyoruz, ortada kalıyor. Çünkü Müslümanların bir dini lideri yoktur” sözleriyle, hilâfetin diriltilmesinin gerekliliğini vurgulamıştır. ABD Başkanı Bush böyle söyler de, Türkiye’de onu seslendirenler olmaz mı? Elbette olur. Bunlardan biri de ünlü işadamı Rahmi Koç’tur. Rahmi Koç şöyle diyor: “Bence Müslümanların bir başı olması lâzım ki, tek söz sahibi olan, tek güç olan, tek patron olan, tek din lideri olan birisinin olması lâzım. Çünkü her ülkenin bir dini lideri var. Bakın bizde yok” (Bkz. İsmail Şefik Aydın, Uyan Türkiye–Tarih Tekerrür Etmemeli, s. 443). Rahmi Koç, bu görüşünü her platformda dile getirmektedir. Meselâ, bir başka yerde şöyle demiştir: “Bizim  Hıristiyanlar gibi bütün Müslümanları temsil edecek bir dini liderimiz yok. Dışarıda bunun eksikliğini çekiyoruz”. “Yani keşke Halifelik kalsaydı mı demek istiyorsunuz? “ diye soranlara da şöyle dedi: “Aman aman böyle ifadeler yanlış anlaşılabilir. Ben kalsaydı demiyorum. Gelsin de demiyorum, söylemek istediğim şudur: ‘Bütün Müslümanları temsil edecek bir dini patron olsa iyi olur’. Bu işin nasıl olacağı hiç tartışılmadı” (Bkz. Türkiye Gazetesi, 6 Kasım 2001).
-Rahmi Koç, bu konuda yalnız değildir. Onun gibi sağda solda konuşanlar çoktur. ABD’li diplomat John Kunstadter ile Anadolu’da dolaşan M. Faruk Demir, Tempo dergisinde, hilâfet gibi global bür üst kurumu Türkiye’nin oluşturmasından bahsediyordu. Aynı dergi, Hizbut Tahrir örgütünün Türkiye sözcüsü Yılmaz Çelik’in şu sözlerine yer veriyordu: “Biz, İslâmi olmayan bir toplumu, Türkiye’yi kökten tamamen değiştireceğiz, hilâfeti getireceğiz, Hilâfetin merkezi İstanbul ve Topkapı Sarayı olacak. Silâh kullanmadan orduyu da ele geçireceğiz. Bizim için asıl cihad, Hilâfetin İstanbul’da kurulmasından sonra başlayacak. Hilâfet kurulduktun sonra hemen cihad ilân edeceğiz. Tarikatlara ve cemevlerine yasak getireceğiz. Çünkü, nakşibendilik, Kadirilik, Mevlevilik gibi tarikat ve cemaatler bir zafiyetin sonucudur”. Hilâfetin diriltilmesindeki amaç, bundan daha güzel anlatılabilir mi? Demek ki amaç, Müslümanlar arasında fitne çıkarmak ve Müslümanların birbirlerini öldürmelerini sağlamaktır.M. Hilmi Yıldırım 12.07.08

 

2.ARŞİV.153

 

Aydınlanma İmanı

Çoğu zaman farkına bile varamadan her şeye 'Aydınlanma İmanı' ile anlam veren Müslüman, gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikliyor.

Bu iman Müslüman'ın zihninde dünyeviliği temel gerçeklik, uhreviliği ise tamamen nazari bir alan haline getiriyor. 'Aydınlanma İmanı' bir tasma...

-ONU TUTANIN BAŞIMIZI ÇEVİRDİĞİ YÖNE BAKABİLİYORUZ SADECE. İliklerimizdeki şeytanı geçtik, burnumuzun dibindeki kötü adamı göremiyoruz. Hatta çoğu zaman kötü adamı iyi adam gibi görüyoruz. Biraz daha üst sorumluluk katına çıkınca; meselâ cemaat veya siyaset önderi olunca, koynumuzdaki kötü adamı ya iyi adam veya katlanılması kaçınılmaz adam sayıyoruz.

-O arada farkında varamadan veya azıcık şüphelenerek mahremimize soktuğumuz işbirlikçi ve hatta casuslar da cabası! Bilinçaltına sinmiş 'Aydınlanma İmanı' Müslüman'a marazi bir iyimserlik aşılayıp, gelen günün öncekinden iyi olmasına şartlandırıyor. Şüphesiz gelen günün bir öncekinden daha parlak olmasını ummak ve ona çalışmak marazi bir iyimserlik değildir.

-Marazi olan iyimserlik, farkına varamadan geleceğin parlak olacağına şartlanmışlıktır ki, insana kendini, çevresini, cemaatini ve partisini kutsatır. 'Aydınlanma İmanı' yüzünden binek edindiğimiz, altın kaplamalı teneke 'ilerleme oku' bize dünyanın daima güzele ve doğruya gidebileceği kuruntusunu yaşatır. Oysa Müslüman insan, Aydınlanma'nın şartlandırmasından arınarak kendi geçmişine bakabilse hakikati görecek...

-'Saadet Asrı' diye inandığı hakiki altın çağda bile iyi ile kötünün, acı ile sevincin yan yana yürüdüğünü ve insanın imtihan düzeninin bu temelde kurgulandığını hatırlayıp kendine gelecek. Bu da onu hiç değilse 'En iyisi benim cemaatim, benim partim' şartlanmasından -temennisinden değilkurtaracak. Böylece feleğin cilvelerine karşı sığınma hali içinde olacak, sadece bildiği günahları için değil, -iki gündür dilime doladığım- Aydınlanma vehmiyle bağlantılı derin algı çöküntüleri için de tövbe edebilecek...

-Özellikle Müslüman önderler, çağımızın ilahi imtihan düzeninde kendi ayaklarına bağlanmış Aydınlanma zinciri yüzünden yanlış cevap kutularına doğru yürürler çoğu zaman. DOĞRU KUTULARDA İSE BAİZZAT Hazret-i PEYGAMBER’İN YAŞADIĞI CİLVELER VARDIR. Kendisinden dini öğrenmek için istedikleri eğitimli arkadaşlarını şehrin dışına çıkar çıkmaz öldüren düşmanlarının verdiği acı gibi... Her işe gücü yeten ve gerektiğinde sevgili elçisine bütün tertip ve ihanetleri haber veren Allah bu olayda hiçbir işaret sunmaz...

-Tarihimizin büyük adamları da koyunlarında nice muzır insan taşımış ve onlardan kötülükler görmüşlerdir. Büyük Fatih'in fetihten sonra hemen Anadolu Türkleriyle İstanbul'u şenlendirme çabasına, Çandarlı Halil Paşa'nın yerine tayin ettiği mühtedi paşanın engel olmaya çalışması gibi...

-Yine temkinli/uyanık Abdülhamit'in burnunun dibindeki Arap İzzet Paşa meselâ... Bu paşanın, Babıâli'ye Girit'i feda ettirme karşılığında 4 milyon Frank pazarlığı yaptığına dair ihbarlar, dönemin hükümet başkanı Halil Rıfat Paşa tarafından bile ciddiye alınmıştır. İbretler sayısız, ibret alan yok denecek kadar sayılı... 'Aydınlanma İmanı', küresel şeytancılığın boynumuza geçirdiği tasmadır...Ömer Lütfi METE 13.07.2008

 

2.ARŞİV.154

 

“Tarihin Sonu” Öyle Değil Böyle Yazılır

Habil ile Kabil"den beri süre gelen Hakk-Batıl savaşı asrımızda yeni bir dönüm noktasında. Binlerce yıldır sürmekte olan bu savaş, ilahi mukadderatın belirlediği yöne doğru akmakta: “biz istiyoruz ki mustaz"aflara lütfedelim, onları yeryüzünde önderler ve varisler kılalım” (Kasas 5) “O, kendisine ortak koşanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir.” (Saf 9) “..Muhakkak yeryüzüne benim salih kullarım varis olacaktır." (Enbiya 105)

-Tuğyan ve istikbar azgını Firavun “Benim en büyük Rabbiniz” (Naziat 24) demişti kavmine: Amerika"nın yeryüzünde küstahça azgınlaşıp kendisini dünyanın rakipsiz efendisi ve patronu ilan ettiği gibi! NATO, AB gibi oluşumların yeryüzünün yazgısını ele almaya kalkıştığı gibi! Zira orduları vardı; güçleri, sermayeleri, üsleri, paktları, filoları…

-Dünyanın 50 ülkesinde askeri üssü bulunan Amerika! Her yıl silah harcamalarına milyarlarca dolar ayıran Amerika! İslam ülkelerin çoğunluğunun yönetimlerini kendisine kukla edinen Amerika! Akdeniz"de, körfezde uçak gemilerini dolaştırarak gözdağı veren Amerika! Afganistan ve Irak işgalleriyle yeni bir Ortadoğu kurmaya kalkışan Amerika!

-Bir zamanlar güneş batmıyordu Britanya"nın üzerinde: kıtaları ve ülkeleri işgal etmişlerdi…

Ve İsrail! 1948"de bir hançer gibi saplanmıştı İslam dünyasının kalbine. 60 yıldır işgal, saldırı, katliam ve soykırımlarıyla Ortadoğu"nun küçük ilahı gibi görülüyordu. Savaşlara girip orduları dağıtıyor, önüne koyduğu Siyonist projeyi, Büyük İsrail"i gerçekleştirmek için adım adım ilerliyordu; Sedat gibiler bükemediği bileği öpmeye başlamıştı…

-Fukuyama “Tarihin Sonu”nu yazmıştı ama, kimlerin sonunun geldiğinin adını yanlış koymuştu. 1989"da yazdığı ve sonradan kitaplaşan makalesinde, ABD önderlikli emperyalizmin küresel galibiyetini ilan eden Fukuyama, belki iyi bir “reel politik” örnekliği sergilemişti: ama bu reel politiğin geçersizliği tarihin her döneminde ispatlanmıştı: zahiri ve maddi güçler suyun üstündeki kabarık bir köpükten başka bir şey değildi…

“…Fakat köpük atılır gider” (Ra"d 17)

Fukayama “Tarihin Sonu”nu keşke 1989"da değil de, on yıl öncesinde 11 Şubat 1979"da yazsaydı: zira 11 Şubat 1979, gerçekte, evrensel galibiyeti ilan edilen Amerika için “sonun başlangıcı” idi.

-Fukayama gaflet gösterip 11 Şubat 1979"u atladı belki ama, Temmuz 2006"da Ortadoğu"nun küçük ilahı İsrail tarihinin en büyük bozgununu yediğinde “Tarihin Sonu”nu yazmalıydı.

Fukayama bunu da atladı…

İsrail Lübnan"dan ve Gazze"den kaçtı..

Fukayama bunu da atladı…

Amerika Afganistan"da battı, Irak"ta hüsrana uğradı…

Fukayama bunu da atladı…

Küçük bir anekdot:

İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu Komutanı: Amerikan donanmasını Fars körfezinin diplerine gömeceğiz! İmam Hamenei'nin temsilcisi: İsrail'in kalbini vurup Amerika'nın bütün dünyadaki hayati çıkarlarını ateşe vereceğiz! İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu Komutanı: Amerika'nın bölgedeki 32 üssünü vuracağız! İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı: Saldırganların ellerini keseceğiz!

-İran "Büyük Peygamber 3" tatbikatıyla 2000 km menzilli füzelerininin denemesini başarıyla denedi.. İran şimdi de hava tatbikatına hazırlanıyor... İran düşman radarlarına yakalanmayan hayalet uçaklarının seri üretimine başladı...

.....

Yani:

İran"a karşı savaşa hazırlanan yeryüzünün azgın ve küstah firavunları için Kur'an "Tarihin Sonu"nu yazıyor:

“Biz istiyoruz ki mustaz"aflara lütfedelim, onları yeryüzünde önderler ve varisler kılalım” (Kasas 5) “O, kendisine ortak koşanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir.” (Saf 9) “..Muhakkak yeryüzüne benim salih kullarım varis olacaktır." (Enbiya 105)

Bay Fukuyama, “Tarihin Sonu” öyle değil, böyle yazılır…! Nureddin Şirin 16.07.2008

 

2.ARŞİV.155

 

'KUR'AN'IN GÖLGESİNDE BİR ŞEHİD; SEYYİD KUTUB' VE BUGÜNÜN SÖZDE İSLAMCILARI

Kur'an'ı işlerine geldiği gibi yorumlayarak kendi düşünce ve pratiklerini Allah'a onaylatma çabasındaki birtakım sözde İslamcıların son dönemde, Seyyid Kutub'un 'Yoldaki İşaretler' adlı eseri üzerinde spekülasyonlar yapmak suretiyle bu onay arayışlarını sürdürdüklerini görüyoruz. Bu da bize, Kur'an ve sahih sünnetin yanı sıra şehadetinin üzerinden 42 yıl geçmesine karşın Seyyid Kutub'un Türkiye'li Müslümanlar tarafından henüz tam olarak anlaşılamamış olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, makale boyunca sık sık Üstad Kutub'un düşüncelerine atıfta bulunarak, yapacağımız açılımlarla söz konusu spekülasyonları bertaraf etmeye ve onun düşüncelerinin doğru anlaşılmasına katkıda bulunmaya çalışacağız. Bunu yaparken geçmişteki yazılarımızdan da yer yer faydalanacağız. Sabırla okuyacağınızı ümid ediyorum. Gayret bizden başarı ise Allah'tandır.

-Seyyid Kutub, ne klasik anlamda bir alim, ne de siyasi bir liderdir. O, İslam düşüncesini tüm boyutlarıyla hayatına yansıtan Müslüman bir aydın, yaşamı ve ölümüyle hakikate şahidlik eden canlı bir şehiddir. Kur'an'ın gölgesinde bir şehid... Bununla birlikte Kutub, 20. yy'ın tartışmasız en büyük müfessiridir. Onu 20. yy'ın en büyük müfessiri haline getiren şey, tefsirini kanı, teri ve gözyaşıyla yazmış olmasıdır. "İhvan-ı Müslimin'e üye olduğu 1951'den idam edildiği 1966'ya kadar 8 eser yazan Kutub, bunların 5'ini zindanda kaleme almıştır. İhvan-ı Müslimin mensublarından Mahmud Abduttayf'ın 26 Ekim 1954 tarihinde, dönemin Firavun'u Nasır'a yönelik başarısız suikast girişiminin ardından hapse atılan, türlü işkencelerden geçirilen ve 13 Temmuz 1955'teki adaletsiz mahkemenin ardından 25 yıl ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılan Kutub, 'Fi Zilal'il-Kur'an / Kur'an'ın gölgesinde' ismini verdiği tefsirini 1955-1964 yılları arasındaki bu ikinci mahkumiyet döneminde yazmıştır. Zeyneb Gazali, "Seyyid Kutub ve iki arkadaşının neden asıldıklarını bilmek istiyorsanız Yoldaki İşaretleri okuyun" der. Ancak Kutub'un en önemli eseri olan ve on üç bölümden oluşan 'Yoldaki İşaretler'in en az dört bölümü Fi Zila'il-Kur'an'dan alınmış olup 1953-1964 yılları arasında Kur'an tefsiri olarak zindanda yazılmıştır." 1

-1948'de zorunlu olarak çıktığı Amerika yolculuğundan 1951'de dönen Kutub, sürgün yılları olarak niteleyebileceğimiz bu 3 yıl süresince vahşi kapitalizmin acımasız yüzünü yakından görmüş ve İhvan lideri Hasan el-Benna'nın öldürülüşü nedeniyle herkesin nasıl vahşice mutluluğa boğulup bayram ettiğine şahit olmuştu. Mısır'a döndüğünde Amerika'yı ağır bir dille eleştirdi ve bu ağır eleştirileri nedeniyle Umumi Maarif Vekilliğinden istifa etmek zorunda kaldı. İstifasının ardından İhvan-ı Müslimin'le ilişkileri giderek artan Kutub, aynı yıl içerisinde Salih Aşmavi vasıtasıyla İhvan-ı Müslimin'e üye oldu. Bu olay Kutub'un geçmiş dünyasıyla bütün irtibatının kesilmesi anlamına geliyordu. Daha sonra kendisi bunu : "Ben 1951'de doğdum" şeklinde dile getirmiştir. 1952'de İhvan-ı Müslimin'in yönetim şurası üyeliğine getirilen Kutub, 1952 Ağustos'unda düzenlenen 'İslam'da hissi ve entelektüel kurtuluş konferansı'na başkanlık etti. Bu tarihten sonra İhvan'la Hür Subaylar arasında yaşanan çekişmede Kutub, İhvan genel Başkanı Hasan el-Hudaybi'nin yanında yer aldı ve sonuçta 1954 yılının ilk üç ayını hapsite geçirdi. Daha sonra 3 Temmuz 1954'te Hudaybi'nin İhvan içerisindeki muhalif gruplara yönelik eleştirilerini yansıtan 'El-İhvanu'l-Müslimin' gazetesinin başyazarlığına getirildi. Nasır, 30 Ağustos 1965'te İhvan'ın yeni bir komplosunun ortaya çıkarıldığını açıklayınca, Seyyid Kutub örgütün asıl lideri sıfatıyla tekrar tutuklandı. Emniyet güçlerinin açıklamalarına göre, yapılan bütün baskın ve aramalarda 'Yoldaki İşaretler'e rastlanmıştı. Kısa süren bir mahkemeden sonra Seyyid Kutub ve iki arkadaşı idama mahkum edildiler. 29 Ağustos 1966 günü üçü de darağacında şehit edilmişti. 2

-Şehid Kutub, Fi Zilal'il-Kur'an'da ve dolayısıyla 'Yoldaki İşaretler'de herhangi yeni bir düşünce ortaya koymamaktadır aslında. Aksine Kutub, eserlerinde öncelikle sağlıklı bir konum tespiti yaparak bugün Müslüman olarak nitelendirilen toplumların aslında birer cahiliyye toplumu olduklarını vurgulamakta ve Kur'an ve sahih sünnette mündemiç olan Tevhid akidesini ve Rabbani hareket metodunu yeniden gündeme getirmektedir. Bu bağlamda 'Yoldaki İşaretler' İslami Hareketin manifestosudur. Kutub, İslami uyanış eyleminin gerçekleşebilmesi için, bu yola baş koymuş ve dünyanın her köşesindeki cahiliyyeyi yok etmek amacıyla yola çıkmış olan öncü bir cemaatin zuhurunu gerekli görmekte ve şu ifadeleri kullanmaktadır: "Yoldaki İşaretler'i işte gelmesi umutla beklenen bu öncü cemaat için yazdım." 3 Bu nedenledir ki Kutub, ilk Kur'an nesline (sahabe) atıfta bulunarak böyle bir örnek neslin bugüne kadar bir daha ortaya çıkmadığını vurgulamakta, ilk görevimizin, İslam'ın metodu ve bakış açısı ile temelden çelişen ve bizi ilahi metod uyarınca yaşamaktan zor ve baskı ile alıkoyan cahiliyye toplumunun pratiğini kökünden değiştirmek olduğunu, dolayısıyla atılacak ilk adımın, kendimizi bu cahiliyye toplumunun değer yargılarının ve bakış açılarının üzerine çıkarmak,dışında tutmak olduğunu dile getirmektedir. 4

-Kutub, Kur'ani yöntemin yapısal özelliği hakkında ise şu tespitleri yapar : "Kur’an'ın Mekke’de inen bölümü, Allah'ın Elçisine (S) on üç yıl boyunca bir tek meseleden söz etti. Sunuş biçimi tekrarlanmadan kesinlikle değişmeyen tek bir meseleden... Kur’ani üslup her seferinde bu meseleyi ilk kez dile getiriyormuşçasına yepyeni bir sunuş biçimi ile sunuyordu. Uluhiyet-ubudiyet! (İlahlık ve Kulluk) ve bunların arasındaki ilişki anlatılıyordu. Akide (inanç) meselesiydi bu. Allah'ın hikmeti gereği, elçilik (risalet) görevinin başladığı ilk günden beri akide meselesi birinci mesele olarak kabul edilmiş, Allah'ın Elçisi (S) davete ilk adımı, insanları “Allah’tan başka ilah olmadığı”na tanıklık etmeye çağırmakla atmış, on üç yıllık risalet sürecini insanlara gerçek Rabb’lerini tanıtmakla ve sadece ona kulluk etmelerini öğretmekle geçirmiştir... Bu din'e inanan kimseler onu öncelikle akide, ahlak, ibadet ve bir yaşam biçimi olarak vicdanlarında ve hayatlarında yaşadılar. Ardından bir rejim, yasama ve yürütme sistemi haline getirdiler. Bu din'i yerleştirmeleri karşılığında kendilerine bir tek şey vaat edilmişti; o vaat cennetti. Bu yüce gayeyi gerçekleştirmek için uygulanacak en kutsal metod davete o dönemde başlanıldığı gibi başlamaktan başka bir şey değildir. Davet adına sadece şu bayrağı; “La ilahe illallah” bayrağını yükseltmek, onun yanı sıra başka bayrakları yükseltmemek... Allah istiyordu ki, bu akideye uygun bir cemaat ve hareket kurulsun, akide de bu cemaat ve hareketle birlikte sistemleşsin... O istiyordu ki, akide, aktif hareket edebilen bir toplumun dinamik bir biçimi olsun, fiili olarak hareket edebilen bu cemaat, akide için somut hale gelen bir yapı teşkil etsin..." 5

-Dolayısıyla Kur'ani yöntem, dün olduğu gibi bugünün cahiliyye toplumunda da öncelikle Tevhid'in gündemleştirilmesini gerekli kılmaktadır. Bir başka ifadeyle Kur'an, muhatablarına mevcut gündem üzerinden mesaj vermez, aksine; toplumun ve sistemin gidişatını temelden sarsacak olan ilahi hakikati (La ilahe illallah) gündemleştirir. Bu durumda, öncelikle mevcut gündemden sıyrılmak ve vahyi toplumun gündemine oturtmak için bütün imkanları seferber etmek gerekiyor. Bugünün İslamcıları (!) ise her şeyden önce Kutub'un yukarıdaki ifadelerinin aksine din adına felsefi dille konuşuyorlar. Toplumu, Kur'an'ın ve buna bağlı olarak peygamber'in (S) Mekke'de 13 yıl boyunca dile getirdiği yegane gerçeğe (La ilahe ilallah) davet etmek yerine darbeye, oligarşik despotizme ve militarizme karşı çıkmaya çağırıyorlar. Hukukun üstünlüğünden dem vuruyor ve insan hakları savunuculuğu yapıyorlar. Üstüne üstlük her fırsatta sivil anayasa özlemlerini dile getirerek 'Cübbeli darbe düzeni'ne karşı mevcut iktidarla ve liberal kesimle işbirliği içerisine giriyorlar. Boş zamanlarında (!) ise İnterneti, tv reklamlarını ve çizgi filmleri ıslah etmeye (!) çalışıyorlar. Bu, topluma mevcut gündem üzerinden mesaj vermeye çalışmaktır ve Rabbani metoda bütünüyle ters düşmektedir. 'İslamcı' geçinen birtakım unsurların buna verdiği cevap ise tam anlamıyla bir facia:

-Müslümanın gündemi yaşadığı toplumun gündeminden bağımsız değildir... Hem sadece Kur'an okuyup, insanlara Kur'an mı tefsir edeceğiz? Herkes tek tek Kur'an okuyunca sistemin sorunları kendiliğinden çözülecek mi? Bu durumda tek sorumluluğumuz insanları teker teker İslamlaştırmak mı? Bu mümkün mü?" 6

-Bütünüyle cehalet içeren bu ifadeler, Kur'an'ın, sahih sünnetin ve Seyyid Kutub gibi öncü/örnek şahsiyetlerin bugünün İslamcıları (!) tarafından ne derece doğru anlaşılabildiğinin en önemli delilidir. Görünen o ki Kur'an, 'İslamcı' etiketi taşıyan birtakım unsurların gözünde dinin ana kaynağı olmaktan çıkmış ve ikinci plana itilmiştir. Bunun bir yansıması olarak, söz konusu kişilerin kaleme almış olduğu yazılarda ne bir ayet ne de bir hadis görmek mümkündür. Halbuki, "Kur'an-ı Kerim, bu davanın başvuru kaynağı ve hakikatinin çıkış noktası olmuştur. O, Allah'tan gelen yegane kaynaktır... O, Kur'an'ı bu davanın kaynağı olması için indirmiştir. Başka hiçbir kaynağı olmayan eşsiz ve kutsal bir davadır bu. O halde Kur'an gerçeğini bu kaynaktan beslenmeyen başka bir kaynakla karıştırmak mümkün olamaz. Çünkü bu kaynaktan başka hiçbir yerden bilgi alınamaz, ümit beklenemez" 7 "Bu tebliğin, bu bildirinin başlıca temel maksadı "insanların Yüce Allah'ın yalnız ve yalnız tek bir ilah" olduğunu duyup öğrenmeleridir. Bu, hem Allah'ın dininin başlıca ilkesidir, hem de İslâm hayat sisteminin dayandığı asıl noktadır. Tabiatı itibariyle asıl maksad bilgi olmayıp, bu bilginin öngördüğü ilkeye göre insanların günlük hayatlarını yönlendirmeleridir. İnsanların, "Allah'tan başka ilah yoktur" ilkesine dayanan İslâm dinine bağlanmalarıdır... İnsanların hayatlarını bu temel ilkeye dayandırmaları, onları, beşerin yine kendisi gibi bir beşere kul olmasına ve ona itaat edip boyun eğmesine dayanan cahili hayat sistemlerinden ayrı kılar. Bu ayrılış, inanç ve düşüncede, ibadet amaçlı ferdi davranışlarda, ahlâk kurallarında, değer ve ölçülerde kendini gösterir. Aynı zamanda bu ayrılık ekonomik ve toplumsal sistemlerde, fert ve toplum hayatının her alanında ortaya çıkar." 8

-Kafaları yabancı kavramlarla kirlenmiş olan ve gerçekte İslamcılıkla uzaktan yakından herhangi bir ilgisi bulunmayan söz konusu zihniyet, yukarıda yer verdiğimiz mesnedsiz yoruma devamla, peygamberlerin kıssalarından örnekler vererek, elçilerin, yaşadıkları toplumun gündemini takip ettiklerini, dolayısıyla söylem ve pratiklerinin mevcut gündem doğrultusunda şekillendiğini iddia etmekte ve Firavun dönemindeki Mısır toplumuna oligarşik despotizmin hakim olduğunu söylemektedir ki, bu, 'Günümüz Müslümanı'nın yabancı kavramların etkisi altında nasıl bir düşünce kirliliğine maruz kaldığının ve Kur'ani/Nebevi metoddan ne derece uzak olduğunun en açık göstergesidir. Zira Kur'an; İman-küfür, Allah-tağut, yeryüzünde büyüklük taslayanlar (müstekbirler)-ezilip horlananlar (mustaz'aflar), tabi olunanlar-tabi olanlar, refah ve servetle şımaranlar (mutraf)-yoksullar (miskin) ayrımı yaparak mücadelenin saflarını belirlemiş ve peygamberlerin mesajına ilkin karşı çıkanların toplumun ileri gelenleri (mele) olduğunu vurgulamıştır. Ancak ne yazık ki, entelektüel görünme çabası ve siyasallaşma adına Kur'an'ın kavramları gözardı edilmekte, bunun yerine batının ürettiği suni kavramlar hayatın merkezine oturtulmaktadır. Hz. Musa ve oligarşik despotizm... Pes doğrusu!

-Ayrıca sürekli olarak 'Oligarşik despotizm'den (belli bir sınıfın/grubun/zümrenin ülke idaresini tekeline almasıyla ortaya çıkan yönetim biçiminden ve bu yönetimin toplum üzerindeki baskısından) bahseden sözde İslamcı güruh, her ne hikmetse İran'daki Molla oligarşisini hiçbir zaman eleştiri konusu yapmamıştır. Bunun anlamı şudur: "Türkiye'deki 'Yargı oligarşisi'ne ya da 'Askeri Oligarşi'ye hayır, İran'daki 'Molla Oligarşisi'ne evet." Ne diyelim, Allah hidayet etsin!

Dolayısıyla Kur'an'da zikredilen tüm peygamberler toplumlarını öncelikle Allah'a kulluk etmeye çağırmışlardır:

GERÇEK ŞU Kİ, Biz Nûh'u kendi toplumuna gönderdik: “Ey kavmim!” dedi, “Yalnızca Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka ilahınız yoktur... (A'raf: 59)

VE ‘ÂD toplumuna da kardeşleri Hûd'u gönderdik: “Ey kavmim!” dedi, “Yalnızca Allaha kulluk edin; sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Hal böyleyken yine de O'na karşı sorumluluk bilinci duymayacak mısınız?” (A'raf: 65)

VE SEMÛD toplumuna da kardeşleri Salih'i gönderdik: “Ey kavmim!” dedi, “Yalnızca Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka tanrınız yoktur... (A'raf: 73)

VE LÛT toplumu da gönderilen elçilerden [birini] yalanladı. Hani, kardeşleri Lût onlara: “Allah'a karşı sorumluluk bilinci duymaz mısınız?” demişti. “Bakın, ben [O'nun tarafından] size gönderilen güvenilir bir elçiyim. Öyleyse, artık Allah'tan yana bilinç ve duyarlılık gösterin ve bana itaat edin! (Şuara: 160-163)

VE MEDYEN halkına da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik: “Ey kavmim!” dedi, “Yalnız Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka ilahınız yoktur... (A'raf: 85)

"Kutub, 'Yoldaki İşaretler'de, Tevhid inancının saflığının önemine vurgu yapabilmek için, İslam Peygamber'inin yaşadığı dönemde önündeki seçenekleri nasıl değerlendir(me)diğini anlatır. Hz. Muhammed'in (S) karşısında, İslam'ın ilk dönemlerinde, İslam mesajına yapıştırılabilecek ve mesajın daha kolay yayılmasını sağlayabilecek üç seçenek zikredilir:

1- O dönemde ahlaksızlık başını almış gitmiş olduğu için ve tam da bu nedenle bir 'Ahlaka dönüş' hareketine toplumsal olarak şiddetle ihtiyaç vardı. İslam'ı bir ahlak çağrısı olarak kurmak ve bu çağrı eşliğinde anlatmak, birçok eziyete katlanmaya gerek olmaksızın İslam'ın daha kolay yayılmasını sağlayabilirdi.

2- Arap kabilelerinin dağınık formasyonunu toparlayarak onları Bizans ve İran toplumlarına karşı ortak bir kimlikle, yani bir çeşit milliyetçilikle birleştirmek ve İslam'ı böyle bir çağrıya eklemlemek de bir yol olabilirdi.

3- Kölelik rejimi ve aşırı ekonomik eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin, tefeciliğin hakim olduğu Arap toplumunda bir eşitlikçilik, ekonomik adalet ve Spartakist hareket (Spartaküs'e atıf), yine böylesi bir kolaylık sağlayabilirdi." 9

-Ancak Hz. Peygamber (S), bu seçenkelerin hiçbirisine itibar etmemiştir. Zira yeryüzünde İslam nizamının/Allah'ın hakimiyetinin vücud bulmasıyla birlikte bütün sorunlar kendiliğinden sona erecektir. Bu nedenledir ki, elçilerin -örneğin; Hz. Lut ve Hz. Şuayb'ın- eşcinsellik, ölçü ve tartıda yolsuzluk gibi toplum içerisindeki ahlaki yozlaşmaya karşı verdikleri mücadele, tebliğin çok sonraki aşamalarında söz konusu olmuştur. Lakin Allah'a ve Rasulü'ne (S) atılan iftiraların ardı arkası kesilmiyor, sözde 'İslamcı' zihniyet bakın neler söylüyor:

-"Aynı şey Hz. Peygamber için de geçerlidir, bıraksaydı ya Kabe'deki putları! Oturup 'Rab' kavramını anlatsaydı, 'Tevhid nedir?' öğretseydi daha iyi değil miydi? Hem o kadar zorlukla da karşılaşmazdı! Ne gerek vardı Mekke'nin ileri gelenleri ile mücadele etmeye? Sistemin gündemini yönetenlere bulaşmasaydı da Kur'an'ı gündemleştirseydi, dini anlatsaydı sadece..." 10

-Halbuki Kur'an, hem nüzul sırasına göre dizilişinin hem de mushaf tertibinin başında ve sonunda Allah'ın yegane Rab oluşunu ifade etmektedir (bknz . Nüzule göre; Alak: 1-5, Nasr Suresi - Mushaf'a göre; Fatiha Suresi, Nas Suresi). Dolayısıyla Hz. Peygamber (S) mesajını yaymaya ilkin bu noktadan başlamıştır; Kabe'deki putları gündeme getirerek değil. Ayrıca‘Yaratan Rab’ ifadesi cahiliyyenin ekonomik ve siyasi yapısına vurulan en büyük darbedir. Zira yaratıcı için ‘Rab’ ifadesi kullanıldığı andan itibaren ne her alanda tekel oluşturan üç-beş kodamanın iktidarından ne de halkın sınıflara ayrıldığı siyasi bir yapının meşruiyetinden söz etmek mümkün değildir. Bu nedenledir ki vahiy, her dönemde toplumların genelini teşkil eden mustaz’af insanlar için bir ümit kaynağı olmuştur. Bugün ise vahiy bu insanlara hiçbir şey vaad etmiyor, çünkü Kur'an gereği gibi güncelleştirilip bu insanların önüne bir umut ışığı olarak konulamıyor. Bu noktada 'Rab' kavramı öylesine hayati bir öneme haizdir ki, Kur'an bize uluhiyetin yolunun rububiyeten geçtiğini söylemektedir. "Araplar aile reisini 'Rabbu'd-dar' (evin efendisi) ve hanımını da 'Rabbetu'd-dar' (evin hanımefendisi) olarak adlandırırlar, çünkü evin reisi ailesi üzerinde bir otoriteye sahiptir ve onun idamesinden sorumludur, bu durumda hanımı da onunla aynı sıfatı taşımaktadır" 11 Dolayısıyla otorite sahibi aynı zamanda kanun koyucu sıfatına da haizdir. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz : "Rab (sahip) olan kanun koyma hakkına da sahiptir." Bu noktada Firavun ile Musa (S) arasında geçen konuşma meseleyi bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Şuara Suresinin 23-29. Ayetlerinde Firavun'un "Alemlerin Rabbi de kimdir?" sorusu üzerine Musa (S) şu cevabı vermektedir:

"Eğer gerçekten bilmek istiyorsanız O, göklerin yerin ve bu ikisi arasında bulunanların Rabb'idir" (Şuara: 24)

"O sizin de Rabb'inizdir, göçüp gitmiş atalarınızın da Rabb'idir" (Şuara: 26)

"Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız O, doğunun, batının ve bu ikisi arasında kalan her yerin Rabb'idir." (Şuara: 28)

Bu cevap karşısında Firavun şu tarihi sözü söylüyor:

"Eğer benden başka İlah edinirsen seni mutalaka hapse attırırım." (Şuara: 29)

Görüldüğü gibi Musa (S), Rububiyetin Allah'a ait olduğunu ifade ettiği anda Firavun kendi uluhiyetinin tehlikeye girdiğini fark ediyor ve zindanı gündeme getirerek Musa'yı (S) tehdit ediyor. Çünkü sahip olduğu oranda hüküm icra edebileceğini ve aynı oranda iktidarını idame ettirebileceğini çok iyi biliyor. Bu durumda meseleye ilişkin yaklaşımlarını masaya yatırdığımız birtakım İslamcıların (!) Kur'an'dan ve sahih sünnetten bihaber oldukları aşikardır. Dolayısıyla bugün 'İslamcı' etiketi taşıyan birtakım unsurlar, ortaya koymuş oldukları parçacı yaklaşım itibariyle, havuzun içindeki balığı yakalayabilmek için suya atlayan adam misali boşuna çaba sarf etmektedirler. Zira bu durumda suya atlayan kişinin balığın hızına erişmesi ve onu yakalaması mümkün değildir. Halbuki meseleye nihai hedef çerçevesinde bütüncül yaklaşan ve eline küçük bir çay kaşığı alarak havuzu boşaltmaya koyulan kişi er ya da geç amacına ulaşacak ve sonunda balığı yakalayacaktır.

Bununla birlikte Kutub, İslami Hareketin başarıya ulaşabilmesi için her şeyden önce yolların belirginleşmesi gerektiğini vurgular:

-"Bugünkü İslami hareketlerin karşılaştığı en büyük zorluk salih müslümanların yolu ile suçlu mücrimlerin yolunun açık seçik belli olmaması, işaret ve özelliklerin karışması, isim ve sıfatların birbirine girmesi, yolların ayrılış noktalarını seçemeyecek derecede bir şaşkınlığın egemen olmasıdır... İslami Hareket, öncelikle mü'minlerin yolu ile mücrimlerin yolununun belirginleşip ayrışması ile yola koyulmalıdır..." 12

-Ancak ne var ki, yolların ayrılış noktası, bugüne kadar okuduklarından hiçbir şey anlamamış olan İslamcılar (!) tarafından, iman-küfür ekseninden alınıp darbecilik-sivil toplumculuk eksenine doğru evrilmiştir. Dolayısıyla bugün, toplum içerisinde Tevhid akidesinin kök salmasına hizmet edecek söylem ve pratikler üretmek yerine 'Ergenekon davası'ndan güç alarak sanki çözülmesi gereken öncelikli sorun buymuş gibi 'Sivas katliamı'nın aydınlığa kavuşturulması için mevcut iktidardan üstü kapalı talepte bulunan İslamcıların (!) varlığı söz konusudur.

-Müslüman bireylerin çalışmalarının ve tüm hareketlerinin cahiliyye toplumunun yararına, kökleşmesine ve gelişmesine katkıda bulunmasının dışında, organik yapısının tabiatı gereği cahiliyyenin, bir müslüman bir unsurun kendi bünyesinde, müstakil bir biçimde hareket etmesine asla müsaade etmeyeceğini belirten Kutub, bu noktada kesin bir ayrışmanın gerekliliğinden söz etmektedir:

-"Cahiliyye toplumunun içine sızarak, onun organik yapısı ve mekanizmaları içerisinde yer alarak davalarına hizmet edebileceklerini, dinleri için birtakım faaliyetlerde bulanabileceklerini düşünenler cahiliyye cemiyetinin tabiatını anlayamayan kimselerdir. Cahiliyye toplumunun tabiatı, içerisinde yeralan her bireyi bu toplumun kendi yararına, onun sisteminin ve dünya görüşünün kökleşmesi uğruna çalışmaya zorlar. İşte bunun için seçkin peygamberler, Allah onlarla kavimlerinin arasını açtıktan sonra tekrar onların arasına dönmeyi reddediyorlar. Durum bu noktaya gelince artık üstün kuvvet devreye giriyor. Korkunç ve öldürücü darbesini indiriyor beyinlere. Hiçbir insanın, despotun ve diktatör zorbanın karşı koyamayacağı darbeyi.

...Rableri de onlara vahyetti:

"Biz zalimleri kesinlikle yokedeceğiz ve onlardan sonra yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu makamımdan ve tehdidimden korkanlar içindir." (İbrahim: 13-14)

Fakat şu noktayı unutmamamız gerekir ki, Peygamberlerle kavimlerinin arasını ayıran bu üstün kuvvet, ancak ve ancak peygamberlerin kavimlerinden tamamen uzaklaşmalarından sonra meydana gelir. Müslümanlar Allah'ın onları kurtarmasından sonra ve tekrar kavimlerinin dinine dönmekten yüzçevirdikleri zaman... Dinleri ile özel, İslami toplumları ile, kendilerine has yönetim biçimleri ile apayrı bir yapı olarak varlıklarını sürdürmede ısrarlı olduktan sonra... Müslümanların kendi milletlerinden akide esasları üzerine ayrılarak tek bir kavim, inançları ayrı, sistemleri ayrı, bağlandıkları otoriteler ayrı, liderleri ayrı iki toplum haline geldikleri zaman..." 13

-Yolların belirginleşmesi, kesin bir ayrışma ve safların netleşmesi... Bir başka ifadeyle açık bir biçimde taraf olmak... Kimin tarafında yer alacağız? Hakkın tarafında! Lakin "İslamcılık taraf olmaktır" sloganını dillerinden düşürmeyenler, bugünkü mevcut tablo içerisinde Soros destekli Taraf Gazetesinin, liberal kesimin ve mevcut iktidarın tarafında yer alıyorlar. Şehid Kutub, sanki 50 yıl öncesinden bugünü görürmüşçesine şu tarihi tespiti yapıyor:

"De ki: "Benim yolum budur! Ben ve bana uyanlar basiretle insanları Allah'a çağırırız. Allah'ı her türlü eksiklikten uzak tutarım; ben O'na ortak koşanlardan değilim." (Yusuf: 108)

Ey Muhammed, sen onlara de ki: "Benim yolum budur!"

Kendisinde hiçbir kuşku, hiçbir şüphe ve eğriliğin olmadığı dosdoğru bir yoldur benim yolum.

"Ben ve bana uyanlar basiretle insanları Allah'a çağırırız."

Bizler Allah'ın vermiş olduğu bir aydınlık sayesinde dosdoğru yoldayız. Yolumuzu iyi tanırız. Her adımımızı görerek, anlayarak ve bilerek atarız. Hiçbir şüphe ve yanılgıya kapılmayız. Çünkü yolumuz gayet net ve aydınlıktır. Allah'ı uluhiyetine yakışmayacak şeylerden de tenzih ederiz. Kendimizi Allah'a karşı eş koşanlardan ayırır ve uzak tutarız.

"Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim."

-Ne gizlisi, ne açığı... Allah'a ortak koşmanın hiçbir şekli yoktur bende. İşte benim yolum budur. İsteyen gelsin bana tabi olsun; istemeyen tabi olmasın. Kendi arzusu bilir. Ben dosdoğru yoluma devam etmekteyim. Allah'ın yoluna davet edenlerin bu özelliklerle donanmaları bu net ayrımı yapmaları birinci vazifeleridir. Kendilerinin tek bir ümmet olduklarını, akidelerini kabul etmeyenlerin, kendileri gibi hareket etmeyenlerin, liderlerinin kumandası altına girmeyenlerin başka bir ümmet olduklarını ve kendilerinin bunlardan tamamen ayrı olduklarını ilan etmek zorundadırlar. Kısacası kendilerini net bir şekilde ayırarak kendileri dışındaki kimselerle içiçe bulunmamak durumundadırlar. 14

-Dolayısıyla Hz. Peygamber (S), her nereden gelirse gelsin ve kime yönelmiş olursa olsun zulme karşı çıkmak adına, Tevhid akidesine bağlı olmayan toplum içerisindeki diğer unsurlarla asla kader birliği yapmamıştır. Aksine Rasulullah (S), 23 senelik risalet süreci boyunca diğer peygamberlerin yoluna tabi olmuş ve Kur'an'ın metoduna tamamen sadık kalmıştır. Mekke'de işlerin çıkmaza girmesi üzerine bir başka beldede İslam devletini teşekkül ettirebilmek için diğer kabilelerle yaptığı görüşmelerde dahi sürekli olarak muhatablarından öncelikle İslam'a girmelerini talep etmiştir. Amir b. Sasaoğulları ile yapılan görüşme bunun en güzel örneklerinden biridir:

-"Bu kabile, savaşçı, kalabalık ve aynı zamanda kendi çevrelerinde saygı gören bir kabileydi. Üstelik hiçbir krala boyun eğmemiş, hiçbirine haraç vermeye de yanaşmamışlardı... Bu kabilenin ileri gelenlerinden Beyhara b. Firas, Hz. Peygamber (S) için : "Allah'a yemin ederim ki, eğer bu genci Kureyş’ten alabilirsem bütün Arapları yiyebilirim” demiştir. Anlaşıldığı kadarıyla Beyhara, Hz. Peygamber'in (S) tavırlarından oldukça etkilenmişti. O, Rasulullah'a (S) şöyle diyordu; "Şayet sana uyarsak ve daha sonra sen muhaliflerine karşı üstünlük sağlarsan, senden sonra bu iş/yönetim bize geçer mi ?" Hz. Peygamber'den "O iş Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir" cevabını alınca; "Seni korumak için boyunlarımızı Arapların önüne uzatacağız ve sen üstünlük sağladıktan sonra da yönetim bize geçmeyecek öyle mi ? Hayır, Vallahi bizim senin işine ihtiyacımız yoktur" şeklinde karşılık verdi ve görüşme olumlu bir sonuç alınamadan sona erdi. Bu görüşmede dikkat edilecek husus; şayet Rasul (S) sadece askeri bir ittifak arıyor olsaydı, bu işi kabul eder pazarlığı bitirirdi. Çünkü aradığını bulmuştu. Yahut pragmatik (faydacı) davranıp başka türlü hesaplar da yapabilirdi. Fakat Rasul (S) böyle bir işe girişemezdi. O, bu tür bir hedefin yanında dini davetin kabulünü ve desteklenmesini de şart koşuyordu. Bu nedenle büyük ve güçlü kabilelerin küçük kabileleri yok ederek ganimetlerle beslenmelerine, erkeklerinin köle, kadınlarının cariye olmasına razı olamazdı. Yine her halükarda iktidarı düşünüyor olsaydı, bu teklifi kabul etmemesi de düşünülemezdi. Ancak o, iktidarı, toplumun dönüşmesi ve yeni değerler üzerinde yükselmesi için azru ediyordu. Çünkü Allah böyle istiyor ve ancak bu şartlarla yardım ve güç vaat ediyordu. Şayet Arapların süregelen uygulamalarını doğru kabul etseydi, bu yol üzere anlaşmayı da yapardı. Yani o günün reel politiği, Rasul (S) için hiçbir şey ifade etmemişti. (Cabiri ve ondan etkilenip böyle düşünenlere hatırlatma!)" 15

-Şu halde İslam, hayra ulaşmak adına şer yolların tercih edilmesine izin vermez ve zulme başkaldırmak ya da sistemi ilga etmek adına birtakım gayri meşru ilişkilere imkan tanımaz.

-Kutub'un üzerinde önemle durduğu noktalardan biri de 'Cihad' kavramıdır. Kutub, "Yoldaki İşaretler'in 'İslam'da Cihad' başlıklı bölümünde cihaddan maksadının tüm boyutlarıyla bir cihad olduğunu ifade eder... Sadece sözle cihad edilebileceğini zannedenler boş bir hayale kapılmış ve çıkmaza girmişlerdir aslında... Bir başka ifadeyle cihad, hem tebliğ yolu ile hem de kılıçla yapılmalıdır. Zira bunların ikisi bir bütündür ve birbirinden ayrı düşünülmeleri mümkün değildir. Ancak her ikisinin de kendi özgü kullanım alanları vardır. Kılıç, müslüman olmayanların hakimiyetindeki beldeleri yenilgiye uğratarak onlara baş eğdirmek için kullanılır. Bu metod, söz konusu beldelerdeki müşrikleri İslam ve ölüm arasında tercih yapmaya zorlar. Hristiyan ve Yahudiler ise İslam'a girmeleri için zorlanmazlar; bunun yerine onlara kitab yoluyla tebliğ edilir. Bir başka ifadeyle öğüt ve beyan aracılığıyla İslam'a girmelerine çalışılır" 16 Bununla birlikte Kutub, Mekke dönemine atıfta bulunarak şu tespitleri yapar:

-"Mekke döneminde müslümanların ellerini silahlı eylemlerden uzak tutmaları önemli bir olgudur. Çünkü orada davetin özgürce yapılması, şöyle veya böyle bir teminat altına alınmıştı. Nitekim davet eyleminin birinci dereceden sahibi ve sorumlusu olan Hz. Peygamber (S), kendi kabilesi Haşimoğulları'nın koruması altında idi. Onların kılıçlarının gölgesinde davet görevini açıkça yapabiliyordu. Kulaklar, yürekler ve beyinler bu davetle bir biçimde muhatap olabiliyordu. Yani davete muhatap olan fertler, İslam daveti ile doğrudan karşı karşıya gelebiliyordu. Orada davet iletisinin yönetildiği hedef kitleye, bu illetin ulaşmasını tek tek bireylerin bu mesajı duymalarını engelleyen organize olmuş siyasal bir iktidar yoktu. Kısaca söylemek gerekirse bu dönemde güç kullanılmasını gerekli kılan herhangi bir mecburiyet yoktu." 17

-Dolayısıyla davetin şu ya da bu şekilde özgürce gerçekleştirilebildiği cahiliyye toplumlarında Müslümanlar için kıtal söz konusu değildir. Zira cihadın rükünlerinden sadece biri olan kıtal, ilk olarak, Hz. Peygamber'in (S) Medine'ye hicretinden sonra emredilmiştir. Ayrıca Kutub, cihadın ilkin nefislerde gerçekleştirilmesi gerektiğini vurgular ve şu ifadeleri kullanır:

-"Müslüman, cihada çıkmadan önce en büyük savaşı kendi nefsinde şeytana ve nefsi hevasına (dizginlenemeyen isteklere), şehevi duygularına, bitmek bilmeyen ihtiraslarına, menfi yöndeki eğilimlerine; kişisel, ailesel, kabilesel ve ulusal çıkarlarına, kısaca İslami değerlerin dışında kalan tüm değerlere karşı başarı ile verir. Bunu gerçekleştirmesinin ardından Allah’ın yeryüzüne müteallık olan hakimiyet hakkını gaspeden tağuti düzenlerin iktidar merciinden uzaklaştırılıp yerine Allah’ın mutlak hakimiyetini yeniden yerleştirmek, ona işlerlik kazandırmak için, bu amacı engelleyen tüm zalim ve şer güçlere karşı en büyük cihada girişir. 18

-Kutub'un en önemli tespitlerinden birisi mevcut rejimin cahili olduğunu söylemesidir. "Aynı zamanda bu, mevcut devlet başkanının da dinden çıktığını ilan etmek, klasik tabirle onu tekfir etmek demektir ki, bu açıdan bakıldığında Kutub, İslam tarihi boyunca ulemanın daima ürktüğü ve yanaşmaktan kaçındığı bir meseleye el atmıştır" 19

"Yoksa cahiliyye hükmünü mü istiyorlar? Yakınen bilen bir toplum için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide: 50)

-Cahiliyyenin anlamı bu âyette açık bir biçimde belirleniyor. Cahiliyye, beşerin kendisi gibi bir beşer için hüküm koymasıdır... Kulların kullara kulluğudur. Allah'a kulluk bırakılarak O'nun ilahlığının reddedilmesi, insanlardan bazılarının hüküm yetkisini kendileri gibi bir beşere vererek onu ilah kabul etmesi ve ona ibadet etmeleridir. Bu âyetin ışığı altında meseleye baktığımızda cahiliyyenin belirli bir zamana mahsus olmadığını görürüz. Cahiliyye bir durum, bir haldir. Geçmişte yaşanmış olmakla kalmayıp tarihin her döneminde karşımıza çıkacak bir durum. İşte o zaman cahiliyyenin temel vasıfları karşımıza çıkacaktır. İslam ile çelişen ve İslâm'a karşı olan bir cahiliyye... Tarih süreci içerisinde nerede ve ne zaman olursa olsun -hiçbir noktada taviz vermeden- insanlar Allah'ın indirdikleri ile hükmediyorlarsa, Allah'ın indirdiklerinden hoşnut oluyorlarsa ve yalnız Allah'ın indirdiklerine tabi oluyorlarsa, Allah'ın dinine mensup olmuşlar demektir. Şayet -her ne şekilde olursa olsun- Allah'ın indirdiklerinden kaynaklanmayan, insan aklının ürünü olan kanunlar topluluğuna göre hüküm veriyorlarsa, ondan hoşnut oluyor veya ona tabi oluyorlarsa, onlar da cahiliyye dinine mensupturlar. Allah'ın dinine değil, hoşnut oldukları, tabi oldukları hüküm sahibinin dinine mensupturlar. Cahiliyye hükmünün olduğu yerde Allah'ın dininden söz edilemez. Allah'ın indirdiklerinin terkedildiği yerde cahiliyye dini hakimdir ve yaşanan hayat da cahiliyye hayatıdır. İşte yolların ayrılış noktası..." 20

-Aynı durum bugün için de geçerliliğini muhafaza etmektedir. Zira bugün itibariyle sistem bir bütün halinde (yasama, yürütme ve yargı), beşeri düşüncenin ürünü olan yasaların hükmünü ikame etmektedir, dolayısıyla sistemin tepesinde oturanlar kendi nefislerinin arzusunu ya da herhangi bir topluluğun isteklerini Allah'ın indirdiklerinden/Allah'ın hükmünden üstün tutmaktadırlar. 21 Siyasi, hukuki, ekonomik ve askeri organizasyonlara bakıldığında bu açık bir biçimde görülmektedir. Lakin bugün 'İslamcı' geçinen birtakım unsurların, işin bu yönünden hiç bahsetmediklerini görüyoruz. Ortada mevcut iktidara yönelik ne bir eleştiri ne de bir serzeniş var. Aksine onlar, maslahat gereği (!) mevcut iktidarla dayanışma içerisinde yollarına devam ediyorlar. Dolayısıyla bugün 'İslamcı' geçinen birtakım unsurlar aslında burunlarına kadar cahiliyye bataklığına batmış bulunuyorlar. Çünkü "Burada cahiliyye ile (beşerin kendisi gibi bir beşer için hüküm koymasının yanı sıra) ahlaki bir kavrayış eksikliğinin ve kişisel ve toplumsal alanda gerçekleştirilen tüm icraatların yalnızca 'Yararlılık' kriterine teslim edilmesinin, yani belli bir amacın veya eylemin, söz konusu kişinin/kişilerin veya mensubu olunan toplumun kısa vadeli menfaatleri açısından yararlı olup olmadığı endişesinin karakterize ettiği her türlü durum kastedilmektedir" 22 İster müslüman olun ister gayri müslim, farketmez; bu, her kişi ve insan topluluğu için geçerli bir durumdur. Bugünün İslamcıları (!) açısından şartlar, 'Yararlılık' kriteri gereği bu şekilde davranmalarını gerektiriyor (!) ve onlar da bu şekilde davranıyorlar. Oysa tarih tekerrüden ibarettir ve bu bağlamda "1952 devriminin öncesi ve sonrasında İhvan-ı Müslimin'le Hür Subaylar arasında yaşanan ve birkaç ayla sınırlı kalan kısa balayı dönemi ve ardından meydana gelen olaylar" 23 bugünün İslamcılarına (!) ders olmalıdır. Zira bugün AKP'den taraf olan İslamcıların (!) geleceği tam anlamıyla karanlık. Söz konusu unsurlar, olası bir sistem değişikliğinden sonra -ki, yine de bu, uzun bir süreci gerekli kılmaktadır- kendi düşüncelerinin baskın çıkacağını düşünüyorlar. Ancak 'Ilımlılar'la 'Radikaller'in sahip olduğu İslam düşüncesi birbirinden tamamen farklı. Dolayısıyla bugün maslahat gereği (!) AKP'ye destek verenler, yeni sistem içerisinde tekrar muhalif duruma düşecekler. Buna karşın adı her ne kadar 'Ilımlı' da olsa yeni sistemin, muhaliflerine karşı nereye kadar müsamaha göstereceğini şimdiden kestirmek oldukça güç.

-Yoldaki İşaretlerin 'Müslüman'ın uyruğu ve inancı' başlıklı bölümünde ise Kutub'un 'Vatan' kavramına getirdiği açılım tam anlamıyla 'Öz'e Dönüş'ün ifadesidir. Buna göre "Müslüman'ın vatanı, Allah’ın şeriatı'nın uygulandığı, vatan ile orada yaşayan insanlar arasında Allah’a bağlılık temeline dayalı ilişkilerin olduğu yerdir. Bu vatan tanımı dışındaki ülkelerden hiçbirisi müslümanın vatanı olamaz!... İslam’a göre vatan, akidenin hakim olduğu, Allah’ın koyduğu şeriat ve hayat biçiminin uygulandığı herhangi bir bölgedir. İnsana yaraşan vatan kavramı da ancak budur. Cinsiyet (uyruk) nedir? Cinsiyet, inanç (akide) ve yaşama biçimidir. İşte insanoğluna yakışan, insanları birbirine bağlayan bağlar sadece bunlardır. Gerçek anlamda Allah’ın seçip çıkardığı ümmetin nitelikleri ise şunlardır: Aralarında ülke, dil, renk, etnik köken ve ulus farklılıkları olmasına rağmen hepsinin bir araya gelerek topyekün Allah’ın sancağı altında toplanan “İslam Ümmeti.” 24

-Bu noktada Şehid Kutub'un İslami toplumun doğuşuna ilişkin ifadelerini gündeme getirmek yararlı olacaktır kanaatindeyim. Zira bu, "Ne yapmalı?" sorusunun özet olarak cevabıdır:

-"Bu akideye (Tevhid) iman etmiş üç kişi yan yana geldiğinde, inançları onlara şöyle der: "Şimdi siz, başlıbaşına bağımsız bir İslami toplumsunuz. Sizin akidenize inanmayan, iman ettiğiniz şeylere iman etmeyen cahiliyye toplumundan uzaklaşıp kurtulmuşsunuzdur..." İşte bu andan itibaren İslami bir cemaat (Dikkat edin! Kutub, burada 'Kuru kalabalık'tan değil, gerçek anlamda bir İslami cemaatten söz etmektedir) fiilen ortaya çıkmış olur, ümmetin doğuşu böyle başlar. Bir kişi on kişi, on kişi yüz kişi oluverir. Yüzler bini, binler yüz bini bulur... Derken bir İslam toplumu (ümmet) çıkıverir ortaya. Cahiliyye toplumundan ayrıldığını resmen ilan eden bu yeni doğmuş toplumun ortaya çıkmasıyla birlikte, onunla cahiliyye toplumu arasında savaş da başlamış olur böylece... İslam akidesi ve bu akideden ilham alarak doğan İslami toplum, otomatikman bir harekete dönüşüverir. Bu harekete ilgisiz kalmak mümkün olmayacaktır artık; herkes -ya yanında ya da karşısında- safını belli etmek zorundadır. Mücadele durmayacaktır, sürekli bir savaş başlamıştır artık. Kıyamete kadar sürecek olan bir cihaddır bu!" 25

-İşte Seyyid Kutub, 'Fi Zilal'il-Kur'an' ve 'Yoldaki İşaretler'... Şehadetinin 42. yılında Üstad Kutub'u rahmetle anıyoruz. Ne acıdır ki, Yoldaki İşaretler'i, çağımız müslümanları için 'Rehber bir el kitabı' olarak tanımlayanların, sosyal mücadele alanlarına Yoldaki İşaretler'den baktıklarını iddia edenlerin, 'Öncü Şahsiyetler Seyyid Kutub ve Ali Şeriati' konulu eğitim seminerleri düzenleyenlerin ve her daim onun 'Mücadele örnekliği'nden dem vuranların, bugün geldikleri son nokta, STK'cılık, sivil anayasacılık, insan hakları savunuculuğu ve anti-darbeciliktir. Bütün bunların ne 'İslam'la ne de 'İslamcılık'la uzaktan yakında herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Geçmişten günümüze yaşanan bu sapma nedeniyle, bugüne kadar ne gerçek anlamda İslami bir cemaat, ne bir hareket ne de sistemleşen bir akide gördük. Aksine, sürekli olarak Seyyid Kutub'dan ve 'Yoldaki İşaretler'den bahseden birtakım İslamcıların (!), tamamen maslahat gözeterek (!) davrandıklarına tanıklık ettik. 'İslamcılık' iddiasında bulunanların içine düştükleri bu ikilem, bizim bugüne kadar herhangi bir oluşumun içinde yer almamamızın, kıt kanaat kendi imkanlarımızla bir şeyler yapmaya çalışmamızın tek nedeniydi.

-Sonuç itibariyle, "Sorun, iman-küfür sorunudur, şirk-tevhid sorunudur, İslam-cahiliyye sorunudur... Açık seçik olarak bilinmesi gereken yegane hakikat budur... Ne var ki, müslüman olduklarını iddia eden bazı kimseler, Batı’nın kokuşmuş, çirkefe dönmüş cahili yaşam biçimi karşısında yenilmişlik ve ezilmişlik psikozuna kapılarak, Batı’daki bu bunalımlı ortamdan kendilerine dayanak arama, İslam’la benzer yönler bulma derdine düşmüşler. Bizim başlıca görevimiz, İslam’ın düşünce yapısını İslam'ın dünya düzenini, gelenek ve göreneklerini bu cahiliyyenin yerine ikame etmektir. Ancak bu amaç, bazılarımızın hayal ettiği gibi cahiliyye düzeni ile akrabalık kurarak daha yolun başında iken ilk adımlarımızı onunla birlikte atmakla kesinlikle gerçekleştirilemez. Böyle bir girişimin anlamı daha yolun başında iken yenilgiyi kabullenmenin dünyaya duyurulmasıdır. Ama bizim bütün bu çabalarımıza rağmen gene de “Hayır” derlerse o zaman biz de onlara Allah'ın elçisine, kafirlere karşı söylemesi emredilen şeyi söyleriz:

“Sizin dininiz size, benim dinim de bana...” (Kafirun: 6) 26

"Rabb'imiz! Bize yücelerden indirdiğin Kitab'a iman ettik ve elçiye tabi olduk. Artık bizi hakikate şahid olanlarla birlikte yaz." (Al-i İmran: 53)

Selam ve dua ile... Atilla Fikri Ergun . 13/07/2008

 

 

2.ARŞİV.156

 

Operasyon buz dağının görünen kısmı

Kanada'da kameralar ile korunan evinde TVNET Haber editörü Bedir Acar'a 6 saatlik röportaj veren Tuncay Güney, Türk televizyonlarında ilk kez, ayrıntılı şekilde Ergenekon'u anlattı. Türkiye'yi sarsan soruşturmanın en çok tartışılan isimlerinden biri olan Güney'e göre, Ergenekon'da bugün gelinen nokta, buz dağının sadece görünen yüzü. 1950'li yıllardan itibaren devlet içinde örgütlenen bir yapı olduğunu anlatan Güney'e göre, Ergenekon, Susurluk'un babası. Güney, TV Net'te dün akşam ilk bölümü yayınlanan röportajında, Ergenekon örgütü ve soruşturma ile ilgili olarak, şu çarpıcı bilgileri verdi: "Ergenekon çözülürse sistem çöker. Cesur Hırsızlar Partisi, Ergenekon'u himaye ediyor. Ergenekon'un sermaye boyutuna ve sistem içindeki uzantılarına dokunulmamıştır. Küçük parmağı kesilse ne olur. Örgüt kendini yeniler. Sistem devam eder." Yedi yıl önce, 9 gün boyunca işkence gördüğünü belirten Güney, bildiği her şeyi açıklamak için uygun fırsatı bekleyeceğini söyledi. Güney, 'İki grup arasında kaldım. İşkence ile ruhumu kararttılar. Avucumu açtım merhamet dilendim, elimde sigara söndürdüler” dedi.

Yenisafak İSTİHBARAT SERVİSİ 27.07.08 

 

2.ARŞİV.157

 

HİZBULLAH - FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ KAPIŞMASININ PERDE ARKASI!

Dün bazı gazetecilere “Hizbullah Basın Bürosu” imzasıyla e-postalar gönderildi. Mesajların içeriği önemliydi, çünkü Hizbullah örgütü ilk kez bir basın açıklaması yaparak Fethullahçı yayın organlarını hedef alıyordu. Açıklamanın bazı bölümleri şöyleydi:

-“Son günlerde özellikle Fethullah Hoca grubuna bağlı basın yayın organlarında Hizbullah cemaatini Ergenekon yapılanmasıyla ilişkilendirme çabaları görülmektedir. Hizbullahı Müslümanlara bu şekilde saldırma ve onları karalamanın nedeni, gerçek kimliğinizin ve bağlantılarınızın ortaya çıkacağı telaş ve endişesi içinde olduğunuz gibi bir tedirginlik gözlenmektedir. İçeride derin devlet ve gayrimeşru oluşumlarla, dışarıda ise uluslararası müstekbir güçlerle var olan karanlık ilişkilerin ortaya çıkmasından en çok korkusu olanlar sizler olmalısınız. Ayrıca Ergenekon operasyonunun tek tanığı olan ve Kanada’ya yerleşen şahsın da sizin televizyonun personeli olduğunu herkes bilmektedir. Sözde İslami bir grubun iftiralarını tel’in ediyoruz.” (Vatan, 23 Temmuz 2008)

 

2.ARŞİV.158

 

İSLAMİ CENAHTA NELER OLUYOR?

İBDA-C adlı örgütü yakınlığıyla bilinen Baran Dergisi'nin 81. sayısında, Fethullah Gülen cemaatine karşı çok sert ifadelere yer verildi.
-Salih Mirzabeyoğlu'nun sözlerinden sık sık alıntılar yapan Baran Dergisi Türkiye'nin tartıştığı başta Ergenekon Soruşturması olmak üzere olaylar hakkında ilginç değerlendirmelerde bulundu.
-İşte Baran Dergisi'nin İslami cenahta çok tartışılacak değerlendirmesi:
"Türkiye'de ve bölgede yaşanan bu savaş, daha önce defalarca ifade ettiğimiz gibi, her gözün göremediği, her aklında kavrayamadığı taraflar arasındadır.
-"Ulusalcılık", "Ergenekon" gibi isimlerle yapılan saldırılar, sadece savaşın gerçek taraflarını perdeleme gâyesi gütmektedir. Savaşın bir tarafının "küresel çapulcular" olduğu doğru olmakla beraber, diğer tarafının "ulusalcılar/millîciler" olduğu ifâdesi hakikatin perdelenmesine yöneliktir.
-İslâmcılığı küreselciliğin içinde gösteren hin anlayış, ulusalcılığı/millîciliği de karşı tarafa yerleştirerek gerçek kutuplaşmayı gözden kaçırmaya çalışmaktadır. Ulusalcı/millîcilerin dine karşı malûm tutumlarını ön plana çıkarıp, İslâmcıların da, bunların dine karşı tutumlarına karşı olan tutumlarını istismar ederek yürütülmek istenen tek şey, Batı'nın İslâm Coğrafyası'nı talan etme operasyonunu saklama girişimidir.
-NETİCEDE, bu girişimin sahipleri ne ulusalcı/millîcidir, ne de İslâmcı! “BİLAKİS, DİN ve VATAN düşmanı yasadışı Fetullah-Talabani-Barzani Örgütü'ne mensub Deccal Komitesi'nin kadınlı-erkekli bir avuç işbirlikçileridir...’’
-Ergenekon iddianâmesi hazırlanır hazırlanmaz yasadışı bu örgüt tarafından dergimiz BARAN'a karşı başlatılan plânlı saldırı girişimlerini, devam etmekte olan savaşın "gerçek tarafları" zaviyesinden değerlendirmek gerekir.
-Bütün bu hususlar gözönüne alınarak herkesin "İslâmcı"lığını, "vatansever"liğini, "anti-emperyalist"liğini, "millîci"liğini, "hak ve hürriyet mücadelesi"ni yeniden gözden geçirmesi bu süreçte kendini dayatmaktadır. Odatv.com 27.07.08

 

2.ARŞİV.159

 

İsrail'e öyle bir soru sordu ki.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, ''Nükleer silahların peşinde olmadıklarını'' söyledi.

''Kitle imha silahlarına karşıyız''
Ahmedinejad, Amerikan NBC haber kanalına verdiği mülakatta, her çeşit kitle imha silahlarına karşı olduklarını bildirdi. 
İran'ın, asılsız iddiaların aksine nükleer silah peşinde olmadığını yineleyen İran Cumhurbaşkanı, şunları söyledi: 
''Nükleer silahlar İsrail'i 33 Gün Savaşında muzaffer kıldı mı?''
''Nükleer silah elde etme düşüncemiz yok, buna inanmıyoruz da. Siyasi ilişkilere bir etkisinin olmadığı düşüncesindeyiz. Siyonist İsrail rejiminin yüzlerce nükleer başlığı var. Peki, nükleer silahlara sahip olmak İsrail'i, 33 Gün Savaşında muzaffer kılabildi mi? Nükleer silahlar, SSCB'nin dağılmasını önleyebildi mi, ABD'nin Irak ve Afganistan'da zafer elde etmesini sağlayabildi mi?'' 
''Atom bombası 20. yüzyıla ait''
Bazı dünya güçlerinin nükleer enerjiyi, atom bombasına dönüştürerek insanlığa karşı kullandığını belirten Ahmedinejad, ''Atom bombası 20. yüzyıla ait ve biz yeni bir asırda yaşıyoruz. Gerçekte nükleer enerji, çok yararlı ve temiz bir enerji kaynağıdır. Bütün ülkeler, nükleer enerjiden istifade etmeli'' ifadesini kullandı. 
Petrol fiyatları
İran Cumhurbaşkanı, ''Bugün dünya genelinde bin tane nükleer enerji santrali olsaydı acaba petrol fiyatları bu kadar çok artar mıydı?'' diye de sordu. (AA) 29.07.08

.

2.ARŞİV.160

 

İslâm karşıtlığıyla ayakta kalmaya çalışanlar

Asrımız ideolojilerin tükendiği ve ideolojilerin tükettikleri insan yığınlarının hem şahidi ve hem de ev sahibidir. İdeolojilere tutunanlar, günümüzde İslâm düşmanlığı ile ayakta kalmaya çalışıyorlar. Artık bu asrımızda ideolojiler birbirleriyle savaşmak yerine müştereken İslâm’a karşı savaşıyorlar. İslâm bir tarafta ideolojiler öteki tarafta yer almışlar. Dolayısıyla genelde İslâm coğrafyasında, özelde ülkemizde Müslümanlar yeni bir döneme girmiş bulunmaktadırlar. Bu yeni dönemde Jakoben Laikliğe iman etmiş demokrat sağcı ve solcu müşrikler, İslâm’ı hayatın taşrasında tutmak, hayatı İslâm’dan kaçırmak hususunda birbirleriyle adeta yarışmakta ve yardımlaşmaktadırlar. Bu durum şu ayet-i kerime’yi yeniden anlamamızı zorunlu kılmaktadır. Şu bir hakikattir ki; düşmanını Kur’an’dan öğrenemeyen Müslüman, düşmanına düşman olamaz. Rabbimiz buyuruyor:
“Her peygambere insan ve cin şeytanlarını Biz böylece düşman ettik ki, bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler ilham ederler. Eğer Rabbin dileseydi onlar bunu yapamazdı; onun için sen onları uydurduklarıyla baş başa bırak.” (En’âm Sûresi/112)
Allah nereye bir peygamber gönderdiyse, orada, O'na düşmanlık eden, görünür ve görünmez şeytanlar ortaya çıkmıştır. Bu yasa, aslında, daha geniş kapsamlı bir ilâhî yasanın yansımasıdır. Allahû Teâla, sonsuz hikmetinin bir sonucu olarak, bu âlemi bir çatışma yasasına tâbi tutmuş ve iyiliklerle kötülükleri karşı karşıya getirmiştir. İyiliğin her türlüsü, bu yasa gereğince, kötülüğün her türlüsüyle sürekli çatışma halindedir; her ikisi de birbirini yok etmek ve kesin bir üstünlük sağlamak ister. Her iki taraf bu uğurda bütün imkânlarını seferber eder.
Bir bakıma, bu mücadele, çekirdeklerde saklı olan şeyin ortaya çıkmasıdır. Sanki her çatışma, o çekirdeğe verilen bir su, yahut o çekirdekten çıkan filizin yaprağına vuran bir gün ışığı demektir. Işık gibi, hava gibi, su gibi, o çatışmalardaki zorlanmalar da hayır ve şer cephelerinde savaşan insanların yaratılışlarındaki mekanizmayı harekete geçirerek kendisine lâyık ürün vermeye zorlar. Eğer insan ve cin şeytanlarının en amansız düşmanlıklarıyla karşılaşmış olmasaydı, âhir zaman Peygamberinin o mucize ahlâkı hangi eserini gösterebilirdi? Şeytanların Peygamber düşmanlığı, sadece onun yaşadığı zamanla sınırlı kalan bir düşmanlık değildir. Peygamberin yüce yâdı bu gezegen üzerinde sürüp gittikçe, insan ve cin şeytanlarının ona olan düşmanlıkları da devam edecektir. Bu dünyanın minarelerinden yükselen her ezan sesi, İslâm karşıtlığıyla ayakta kalmaya çalışanların yüreğine saplanmış bir hicran okudur.
Güneşe karşı saldırıya geçenler, güneşin doğmasını engelleyemezler. Onlar istemese de güneş âlemi aydınlatıyor, Cihanda her gün fevc fecv ebedi güneş olan İslâm’a insanlar sevdalanıyor.
Hak batıl çarpışması ile ilgili ilahi yasa peygamberler gibi, peygamberlerin izinden gidenleri de kapsar. Peygamber vârisi olan âlimler için de her zaman insan ve cin şeytanlarından nice düşmanlar çıkar. Hattâ bu düşmanlar bazan bu ümmet içinden safdil taraftarlar da bulabildikleri için, şeytanlıklarını bir ölçüde gözlerden saklayabilirler. Ancak mübareze kanununun işleyişi, bu konuda bize hiç şaşmayan bir ölçü veriyor: çatışan tarafların ürettiklerine bakın. Zira çatışma, iyilerle kötüler arasındadır
Her milletten küfredenler inkârcı yaşamı çoğunlukla; ya araştırmadan, ya çevrelerinin kışkırtması ile, ya mutlu azınlığın çıkar kaybı endişesi ile, ya da geleneklerinden dolayı baba veya atalarının yolunu takip ederek seçmişler ve asırlardır nesillerine İslâm düşmanlığını taşımak için ve kendi ateşlerini alevlendirecek manevi odun mesabesindeki kin ve nefret hamallığı yapmışlar ve yapmaktadırlar.
Şeytan ve dostlarının kışkırtması ile İslâm düşmanları; İslâm’la ilgisi olan veya olmayan hareketleri bahane ederek Müslümanları üzmeleri, incitmeleri vs. ile bilerek veya bilmeyerek İslâm’a savaş açmaktadırlar. Bedir’de Peygamberimizle savaşanların aslında Allah’la savaşması gibi bunlar da İslâm’ı engellemeye çalışmak için Müslümanların şu veya bu sebeple eğitimini ve ekonomik gelişmesini engelleme bahanesi, aslında Allah’la savaşmaktadırlar. Böylelikle hem kendilerinin hem de tüm insanlığın dünya ve âhiret saadeti ile oynamaktadırlar.
İslâm düşmanlığı Hıristiyan bölgelerinde programlanmışsa da; bir ağacın kendi kurdunu kendi içinden üretmesi gibi Hıristiyan bölgelerden daha çok İslâm düşmanlığı Müslümanların bulunduğu ülkelerde maalesef daha çok görülmektedir. örneğin Hıristiyan âleminde tüm modern teknik araçları boykot eden Amerika’daki Awish tarikatı için bile kökten Hıristiyancı suçlaması olmadığı halde İslâm âleminde tüm bilim ve teknikten yararlanan ve takvası ile iftihar edilmesi gerekirken ya terörist ya da kökten dinci olarak suçlanması yaman bir düşmanlıktır. Bu da yeni nesli İslâm’a ilgisiz bırakmak için düşmanların yaptıkları bir oyundur.
Batı da Ortodoks ve Protestanlar arasında birçoğu; Hıristiyanlığı siyasallaştırmış, İslâm’ı kitle imha silahı gibi değerlendirerek, Müslümanlara karşı çoğunlukla öfkeli, kinli, saldırgan bir yaklaşım sergilemişler, bu gruplara mensup birçok papaz İslâm düşmanlığını körükleyen talihsiz vasiyetler bırakmıştır. Bu vasiyetlerin en ilginci; Anadolu’daki Müslümanların Orta Asya’ya kovulmasını, İslâm’ın deve sırtında tekrar Anadolu’dan çöle gönderilmesini vs. istemektedirler. r.
Hülefa-i Raşidinden sonra Emevi’lerden günümüze kadar; birçok âlim veya vatandaş takdir göreceği yerde zelil edilmiştir, günümüzde infak hareketini bile kara para, cihadı da terörizm olarak değerlendirmektedirler, hayatlarını vahye göre değil de güya pozitivist şartlara göre ayarlayarak Müslümanı İslâm’ı yaşamdan ve ekonomik gelişmelerden uzak tutmaya çalışmışlardır. Altınız çizerek diyoruz ki; eğer eserleriyle iyilik ürettiği ortada olanlara karşı düşmanlık eden varsa, orada insan ve cin şeytanlarının kurduğu bir tezgâh var demektir. Ancak bu da İlâhî iradenin bir sonucudur. “Eğer Rabbin dileseydi onlar bunu yapamazdı.”
öyleyse: Hayır ehline düşen şey, âyetin buyruğuna uygun şekilde, onları uydurduklarıyla baş başa bırakıp hayır üretmeye devam etmekten ibarettir. Hattâ daha fazla hayır üretmektir. Hak batıl mücadelesinin hikmeti burada yatar. İnsan ve cin şeytanları nasıl kendilerine yaraşan şekilde tüm güçlerini seferber ediyorsa, hayır ehline düşen şey de kendi hedefleri doğrultusunda imkân ve yeteneklerini en üst seviyede kullanmak ve geliştirmektir. İyilik ve takvada yardımlaşmak ile hayırlarda yarışmak, Müslümanların günlük vazgeçilmez faaliyetleri haline geldiği müddetçe İslâm düşmanlığıyla ayakta kalmaya çalışan insi şeytanlar hezimete uğramaya mahkûm olacaklardır.
Mustafa Çelik 30.07.08

 

2.ARŞİV.161

 

3 bin cinin maaşı ödenmedi

Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından Ümit Oğuztan’ın ifadesi akıllara durgunluk verici detaylar içeriyor.

28 Şubat postmodern darbesinin önemli figüranlarından Ali Kalkancı, bir işadamının fabrikasını korumak için asgari ücretten 3 bin cini görevlendirmiş. İşadamı Kalkancı'dan daha cin olduğu için cinlerin maaşlarını ödememiş.
-28 Şubat sürecinin önemli figüranlarından sahte şeyh Ali Kalkancı, Turgut Büyükdağ'ın sahibi olduğu yağ fabrikasının güvenliği için 3 bin "cin" görevlendirmiş. Kalkancı, her bir cin için aylık asgari ücret karşılığı da maaş istemiş. Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunan gazeteci Ümit Oğuztan'ın verdiği ifade, 28 Şubat'a ilişkin çarpıcı bilgiler içeriyor. İddianamenin 441 klasörlük delil dosyaları arasında yer alan belgede Oğuztan, Ali Kalkancı'nın cinlerine maaş bağlattığını öne sürdü.
Cinlerin maaşları gelmedi
Yazdığı porno kitaplarla Türkiye'de üne kavuşan Oğuztan'ın, Ali Kalkancı'yla nasıl tanıştığını anlatırken dile getirdiği ifadeler akıllara durgunluk veriyor. Oğuztan, TGS Hisar Yağ ve Çeltik Sanayii Şirketi'nin sahibi Turgut Büyükdağ'ın İstanbul Levent'te bulunan ofisinde, Ali Kalkancı'yla tanıştığını aktardı. Büyükdağ'ın, Kalkancı'dan "sahtekar" diye söz ettiğini vurgulayan Ümit Oğuztan şunları söyledi:
-"Bir keresinde Kalkancı, Büyükdağ'ı telefonla aradı. Cinlerin maaşlarının gelmediğini söyledi. Ben de 'sorun bakalım kaç cini varmış?' dedim. 3 bin cini fabrikayı korumak için görevlendirdiğini ifade etti. Büyükdağ, 'bunların maaşlarını nasıl hesaplayacağız?' diye sorunca, 'asgari ücretten', cevabını aldı. Büyükdağ parayı ödemedi tabii."
Elini öptürdü, müridi oldum
Oğuztan, Kalkancı'nın kendi tarikatına maddi destek istemek amacıyla Büyükdağ ile tanışmaya geldiğini bildirdi. Bu görüşme sırasında kendisinin de Turgut Büyükdağ'ın yanında olduğunu kaydeden Oğuztan, "Sakallı, elinde tespih, dini bütün bir insan görünümündeydi. Şeyh olduğunu söyledi. Ben de müridiniz olmak isterim, dedim. Elini öptürdü, müridi oldum" ifadelerini kullandı. Müritliğinin devam etmediğini anlatan Oğuztan, "Beni tarikatına götürdü. Oradaki sistemi gördüm ve müritlikten ayrıldım" dedi.
İrfan Dumlu-Bugün 11 Ağustos 2008 Bu haber toplam 35653 defa okunmuştur

 

2.ARŞİV.162

 

Ehl-i Beyt sevgisi olmadan din olmaz

Prof. Dr. Haydar Baş geçtiğimiz pazartesi Meltem TV’de yayınlanan“Haftanın Sohbeti” programında Ehl–i Beyt’in dinimizdeki yeri ve öneminden bahsetti.
İçinde Ehl–i Beyt’e saygı ve sevginin olmadığı bir din anlayışının hiçbir şey ifade etmediğinin altını önemle çizdi. Özetle ifade etmek gerekirse;
Ehl–i Beyt, Peygamber (SAV) Efendimizin İslam alemine emanet ettiği iki temel husustan biridir. Peygamber (SAV) Efendimiz veda hutbesinde, “Size iki emanet bırakıyorum, birincisi Allah’ın kitabı Kuran, ikincisi Ehl–i Beytimdir. Ehl–i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım” buyuruyor.
Peygambere (SAV) ve Ehl–i Beytine salat ve selam getirilmeyen namaz namaz değil. Nitekim bir hadislerinde Allah’ın Rasulü, “İçinde bana ve Ehli Beytime salat getirilmeyen namaz makbul değildir” buyuruyor.
-Aynı zamanda Ehl–i Beyt sevgisi imanın da alameti. Peygamber (SAV) Efendimiz buyuruyor ki: “Allah’a yemin ederim ki, Ehl–i Beytimi, Allah için ve bana olan yakınlıklarından dolayı sevmediği takdirde bir kimsenin kalbine iman girmez.”
-Ehl–i Beyt sevgisi Peygamberi (SAV) sevmenin de alameti. Yine bir hadislerinde Ralulüllah (SAV), “Beni Allah’ı sevdiğiniz için, Ehl–i Beytimi de beni sevdiğiniz için sevin” buyuruyor. Ehl–i Beyt sevgisi hayırlı bir insan olmanın da alameti. Hadis–i şerifte, “Sizin en hayırlınız benden sonra Ehl–i Beytime en hayırlı davranınızdır” buyurulmaktadır. Ehl–i Beyti sevenler Allah’ın sevgisini kazanırlar. Peygamber (SAV) şöyle dua ediyor: “Ya Rabbi, Hasan ve Hüseyin’i ben seviyorum, sen de sev. Onları sevenleri de sev.”
-Ehl–i Beyt sevgisi aynı zamanda Peygamber Efendimize vefa borcumuz. Şura Suresi 23. ayette Cenab–ı Hak şöyle buyuruyor: “De ki: Ben peygamberliğime ve risaletime karşılık sizden Ehl–i Beytime saygı ve sevgi dışında hiçbir şey istemiyorum.”
-Kısaca Ehl–i Beytin dinimizdeki yeri nedir? Ehl–i Beyt sevgisi olmadan iman olmaz, namaz olmaz, Peygambere (SAV) sevgi olmaz, hayırlı bir Müslüman olunmaz, Allah’ın sevgisi kazanılamaz... Ehl–i Beyt, Peygamberimizin iki emanetinden biridir.
-Prof. Dr. Haydar Baş sık sık vurgular, Türk milletinin asırlarca İslamın bayraktarlığını yapmasının en büyük sebebi Ehl–i Beyt sevgisidir.
Cenab–ı Hak, yardımını, bereketini, feyzini Habibinin Ehl–i Beytine sahip çıkmayanlardan, hatta onlara zarar verenlerden almış, onlara sahip çıkanlara, canları pahasına sevenlere vermiştir. Ve bu kıyamete kadar hep böyle olacaktır. Bu sebeple Türk milletinin içerisinden bir çok Allah’ın veli kulları yetişmiştir. İşte Yunus’u, Mevlana’sı, Ahmet Yesevi’si, Hacı Bektaş Veli’si, Hacı Bayram Veli’si, Akşemseddin’i...
-Ehl–i Beyt sevgisinden ne zaman uzaklaşmışız, dünyaya tamah etmişiz, ardarda mağlubiyetler yaşamışız. Ehl–i Beyt sevgisiyle olaylara baktığımızda bereket hasıl olmuş, zaferden zafere koşmuşuz, iktidar ve dünya hırsıyla baktığımızda ise o bereket uçup gitmiş, birbirimize düşmüşüz. Türk milletinin medeniyetinin özü Ehl–i Beyt sevgisidir.
-Son olarak Prof. Dr. Baş’ın şu cümleleri ile bitirelim: “Bu milletin kültürüyle, medeniyetiyle, siyasetiyle, örfüyle, adetiyle, geleneğiyle, maneviyatıyla bir ve beraber olanlarla bir olacağız ki, milletle paralel olalım, birleşelim ve hakikaten hem maddede hem  manada herkesin hayret ettiği neticeleri elde edelim.” Murat Çabas 7.08.08

 

2.ARŞİV.163

 

Ahmedinejad'ın ziyareti: Tarihte yeni bir sayfa

"İran, Türkiye, Suriye ve Irak'ın iktisattan kültüre, siyasetten güvenliğe kadar her alanda işbirliğine gitmeleri tabiidir. Zira bu ülkeler aynı kültür havzasına aittir."

"Türkiye'nin ilerlemesini kendi ilerlememiz gibi görüyoruz. Biz kardeşiz. Aynı dîne mensubuz. Halkı ve hükümetiyle Türkiye'yi seviyoruz. Çok seviyoruz."

"Türkiye ve İran, imkânlarını birleştirerek birbirini tamamlayabilir. İki ülke arasındaki işbirliği büyük bir güç oluşturabilir. Bu güç, bölge ve dünya barışının tesisinde kullanılabilir. İzzet yolunda beraber yürümeye azmedersek bunu gerçekleştirebiliriz. Ne mutlu bize ki bu irade bugün iki ülkede de mevcuttur."

"Biz Türkiye'yi içten seviyoruz. Türkiye ile daima beraber olacağız."

Türkiye'yi ziyaret eden İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın dün İstanbul'da düzenlediği basın toplantısında verdiği bu beyanatlar, yepyeni bir 'İran-Türkiye Vizyonu'na işaret ediyor. Bu vizyon bir muhabbet vizyonudur. Bu vizyon bir stratejik ortaklık vizyonudur. Bu vizyon bir yoldaşlık vizyonudur. Bu vizyon bir ittifak ve hatta ittihad (birlik) vizyonudur…

-İran'ın en yüksek tirajlı gazetesi olan Hemşehri'nin geçen Pazar günü neşrettiği bir makalede özetle şöyle deniliyordu: "Ortadoğu, tarihinin en zorlu günlerini yaşıyor; fakat İran-Türkiye-Suriye ittifakı ile bütün krizlerin üstesinden gelebiliriz. Amerika, bu üç ülkenin beraber hareket ettiği hiçbir yerde başarılı olamaz. Irak'ta olamadı işte. Suriye üzerindeki planları da, İran ve Türkiye'nin Suriye'ye sahip çıkması sayesinde suya düştü… Ahmedinejad'ın Türkiye ziyareti, bölgenin kurtuluşu için elzem olan ittihada doğru atılmış tarihî bir adım olacaktır."

-Bu satırlar bana Şark'ul Avsat gazetesinde Suriye Başbakanı'nın Türkiye ziyareti münasebetiyle yayınlanan bir makaleyi hatırlattı. O makalenin özeti: "Ortadoğu'nun yeniden şekillenmesine yönelik Amerikan planları, istişare ve diyalogun temel giriş kapısını oluşturmakta. Başbakan Miro'nun ziyareti bu sorunlar etrafında anlaşmanın temelini sağlamlaştırma noktasında başarılı olduğu takdirde, Cumhurbaşkanı Esed'in gelecek aylar için planlanan ziyareti Türkiye-Suriye ilişkilerinin stratejik ufkunun çizimi için bir ön hazırlık olacak. / Bölgenin yeni haritasının, Araplar, Türkiye ve İran'ı tek bir İslam medeniyetine ait güçler olarak buluşturacak biçimde çizimine yönelik böyle bir ziyaret, dünyayla açılımcı ve güçlü bir diyaloga geçecek medeniyet tablosunun çiziminde en sağlam doku olabilir."

-Salı günü Tahran'da görüştüğüm İran Dışişleri Bakanı Muttaki'ye şöyle bir soru sordum: "Suriye ile stratejik ortaklık kuran, böyle bir ortaklığı Irak'la da kurmak isteyen, geçmişte büyük sorunlar yaşadığı Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri ile beraber hareket etmenin yollarını arayan, Türkiye ile karşılıklı bağımlılık ilişkisini geliştirmeye azmeden ve bu arada Mısır'la arasındaki buzları eritmeye dönük adımlar da atan İran'ın, bölge ülkeleri arasındaki karşılıklı güvensizliğe son vererek bölgesel bir entegrasyonun zeminini oluşturmaya çalıştığı söylenebilir mi?" Bu soruyu büyük bir memnuniyetle karşılayan Muttaki, tespitimin yerinde olduğunu belirtip, "karşılıklı ekonomik bağımlılık yoluyla tesis edilecek güven ortamının zamanla her alanda birlikte hareket etmeyi mümkün kılacağını" ifade etti.

-Ahmedinejad'ın dünkü beyanatları, İran'ın böyle bir vizyona sahip olduğunu en ufak bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur. Türkiye'nin son yıllardaki Ortadoğu ve bilhassa Suriye-İran açılımları da böyle bir vizyona işaret ediyor. Türkiye ile İran arasında imzalanan –ve henüz imzalanamayan- işbirliği anlaşmalarını fevkalade önemli ve değerli kılan da, her şeyden evvel, böyle bir vizyonun mevcudiyetidir.

-Cenab-ı Hakk'a ne kadar şükretsek az: İran'da Safevi iktidarının kurulduğu 1502 yılından itibaren karşılıklı düşmanlığı meslek edinmiş, birbirinin canına okumak için varını-yoğunu ortaya koymuş, korkunç savaşlara tutuşmuş, barış zamanlarında da birbirinin kuyusunu kazmış, yirminci yüzyılda Batılıların şemsiyesi altında ittifak kurarken de birbirine şüpheyle bakmış, İran İslam Devrimi'nden sonra da karşılıklı güvensizlikten kurtulamamış olan Türkiye ve İran, son yıllarda şeytanın bacağını kırıp güven bunalımını aşmaya ve menfaatlerini tevhit etmeye başladı. Bundan sonra yol birlik ve beraberlik yoludur. İkili ilişkilerde yaşanan ufak-tefek sıkıntılar bu gerçeği asla gölgeleyemez.

-İran Cumhurbaşkanı, bir Osmanlı camiinde Sünni kardeşleriyle omuz omuza Cuma namazı kılarak, tarihte yeni bir sayfanın açıldığını müjdelemiştir. Onu sevinç gösterileri ve tekbir sesleri ile karşılayıp uğurlayan cemaat de tarihte yeni bir sayfanın açıldığını coşkuyla teyit etmiştir. Mübarek olsun.

Hakan Albayrak 16.08.2008

 

2.ARŞİV.164

 

Osmanlı gitti, kaos geldi

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından bu yana Ortadoğu'ya kaosun hakim olduğunu söyledi.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Osmanlı Devleti'nin yıkılmasının ardından Ortadoğu’da kaosun hâkim olduğunu söyledi. Ahmedinejad,"insanların şu anki dünyanın durumundan memnun olmadığını" belirterek, "Zulüm, insanların ilişkisine hâkim olmuştur. Bunun sebebi de büyük devletlerin uygun olmayan ilişkileri ve hareketleridir" dedi.
Ahmedinejad, İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Mutteki ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Kültürel Miras ve Turizm Kurumu Başkanı İsfandiyar Rahim Meşai'nin de katılımıyla İstanbul’da basın toplantısı düzenledi.

İRAN VE TÜRKİYE’NİN GÜÇLENMESİNİ İSTEMİYORLAR
Ahmedinejad, Vakit muhabirinin ABD ve İsrail’in sahip olduğu korkunç nükleer silahları hatırlatması ve bunlar sorun olarak görülmezken, İran’ın nükleer çalışmalarının sürekli gündeme getirilmesinin çifte stardart olup olmadığını sorması üzerine; 'Amerika ve İsrail’in; Türkiye ve İran'ın gelişmesini istemediğini belirterek', "Bugün de nükleer enerji bahaneden başka bir şey değildir. Onlar bizim gelişmemizi istemiyorlar" dedi.

“ABD AMBARGOSU, BİZE KENDİ UYDUMUZU YAPMAYA SEVKETTİ”
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun iki temel nedenle oluşturulduğunu anlatan Ahmedinejad, sözlerine şöyle devam etti: "Birinci amaçları nükleer bomba yapan ülkelerin önünü kesmek, silahsızlandırmak. İkinci amaçları nükleer enerjiyi değerlendirmek için başka ülkelere yardımcı olmak. Büyük devletler bu amaçların, hedeflerin hiçbirine ulaşılmasına izin vermedi. Onlar silahsızlanmadı. 3, 4, 5. nesil nükleer silahlarını yaptılar, başka ülkelerin de nükleer enerji kullanmasına izin vermediler. Onlar bizim gelişmemize razı değiller. İnşallah İran'ın, İran yapımı ilk uydusu uzaya fırlatılacaktır. Bu uydu tümüyle İran yapımıdır. Biyoteknoloji konusunda ilk 5 ülke içindeyiz. Nanoteknoloji konusunda ilk 10 ülke içindeyiz. Bunların hepsi Amerika'nın ambargosu sayesinde oluşmuştur."
Bilindiği gibi, ABD ambargosu üzerine Türkiye’de de PETLAS, lastik üretimine geçmişti.

AMERİKA VE İŞBİRLİKÇİLERİ DÜNYAYA ZULÜM GETİRDİ
Dünyanın bugün Amerika gibi ülkeler yüzünden zulüm altında olduğunu ifade eden Ahmedinejad, sözlerini şöyle sürdürdü: "Bugün bütün insanlar dünyanın şu anki durumundan pek memnun değiller. Bu adaletsizlikler, savaşlar, saldırılar ve emniyetsizlikler, rahat yaşamı ve barışı insanlardan almıştır. İnsanların kerametini de almıştır. Ve maalesef zulüm, insanların ilişkisine hâkim olmuştur. Bunun sebebi de büyük devletlerin uygun olmayan ilişkileri ve hareketleridir. Bütün milletlere, insanlara güvensizliği aşılamıştır. Bizim istediğimiz şey, bir gün insanlığın kerameti, temizlik, dürüstlük, adalet hâkim olsun."

BARAJ YIKILINCA...
Ahmedinejad; bir gazetecinin Suriye ve İsrail arasında gayri resmi görüşmeler yapıldığını belirterek, bu konudaki görüşlerini sorması üzerine, Ortadoğu'daki sorunun Siyonist rejimle çözülemeyeceğini ifade etti. Bölgede hâkim olan Siyonist rejimin tamamen yapay bir rejim olduğuna dikkat çeken Ahmedinecad, 60 senede bölgede yaşanan 3 önemli savaşın ve yüzbinlerce kişinin ölümünün sorumlusunun Siyonist rejim olduğunu kaydetti. Bölgede bir baraj görevi gören Osmanlı Devleti'nin yıkılmasının ardından bugünkü rejimin bölgeye hâkim olmaya başladığını anlatan Ahmedinejad, "Bu bölgede kalmak için tabii ki bir istasyona ihtiyaçları vardı. Geleneksel olarak hiçbir durağa sahip değillerdi. Siyasi oyunlarla ortamı hazırlayarak, bazı insanları toplayıp, getirip, suni devlet oluşturdular. Tabii ki bu rejimin varlığı büyük devletlerin çıkarlarını sağlamak için kurulmuştur. Bunların en büyük isteği Nil'den Fırat'a kadar olan bölgeyi ele geçirmektir. Biz işgal edilmiş toprakların ne kadar fazlası dışarıda kalırsa, o kadar mutlu olacağız. Bu, 60 yıllık bir yaradır. Bu hastalığın sebebi belli olmadıktan sonra, bu hastalık giderilemeyecektir. Biliyorsunuz ki, Siyonist rejim tümüyle yapay bir rejimdir. Bizim aslında Ortadoğu'nun esas, köklü problemlerini bulup çözmemiz gerekiyor" diye konuştu.

SİYONİST REJİM SADECE SAVAŞ VE TERÖR İÇİN KURULDU
Siyonist rejimin sadece savaş ve terör için kurulduğunu anlatan Ahmedinejad, Ortadoğu'da sorunların çözülmesinin Siyonist rejim problemini çözmekten geçtiğini ifade etti. Ahmedinejad, "Bütün gücümüzle dünyadaki zulme karşı savaş vermeye hazırız. Büyük devletlerin de İran'la düşmanlıklarının en büyük sebebi budur zaten. Biz Filistin'e, Afganistan'a, Irak'a, Gürcistan'a yapılan zulümlere her zaman karşıyız. Ve bu konuda da çok detaylı görüşmeler yaptık ve bütün çabamız bu zulmün, bu adaletsizliklerin bütün insanlık âleminden yok olması" dedi.

SULTANAHMET'TE CUMA NAMAZI
Ahmedinejad, bir Osmanlı ve Sünni camisinde namaz kılacağını hatırlatan gazeteciye, Sultanahmet Camii'ne gideceği için çok mutlu olduğunu söyledi. Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, "Acaba benim, bir cumhurbaşkanının orada olması büyük bir siyasi olay değil midir? İslâm, siyasi, coğrafi sınırlardan çok daha öte bir şeydir. İslâm çok daha büyüktür. Cuma namazı ibadet ve siyasetin yan yana geldiği bir şeydir. Benim bu namazda Türk halkıyla birlikte olmamın tek sebebi, onların yanında olmam, onlarla birlikte olduğumu göstermem anlamına gelmektedir ve çok büyük siyasi bir olaydır" dedi.  İstanbul Valisi Muammer Güler, konuk Cumhurbaşkanı Ahmedinejad onuruna öğle yemeği verdi. Ahmedinejad, Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ı da kabul ederek görüştü. Son olarak Başbakan Erdoğan'la da bir görüşme yaptı.

Sultanahmet’te sevgi seli
Sultanahmet Camii'ne Cuma namazı için gelen İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'a halk büyük sevgi gösterisinde bulundu. Cami içinde de sevgi gösterisinin sürmesi sebebiyle, imam cemaati uyarmak zorunda kaldı. Sevgi gösterileri namaz sonrası da sürdü. vakit 16.08.2008

 

2.ARŞİV.165

 

‘ABD gücünü paylaşmak zorunda’

Gül ingiliz Guardian gazetesi muhabiri Stephen Kinzer’a Amerika'yla ilgili çarpıcı yorumlarda bulundu
Abdullah Gül, Çankaya Köşkü’ne çıktıktan sonra ilk kez yabancı bir gazeteye röportaj verdi. İngiliz Guardian gazetesinden Stephen Kinzer’a İran lideri Mahmud Ahmedinecad’ın ziyaretinden birkaç saat önce Dolmabahçe’de konuşan Cumhurbaşkanı Gül, birçok konuda önemli mesajlar verdi. Gül şöyle dedi:
* Gürcistan Savaşı ve ABD: Savaşın yıkıntılarından çok kutuplu yeni bir dünya doğacak. Gürcistan’daki çatışma ABD’nin artık tek başına küresel politikaları şekillendiremeyeceğini ve gücünü diğer ülkelerle paylaşması gerektiğini gösterdi. Tek bir merkezden dünyayı yönetemezsiniz. Büyük ülkeler, çok büyük nüfuslar var. Artık yapılması gereken, tek taraflı adımlar yerine, ortak kararlar almak ve dünyayla konsültasyonlar yapmak. Yeni bir dünya düzeni ortaya çıkmalı.

* Nükleer Program: İran ile baş etmenin en iyi yolunun bu ülkeyi izole bırakma, çeşitli yaptırımlar uygulama ve cezalandırma olduğu yolundaki görüşe katılmıyorum. Çok önemli meseleler var, nükleer sorun, Irak, Kafkaslar, Afganistan. İran bu meseleler üzerinde kesinlikle etkili bir rol oynuyor, biz de onlarla diyalog kuruyoruz. İran’ın nükleer enerji üretmeye hakkı var ancak nükleer silaha hakkı yok. ABD’nin İran’a saldırma olasılığını düşünmek bile istemiyorum. Diplomatik çözümler her zaman iyidir.
* Türkiye’nin değişimi: Türkiye’nin AB’ye katılma gayreti ülkenin ‘asıl gündemi’dir. Bu, bölge, dünya ve barış için gerçek bir armağan olacak.
* Kapatma davası: Şimdi Türkiye’nin önceliği politik reformlara kaldığı yerden devam etmek olmalı. Son iki yılda hep iç meselelere enerjimizi harcadık, reformlar yavaşladı. Kapatma davasından sonra yeni bir döneme girdik. Türkiye için büyük fırsat.
* Güneydoğu ve laiklik: Demokratikleşme Güneydoğu’da tüm iç sorunlarına çözüm olacak. Bazıları ’terör’, bazıları ’ Güneydoğu sorunu’, bazıları ’Kürt problemi’ diyor. Bunun adına ne derseniz deyin, bir çözüm bulacağız. Başka sorunlarımız da var, laiklik ve anti-laiklik gibi... Ben bu yüzden reform sürecine odaklanıyorum. Sorun şuydu: demokrasi eksikliği, demokrasi standardı.Vatan 17.08.08

 

2.ARŞİV.166

 

Biz kimiz?  

Ciddiye alınmaya değer bir dünya görüşümüz, gelecek tasarımımız var mı? “İnandık” dediğimiz dinimizi ne kadar iyi biliyoruz? En aydın geçineni, elifi görse mertek sanır. Hacısına-hocasına sorun bakalım. Kaçımız Amentü’de geçen kelimelerin ıstılahlarını biliyoruz? Bilmeyi bırakın, bilmediğimizi de bilmiyoruz. İnançsız bir topluluk olduk. Dini, sosyolojik anlamda atomize ediyorlar. Kendi içinde parçalayarak, rasyonalize ederek belli standartlara indirgenmiş bir din icad etmeye çalışıyorlar.
-Komünizm dine karşı cepheden saldırıyordu. Kapitalistler, yeni dünya düzeninin toplum mühendisleri bu işi daha iyi biliyorlar.
İnanç, tarih, kültür düşmanlığı ile artık bir yere varamayacağımızı bilmemiz lâzım. Bu süreç sistematik bir şekilde cahilleştirme sürecidir. Her birimiz biyonik bir robot haline getirilmek istenmektedir. Gözümüze bir at gözlüğü takarak bizi dolap beygiri gibi döndüreceklerini düşünüyorlar. Bizi biz yapan, bizi başkalarından ayıran ne kaldı? Dilimiz mi, kıyafetimiz mi, mekân mı, kavramlarımız, kurumlarımız mı, ne kaldı geriye? Kendi müziğimiz yok mu bizim? Mutfağımız ne durumda? Sanatımız, en önemlisi ahlakımız? Her şeyi tükettiler. Tam da Masignon’un dediği gibi, “anarşi ve intihar için uygun bir hale geldiler.” İşte mafya da, çete de, bugünkü medya da, Hizbullah da bu ortamda hayat buldu. Kültürel anlamda intihara sürüklendik. Can derdimize düştük. ölümü göstererek bizi hastalığa razı ettiler. Kendi yöneticilerimizin zulmünden, bürokrasiden, darbecilerden korkumuzdan AB’ye sığınmaya mecbur bıraktılar. Kötü bir şekilde oyuna getirildik. çağdaşlık adına, “İslâm’a irtica, Müslümana mürteci” derseniz, onların kavram ve kurumlarına yasaklar, onlara karşı topyekün bir savaş başlatırsanız sonucu bu olacaktır.
-Bu durum hiç kimsenin hayrına değildir. Nasıl ki düzen kendi Frankeştaynlarını üretip elinden kaçırıyorsa, yeni dünya düzeninin patronları da aynı hatayı yapıyorlar. Hele Türkleri İslâm ahlakından soyutlayacak olursanız, başınıza gelecekleri tahmin etmek çok da zor değil.
“İncil’e benzer bir Kur’an. Papaza benzer bir imam, kiliseye benzer bir cami ve Hıristiyana benzer bir Müslüman” tipi düşleniyor. Ama gerçek ve karanlık niyetler ortaya çıktı, sanırım artık bu oyun anlaşıldı. Sistem dibe vurdu.
-Tarih, toplumun ortak hafızası ve tecrübeler birikimidir. Bizim geçmişimiz yok. Geleceğimiz de. Hayatımızın pusulası olan imanımızı kaybettik. Ne bilimimiz var ne de heyecan ve umut bıraktılar. Daha doğrusu biz Allah’ın ipini bıraktık, O da bizim ipimizi bıraktı.
Bundan daha kötüsü olamaz. Kaçınılmaz olarak bundan sonrası daha iyi olacaktır. Elimizi ne kadar çabuk tutarsak, bunun için, zaman, kan ve para maliyeti, siyasi maliyeti o kadar az olacaktır. Daha fazla bilgiye, daha fazla sevgiye, daha fazla paraya ihtiyacımız var. Daha dindar ve ahlaklı bir hayat yaşamamız lâzım. Daha cesur olmamız gerek. Korkarak, onların cür’et ve cesaretini artırırsınız. Kendi kendinizi inkâr ederek onlara benzemeye çalışırsanız, kendinizi küçük düşürürsünüz, onlar da sizi affetmez, sizinle alay ederler. Hatta sizden tiksinirler. Dilinizle birlikte dünyanız da yara alır. ÇARE, daha fazla bilgi, daha fazla sevgi, daha dini bir hayat, daha fazla cesaret, daha fazla para. Onun için daha fazla mesai, daha fazla kalite ve ne zaman nerede, neyi nasıl yapacağını bilen, kardeşleri ile yardımlaşan bir irade ve daha fazla estetik kaygı, daha verimli bir emek ve işleyen bir zekâ gerekli.
-Unutmamamız gereken ilk fetih, yürek fethidir. El Emin sıfatı kazanmamız gerek. önce birbirimizin yüreklerini fethetmeliyiz. Unutmayın, birbirinize şahit olacaksınız. Gelinler, kaynanalar beni duyuyor musunuz? Biz bildiklerimizle amel edecek olursak; O, bize bilmediğimizi öğretecek. Biz O’na doğru yürüyerek gidersek, O bize koşarak gelecek. O’nun yardım eli bizim ellerimizin üzerinde olduktan sonra ne gam? O kadir-i mutlaktır. O işitir, görür ve bilir. O Rahman’dır ve Rahim’dir.
-Unutmayın, biz kendimizi değiştirmeden, Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecektir. Başımıza gelenler, sadece düşmanlarımızın hilelerinin ve düşmanlıklarının sonucu değildir. Karanlık, aydınlığın yokluğudur. Masonlar, komünistler ve Yahudilerin hileleri sonucu bu duruma düşmedik. Biz Allah’ın ipini bırakınca, Allah da bunları başımıza bela etti. Şeytanın varlığı günahlarımızın mazereti olamaz. Batıl gelince hak zail olmaz. Kur’an bize, “Hak geldi, batıl zail oldu de” der. Kur’an-ı Kerim’de “Batıl geldi, hak zail oldu” diye bir ayet yok. Selâm ve dua ile. Abdurrahman Dilipak 21.08.2008

 

2.ARŞİV.167

 

Sözlerin Güzeli

Orgeneral Büyükanıt, ''Bana, 'veda ederken ne diyeceksiniz?' diye soruyorlar. İlk size söylüyorum; hadi bana Allah'a ısmarladık'' dedi.

Habervakti.25.08.2008

 

2.ARŞİV.168

Vahdet-i vücut (varlık birliği)

Bir okurum “Vahdet-i vücud düşüncesinin doğrusu nedir” diye soruyor. Cevabım şudur: İslâm tasavvuf tarihinde vahdet-i vücud (varlık birliği) fikrini sistemleştiren mutasavvıf Muhyid-din İbn Arabi’dir. İbn Arabi’ye göre varlık, bir tek hakikatten ibarettir. Çeşitlenme ve çoğalma, dış duyuların oluşturduğu bir görüntüden ibarettir. Allah, kesin varlıktır. O’nun varlığının sebebi yoktur. O, kendi zatıyla vardır. Biz O’nun varlığını biliriz ama zatının hakikatini bilmek mümkün değildir. Allah bizi şu belirli biçimlerde yaratacağını, ezelden beri biliyordu. Eğer bizi bu şekilde bilmeseydi yaratmazdı. Bu biçimi başka yerden de almadı. Çünkü kendisinden başka bir varlık yoktu ki oradan alsın. Demek ki kendi bilgisinde bizim bu biçimimiz, düşünce halinde vardı. Bu düşünce sonradan gelmiş olamaz. Çünkü Allah’ın zatında ve bilgisinde değişim olmaz. Bizi ezeli bilgisiyle böyle bilmişti. O halde biz, bilkuvve (potansiyel olarak) O’nda vardık. O’nun bizi bilmesinin aynısı olan bizim misalimiz (düşünce halindeki varlığımız, bir başka deyişle Allah’ın bizim hakkımızdaki bilgisi), kendi kıdemiyle kadim(öncesiz)dir. Çünkü bilgi O’nun sıfatıdır. Sıfatı da ezeli(öncesiz)dir. Allah, bizi yaratacağını sonradan bilmiş olamaz (Fütuhat: 1/153-154).
-Allah bu evreni, isimlerini açığa çıkarmak için yaratmıştır. Çünkü makdursuz kadir, verme olmadan cömertlik, beslenen kimse olmadan rızk vericilik, yardım edilen bir şey olmadan yardım edicilik, rahmet edilen biri olmadan rahmet edicilik etkisiz kavramlardır (Fütuhat: 1/155). İbn Arabi’ye göre kâinat, Allah’tan çıkmıştır. Fakat Allah ile aynı mahiyette değildir. Mümkün varlıklar, önce yokken sonradan Allah’tan sadir olmuştur. Fakat bunların, parçanın bütünden ayrılışı gibi bir ayrılışla var olduğu düşünülemez. Zira o takdirde bunlar varlıktan varlığa çıkmış ve böylece ezelde kendi kendisiyle kaim bir varlığa sahip olmuş olurlardı. Tanrı’nın zat ve mahiyetine zarar vermemek için evren, Allah’ın ilk tecellisinden oluşan ilk akla dayandırılmıştır. İlk akıl tektir. Ancak yapısında çokluk yeteneği vardır. Bütün varlıkların suretlerini (idelerini) kendinde taşır. Buna kâinatın ilkesini oluşturan levh-i mahfuz da denir.

-Mutasavvıflar evreni Allah’ın görüntüsü kabul etmişlerdir

İbn Arabi’ye göre varlık bir daire oluşturur. Bu daire, Allah’ın bir görüntüsü veya O’nun aynıdır. Dairenin merkezi Allah’tır. Başında ilk akıl vardır. Bu, bütün yaratılanların aslıdır. Her şeyin sureti, tasarısı bunda vardır. İlk akılda bulunan suretler, şekillere konularak çeşitli varlıklar yaratılmaya başlamıştır. Böylece yaratma devam edip insan türüne gelmiş ve en son insan yaratılmıştır. Varlık dairesinin sonunda insan bulunmaktadır. İnsanla varlık dairesi tamamlanmış ve nasıl dairenin sonu, başıyla birleşirse insan da akılla birleşmiştir. Başında akıl, sonunda (başa birleştiği noktada) insan bulunan bu dairenin, iki ucu arasında kalan kısmında diğer varlıklar vardır. Nasıl dairenin merkezinden çıkan hatlar, çevrenin her noktasına aynı uzaklıkta ise bütün yaratıkların da Allah’a münasebeti öyledir. O’nda değişiklik olmaz. Dairenin çevresindeki her nokta, nasıl merkeze bakarsa bütün yaratıklar da öyle Allah’a bakar, O’nun verdiğini kabul ederler (Fütuhat: 1/162).
-Bu konunun ayrıntısı için “İslâm Tasavvufu” adlı eserimi okumalısınız. Şunu vurgulamak gerekir ki bu felsefenin büyük temsilcileri görünen İslâm mutasavvıfları, her şeye “Allah” dememişler ancak evreni Allah’ın görüntüsü, gölge varlık kabul etmişlerdir. Allah ise gerçek varlıktır. Asıl varlık O’nun varlığıdır. Varlığı kendisindendir, başka bir varlığa dayanmaz. Yaratıkların varlığı ise O’nun varlığına dayanır. İbn Arabi de talebesi Konevi de her şeye “Allah” deyip din kurallarını boşlayanları şiddetle kınarlar ve “zındıklıkla” suçlarlar. Aslında bu felsefe, insana emir ve yasak boyunduruğundan kurtulma kapısını açmaz. Öyle olsa hırsızla, katille veli bir tutulur. Evet iyilik ve kötülüğün failleri güçlerini O’ndan alırlar ama Allah iyilik yapandan memnun olur, ötekini de cezalandırır. Evrendeki çeşitlilik, Allah’ın isim ve sıfatlarının çeşitliliğinden kaynaklanır. Allah’ın rahmet sıfatı yanında gazap sıfatı da vardır. Nafi (yarar veren) sıfatı yanında darr (zarar veren) sıfatı da vardır. İşte evren böyle alternatifli sıfatların görüntüsüdür. Yaratıkların kimi Allah’ın yarar veren sıfatına, kimi de zarar veren sıfatına ayna olmuştur. Süleyman Ateş 26.08.08    

 

2.ARŞİV.169

 

   Kayıp Trilyon Davası ile ’din’in siyaset ve menfate aleti ile insanların müsübete hazırlanmasından bir örnek.’

Okuduğum şu satırları sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim:

Dün “Tıynetten” bahsettik. Bahsettiğimiz konu bugün Hürriyet"in manşetinde. “Altınlarına da af istiyor” diye.
Hürriyet"in haberi yeni değil. Erbakan aylardır  parayı kurtarmanın peşinde. “AKP"liler aylardır neredeyse yalvarıyorlar’’ Necmettin Erbakan"a “Hocam. Uzlaş. Bu parada bir indirim yapılsın. Öde herkes kurtulsun” diye.
   Erbakan inat ediyor. Erbakan"a dava arkadaşından af geldi ama affedilmeyenler de var. O dönem Refah Partisi"nin il ve ilçe teşkilatında çalışanlar. Trilyonlar kaybolunca ve soruşturma başlayınca parti yönetimi taşra teşkilatlarına haber yollamış.
“Fatura matura bulun, uydurun. Size şu kadar para gönderdik, siz de o parayı harcamış gibi faturalandırın”
İl ve ilçe başkanlarının alayının başı dertte şimdi
. Genel Merkez"in yani Erbakan"ın ve o dönemki genel başkan yardımcılarının talebi üzerine sahte faturalarla parayı harcanmış gibi gösterenlerin hepsinin başı belada. Hepsinin önünü sahte faturaların faturası konmuş vaziyette. “Kendilerine gönderilmeyen parayı geri ödemek zorundalar.’’ Onlara da hacizler geldi. Erbakan"ın umurunda mı! Büyük ihtimalle bekliyor ki, bu parayı onlardan tahsil etsinler, Erbakan"ın da malları, altınları kurtulsun. Oğlu milyon dolarlık yatla gezecek, spor Mercedes"le cumaya gidecek. Taşradaki gariban partili 10 trilyon borcu ödeyecek.
   Dediğim gibi şeref haysiyet onur denen kavramlar yok. “Ben Başbakanlık yaptım. Bunun şerefi yeter.” diye bir yaklaşım yok.
Bu işler böyle, bu kafa böyle.  Kimi 1 kaç trilyon için, kimi hediye mücevher için makamın onurunu üç paralık ediyor.
Kafa bu. Tıynet bu.  ”  Fatih Altaylı ’Habertürk’ 21.8.2008

 * * *

   Yorum mu?… Yorum yok! Dilim tutuldu.

Fakat!! Bugünlerde Hocanın affedilmesi konusunun başka bir şeylerin üzerini örtmekle alakalı olabilir. Meselâ; Boğazlardan Amerikan donanmalarının geçmesi gibi. Bu arada mahkeme yeniden görülür ve hoca beraat eder, gibi yasal bir durum mevcut mudur, tekrar yasa değiştirilebilir mi bilmiyorum. Abdullah Gül içinde iyi bir çözüm olur. Gariban Refah partililer trilyonu ödemez, Erbakan Hoca altınlarını kurtarır, vs vs. Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine.

Neval  KAVCAR 27.08.2008

 

2.ARŞİV.170

 

ABD SANILDIĞI KADAR GÜÇLÜ MÜ?

Pekçokları, en başta da arkasına AB bayrağını almadan televizyona çıkamayan Sakaşvili, AB ile ABD’nin Gürcistan’ı savunmada, Rusya’yı engellemede gösterdiği zaafiyete şaşırdı. Bu zaafiyeti dar güncel duruma olduğu kadar tarihsel dönüşümlere bağlayanlar da var. Ama zaafiyetin nedeni ne olursa olsun, Batı Rusya’yı Abhazya ile Güney Osetya’dan çıkarma umudundan yoksun; Courrier International dergisinin kapağı, Batı efkar-ı umumiyesinin ruh halini özetliyor: “Gürcistan: Moskova’nın Zaferi”; yenilgiyi duyumsuyorlar.

 -Hayret, oysa dünyada bir kuşak, ABD’nin mutlak egemenliği söylemleriyle yetişmişti; sağda tarihin sonu kutlamalarına, solda her yerde hazır ve nazır Amerikan imparatorluğu saptamaları eşlik ediyor, Batı’nın zaferleri teori katına çıkarılıyordu. Oysa şimdi, Rusya’nın çıkışı karşısındaki çaresizlik, ABD ile Batı’nın uyandırdığı bu izlenimi kuşkuya düşürdü; doğal olarak, kuşku, son gelişmelerle sınırlı kalmayıp Batı’nın geçmiş zaferlerine de taşıyor. İster istemez şu soru gündeme geliyor: ABD gerçekten de o kadar güçlü müydü? Zaferler ideolojik süslerinden arındırılarak irdelendiğinde, bilinenden farklı noktalar ortaya çıkıyor.

-Gerçekten de, tek kutuplu dünyanın zaferlerine bakıldığında, ABD ve genel olarak Batı’nın, kendisine topyekün direnen bir rejime karşı zaten eskiden beri çaresiz kaldığı görünüyor. Kuşkusuz, belli bir gücü var; muhalif rejimlere en başta ekonomik zararlar verebilmektedir. Ama Batı, ısrarlı bir düşmanının iradesini askeri ya da siyasal tazyikle kırmada her zaman başarısız kalmış; zafer ancak belli rejimler üzerinde ve belli yollarla kazanılabilmiştir.

-Sovyetler Birliği’nin dağılışı mı? Gorbaçov, Sovyetler’in Batı’ya karşı kurduğu tüm ideolojik, siyasal, özellikle de ekonomik sınırları tek yanlı olarak çözdükçe, içeride kendisini haydeleyen çıkar çevrelerini Batı’yla buluşturdukça Soğuk Savaş’ın zaferini de Batı’ya armağan ediyordu. Büyük acılar yaşanmış, tek bir kurşun atılmamıştı. Gorbaçov demokrasi şampiyonu olarak tarihe geçeceğini düşünürken, Sovyetler’i parçalamakta, ünlü “şok terapilerini” uygulamakta çekinceli olduğundan, Batı’nın Rusya’daki yeni kolu Boris Yeltsin tarafından aşağılanarak devrildi. Sovyetler’in sonunu Boris Yeltsin ilan etmişti. Yeltsin’i Gorbaçov yükseltmişti.

-Saddam, Arap milliyetçisi rejimler içinde Amerika’ya en yakın olandı. Saddam’ın İran’la savaş öncesinde Batı’yla güçlü ilişkiler kurduğu biliniyor, hatta Kuveyt işgali için ABD’nin Irak Büyükelçisi April Glaspie’den onay aldığı ortaya çıkmıştı. Bundan sonra kendi ailesine kadar uzanan bir kuşkuculukla Amerikan ajanı arayan Saddam’ın, zamanında kurduğu bu ilişkilerden kolaylıkla sıyrılamadığı anlaşılıyor. İkinci Körfez Savaşı’nda haritalara alınmayan Umm-Kasr köyünü bile ele geçirememiş Amerikan ordusunun, Bağdat’ı nasıl çabucak teslim aldığı ABD’de bile hala tartışılan bir sorudur; ama bugünden bakınca Amerika’nın, Irak ordusu ve yönetenleri içinden epey “collaborator,” işbirlikçi bulduğu kesindir.

-Yeni Dünya Düzeni’nin büyük zaferlerinden sayılan Yugoslavya da, bu bakımdan istisna değildir. Sosyalist kamp içinde Batı’ya en yakın ülke olmuş Yugoslavya’da Miloseviç, ikinci Tito olma hayaliyle olanak tanıdığı Batı yanlısı kliklerin ve Rusya’daki Yeltsin iktidarının diplomasisi sonucu, NATO’ya karşı inadını sürdürmeden geri çekildi; kısa süre sonra bu kliklerce devrildi ve, pek çok Sırp’a göre, savaş suçlusu olarak Batı’ya “satıldı”. Eski Republika Srpska, Bosna Sırp Cumhuriyeti lideri Radovan Karaciç’in de, zamanında Richard Holbrook’la gizliden nasıl el sıkıştığını bugünlerde öğreniyoruz.

-Örnekleri renkli devrimlere doğru çoğaltmak mümkün. Ukrayna, SSCB dağıldığı andan itibaren ABD yanlısı örgütlenmelerin cenneti haline gelmişti; bu örgütlenmenin yolunu da en başta, tüm Rusya yanlılarının desteğini almasına rağmen Avrupa Birliği’ne girme hedefini ilan eden Başbakan Viktor Yanukoviç açmıştı. İktidar mekanizmasına kendisinin çektiği güçler, hantal Yanukoviç’i Turuncu Devrim’le tarihin dipsiz kuyusuna attı. Kafkasya krizinin kaynağı olan Sakaşvili de aynı kalıptan çıkmadır. Şevardnadze Gürcistan’ın Gorbaçov’u ise, Sakaşvili de Gürcistan’ın Yeltsin’idir; ABD’nin yetiştirdiği Sakaşvili, Şevardnadze tarafından yükseltilmiş ve temkinli Şevardnadze’nin ağır kaldığı bir süreçte onu kolaylıkla çökertmişti. Şevardnadze’nin çöküşü, tıpkı Pervez Müşerref’inki gibi, kendini yaşlı kurt olarak gören bir siyasetçi için hazin bir sondur.

 -Kısacası, yeni dünya düzeni zaferlerinin hepsinde, kalenin kapısı, bizzat kalenin yöneticileri tarafından, istilacılara açılmıştı. Bu yönetimlerin hepsi, kendi gelişmelerini Batı ile dar çıkar ilişkileri kurarak, onlara çeşitli siyasal ödünler vererek sağlayabileceklerini düşünüyorlardı. Sonun başlangıcı buradadır.

 -Öte yanda ise Batı nüfuzuna karşı uyanık ülkeler var: Latin Amerika’da Chavez’in başını çektiği, Amerikan karşıtı sol iktidarlar, kuşkusuz Küba, bu arada, nükleer program konusunda Batı’ya açıkça meydan okuyan Kuzey Kore, ilk akla gelen örnekler. Amerika’nın bu rejimlere karşı her hamlesi boşa çıktı. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın İstanbul’da, izolasyondan, yani tecritten korkmadıklarını söylemesi de basit bir retorik sayılamaz. Tecrit, İran’ın Batı ekonomilerine bağımlı olmadan gelişmesini sağlamıştı; İran yönetimi, bunun verdiği rahatlıkla meydan okuyor. Kuşkusuz Sudan gibi sefalet içindeki bir ülke ile Çin gibi bir ekonomik devi de burada sayabiliriz. Özellikle Sudan’a da yardımda bulunan Çin, Amerika’yla çok sıkı ekonomik bağlarının, siyasal alana taşmaması için kısa süre öncesine dek yoğun çaba sarf ediyordu.

-Rusya’nın son çıkışı, bu örüntünün son, büyük ve net bir örneği olarak görünüyor. İktidarı Yeltsin’den devralan Putin, Batı’nın Rusya içindeki siyasal nüfuzunu aşama aşama kırdı. Batı’nın aparatçiki olarak çalışan, halkın da büyük tepkisini çeken oligarkları sert biçimde tasfiye etti; tasfiye, iktidar aygıtı içindeki Batıcılara dek uzanıyordu. Ülke içinde, George Soros’un Açık Toplum Enstitüsü başta olmak üzere, Batı iradesini temsil eden bütün sivil toplum örgütlerini kovdu. Aynı kapsamda, bilindiği üzere, Fethullah Gülen’i kitapları ve örgütleriyle birlikte yasadışı ilan etti.  Batı, ne yaparsa yapsın, ne denli diktatörlükle suçlarsa suçlasın, Putin’in iktidarının pekişmesini engelleyemedi. Putin ile Medvedev Rusya’yı giderek kuşatan ABD yayılmasını Gürcistan’da durdurabildiyse, bunda söz konusu siyasanın büyük etkisi vardır.

-Rusya’nın bu siyasasını nasıl sürdürdüğünü ileride irdeleyeceğiz. Ama bu uyanış, yakın tarihle birlikte ele alındığında şu sonuçları çıkarmak için yeterlidir: Batı ancak kendi elinin altındaki rejimlere karşı zafer kazanabilmektedir; içeride ABD nüfuzunu dizginleyebildikten sonra, kırmızı çizgileri korumak sanıldığından daha olanaklıdır.

Barış Zeren Odatv.com 31 Ağustos 2008

 

2.ARŞİV.171

 

Zekâtları Dine Aykırı Şekilde Toplayanlar Büyük Günah İşlemiş Olur  

Bazı cemaat ve vakıfların zekatları dine, fıkha, şeriata, Kur’ân ve Sünnet’e aykırı bir şekilde topladıklarına dair tenkitlerim birilerini çok rahatsız etmiş. Bunlarla öğrenci okutuluyor, okul açılıyor diyorlar. Tekrar ediyorum:
Zekat paralarıyla cami, okul, tekke, köprü, hastahane, şadırvan, yurt binası, imarethane ve diğer hayır işi binaları yapılmaz.
Zekat paraları dinî gazete ve dergilere verilemez. Tüzel kişiler (dernekler, vakıflar vs) zekat toplayamaz, alamaz. Zekatların kimlere, hangi hakikî şahıslara verileceği Kur’ân-ı Kerim’in Tevbe Suresi’nin 60’ıncı ayetinde çok açık, çok seçik, çok bağlayıcı şekilde beyan buyrulmuştur.
Kızılay’a, Türk Hava Kurumu’na, Çocuk Esirgeme Kurumu’na, bunlara benzer hayır derneklerine asla zekat verilemez. Çocuk Esirgeme Kurumu (ilk ismi Himaye-i Etfal Cemiyeti’dir) Masonlar tarafından kurulmuştur, birMason kurumudur.Bu da biline...
BİR CEMATİN MENSUPLARI, “Zekatlarla okul açılıyor, açılmasın mı?” gibi itirazlarda bulunuyorlar. Açılmasın diyen yok. Başka yardımlarla, hayır paralarıyla, sadakalarla açılsın. Lakin kesinlikle zekat paraları bu iş için toplanmasın. Çünkü dine aykırıdır. Bu şekilde zekat toplayanlar büyük vebal altındadır. Büyük zulüm ediyorlar. Fukaranın ve miskinlerin haklarını gasbediyorlar. Kur’ân’a, Sünnete, fıkha, şeriata aykırı bir iş yapıyorlar. Günah-ı Kebair işliyorlar. Güneş balçıkla sıvanmaz. Hangi icazetli gerçek din alimine sorarlarsa sorsunlar bu konuda fetva ve ruhsat alamazlar. Çünkü mevrid-i nasta içtihad olmaz, kesin dinî emirlere ve hükümlere aykırı fetva ve ruhsat verilemez.
-Zekat parasıyla cami ve medrese yapılamayacağına göre, okul haydi haydi yapılmaz.
-Zekatların gasbedilmesi çok büyük bir fitnedir. Yüce dinimizin emr-i mâruf ve nehy-i münker farizası gereğince bu fitnenin tenkit edilmesi halkın uyarılması, zekatların dine uygun bir şekilde gerçek kişilere (tüzel kişilere değil) verilmesinin temini gerekir.
-Zekat, beş vakit namazdan sonra dinimizin ikinci büyük amelî ibadettir. Çok muhkem ve kuvvetli bir farzdır. Yüce Kur’ân’da defalarca Hak Teâlâ hazretleri biz mü’min kullarına namazı kılınız zekatı veriniz diye buyurmaktadır.
-Zekatların, Allah ve Rasulü nasıl öğrettilerse o şekilde verilmesi gerekir. Bir Müslüman namaz kılarken kıbleye dönmese namazı sahih olur mu? Olmaz... Abdestsiz namaz kılınsa o namaz sahih olur mu? Olmaz. Bir kişi “Hem Allah’a ibadet etmek, hem halka şirin görünmek” niyetiyle namaz kılsa o namaz sahih olur mu? Olmaz... Olmaz... Olmaz... İşte zekat da böyledir.
-Bugün ülkemizde birtakım Müslümanlar zekat ibadetini tâtil etmişlerdir. Bu büyük bir cinayettir, azim bir fitnedir, korkunç bir isyandır. Zekatlar milyonlarca fakir ve miskin Müslümanın hakkıdır. Zekatlarını kaptıran Müslümanlar, bu malî ibadeti yerine getirmemiş olurlar. Kur’ân’a, Sünnete, şeriata, fıkha, ilmihale uygun şekilde tekrar vermeleri gerekir.
-Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu konuda Müslümanları uyarması gerekir. Geliniz, dünyadaki bütün muteber fetva merkezlerine, Darü’l-ulumlara, şeyhülislamlıklara, şer’iye camialarına, gerçek fakihlere, gerçek müftülere, gerçek ulemaya soralım ve zekat konusunda gerçek neymiş öğrenelim.
-Bu dünyada zekatları dine aykırı bir şekilde toplamak kolaydır ama yarın ahirette Mahkeme-i Kübra’da, Ruz-i Ceza’da nasıl hesap verecekler? İyi düşünsünler... M. Şevket Eygi 02.09.2008

 

2.ARŞİV.172

 

Paradan ve kadından UZAK DURUN

Bülent Arınç'tan AK Partililere KADIN VE PARA uyarısı..

Başbakan ile görüşen Arınç, Dişli'nin istifa kararı verdiği toplantıda siyasi kriterlerini de anlattı. Kendisinden örnek veren Arınç, "Bizi iki şey yaralar, para ve ahlaka aykırı şeyler" diyerek, siyasilerin akçeli işler ile kadınlardan uzak durması gerektiği mesajı verdi. Arınç, Dişli'nin istifa kararı verdiği MYK toplantısında, vatandaşların AK partiyi yolsuzluklar ile mücadele edeceğine inandığı için iktidara taşıdığını belirtti. Arınç, "Milletvekilleri kanunla açıkça yasaklanmamış olsa da şüpheli işlerden sakınmalı, uzak durmalıdır. Dindar olan kişi şüpheliden bile sakınmalıdır" dedi.
NASIL ARABA ALDI?
Arınç, kendisinden bir örnek vererek siyasetçilerin nasıl olması gerektiğini şöyle anlattı: "Ben 4 dönem milletvekilliği yaptım. Tanımadığım insan, belediye başkanı yok. Meclis Başkanı olarak bir ricam olsa kimse geri çevirmezdi. Meclis Başkanı olunca Vectra marka arabamı sattım. Eşim için WV Golf marka bir araç aldım. Başkanlıktan ayrılınca bir araç ihtiyacı doğdu. Audi marka bir aracı beğendik. 102 bin YTL bu araç. Bütün birikimlerimizi çıkardık 65 bin YTL para çıktı. TBMM Vakıfbank'tan 40 bin YTL kredi çektim. 2.5 yıl daha ödeyeceğim. Önemli bir siyasetçi olarak yıllar süren birikimlerin sonunda 65 bin YTL ancak çıktı. Ben aptal ya da enayi değilim. Ama bir siyasetçinin kendine dikkat etmesi lazım."  05.09.2008

 

2.ARŞİV.173

 

Haddini Aşma İşine Bak

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker'in yeni adli yıl açılış konuşmasında laiklik ve İslam konuları üzerine yaptığı yorumlara din görevlileri ve ilahiyatçılardan büyük tepki geldi.

      Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi İslam Hukuku Profesörü Ahmet Yaman,

“Devlet erkini elinde bulunduranlar, dinleri ya da felsefeleri kendilerince yorumlama ve o yoruma göre de dönüştürme (reform) hakkına sahip değillerdir” dedi.
Gerçeker'in sözlerini Vakit'e değerlendiren Prof. Yaman, şunları kaydetti: “Yargıtay Birinci Başkanı Sayın Gerçeker'in adlî yılın açılışı münasebetiyle yaptığı konuşmadaki bazı saptamaları, hem bilimsel açıdan tartışmaya açıktır, hem de çağımızın evrensel kabulü olan “önce insan ve önce onun hakları” ilkesiyle çelişmektedir...

Devlet erkini elinde bulunduranlar, dinleri ya da felsefeleri kendilerince yorumlama ve o yoruma göre de dönüştürme (reform) hakkına sahip değillerdir. Hukuk, kanundan ya da toplumsal vicdanın onayladığı teamülden kaynaklanmayan bir hakkı kimse için tanımaz; aksine her bir bireyin haklarını sonuna kadar talep ve kullanmasını tekeffül eder.”
“YETER ARTIK, DİNLE UĞRAŞMAYI BIRAKIN”
Diyanet-Sen Genel Başkanı Ahmet Yıldız ise “Dinimiz hakkında çeşitli yorumlar yapan Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker'i dinimizle uğraşmayı bırakıp yalnızca hukuk alanında değerlendirmeler yapmaya davet ediyoruz” diye konuştu. Yıldız, açıklamasında şunları kaydetti: “Bir hukukçu olan Gerçeker, İslamî kuralların laik devletin koyduğu kurallarla çeliştiği ve laiklikle çelişen ayet ve hadislerin zamanın kurallarına göre yeniden yorumlanmasına cevaz verildiği yönündeki talihsiz açıklamaları maalesef bir hukukçuya yakışmamaktadır.Herkesi kendi işini yapmaya davet ediyoruz. Dinimiz hakkında eğer bir bilgiye müracaat edilecekse, bir hüküm verilecekse, bırakın bu işi Diyanet İşleri Başkanlığımız yapsın.”
“DİNİN İLKELERİ KIYAMETE KADAR DA KORUNACAKTIR”
Özerk Diyanet ve Evkaf Sendikası Genel Başkanı Mustafa Altunkaya da, “Dinin ilkeleri kıyamete kadar korunacaktır” mesajını verdi. Altunkaya, şöyle konuştu: “Yargıtay Başkanı Sayın Gerçeker, özetle ‘dinin emrettiği yaşam tarzı ile devletin emrettiği yaşam tarzı çatışırsa devletin emri esastır' dediği konuşmasında laiklik ilkesini akıl-din çatışması düzleminde ele almıştır. Problem, bazı kimselerin ‘benim dediğim olacak' tavrından başka bir şey değildir. Ancak dinin değiştirilemez ilkeleri vardır. Dinin değişmez evrensel ilkeleri kıyamete kadar da korunacaktır. Musevilik ve Hıristiyanlıkta dinin özü tahrif edildi ve güç odaklarının kontrolündeki din, milyonların aleyhine işleyen hukuk dışı, adil olmayan bir gelenek yığınına dönüştürüldü. İslam orijinal şeklinden bir harfi dahi değiştirilememiş tek ilahi sistemdir ve çıkar odaklarına muhalif tek adalet-hürriyet söylemidir...”Uğur Bayer- Ankara
09.09.2008

 

2.ARŞİV.174

 

Ahmedinejad şoke etdi!

Ahmedinejad'ın bu fotoğrafı görenleri şok etti. Müslüman lider bir hahamla kucaklaşıyordu. Oysa herkes biliyordu ki Ahmedinejad her fırsatta siyonistleri lanetlerdi.

-Daha önceki gün Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yaptığı görüşme nedeniyle bir kez daha Yahudi düşmanlığıyla suçlanmıştı. Peki o zaman bu fotoğraf neyin nesiydi?

-Fotoğrafta Ahmedinejad'ın kucakladığı kişi aşırı dinci (ultra ortodoks) bir Yahudi grubuna bağlı bir haham. Ahmedinejad bu gruba bağlı 12 hahamı Manhattan’da kaldığı otelde kabul etti.

-Müslüman liderle Yahudi hahamların tek ortak noktasıysa Siyonizm karşıtı olmaları ve İsrail devletinin varlığına karşı çıkmaları.

-Neturei Karta International adlı örgüt, Tevrat hükümlerini esas alarak, Mesih gelmeden önce Yahudilerin devlet kurmasına karşı çıkıyor.

-Örgüt, bu nedenle, "Siyonistlerin kurduğu mevcut İsrail devletinin de lağvedilmesini" ve Kutsal Topraklar’daki Yahudilerin Filistinlilerin egemenliğini kabul etmesini istiyor. İsmi "Siyonizme karşı birleşik Yahudiler" anlamına gelen ultra ortodoks grup, yerlerinden edilen Filistinlilerin zararlarının tazmin edilmesi gerektiğini de savunuyor.

-Ahmedinejad, hahamların huzurunda yaptığı konuşmada, "Siyonizm, zenginlik ve güç ararken dünyayı yozlaştıran bir siyasi akımdır. Bugün büyük oranda zayıflamıştır ve inşallah yakında yok olacaktır" dedi.

-İran Cumhurbaşkanı, "Daha sonra bütün Yahudilerin, Müslümanların ve Hıristiyanların birbirleriyle huzur içinde yaşayacağını" söyledi.

-Grubun kıdemli hahamı Moşe Ber Beck, Ahmedinejad’a, "Siyonizm ile Yahudiliğin farklı şeyler olduğunu anlayan önemli bir insanla tanışmak bize mutluluk verdi" dedi. Görüşme, Ahmedinejad’ın eşliğinde hahamların ettiği şu duayla bitti: "Tanrım, lütfen Siyonistlerin propagandasını etkisiz kıl. Onların umutlarını kır ve zaferi, hak eden kullarına ver."

 

2.ARŞİV.175

 

İbn-i Teymiyye

Essalamu aleyküm. İslam alimi İbn-i Teymiyye neden tasavvuf’un hatalar zinciri olduğunu savunuyor.
Bunu savunurken de tasavvuf yolundaki bu zamana kadar yaşamış büyük düşünceli insanları kabul etmemiş mi oluyor? Cahilin alime sorusudur bu soru..

Ey talib-i ilim,

Aleyküm selam verahmetullah.

 a) İbn Abidin der ki: Cahilin alim hakkındaki şehadeti geçersizdir.

b) "İslam alimi İbn Teymiyye neden tasavvufun hatalar zinciri olduğunu savunuyor?" diyorsunuz. Bunu nereden öğrendiniz? İbn Teymiyye'nin hangi kitabında okudunuz? Dahası İbn Teymiyye'nin hangi kitaplarını okudunuz? Daha dahası onu ne kadar tanıyorsunuz? Naçizane tavsiyemdir: Birini onun hasımlarından öğrenmeyiniz. Hasım doğru söylemez, sizi aldatır. Siz de aldananlardan olursunuz. İkinci tavsiyem. Sizi tanımadığın bir müslümana düşman eden biri sizin dostunuz değildir. Size kötülük işletmektedir. Hele o alimse bu bir kaç kat kötülüktür, günahtır. Size günah işleten, size şeytanlık yapıyor demektir.

c) İbn Teymiyye de her alim gibi isabetli ve isabetsiz görüşleri olan bir İslam alimiydi. Katılmadığım ve eleştirdiğim bazı görüşlerine bazı kitaplarımda yer verdim. Katılmadığımı söyledim. Fakat ona karşı savaş açanların dürüst olmadıklarını, karalama ve çamur attıklarını bütün bu savaşlarda yapılan, yazılan ve yaşananları bilince hayretle görüyorsunuz. Bilmeden konuşan hata eder. Dürüstlük şiarımız, adalet ahlakımız olmalıdır.

d) İbn Teymiyye İslam irfanına bırakın karşı olmayı, İslam irfanını bir mutasavvıftan daha yoğun ve bir zahid gibi yaşayan biriydi. Hayatı buna şahittir. Eserleri buna şahittir. Bir kaçını sayayım: Emrazu'l-Kalb ve Şifauhu (Kalbin hastalıkları ve şifası), Tezkiyetu'n-Nefs (Nefis tezkiyesi) ve et-Tevbe... Bunlar Arapça. Türkçeleri yok. Onun için okuyun diyemiyorum. Ama onun İrfani anlayış ve hayatını en güzel okuyacağınız eserlerden biri bir numaralı talebesi İbn Kayyım el-Cevziyye'nin Medaricu's-Salikin adlı eseridir. Piyasada vardır. Türkçesi güzeldir.

e) Tasavvufun kaç çeşit olduğunu, salihleri kadar kazipleri, sadıkları kadar sahtekârları, samimileri kadar zındıkları da olduğunu sadece mutasavvıf olmayanlar değil mutasavvıflar da söyler durur. Keşke okuyabilseydiniz ibn Teymiyye'nin Fetva's-Sufiyye ve'l-Fukara'sını da, onun savaştığı tasavvuf ehlinin nasıl birileri olduğunu siz de bilseydiniz.

Daha birçok yazacaklarımı burada kesiyor ve sizi hiçbir alim hakkında gelişi güzel konuşmamanız, hiç kimse hakkında onu yakından tanımadan suizanda bulunmamanız konusunda uyarıyorum. Müminin mümine suizannı haramdır diyor efendimiz. Hele o mümin bir alim olursa. alimlerin eti zehirlidir. Yiyeni iflah etmez.

Bu sualiniz için zaman ayırdım. Bunu eğer yukarıdaki eseri okursanız size helal edeceğim, okumazsanız helal etmeyeceğim ve Rabbimden sizden alacağım olarak kaydetmesini işte burada bütün okuyanların şahitliği huzurunda niyaz ediyorum.

Vesselam, veddua. 06/11/2007 M.İslamoğlu

 

2.ARŞİV.176

 

Mürşit öğreticidir
Rifai bir ailede yetiştiğini belirten Yurdanur Ayla, tasavvuf-tarikat yönteminin Allah ile kul arasına aracılık manasına gelip gelmediğini soruyor ve şöyle devam ediyor: “Her gün hocamın bana verdiği sayıda tesbihimi çekiyorum. Bunda yanlış bir şey olduğunu sanmıyorum. Sonuçta Allah’ı zikr ediyorum. Yine de sizden daha aydınlatıcı bir bilgi rica ediyorum.” Cevabım şudur: Rufailik, Seyyid Ahmed Rifai Hazretleri’nin sünnet yolundaki tarikatıdır. Onlara saygımız var. Tasavvuf, tarikat Kur’ân’ın ruhudur. Ancak zamanla bu akıma birçok hurafe girmiştir. Mürşit, Allah ile kul arasında aracı değil sadece mana yolunda öğreticidir ve yönlendiricidir. Peygamber yolunda yürümenin örneğidir. Siz tesbihatınıza devam edin. Allah’ı anmak Kur’ân’ın emridir. Süleyman Ateş  27.09.08

 

2.ARŞİV.177

 

Küresel mali kriz bir ilahi uyarı

Papa: ABD başta olmak üzere Avrupa piyasalarını da etkilemeye başlayan küresel mali krizi "bir ilahi uyarı" olarak nitelendirdi..

ABD başta olmak üzere Avrupa piyasalarını da etkilemeye başlayan küresel mali krizi "bir ilahi uyarı" olarak nitelendiren Papa, bankalar ve kredi kuruluşlarının batmakta olmasından ibret alınması gerektiğini belirterek, "Büyük bankaların çöküşünde, paraların yok oluşunda, tüm bunların bir hiç olduğunu görüyoruz" dedi.

Roma Katolik Kilisesi lideri Papa 16. Benediktus, ABD başta olmak üzere Avrupa piyasalarını da etkilemeye başlayan küresel mali krizi "bir ilahi uyarı" olarak nitelendirdi.

-Vatikan'da "Piskoposlar Sinodu" adı altında yapılan toplantının açılışında konuşan Papa, bankalar ve kredi kuruluşlarının batmakta olmasından ibret alınması gerektiğini belirterek, "Büyük bankaların çöküşünde, paraların yok oluşunda, tüm bunların bir hiç olduğunu görüyoruz" dedi.

-16. Benediktus, "yaşanan krizin maddiyata bel bağlamanın yanlışlığını ortaya koyduğunu" savunarak, "Hayatlarını sadece başarı, kariyer ve para gibi gözle görülür ve hissedilebilir şeyler üzerine bina edenler, evlerini kum üzerine kurmuşlardır. Gerçekmiş gibi görünen bu şeyler eninde sonunda geçip gidecektir" diye konuştu. Papa, yaşanan küresel mali krizden hareketle, İncillerde Hz. İsa'ya atfedilen bir konuşmada geçen, Tanrı'nın sözünü dinleyenlerin "evlerini kaya üzerine kuran akıllı adam"a, dinlemeyenlerin ise "evlerini kum üzerine kuran budala adam"a benzetilmesini hatırlatmış oldu.

-Banka ve kredi kuruluşlarının çöküşünü "insanların sahte gerçekler peşinde koşmalarının göstergesi" biçiminde yorumlayan 16. Benediktus, sözlerini, "Tüm bunlar gerçekmiş gibi görünse de, aslında bunların gerçekliği sadece ikincil düzeydedir. Bunlar üzerine bina yapmak, kum üzerine ev kurmaktan başka bir şey değildir" diye sürdürdü. Papa 16. Benediktus, bu vesileyle piskoposları, insanlara Hristiyanlar tarafından Tanrı'nın sözü addedilen Kitab-ı Mukaddes'e uyma çağrısı yapmaya davet ederek, "Gerçeğin yegane temeli, bizim gerçeklik anlayışımızı değiştirebilecek yegane şey Tanrı'nın sözüdür: Gerçekçi olan, Tanrı Sözünün gerçekliğini tanıyan kişidir" dedi.furkanhaber.08.10.08

 

2.ARŞİV.178

 

DELİK ÇORAPLI DÜNYA BANKASI BAŞKANI VAKASI

Edirne'de cami ziyareti sırasında yırtık çorapları ile objektiflere yakalanan Dünya Bankası Başkanı Paul Wolfowitz de uzun süre dünya medyasını meşgul etmişti.
Neden delik çorapla gezdiği konusunda da çeşitli teoriler ortaya atılmıştı. Kimine göre Yahudi asıllı Wolfowitz, cimriliğinin kurbanı oldu. Kimine göre, çorapları kalitesizdi ve kolayca deliniyordu.
Bir başka teoriye göre ise tırnaklarındaki bir rahatsızlık nedeniyle çorapları çabucak deliniyordu. Ama sonuçta hiç kimse nedenini hala kesin olarak bilmiyor.
Kesin olarak bilinen, Türk çorap üreticilerinin kendisine, ömrünün sonuna kadar yetecek kadar çorap hediye gönderdikleri...
FRANSA BAŞBAKANI'NIN DELİK AYAKKABISI

Fransa Başbakan’ı Dominique de Villepin de 2005 yılında, Paris Havacılık Fuarı’nın kapanış törenlerinde delinmiş ayakkabıları ile herkesin dikkatini çekmişti.
Fransa'nın o günlerde yeni Başbakanı olan Villepin, bacak bacak üstüne atıp başına giydiği pilot şapkası ile gökyüzünde gösteri uçuşu yapan uçakları izlerken foto muhabirler de başbakanın delik ayakkabısını fotoğrafladılar.
Tüm foto muhabirlerinin ayaklarına yöneldiğini gören Dominique de Villepin ayakkabısının delindiğini fark edip ayaklarını indirmesine rağmen fotoğraflanmaktan kurtulamadı.
ONLARIN Kİ DELİK BİZİMKİSİ KARTVİZİTLİ

Obama ve Villepin'in delik ayyakkabıları Wolfowitz'in yırtık çoraplarının örneğine ise Türkiye'de sadece öldürülen gazetesi Hrant Dink'te rastladık. Dink'in cansız bedeni Agos gazetesinin girişinde gazeteciler tarafından görüntülenirken, tabanı kırılmış ayakkabısı objektiflere yansımıştı.
-Türkiye'nin uzun süre tartıştığı bir diğer görüntü ise Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'i ait! Çelik'in görüntüleri ise örneklerinden biraz farklı! Çünkü Çelik'in çorapları bile kartvizitli!
şte o fotoğraf karesi; 24 Ekim 2008 Cuma

 

2.ARŞİV.179

 

Uykuyu kaybeden günü kaybeder/1  

Hayatın süvarisi olanlar, uykularını denetim altına alanlardır. Uykunun denetiminde bulunanlar, hayatın esiri olanlardır. Uykunun kuvvet ve kontrolü altında bir hayat yaşayanlar, kendi ömürlerinin hırsızlığını yaparak yaşamlarını sürdürenlerdir. Ömür hırsızlarından ne kendilerine, ne İslâm ümmetine ve ne de insanlığa hayr gelmez. Biliniz ki; uyku, hayatımız için vazgeçilmez ve yeri asla doldurulmaz bir nimettir; onunla hepimiz her gün iç içe yaşarız; fakat onun hakkında pek az şey biliriz.
Uyku, Allahû Teâla'nın bu âlemdeki en hayret verici âyetlerinden birisidir. Rabbimiz buyuruyor: “Yine gecede ve gündüzde uyumanız ve lütfundan nasib aramanız da O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda dinleyecek bir kavim için nice ibretler vardır.” (Rum Sûresi/ 23) Uyku, bedenimize ve sağlığımıza önemli yararlar sağlayan bir nimettir. O, basit bir dinlenmeden ibaret değildir. Dinlenme dediğimiz, eğer bir faaliyet yokluğundan ibaretse, uyku kesinlikle böyle bir şey değildir. Gerçi uyku dinlendirir; fakat dinlenme, uykunun yerini tutmaz. Bir yatağa uzanıp on saat istirahat edecek olsanız, bir saatlik uykunun yerini doldurmuş olmazsınız. Çünkü uyku sırasında, henüz sırrını çözemediğimiz hadiseler cereyan eder. Bir kısım teorilere göre, bu sırada hafızamızda düzenlemeler yapılır; meselâ, kısa dönem hafızadaki bazı bilgiler uzun dönem hafızaya nakledilir. Vücudun diğer sistemleri açısından da uyku vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bugün dünyanın dört bir yanında binlerce laboratuvarda uyku ile ilgili çalışmalar yürütülmekte, bir yandan uykunun sırları çözülmeye çalışılırken, bir yandan da modern hayatın uyku ile ilgili olarak ortaya çıkardığı sorunlara çözüm araştırılmaktadır. Kur'ân, bazı âyetlerinde uyku ile ölüm arasında paralellik kurar. Ancak unutmamak gerekir ki, ölüm hayatın yokluğu demek değildir; o da esrarengiz bir varlıktır ve Mülk Sûresinin başında da vurgulandığı gibi, yaratılmış olan bir şeydir. Uyku da, ölüme çok benzer bir şekilde, insanın bir ölçüde bilinç kaybına uğradığı, ruh ile beden arasındaki ilişkinin başkalaştığı, bu arada rüya vasıtasıyla insanın başka bir âlem ile temasa geçtiği bir hadisedir. Onun hakkında ne kadar az şey bilersek bilelim, şu kadarı kesin bir gerçek ki, o, hayatın kendisi kadar hayret verici, hikmet dolu, asla tesadüfle açıklanmayacak olan bir mucizedir. Eğer öyle olmasaydı, hayatımız üzerinde onun icra ettiği onarıcı ve düzenleyici etkiyi başka bir şeyle telâfi etmek için çırpınan insanlık böylesine âciz kalmazdı. Ayet-i kerime, uykuyu gece ile ilişkili bir şekilde anarken, konunun bir başka yönüne daha dikkatlerimizi çekmektedir. Bu, insan ile büyük âlemin bir arada düzenlenmiş ve birbiriyle uyum içinde yaratılmış olmasıdır. Yüce Allah, bir taraftan insan için uykuyu takdir ederken, diğer taraftan da, onu barındıran âlemi, onun uyumasına ve dinlenmesine elverişli bir şekilde yaratmıştır. Yoksa, bir başka âyette de buyurulduğu gibi:
“De ki: Söyleyin bana, eğer Allah gündüzü kıyamete kadar üzerinizde sürekli kılacak olsa, istirahat edeceğiniz bir geceyi size Allah'tan başka getirebilecek ilah kimdir? Hâlâ gözünüzü açmayacak mısınız?” (Kasas Sûresi/72.)
Yukarıdaki bu iki ayet-i kerime’de; “gece ile uykunun”, “gündüz ile çalışmanın” birbirine daha yakın olduğu ve yakıştığı ifade edilmiştir. Ancak burada, gece olduğu gibi gündüz de uyuyabileceğimiz, gündüz olduğu gibi gece de çalışabileceğimiz anlamı da çıkıyor ki, bunda bir esneklik vardır. Yani, genel çizgi, gecenin uyku için, gündüzün çalışma için düzenlenmiş olmasıdır; bu doğal olan şeydir. Ancak, gerek toplum hayatının gereği olarak, gerekse daha başka nedenlerden dolayı, insanın bu genel çizgi dışında davranması da gerekebilir. Eğer insanın ve dünyanın yaratılışı, sadece gece uyuyup sadece gündüz çalışmaya elverseydi ve bunun dışına çıkmak hiçbir şekilde mümkün olmasaydı, bu bizim için pek meşakkatli bir hayat olurdu. Ayetin ifadesindeki esneklikte bu İlâhî lütfa dair böyle bir işaret de anlaşılmaktadır.
Uyku, Allahû Teâla’nın bir ayeti olup asla küçümsenmemelidir. Ömrümüzden önemli bir kısmı uyku için takdir edilmiştir ve bu takdiri değiştirmek bizim elimizde değildir. Ancak bu miktarın çokluğu gözümüzde büyüyüp de bizi "Hayatımızın üçte biri uyku ile heba olup gidiyor" şeklinde bir düşünceye sevk etmemelidir. Çünkü bu bir heba değil, esrarlı bir onarım ve düzenleme faaliyetidir. Uyku saatlerinden kısarak vakit kazanmaya çalışan insanlar, bunun yerine, meselâ televizyon izleme saatlerinde bir kısıntıya gidecek olsalar, kendileri için çok daha iyi bir yatırım yapmış olurlar. Bugünün toplumlarında en önemli sorunlardan birinin de uyku ile ilgili olduğunu hatırdan uzak tutmamakta fayda vardır. İnsanlar, pek çok gereksiz şeyle günlerini doldurup oradan oraya yetişmeye çalışırken istirahat etmeyi unutuyorlar ve hayatlarını bir telâş, stres ve yorgunluk atmosferine mahkûm ediyorlar. Şunu bilelim ki; Kur’an-ı Kerim, huzurlu bir hayatın alternatifsiz adresidir. Kur’an, uykuyu Allah’ın ayeti olarak göstermiş ve öğretmiştir. Uyku, aynı zamanda vücudumuzun dinlenmesi ve bir sonraki güne hazırlanması adına Rabb’imizin bahşettiği çok büyük bir nimettir. Ancak modernizm, insanların istirahat etmelerini istemediği için uykuya düşmandır. Modernizm, insanların uyku düzenini bozmuştur. Psikolojik bozuklukların, psikiyatrik hastalıkların pek çoğunda uyku problemi var. Modern hayata uymaya çalışırken uykumuzdan çok fedakârlık ettik, duygusal ve fiziksel hayatımıza maliyeti zaman içinde anlaşılıyor. Uykusu bozuk mutlu insan yok. Uykusunu modernizmin büyüsüne feda eden, içinde yaşadığı günü kaybedendir.
Uykusuzluk insana gün kazandırmaz aksine gün kaybettirir. İlk insanın yaradılışından itibaren tüm insanlar hayatlarının neredeyse üçte birini uyuyarak geçirmektedir. Yeni doğan bebekler günün 18 - 20 saatinde uyurken, erişkin insanlarda bu süre 4 -11 saat arasına düşmektedir. Anadolu'da uyusun da büyüsün diye bebeklere söylenen ninnilerin altında yatan gerçeği bugün çok daha iyi anlıyoruz. Gerçekten de büyüme hormonunun en fazla uyku sırasında salgılandığını, uykunun vücudun büyüme ve yenilenmesinde, öğrenme ve bellek fonksiyonlarının gelişmesinde çok önemli bir rol oynadığını bilim insanları ispatladılar. Bugün artık biliyoruz ki uyku eskiden zannedildiğinin aksine pasif bir dinlenme olayı değil, aktif olarak yaşadığımız bir restorasyon olayı. Uykuda gün boyu yıpranan vücudun ve beyin fonksiyonlarının düzenlemesi yapılıyor ve yeni bir güne hazırlık yapılıyor. Yeni güne sahip olmak, uykusuz olmamakla yakından alakalıdır. Uykusunu modernizme kaptırmış olanlar, içinde yaşadıkları günün detaylarında kaybolanlardır.

-    Modern hayat tarzının yol açtığı hastalıklardan korunmak ve daha sağlıklı toplumlar inşa edebilmek için uyku düzeni şarttır. Doç. Dr. İhsan Ömeroğlu, kaleme aldığı 'Tıptaki gelişmeler İslâm'a davet ediyor' başlıklı yazısında şu tesbitte bulunuyor: Uyku, insan vücudunun oksijen, su ve besinlerden sonra gelen en temel ihtiyaçlarındandır. Ana uyku için en uygun periyot, gecedir. İnsan vücudunda iradedışı çalışan bir otonom sinir sistemi mevcuttur. Bu sistem iki ayrı bölümden oluşur. Aydınlıkta aktif olan sempatik sistem; beden ve zihin çalışmaları için gerekli alt yapının hazırlanmasına vesile olur (meselâ kan şekeri seviyesinin düzenlenmesi, kan basıncının ayarlanması, çalışan vücut bölümlerine daha fazla kan takviyesi yapılması gibi).
Karanlıkla birlikte bu sistem, yerini parasempatik sisteme bırakır. Bu sistem ise, vücudun dinlenmesinde, gün boyu boşalmış enerji depolarının doldurulmasında, biriken atıkların vücuttan uzaklaştırılması için gerekli düzenlemelerin yapılmasında ve hasar görmüş hücrelerin tamiri için uygun ortamın hazırlanmasında vazife görür.
Bu dönemde kan şekeri, kan basıncı ve uyanıklık derecesi düşer ve vücut hücreleri yenilenir. Gece boyu aktif olan bu sisteme, beyinden salgılanan ve kendine hayatî vazifeler verilen melatonin hormonu da eşlik eder. Geceleri uzun zaman aydınlıkta kalınması, uyku düzeninin bozulmasına bağlı hastalıkların oluşmasına yol açar. Melatonin daima karanlıkta sentezlenir, kana salınır ve hücrelerin içine girerek vazifesini icra eder. Eğer kişiler aydınlıkta uyur veya geceleri uzun süre aydınlığa maruz kalırsa, melatonin az salgılanır ve vazifelerini sağlıklı şekilde icra edemez.
Geceleri yeterli süre uyunmaması, bilhassa yüksek tansiyon ve şişmanlıkla yakından ilgilidir.
ABD’de yapılan toplum tarama çalışmaları, geceleri televizyon seyretme süresi ile uzun süre aydınlığa maruz kalmanın kronik hastalıklarla doğrudan bağlantılı olduğunu göstermiştir. (Sızıntı dergisi/İhsan Ömeroğlu Ağustos 2008 Sayı: 355 Yıl: 8)
Tıp ilminde gündeme gelen Epifiz, geçen yüzyılda körelmiş ve atıl bir salgı bezi olarak adlandırıldı. Evrimci teorinin dayanaklarından biri olarak sunuldu. Fakat, Descartes tarafından bedenle ruh arasındaki geçiş noktası olarak nitelenen epifizin, şimdilerde, hormonların kontrol merkezi olduğu anlaşıldı. İnsanın yaşadığı mistik hazlar, cezbeler, trans hali, letâifin çalışması, olağandışı bilinç sıçramaları ve psişik akım atlamalarında başat rol oynadığı anlaşıldı. Özellikle meditasyon ve yoga, tütsüler ve üzerlik bitkisi, mistik danslar ve müzikler, buhur ve ayin maksatlı içecekler arasındaki ortak nokta, bütün bu farklı unsurların epifiz bezini ya uyarması, ya da bu bezin salgıladığı hormonlara benzer sonuçlar uyandırmasıdır. İşte bu nedenle, mistik tecrübeler yaşamak için Müslüman olma şartı yoktur.
Ve yine bu nedenle, mistik tecrübe ve manevi hazlar sadece ruhun nefisteki yansıması değildir. Bedenin nefisteki yansımalarıyla da benzer haz ve cezbeler yaşanabilir. Mesela epifizin salgıladığı melatonin, pinolin, dimetiltriptamin gibi hormonlar insana mistik zevk ve metafizik hazlar verirler. Eskiden bazı evlerin duvarlarını süsleyen üzerlik bitkisinde (Peganum Harmala) bulunan harmin ve harmalin maddesi, epifizin salgıladığı pinolinle aynı yapıya sahiptir. Epifiz bezinin düzenli faaliyette bulunması, sıkıntı, bunaltı, bunama, stres, kanser, yaşlanma, hipertansiyon ve bir dolu psikolojik rahatsızlığa karşı doğal bir koruma sağlamaktadır. Uzmanların dediğine göre, insana “uykum geldi” dedirten şey, epifiz bezinin faaliyetidir.
Epifiz bezleri salgıladığı hormon ile eşey bezlerinin vaktinden önce gelişmesini engeller. Uyku ve uyanıklık periyodunu ayarlar. İlahi bir program gereği epifiz “gece” harekete geçer. Bazılarının uyku hormonu dediği “melatonin” salgılar. Göz kapaklarınızı size rağmen aşağı doğru çeken, işte bu hormondur. Fakat epifiz bezi çalışırken, aynı zamanda pinolin ve dimetiltriptamin gibi moleküller de salgılar.
Bunlar, bedene sen dur deyip, onu misal âlemine ve ruhani âleme açar.
Gece namazının önemi ve hikmeti de, işte tam bu noktada ortaya çıkar. Aynı bez, bir taraftan uykuyu bir taraftan bedenin metafizik âlemle ilişkisini zorlaştıran unsurları engelleyen kimyasalları salgılar. Ve bu bez en aktif haline gece saat 3 civarında ulaşır.

-    Yani, uykunun en ağır hali, aynı zamanda insanın maneviyata da en yakın halidir. İşte imtihan sırrı da budur. Allahû Teâla buyuruyor: “Gecenin bir kısmında da sadece sana mahsus bir nafile olmak üzere uykudan kalk, Kur'ân ile teheccüd namazı kıl, Rabbinin seni bir makam-ı mahmuda (şefaat makamına) göndermesi kesindir.” (İsra Sûresi/79) Bazıları “uykunu bölüp teheccüd namazı kıl” diye mana vermiş. Teheccüd kelimesi zaten, “uykuyu bölme” anlamını içerir. Son dönemlerde uyku üzerine yapılan bir araştırmanın sonucu şuydu: “Deliksiz uykunun daha dinlendirici olduğu tezi asılsız çıktı. Bölünmüş uyku daha çok dinlendiriyor.” Gece boyunca uyuyan, epifizin faaliyetlerinden sadece “uyku” ile ilgili olanından yararlanıyor. Gecenin “neşvesi” olan faaliyetleri ise, “israf” oluyor. Dolayısıyla gece Kur’an okuma, namaz kılma, secde ve tesbih olmazsa aşırı uykudan dolayı israf gafletin garantisi olur. Gece Kur’an okuma, namaz kılma, secde ve tesbih; hem insanı, hem zamanı, hem de mekânı vahiyle diriltmektir. Allahû Teâla buyuruyor:
“Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü yayılıp çalışma (zamanı) yapan O'dur.” (Furkan Sûresi/ 47)
Gece nesneleri örttüğü için maddeden manaya geçiş kolaylaşır. Kur’an ifadesiyle adğas-u ahlâm/karmakarışık kuruntu türünde görülen rüyalar, bedenin nefsin cazibe alanına girdiği anlardır. Ama beden ruhun cazibe alanına girerse o zaman görülen düşler “rü’ye sâliha” olurlar.
Bilindiği gibi, uyku ihtiyacımızı zaman açısından günün sonunda yani gece gideririz. Bazı durumlarda da gün içinde de uyumak ve dinlenmek isteriz. Burada aklımıza şöyle bir soru takılabilir: Acaba bir gün içerisinde gece uykusu dışında istediğimiz her vakitte uyuyabilir miyiz? Bunun dinî açıdan bir mahzuru var mı? Âlimlerimiz hangi vakitlerde uyunulması gerektiği hususuna çok önem vermişler ve bazı vakitlerde uykuya dalmanın mahzurlu olduğunu söylemişlerdir. İşte bu alimlerimizden Said Nursi (Rh.a.), uykuyu uyunulan vakitler açısından üç kategoride değerlendiriyor. Şimdi isterseniz bu uyku çeşitlerini görelim.
Gaylûle uykusu: Gaylûle, fecirden sonra yani güneşin doğmaya başlamasından kerahet denilen vakit bitinceye kadar, yani güneşin doğmasından sonra yaklaşık 40–50 dakikalık zaman diliminde uyunulan uykuya deniliyor. Bu uyku, Rasûlüllah (sav)’den gelen beyanların ışığında rızkın noksanlığına ve bereketsizliğine sebebiyet veriyor. Bunu herkes kendi hayatında tecrübe etmiştir. Bu vakti uykuyla geçirdiğimizde üzerimize bir rehavet ve ağırlık çöküyor. O gün yapacağımız işlere bu ruh haliyle başlamak bizi olumsuz etkileyecektir. Hâlbuki normal uykusunu alan ve o vakti uyanık geçirerek Allah’ın adıyla işine başlayan kişilerin işlerinde ayrı bir bereket ve huzur oluyor. Bilim adamları uyku zamanını güneşe göre ayarlamamızı istiyorlar. Yani beyin güneş doğmadan önce uyanık halde güne hazır olmalı. Yine bilim adamlarından öğrendiğimize göre, güneş doğduktan sonra uyunulan uyku, dinlenmek yerine insana yorgunluk ve halsizlik olarak geri dönüyor. Bu zamanlardaki uyku beynin şişmesine ve genişlemesine yol açıyor. Bu şekilde de beynin çalışma sistemi bozuluyor.
Kaylûle uykusu: Kaylûle, kuşluk vakti denilen yani güneşin parlayıp yükselmeye başladığı vakitten, öğleden biraz sonraya kadar zamanda bir süre uyumaktır. Peygamber Efendimiz (sav)’in kaylûle yaptığını ve bu uykuyu tavsiye ettiğini görüyoruz. (Sünen-i İbn-i Mâce, Savm, 22) Zira bu uyku gece ibadetini kolaylaştırır. Ayrıca Said Nursî (R.a.), “Bu uyku hem ömrü, hem rızkı ziyadeleştirir. Çünkü yarım saat kaylûle, iki saat gece uykusuna denk gelir.” diyerek kaylûlenin önemine dikkat çekiyor.
Feylûle uykusu: Diğer bir uyku çeşidi feylûle denilen uykudur. Feylûle ikindi namazından sonra, akşam namazına kadar olan vakitte uyunulan uykuya deniliyor. Bu uyku ömrün kısalmasına sebebiyet veriyor. Herkes kendi hayatında da tecrübe etmiştir. Bu vakitte uyunulduğunda insan adeta sersemlemiş şekilde uyanıyor. Yani insan dinleneceği yerde daha da yoruluyor. Hem uyuduğu vakit boşa gidiyor, hem de uyandıktan sonraki zaman dilimlerinde uykunun verdiği sarhoşluk hali hâlâ devam ettiği için ömrünün bir kısmını boşa geçirmiş oluyor.
Netice olarak Peygamber Efendimiz (sav)’den bize miras kalan bir uyku düzeni vardır. Bu uyku düzenini göz önünde bulundurmayan ve bu uyku düzenine riayet etmeyenler, modernizmin birer kuklası olmaktan kurtulamazlar. Biz Müslümanlar modernizme ayak uydurmak hesabına uykumuzdan dahi taviz veremeyiz. Modernizm için uykumuzdan taviz verdiğimiz zaman kaybolmaya mahkûm oluruz. Çünkü modernleşme yolunda uyku düzenini kaybetmiş bir toplum, uyumsuz ferdler koleksiyonu haline gelmeye mahkûmdur. Fecre yakın bir zamana kadar sigara dumanlarının gölgesinde İslâm adına devlet kurup devlet yıkanların oluşturdukları oluşumlar, meşru uyku düzenlerini kaybetmiş uyumsuz ferdler koleksiyonundan başkası değildir. Böyle oluşumları da kaybolan günden sayınız.
Mustafa Çelik 20.10.08

 

2.ARŞİV.180

 

Bize nasıl OBAMA dersin

YAZIKLAR OLSUN: Bize nasıl OBAMA dersin...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul'da partisinin Bağcılar İlçe kongresinde konuştu. Erdoğan'ın hedefinde Yeni Şafak Gazetesi yazarı Fehmi Koru vardı.
YANDAŞ GAZETECİYE AĞIR FIRÇA. AKP’ye yakınlığıyla bilinen Yeni Şafak Gazetesi yazarı Fehmi Koru, Erdoğan’ın 2002’deki seçimini Obama’ya benzeterek, “Türkiye’nin 2008’deki yönetim anlayışı Bush’u andırıyor” yorumu Başbakan'ı kızdırdı.
NE OBAMA NE DE BUSH'UZ. Başbakan Erdoğan'dan Fehmi Koru'ya sert tepki geldi. Başbakan Erdoğan Obama ve Bush benzetmeleri için; Yazıklar olsun biz ne Obama ne de Bush'uz biz biziz. diyerek tepki gösterdi.
SEVSİNLER SENİ. Güya biz iktidara gelirken Obama gibi gelmişiz şimdi Bush olmuşuz. Sevsinler seni. Yazıklar olsun. Biz ne Obamayız, ne Bush'uz. Biz biziz. Herkesi kendi atmosferinde değerlendirsinler.

BENZETMEYİ YAPANLAR DÜŞÜNSÜNLER. Obama bir siyahi. Siyah-beyaz ayrımlarının yapıldığı dönemlerde bir siyahi sırtına ABD bayrağı alıp zafer turu atardı. Obama'ya tebrik mektupları yazan terör örgütü yandaşları bu ülkede sırtlarına Türk Bayrağı alıp koşabildiler mi? Benzetmeyi yapanlar ufka iyi baksınlar. Başlarını da iki ellerinin arasına alıp iyi düşünsünler. Ensonhaber

 

2.ARŞİV.181

 

BU MASAYI nasıl alırsın

MUSUL-KERKÜK ve 12 ADA'yı BU MASADA verdik

VAKİT'İ KIZDIRAN MASA
İsviçre Konfederasyonu Başkanı Couchepin'in ziyaretinde Türkiye'ye jest olarak Lozan Antlaşması'nın imzalandığı masayı hediye olarak getirdi. Cumhurbaşkanı Gül'ün masayı kabul etmesi, Gül'e her koşulda destek veren Vakit gazetesinin bile tepkisini çekti.

"İŞTE İNFAZ MASASI"
Vakit, Cumhurbaşkanı Gül'ün hediye olarak kabul ettiği masayı manşetine taşıyarak "İşte infaz masası" başlığını kullandı. Gazete, "İşte en pahalı masa.. İşte bedelini en ağır ödediğimiz masa.. Çünkü bu masada; bir imparatorluğu kaybettik!.. Çünkü bu masada; Kerkük, Musul ve 12 Adalar'ı kaybettik!.. Bu masa, Türkiye'nin bitirildiği Lozan'daki masa!.. Bu masada herşeyimizi verdik ama, 85 yıl sonra bugün; işte o masa Türkiye'ye hediye edildi.. Topraklarımız gitti, masa kaldı yadigar!" ifadelerini kullanarak "Lozan zafer mi, hezimet mi?" tartışmasını da yeniden başlatmış oldu.   

"CUMHURİYETİN KURULDUĞU MASA"
Cumhurbaşkanı Gül ise İsviçre'nin Lozan kentinde 24 Temmuz 1923'te Lozan Anlaşması'nın imzalandığı masayı Türkiye'ye getirerek, hediye eden  Couchepin'e teşekkür ettiği konuşmada; ''Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna sahne olan bir masa. Bizim için manevi değeri tabii ki büyük olan bir anı. Tabii ki bu, Türkiye'de depoda durmayacak, Türkiye'de en güzel şekilde sergilenecek'' ifadelerini kullanmıştı.ensonhaber.13.11.08

2.ARŞİV.182

 

Papa dinler arası diyaloga karşı çıktı

Papa 16. Benedict dinler arası diyaloga karşı çıktı.

16. Benedict, "dar anlamıyla dinler arası bir diyalogun mümkün olmadığını" söyledi. Papa, "Gerçek diyalog, birinin inancını parantez içine almakla mümkün olmaz. Fakat dinler arası farklılıkların pratik sonuçları üzerinde daha fazla tartışmalar yapılmalı" dedi. 
İtalyan Corriera della Sera gazetesinin haberine göre, Papa 16. Benedict yeni bir kitabı yayınlanacak olan ve merkez sağ görüşleriyle tanınan yazar Marcello Pera'ya bir mektup yazdı. 
"Neden kendimizi Hıristiyan olarak adlandırmalıyız" adlı kitabında Pera, Avrupa'nın liberal ve Hıristiyan temelleri üzerinde kalması gerektiğini belirtiyor.
Papa 16. Benedict ise mektubunda kitapta "dar anlamıyla dinler arası bir diyalogun mümkün olmadığı" ifadesinin büyük bir açıklıkla ifade edildiğini belirterek, "Gerçek diyalog, birinin inancını parantez içine almakla mümkün olmaz" ifadesini ekliyor. 
Buna karşın Papa, temel dini fikirlerin kültürel sonuçlarını daha da derinleştirecek kültürlerarası diyalogun önemli olduğunu belirterek bu yönde kamuya açık forumlar düzenlenmesini öneriyor.
Fakat Vatikan Sözcüsü Federico Lombardi, Papa'nın bu sözleriyle sadece kitaba dikkat çekmek istediğini, Vatikan'ın çok kez gerçekleştirdiği dinler arası diyaloga karşı bir anlam çıkarılmaması gerektiğini ifade ediyor. Lombardi, Papa'nın camiye de sinagoga da gittiğini, bu şekilde diğerleriyle bir araya gelebilecekleri ve görüşebilecekleri mesajı verdiğini öne sürüyor. 24.11.2008

 

2.ARŞİV.183

 

 

2.ARŞİV.184

 

2.ARŞİV.185

 

2.ARŞİV.186

 

2.ARŞİV.187

 

2.ARŞİV.188

 

2.ARŞİV.189