- ARŞİV.1

- DİN ADAMI. YÜZÜNDE "nur" var. Ne zaman onu uzaktan görsem, ceketimi ilikleyip koşarak elini sıkmak gelir içimden. O BİR DİN ADAMI -
Onu uzun uzun dinlemek, söylediklerine kulak vermek, önerilerine-yorumlarına uymak isterim. BEN TIPKI DEVLETLER GİBİ, DİNLERİ de MENSUPLARININ YÜCELTTİĞİNİ, ya da YERİN DİBİNE BATIRDIKLARINA İNANIRIM.
- Bir dinin inananları, kasap bıçağı ile insanların kafasını kesiyorlarsa... Ya da uygarlığa yakışmayan davranışlarıyla dünya kamuoyunun tepkisini çekiyorlarsa,
aslında canı yanan o inançtır.
- Bir dinin inananları; insanlığa, cana, yaşama, sevgiye, barışa koştuklarında dinleri yücelir de yücelir.
 Ben onu bunun için seviyorum. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu göreve geldiği günden bu yana, çağdaş-aydın din adamlığıyla (elbette tarikatçı yobaz takımı hariç) hepimizin sevgisini ve saygısını kazandı. İlk kez çevreyi ve doğayı savunan, örtünmenin İslam'ın ilk şartı olmadığını söyleyebilen, çocukların çağdaş öğretilerle eğitilmesini isteyen, Atatürk'ün kurduğu laik Cumhuriyet'in önemini anlatan, insanların ilim-bilim ve uygarlık yolundan ayrılmamalarını öneren bir din adamı.
- Cumhurbaşkanı ve komutanların "irtica" uyarıları karşısında, iktidarın kravatlı dincileri ile iktidar yalakası aydınlar homurdanırken ve uyarıları küçümserken, o "Devlet büyüklerinin bütün tespit ve uyarılarını anlamlı buluyoruz ve önemsiyoruz" diyebildi. NİÇİN?..
Çünkü samimi bir din adamı, temsil ettiği dinin siyasete-ticarete malzeme yapılmasına asla izin vermez. Sahtekárların din sömürüsüne seyirci kalamaz. Eğer din bir kazanç kapısı ve iktidar aracı haline getirilmişse, bu uğurda ülke geriye savruluyorsa, ülkenin Cumhurbaşkanı ve komutanları herkesi uyarıyorsa, samimi ve gerçek din adamı elbette uyarıları önemli ve anlamlı bulur.
- Bardakoğlu herkese örnek olmalı. Hiçbir din; şiddetle, ilkellikle, bağnazlıkla, çağdışılıkla insanlara vaat ettiği mutluluğu sağlayamaz. Artık aydınlık seslere kulak vermelisiniz.
Bekir COŞKUN  bcoskun@hurriyet.com.tr 5 Ekim 2006

- Allah(cc) Bekir bey gibi samimi İnsanların yüreğini ve kalemini -islam dairesi içerisinde sevdiklerinin gönüller deryasında bileyip pekiştirip- ’menfatleri için’, İnsanları İslam dairesinden çıkartıp şeytanın izine düşürenleri berteraf eylesin.

 

- ARŞİV.2

Elini Üsküdar’dan çek diyen müftüye 5 kurşun

Geçtiğimiz ay, emekli imam Bayram Ali Öztürk’ün İsmailağa Camii’nde bıçaklanarak öldürülmesiyle gündeme gelen tarikatlar, bir yanıyla da türlü çekişmelerin, entrikaların hatta zaman zaman cinayetlerin yaşandığı yerler. Tarikat cinayetlerinde rekor, "Mektubatçı" lakaplı Öztürk’ün de mensubu olduğu İsmailağa’da. Son 20 yıl içinde su yüzüne çıkan 20’ye yakın cinayetin 6’sı bu cemaatin adının karıştığı olaylar.
- İsmailağa’daki ilk önemli cinayetin tarihi, Temmuz 1982. Üsküdar İlçe Müftüsü Hasan Ali Ünal’ın cansız bedeni, Üsküdar Namazgah Camii yakınlarındaki bir inşaatta bulunduğunda, ilk akla gelen isim, İsmailağa’nın lideri Mahmut Hoca oldu. Çünkü kafasına 5 kurşun sıkılan Ünal, tarikat üyelerinin Üsküdar’a girmesine izin vermiyordu. Hiçbir faaliyetlerine göz yummuyordu. Bu yüzden, hakkında "Dövülmesi caizdir" diye fetva çıkmıştı. Savcı, Mahmut Hoca için idam istedi.
- Hasan Ali Ünal, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın "Şehitlerimiz Albümü"ne geçecek kadar önemli bir din adamıydı. Öldürüldüğünde, 4 yıldır Üsküdar Müftülüğü görevinde bulunuyordu. Tarikatları "din sömürüsü" olarak gören Ünal’ın kimseye minneti yoktu. Tarikat örgütlenmelerine yönelik eleştirilerini her ortamda çekinmeden dile getiriyordu. Eleştirilerinin en önemli muhatabı ise İsmailağa Cemaati’ydi. Cemaatin Üsküdar ve çevresindeki hákimiyetini kırmak için büyük bir çaba harcıyordu.
- BURADA VAAZ VEREMEZSİN Cemaat lideri "Mahmut Hoca" olarak bilinen emekli imam Mahmut Ustaosmanoğlu’na bile kafa tuttu. Şeyh Ustaosmanoğlu’nun Üsküdar sınırları içindeki camilerde vaaz verme talebine olumsuz yanıt verdi. Sadece şeyhin vaazlarını değil, cemaatin Üsküdar’ın bütün camilerdeki faaliyetlerini engelliyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı onayı almadan Kuran kurslarının açılmasına izin vermiyordu.
-Sonunda Mahmut Hoca’ya "Elini Üsküdar’dan çekmesi" mesajını gönderdi. Bu, bir tür meydan okumaydı. Ünal’ın geçmişinde de bu tür tavizsiz çıkışlar vardı. Askerliğini jandarma asteğmen olarak yaparken, makamına kravatsız gelen Diyanet personelini azarladığı dilden dile dolaşıyordu. Zaten ilçesinde, özellikle İsmailağa cemaatine mensup Diyanet imamlarının şalvar giymelerini de yasaklamıştı.
- DÖVÜLMESİ İÇİN FETVA Elbette şeyh de bu meydan okumayı karşılıksız bırakmadı. Ünal, birkaç gün sonra İsmailağa cemaati mensuplarına, hakkında "Dövülmesi caizdir" fetvası verildiğini duydu. Üzerinde durmadı. Daha önce de benzer tehditler almıştı.
- Bildiğini okumaya, görevini yapmaya devam etti. Ancak çok geçmeden cemaatin bu kez fetvanın gereğini yapmaya kararlı olduğu ortaya çıktı. Ünal, bir meslektaşıyla beraber oldukları bir sırada, tanımadığı bir grubun zincirli saldırısına maruz kaldı. Bereket çevreden insanlar yetişti de hafif sıyrıklarla atlattı saldırıyı...
- Fakat bu zincirli saldırı, Ünal’ın durup bir an düşünmesine neden oldu. Bir yaşam muhasebesi yaptı; kendisiyle hesaplaşma da denebilir o sırada yaşadıklarına. Çünkü İsmailağa cemaatine karşı mücadelesinde yapayalnız hissediyordu kendini. Üstelik biri 5, diğeri henüz 1 yaşında iki erkek çocuğu vardı. Cemaatle uğraşmak da gün geçtikçe zorlaşıyordu.
- Bir karar aldı. Memleketi Bursa’ya dönecek ve Bursa İmam Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yapacaktı. Bu kararını gecikmeden uygulamaya koydu. 1982-1983 öğretim döneminde öğretmenlik yapabilmek için gerekli başvurularda bulundu. O kadar tedbirli davranıyordu ki, hazırlıklarını gizli yürütüyordu. Saldırıyla gözünün yıldığı görüntüsü vermemek için de cemaatin faaliyetlerini engelleme çabasını ara vermeden sürdürüyordu. Cemaat, giderken arkasından "Gördünüz mü? Bizimle baş edemedi" diyemesin diye.
- KATİLLE BOĞUŞTU Bir gün, Üsküdar’ın Namazgáh semtinde yaşayan yaşlı bir adamın, tüm mülkünü vakfa bırakmak istediğini bildiren bir telefon aldı. Ünal, memnun olduğunu söyleyerek, adamın müftülüğe gelmesini istedi. Fakat karşı taraftan, adamın çok yaşlı olduğu ve evinden çıkamadığı cevabı geldi. "Bağış işlemi adamın evinde yapılabilir" dedi telefondaki kişi.
- Bu durumda Ünal’ın belirtilen adrese gitmesi gerekiyordu. Çünkü aynı zamanda Diyanet Vakfı yönetimindeydi ve bu konuda yetkili olan kişi kendisiydi. Teklifi sorgulamadan kabul etti ve ertesi sabah belirtilen adreste olacağını söyledi.
- 5 Temmuz günü, sabah verilen adrese gitmek üzere çıktı evden. Şoförünü de almadı yanına. Ancak akşama kadar, Ünal’dan ses çıkmadı. Ailesi, müftülük görevlileri merak etmeye başlamışlardı. Ertesi güne kadar da beklediler. Baktılar hálá yok, polise haber verdiler. Eldeki tek bilgi, Namazgáh yakınlarında oturan ve bağış yapacak yaşlı birinin evine gittiğiydi.
- Aramalara başlayan polis, birkaç saat sonra Namazgáh yakınlarındaki bir inşaatta buldu Müftü Ünal’ın cansız bedenini. Kafasına sıkılan kurşunlarla öldürülmüştü. Katilleriyle de uzun süre boğuşmuştu. Vücudu yara bere içindeydi.
-ŞEYHE ÖZEL MUAMELE Suçlanan ilk kişi, İsmailağa cemaatinin şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu oldu. Polis, ilk olarak Ünal’ın öldürülmesi için fevta verdiği gerekçesiyle onu gözaltına aldı. Fakat ilginç bir gözaltıydı bu. Müftü Ünal’ın akrabaları bilgi almak için Emniyet’e gittiklerinde, Mahmut Hoca’yı gözaltı bölümünde özel hazırlanmış bir yatağa uzanmış gördüler. Böyle ağırlanması, Ünal’ın yakınlarının kuşkulanmasına neden oldu. Nitekim çok geçmeden tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
- Dava, 3 Aralık 1984’te, İstanbul 1. No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde aralarında Mahmut Hoca’nın da bulunduğu 7 kişi hakkında idam cezası istemiyle başladı. Askeri savcı, sanıklar Mahmut Ustaosmanoğlu, Ömer Arlı, Turgay Taş, Abbas Çelik, Ahmet Vanlıoğlu, Ahmet Özer, İmdat Kaya ve İran’a kaçan Hamza Akdağ’ın Üsküdar Müftüsü Hasan Ali Ünal’ın engellenmesi amacıyla Fatih’teki İsmailağa Camii’nde toplantı yaptıklarını anlatıyordu. Suçları, "tasarlayarak devlet memurunu öldürmek ve öldürmeye iştirak"ti. İddianameye göre sanıklardan Fatih Çarşamba semtinde pazarcılık yapan Ömer Arlı, Müftü Ünal’ı öldürecek kişiye 2.5 milyon lira (yaklaşık 17 bin 500 dolar) vaat etmişti.
- DİYANET’TE ÖRGÜT Davada yargılanan diğer isimler ise cemaatin Diyanet teşkilatındaki örgütlenmesi hakkında fikir veriyordu. Cinayet davasının sanıklarından yıllar sonra cemaate bağlı "İmam Muturudi Araştırma Vakfı" başkanlığını üstlenen Ahmet Vanlıoğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı merkez vaiziydi. Vanlıoğlu, cemaatin önemli isimlerinden biriydi, dahası Mahmut Hoca’nın akrabasıydı.
- Bir diğer sanık ise yakın zamana kadar Sultanbeyli Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü’nde çalışan İmdat Kaya’ydı. Cemaatin, hac hutbeleriyle tanınan önemli hatipleri arasında gösteriliyordu. İmdat Kaya. "Çankaya-Ezankaya" tartışmasını başlatan kişi olarak cemaat içinde hızla sivrilmişti. Cinayetin işlendiği dönemde Ümraniye Camii imamı görevinde bulunuyordu.
- Diğer sanıklardan Ahmet Özer Kuran kursu yöneticisi, Turgay Taş muhasebeci, Abbas Çelik keresteciydi. Tetiği çeken isim olduğu belirlenen Hamza Akdağ ise cinayetten kısa bir süre sonra İran’a kaçmıştı.
- Ünal Ailesi, davanın peşini bırakmadı. Özellikle de öldürülen Müftü Hasan Ali Ünal’ın polis olan kardeşi Güngör Ünal. Davaya Ünal ailesi adına, o dönem aynı büroyu paylaşan iki genç avukat müdahil olarak katıldı. İkisi de yıllar sonra siyasete atılacak, Yahya Şimşek CHP’den, Ertuğrul Yalçınbayır da AKP’den Bursa milletvekili olacaklardı. Yalçınbayır, aynı zamanda müftü Ünal’ın akrabasıydı.
- Davanın seyri sırasında ilginç olaylar yaşanıyordu. Mahmut Hoca’nın tüm duruşmalara son model beyaz bir Mercedes’le ve müritlerinden oluşan koruma ordusuyla gelmesi, Ünal ailesinin davanın seyriyle ilgili kaygılarını artırıyordu. Nitekim dava sonucunda Mahmut Hoca beraat etti. Çok sayıda sanıktan en ağır cezaya ise Ömer Arlı çarptırıldı. 30 yıl ağır hapis cezasına mahkum oldu.
- Mahkeme kararı, Ünal Ailesi’ni tatmin etmedi. Emekli olan Güngör Ünal, kendi çabalarıyla olayı araştırdı. Elde ettiği bilgileri de Genelkurmay Başkanlığı’na kadar ulaştırdı ve gerçek sorumluların yakalanması için çalıştı yıllarca. Ancak bir türlü sonuç alınıp cinayet dosyası yeniden açılamadı. Güngör Ünal da kısa süre öldü.
- AFLA ÇIKTI, ÖLDÜRDÜ Ailesine göre, kardeşinin ölümünü aydınlatamamış olmanın üzüntüsüyle kahrından ölmüştü. Bu arada 30 yıl yiyen Ömer Arlı, 1999’da afla hapisten çıktı. Çıktıktan sonra, kendi kızıyla birlikte bir kız Kuran kursu öğrencisini öldürdü.

- Günümüzde yaşananlar müftümüzün vebalidir Bilal Eser (Diyanet Vakıf-Sen Genel Başkanı): "İsmailağa cemaatinde günümüzde yaşananlar müftümüzün öldürülmesinin vebalidir. Müftümüz, bu cemaatin içindeki karanlık ilişkileri daha 80’li yıllarda fark etmiş ve onlarla mücadeleyi kafasına koymuştu. Bunu da canıyla ödedi. Hasan Ünal’ın ve ailesinin ahını aldılar bunlar. Şimdi bu ahın bedelini de İsmailağacılar ödüyor, birbirlerini hallediyorlar."
- Yalçınbayır yıllar sonra ne yorum yaptı AKP’den Bursa milletvekili olan Ertuğrul Yalçınbayır’ın akrabası Hasan Ali Ünal’ın davasına müdahil olarak katıldığı dönemde, Recep Tayyip Erdoğan da aynı cemaatin desteklediği Milli Görüş hareketinin parlayan isimleri arasındaydı. Yalçınbayır’ın, İsmailağa Camii’nde geçen ay işlenen son cinayetin ardından basında çıkan değerlendirmelere tepki gösteren Başbakan Erdoğan’la yaşadığı fikir ayrılığı, belki de o yıllara dayanıyor. Yalçınbayır, yıllar sonra "Ustaosmanoğlu’nun Ünal’ı öldürttüğüne inanıyor musunuz?" sorusuna şu yanıtı verdi: "Biz mahkemenin kararıyla ilgili yorum yapamayız. Mahkeme kararını verdi ve Ustaosmanoğlu davadan beraat etti. Ancak Ömer Arlı’nın İsmailağa Cemaati lideri Ustaosmanoğlu’nun fikirlerinden fazlasıyla etkilendiği belliydi."

-Fetva çıkarmışlar Üsküdar Müftüsü Hasan Ali Ünal’ı fetva çıkararak öldürmekten sanık 7 kişi, İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yargılandı. (Ön sıra soldan sağa) Abbas Çelik, Ömer Arlı tutuklu, (arka sıra soldan sağa) Mahmut Ustaosmanoğlu, Ahmet Vanlıoğlu, İmdat Kaya, Ahmet Özer tutuksuz yargılandı. En ağır cezaya 30 yılla Ömer Arlı çarptırıldı.
Hurriyet 23.10.06

Veliaht cinayetlerinin arkasındaki gerçekler

Sekiz yıl önce, yeşil cüppeli, sarı sakallı biri, Fatih’teki Çukurbostan Camii’ne girdiğinde dikkat çekmedi. İsmailağa cemaatinin "peygamber sünneti" saydığı bu giysilerle dolaşanlara sık rastlanıyordu camide. Doğru imam Hızır Ali Muratoğlu’nun yanına gitti. Etrafı kolaçan etmeye bile gerek duymadan cüppesinin altına attı elini. Bir tabanca çıkararak, cemaatiyle birlikte fıkıh sohbetleri yapan Muratoğlu’na tam 6 el ateş etti. Muratoğlu, oracıkta öldü.
-Bundan 8 yıl önce, 17 Mayıs 1998’de 45 yaşında öldürülen İmam Hızır Ali Muratoğlu, İsmailağa cemaatinin lideri "Mahmut Hoca" olarak bilinen Şeyh Mahmut Ustaosmanoğlu’nun damadıydı. Kayınpederi öldükten sonra onun yerine geçeceğine de kesin gözüyle bakılıyordu. Yani öldürülen, aslında Şeyh’in veliahtıydı!

- SORUMLU CÜPPELİ Mİ Muratoğlu’nun öldürülmesiyle ilgili bir sürü iddia ortaya atıldı. Aslında hedef Mahmut Hoca’ydı diyenler oldu örneğin. Diğer iddialardan biri de, cinayetin 1 yıl kadar önce ortaya çıkan Fadime Şahin-Ali Kalkancı skandalının misillemesi olarak işlendiği yolundaydı. Zaten o skandalın da İsmailağa cemaatindeki iç çekişmeler nedeniyle patladığı söyleniyordu. Ama daha çok taraftar bulan diğer bir iddiaya göre ise cinayetten aslında Mahmut Hoca’dan sonra cemaatin başına geçmek isteyen ve "Cüppeli Ahmet" olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü sorumluydu. Öyle ya, böylece en güçlü rakibi ortadan kalkmış oldu.

- ANİDEN ÇÖZÜLEN CİNAYET Cinayetle ilgili, polisin elinde görgü tanıklarının ifadeleri ve boş kovanlar dışında bir tek delil yoktu. Üstelik polis uzun süre bu delillerin dışında yeni bir ipucuna da ulaşamadı. Soruşturma, iyice belirsizliğe sürüklenirken, 3 yıl kadar sonra aniden çözüldü cinayet. Polis, bir başka cemaat üyesi Ahmet Kurt’un öldürülmesini Hızır Ali Muratoğlu’nun dosyasıyla birlikte ele almayı kararlaştırdı. Ve cemaat üyelerini yakın takibe alarak, kuşkulu davranışlarda bulunduğunu tespit ettiği Ufuk Salih Hantal’ın evine baskın düzenledi. Polis, evin kapısını da Ahmet Kurt cinayetinin işlendiği yerde bulunan anahtarla açıyordu.
- ÜÇ CİNAYET İŞLEDİ Ahmet Kurt’u Şubat 2001’de öldürdüğü iddiasıyla yakalanan Ufuk Salih Hantal, Hızır Ali’yi de öldürdüğünü kabul etti ilk sorgusunda. İlk ifadesinde cinayeti cemaatte kendisine kötü davranıldığı için işlediğini söylüyordu. Ancak sonraki ifadelerine "cinler" karıştı: "Hızır Hoca’nın müridi değilim. Yanına dini bilgi almak için gidiyordum. Cinlerinden kurtulmak için ben öldürdüm." Ufuk Salih Hantal’ın ifadeleri, bir başka cinayetin daha aydınlatılmasını sağladı. İmam Muratoğlu’ndan sonra cemaat üyesi Ömer Temiz’i de Nisan 2000’de öldürdüğünü kabul etti Hantal. Onu öldürme gerekçesi de "cinler"di: "Ömer Temiz’in, içeceklerime okunmuş ilaçlar atarak cinlerini üzerime saldığını öğrendim. Cinlerinden kurtulmak için onu da öldürdüm."
- CİNSEL TACİZ İDDİASI Nisan 2000’deki bu cinayeti üçüncüsü takip etmişti. Şubat 2001’de, cemaat üyesi olan arkadaşı Ahmet Kurt’u öldürmesinin gerekçesi ise çocuklar ve gençlerin tarikat-cemaat hayatında sıkça karşılaştıkları iddia edilen "cinsel tacize" dayanıyordu: "Ahmet Kurt arkadaşımdı. 15 yıl önce okulda şehvetli bir -şekilde bacağımı sıkmıştı. Bunun intikamını almak için onu da silahla yaraladım. Sonra hastanede öldü."

- AKIL SAĞLIĞI ENGELİ Hantal, 3 cinayetin faili olarak idam istemiyle yargılandı. Ancak ceza almadı. Mahkeme, akıl sağlığının ceza almasını engellediğine karar verdi. Bu arada ideolojik köklerini İsmailağa’ya dayandıran, dinci terör örgütü İBDA-C’nin yayın organı Furkan Dergisi, Hantal’ın serbest bırakılmasıyla ilgili bir açıklama yaptı. Yayın kurulunun yaptığı açıklamada, Hızır Ali’nin gerçek katilinin Hantal olmadığı, asıl sorumlunun Fener Rum Patrikhanesi olduğu iddia edililiyordu.
- CÜPPELİ’NİN BABASI Hantal’ın tutuklanmasıyla cemaat üzerindeki ölüm korkusu azalmıştı ki, cemaatin "çok konuşan"ı olarak adlandırılan Cüppeli Ahmet’in babası Yusuf Ünlü, İsmailağa Camii avlusunda 18 Haziran 2001 akşamı bacaklarından kurşunlandı. Mahmut Hoca ile Ünlü Ailesi arasındaki ilişki, Hoca’nın Yusuf Ünlü ile eşi Rabia Ünlü’nün nikahını kıymasına kadar uzanıyordu. Yıllar sonra İran’a demir satması konusunda yardımcı olması için İslamcı yazar İsmail Nacar’ın kapısı çalan Yusuf Ünlü, oğlunun kariyer planlamasıyla ilgili olarak da "Kimin ne zaman öleceği elbette belli olmaz. Ancak Efendi Hazretleri (Mahmut Ustaosmanoğlu) ölürse yerine oğlum geçecek. Hiç tereddütüm yok" diye konuşuyordu.
-FAKİR FUKARA PARASI
Yusuf Ünlü’yü vuran kişi, şirketinin müdürü Fahri Vural’dı. Vural, polise verdiği ifadesinde, 8 ay önce işten çıkarıldığını vurgulayarak, "Birçok fakir fukaranın parasını yiyen bu adam, beni 1 milyon mark borçlandırdıktan sonra işime son verdi" demişti. Vural’ın fakir fukaranın parasını toplayanlar olarak nitelendirdiği Cüppeli Ahmet ve ailesinin ticari ilişkileri, hayali ihracatçı Kemal Horzum’a bile uzanmıştı. Öte yandan aile, çeşitli vakıflar üzerinden ayrı bir kanaldan yardımlar topluyordu. Başkanlığını baba Yusuf Ünlü’nün yaptığı Fatih Hak ve Hizmet Vakfı’yla ilgili, Cüppeli Ahmet vaazlarında, "Büyük Allah size para veriyor, siz de vakfa veriyorsunuz. Böylece Allah sizi kendi parasıyla cennete götürüyor" diyordu.
- HÜRRİYET’İN FOTOĞRAFI Hızır Ali cinayetinde Cüppeli Ahmet bağlantısı hiçbir zaman doğrulanmadı. Ama en son Hürriyet’te çıkan jet-ski’li fotoğraflarından sonra Cüppeli’nin birçok nedenden ötürü İsmailağa’dan kesilip atılmasına karar verildiği, bu fotoğrafların da o yüzden ortaya çıkarıldığı iddia edildi. Söylenene göre, tarikat, Bayram Hoca cinayetinin ardından artık Cüppeli’yi saf dışı bırakmaya karar vermişti.
- Neden işleniyor bu cinayetler? İsmailağa cinayetlerinin nedenleri üzerinde iki ayrı gerekçe ortaya çıkıyor. birincisi, ruh sağlığı doktorları tarafından da onaylanıyor; zira katiller "cezai ehliyete sahip" değiller. Meczup, deli, ruh hastası vs... Tıpkı cinlere takan Hızır Ali Muratoğlu’nun katili Ufuk Şahin Hantal ya da Mektubatçı Bayram’ı öldüren -ve psikolojik sorunları olduğu söylenen Mustafa Erdal gibi.
- İsmailağa cemaati şeyhi ve diğer üst düzey isimleri; marketleri, kooperatifleri, cemaat üyelerinin bağış yoluyla yaptığı nakdi yardımları, şirketleriyle; dergisi, televizyonu, radyosu, vakıflarıyla milyon dolarlık bir servetin de kontrolünü elinde bulunduruyor. Cemaat üzerindeki dini etkinlik ile parasal etkinlik tamamen birbirine girmiş durumda. Bu durum, cinayetlerin ikinci gerekçesi hakkında birçok farklı boyut gündeme getiriyor. Başta hilafet ve rant tartışmalarıyla, cemaatin savunduğu "İsmailağa’nın tasfiyesi" iddialarını. Örneğin cemaate hakim olma, yani milyon dolarlarla ifade ediyen tarikat gücünü kontrol etme kavgası olabilir mi neden? Yoksa birtakım güçlerin cemaat üzerindeki oyunları mı bu olup bitenler? Ya da örneğin cemaat üyelerinin ortaya attığı gibi Fener Rum Patrikhanesi’nin İsmailağa’yı güçsüzleştirme operasyonu mu her şey?
- Posta kimin oturduğu değil, nasıl ’oturulduğu’ önemli Bayram Öztürk cinayetinin ardından iddialar yine ortalığa saçıldı. İş yine geldi "post" kavgasına dayandı. Bayram Hoca da Hızır Hoca gibi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun veliahtı değil miydi! İşte cemaate yakın bir ismin halife arayışlarıyla ilgili yaptığı yorum:
- "Efendi hazretlerinin makamında aslında kimsenin gözü yok. Gözü olduğu söylenenlerin asıl planı, Efendi Hazretlerinin ölümü sonrasında, kendi yollarını nasıl çizecekleri yönünde. Yüz binleri aşan mürit kitlesinin kime nasıl bağlanacağı; kimi kendisine referans alacağı. Elbette posta biri oturacak; ancak posta oturacak kişi, oturmayanlar kadar güçlü olmayabilir. Ekonomik ve kitlesel güç, posta oturmayanlarda kalabilir. Posta oturan ise sadece sembolik bir makamı işgal eden kişiye dönüşebilir."

- İki ölüm var, kimse şikáyetçi olmuyor Bayram Ali Öztürk, İsmailağa cemaati içinde "Mektubatçı" olarak anılıyordu ve Mahmut Hoca’nın veliahtlarından biri olarak görülüyordu. Geçen 3 Eylül’de sabah namazı sonrası yapılan sohbet toplantısında Mustafa Erdal tarafından kalbinden bıçaklanarak öldürüldü. 3 Eylül’de emekli imam Bayram Ali Öztürk’ün öldürülmesi, şimdilik işlenen son tarikat cinayeti. İsmailağa Camii’nde, bir pazar günü sabah namazı sonrası yapılan sohbet toplantısında Mustafa Erdal tarafından kalbinden bıçaklanan Bayram Hoca, kaldırıldığı hastanede öldü. Sonrasında katil Mustafa Erdal’ın linç edilerek öldürülmesi ise hálá sıcak, hálá hafızalarda ve hálá çözülmüş değil.
- İsmailağa cemaati içinde "Mektubatçı" lakabıyla tanınan ve cemaatin yükseköğrenim görmüş "alim" sıfatlı nadir isimlerinden Bayram Ali Öztürk, tıpkı 8 yıl önce öldürülen İmam Hızır Ali Muratoğlu gibi, Mahmut Hoca’nın veliahtları arasında gösteriliyordu. Sağlık sorunları nedeniyle cemaatin karşısına çok seyrek çıkan Mahmut Hoca yerine İsmailağa minberine çoğunlukla Bayram Hoca oturuyordu.
- İstanbul’un çeşitli camilerinde imamlık yaptıktan sonra, 5 yıl önce sağlık sorunlarını gerekçe göstererek emekliliğini istemişti. Emekliliğinin sonrasında da tüm mesaisini cemaate ayırmaya başladı. Hemen hemen her gün yaklaşık 4 saat süren dini derslerini İsmailağa Camii’nde sürdürüyordu.
- CEMAATİN SESSİZLİĞİ Öztürk’ü öldüren Mustafa Erdal ise tıpkı Muratoğlu’nu öldüren Ufuk Salih Hantal gibi cüppeli ve sakallıydı. 1979 doğumlu, Adıyaman’ın Kahta ilçesi nüfusuna kayıtlıydı.
- Öztürk’ün öldürülmesi sonrasında da, geçmişte olduğu gibi cemaat, sessizlik yeminine (omerta) sığındı. Öyle ki, ne Öztürk’ün ne de katil Mustafa Erdal’ın ailesi şikayetçi olmuştu. Ortada iki ölü vardı ancak, kimse hareket geçmiyordu. Hatta polis bile başta Erdal’ın linç edilmesini "Kafasını mihraba vurarak öldü" diye geçiştirmeye çalıştı, ama sonra döndü. Adli Tıp’ın otopsi sonucuna göre ise Erdal, "beden travması" nedeniyle ölmüştü. 24-10-2006

 

- ARŞİV.3

Din için en tehlikelisi bunlar
Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Cüppeli Ahmet Hoca görüntüleri için "aşırılık" yorumunu yaptı.

Cüppeli Ahmet Hoca görüntüleri gündem hazırladı, sizin yorumunuz ne?

Başbakan, ABD yolculuğundan dönüşte sizlere söylemişti zaten. Aşırılık var doğrusu. Bunlar çok aşırılık gerçekten, bu tip aşırılıklar bazı ülkelerde daha az, bizde yaygın. Nerede şeffaflık var, nerede açık toplumun ilkeleri geçerli, işte o zaman bu aşırılıklar böyle kamuoyuna geldikçe, insanlar gözünün önünde görüyor. Ak Parti olarak bunları eleştirmekten, yanlış olduğunu söylemekten bizim kaçınacak, çekinecek hiçbir tarafımız yok, açık söylüyorum.
- Bu görüntüler sizi de rahatsız ediyor mu?
Ben bir din adamı değilim, ama bireysel olarak söyleyeyim. Din için en tehlikelisi bu tip yapılanmalardır, bu tip haksızlıklardır. Din o zaman yaşanamaz hale gelir, din o zaman hayattan kopar tamamen. Din, hayatlar üstü, çağlar üstü diyoruz. Irk tanımaz diyoruz, coğrafya tanımaz diyoruz. Rus da Müslüman olabilir, Türk de olabilir, Arap da olabilir. Hangisi daha iyi insansa, daha faydalı insansa o önde olacaktır. Namazı bir Rus da kıldırabilir, Arap da kıldırabilir, Türk de kıldırabilir.
- BAŞI AÇIK-ÖRTÜLÜ BİZİ İLGİLENDİRMEZ Beyaz Saray’da eşlerinizin Laura Bush’la birlikte çektirdiği fotoğrafta üçünün de başı kapalıydı. Bu fotoğraf sizi hiç rahatsız etmiyor mu? Partinizde daha çok başı açık kadın olsun istemez misiniz?
- En geniş kesimleri kucaklayan, Türkiye’nin partisiyiz diyebilme hakkına sahip olan tek parti Ak Parti’dir. Doğunun da partisidir, batının da partisidir. Ortanın da partisidir. Kuzeyin de, güneyin de partisidir. Dindar insanların da, muhafazakar insanların da, en modern insanların da desteklediği bir partidir.
- Ben de o manada sordum. Gelecek seçimde daha fazla eşi başı açık aday gösterecek misiniz?
Biz bu adaylarımızı tespit ederken, kesinlikle bu arkadaşların eşleriyle ilgili hiçbir ölçü koymayız. Eşinin başı açık, örtülü insan bizi hiç ilgilendirmez doğrusu. Merkez Bankası atamasından, başka göreve gönderdiğimiz kişiye kadar bu böyledir. Ama biz bu işi çok iyi yapar diye birisini tespit ettikten sonra baktığımızda "Aa, bu kişinin eşi örtülüymüş, o zaman onun üstünü çizelim" diyemeyiz.
www.hurriyet.com.tr 24.10.06

 

- ARŞİV.4

Hangisi daha tehlikeli?
- BATIL (boş) inanç mı, inançsızlık mı daha tehlikelidir? Bu soru okuyucularımıza tuhaf gelebilir. Tabii ki her ikisi de doğruyu ifade etmez. Ancak, yanlış inançla inançsızlığı karşılaştırdığımız zaman, yanlış inancın inançsızlığa göre daha zararlı olduğu gerçeği ortaya çıkar.
- Francis Bacon’un bu konuda ilginç bir tespiti vardır: "Tanrı konusunda hiçbir düşüncesi olmamak, Tanrı’ya yakışmayacak düşünceleri olmaktan yeğdir. Bunlardan birincisi inançsızlık, ötekisi ise saygısızlıktır. Boş inanç, hiç kuşkusuz Tanrı’ya karşı işlenmiş bir ayıptır. Bununla ilgili olarak Plutarkhos ne güzel söyler: ’Bence insanların Plutarkhos diye birini tanımıyoruz demeleri, bir Plutarkhos vardı, çocuklarını doğar doğmaz yerdi demelerinden çok daha iyidir. Hani Satürn’ün çocuklarını yediğini söyler ya ozanlar.’"
- Kuran-ı Kerim’de inkarcılıktan ziyade putpeterestlik eleştirilmiştir. Mekke müşrikleri, Allah’ın varlığına inanıyorlardı. Nitekim, Kuran-ı Kerim’de onlara "Yerleri gökleri kim yarattı?" diye sorulduğunda "Elbette Allah" diye cevap verirlerdi. "Yerlerden ve göklerden rızık vererek sizi nimetlendiren kimdir?" diye sorulduğunda da "Allah" cevabını veriyorlardı. Ancak, putlara tapınmaktan da geri kalmıyorlardı. Çünkü onlara göre putlar Allah’la kendileri arasında birer aracı idiler. Onları Allah’a ortak koşuyorlardı. Bununla da kalmayıp, meleklerin Allah’ın kızları olduğu iftirasında bulunuyorlardı.
- Hz. Peygamber, 23 yıl tevhit inancını yerleştirmek için müşriklerle mücadele etmiştir. Müşrikler, Hz. Peygamber’e "Gel seni başımıza reis yapalım. İstediğin güzel kadınlarla evlendirelim, altın ve gümüşe boğalım; yeter ki bizim ilahlarımıza dokunma" dediler. Çünkü putlar, Mekke aristokrasisinin çıkar ilişkilerinin sembolleri idi. Putlara karşı gelmek, bu çıkar ilişkisini yok eden bir teşebbüsü, bir şuuru insanlığın gönlüne koymak anlamına geliyordu. Mekke aristokratları, bu putların Allah yanında hiçbir değer ifade etmediğini ve hiçbir güçlerinin olmadığını biliyorlardı. Ama o putları cehalet içinde kıvranan toplulukları kandırmanın bir aracı olarak kullanıyorlardı. Nitekim Kuran, "Putlar sizin ve atalarınızın taktığı içi boş isimlerdir" diyerek onların batıl bir yolda olduklarına işaret etmiştir.
- Geçen yazımızda Haricilerin İslam tarihindeki olumsuz rollerinden söz etmiştik. Hariciler, getirdikleri yanlış yorumlarla gözlerini kırpmadan birçok Müslümanın kanını heder etmişlerdi.
Hz. Ali, Haricilerle savaşı emretmiş, ancak askerleri "Ey müminlerin emiri, onlar da Müslüman değil mi?" diye sorunca şu cevabı vermiştir: "Evet, onlar da Müslüman. Ama onlar elbiseyi ters giyen insanlar gibi dini tersine çevirdiler. Elbiseyi ters giyen insanların toplumdaki durumları nasıl yadırganır ve gülünç olursa, onlar da Kurani kavramları kendi dar görüşlerine göre yorumlayarak toplumda aykırı görüşleriyle birçok çarpıklıklara, kaos ve kargaşaya sebep olmuşlardır." Yine Hz. Ali, onların "Hüküm ancak Allah’ındır" ayetini izah biçimini "Söz doğru, ancak batılda kullanılmıştır" diyerek onların sapkınlıklarını ortaya koymuştur. Yakın bir zaman önce de ülkemizde kendilerine Hizbullah adını veren terör örgütünün -ki aslında onlar Hizb’ul vahşettir- din adına Allah rızası için nasıl insanları vahşice öldürdüklerine hep birlikte tanık olduk. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Yine Bacon’ın ifadesiyle; "Tanrı’ya gösterilen saygısızlık ne denli büyükse, insanların uğrayacağı tehlike de o denli büyük olur."
- Tanrıtanımazlığa gelince; Tanrıtanımaz, yine de bir fıtri (doğal) inanç taşıması, yasalara, törelere bağlı olması nedeniyle topluma pek zarar vermez. Boş inanç kadar taraftar da bulamaz, zararı onun kadar tahrip edici değildir. Boş inanç insan benliğinde taassup ve zorbalık meydana getirir. İnsanlar üzerinde baskı kurar; kendisine taraftar olmayanları da tasfiye eder.
- Yazımızı yine Bacon’ın sözleriyle bitirelim: Tıpkı bugün yaşadıklarımız gibi.  Güzeli çirkinden ayıran tek ölçümüz var; o da Kuran. Çünkü her şeyin doğrusu ondadır. Kuran diyor ki: "O’nun önünden ve arkasından batıl (boş) inanç gelmez."Mehmet Nuri YIMAZ 27.10.2006

 

- ARŞİV.5

İşte şeyhe giden 1 milyonun dekontu

Hürriyet, Yimpaş’ın Avrupalı Türkler’den topladığı paraları Avustralya üzerinden Nakşibendilere aktardı’ şeklindeki iddianın belgesi olan banka dekontunu ortaya çıkardı.
- Bu banka dekontuyla, Yimpaş’ın Avustralya’da kurduğu Yimpas Co Limited şirketinden 1 milyon Avusturalya Doları’nın 17 Aralık 2001’de Nakşibendi tarikatı lideri Muharrem N. Coşan’ın LLoyds TSB Bank’taki hesabına gönderildiği görülüyor.
KANAL 7’YE PARA  Yimpaş GmbH’in 15 bin kişiden, 250 milyon Euro toplandığını açıklayan Avrupa Türkleri Dayanışma Derneği’nin avukatı Ünal Taşhan "Yimpas GmbH’den Avustralya’nın yanı sıra Türkmenistan’daki Impasch KST şirketine yaklaşık 78 milyon mark, Kanal 7’ye (Media 7 Frankfurt) 8 milyon 600 bin aktarmışlar. Bu üç şirketin yanı sıra Yimpas GmbH, 11 şirkete daha para aktarmış. Para trafiğinin hepsi Alman resmi kayıtlarında var" dedi
Ali ÇALIŞKAN / RECKLINGHAUSEN hurriyet.29.10.06

 

- ARŞİV.6

- ‘Cumhûriyet Bayramı;’

 münasebetiyle dün yapılan çoğu ruhsuz, şeklî tören, yayın ve konuşmaların ‘tüy’ü ise, C.Başkanı Sezer’in mesajıydı. O mesajdaki, ‘Toplumu gerecek inanan-inanmayan ayrımından, dinin kötüye kullanılmasına neden olacak tutum ve davranışlardan özenle kaçınılmalıdır. Din siyasete alet edilmemesi gereken kutsal bir olgudur. Dindarlarla kutsal din duygularını kötüye kullanmak isteyenler iyi ayırt edilmelidir. Kendi hedeflerine ulaşmak adına halkın din duygularını, dince kutsal saydığı değerleri kötüye kullanmaya kalkanlara yanıtı yine halkımız verecektir’ gibi sözlerin -bunlardan onun neleri anladığını aşağı yukarı tahmin ettiğim için- zâhirine elbette katılıyorum.. Ancak, Sezer’in kendisinin de yakındığı, ‘Cumhuriyet ile barışık olmayan kimi oluşumların, çağdaş Türkiye görüntüsüyle örtüşmediği ortadadır’ sözünü, bizzat Sezer’e uyguladığımda, onun da, ‘çağdaş, modern bir ülkenin C.Başkanlığı’na yakışmadığını’ düşünüyorum..Selahadin ÇAKIRGİL 30.010.2006

- Not. Sayın Cumhurbaşkanı ‘davranış ve sözlerinin diğer tarafdan desdek görmesi için biraz o tarafa yatkın durum sergiliyor, “..çünkü sözde islami görünen din'i tahrip/tahrik ile müslümanı sömüren bu taraf -Abdullah Büyük beyin 'havuzun suyuna pislemişler havuza girilmiyor arınmak/temizlenmek için giren pisleniyor/zehirleniyor', deyimi ile- hertürlü pisliği barındıran batakık/gölet haline gelmiş”, özünde bu insanlar din'i önemseyip dindara saygı duyuyor. Hacı Bayazıt

 

- ARŞİV.7

Sezer-Gül Kıldı

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül omuz omuza namaz kıldı.

Geçen yıl Muhafız Alayı'ndaki bayram namazına katılan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, bu sene de aynı mescitte namaz kılmayı seçti. Bayram namazını geçen sene eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ile kılan Sezer'in yanı başında bu kez Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül vardı. Muhafız Alayı'nın bayram namazında Özkök'le birlikte genelkurmay başkanının katılımı gelenekselleşmişti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Sezer'le bayram namazında yer almazken, onun yerine İkinci Başkan Orgeneral Ergin Saygun Paşa katıldı. Kaynak: Aksiyon 31.10.06

 

- ARŞİV.8

“Asker dinsizdir” diyenler hangi dindendir acaba ?

‘Size –asker dinsizdir– diyeceklerdir. HAYIR! Asker dinsiz değildir. Bu asker Hacı İsmail Efendi’lerin torunlarıdır.. Ben dindarım, arkadaşlarım da dindardır. Size –asker türbana karşıdır– diyeceklerdir. HAYIR! Asker türbana karşı değildir, türbanı kullananlara karşıdır.’ Bu sözler Org. Edip Başer’e ait. Paşanın 2. Ordu komutanı iken sanırım 2002 yılındaydı, bir köy okulu açılışında sarfettiği sözlerden hatırladıklarım. Bu sözlerin söylenmesinin üzerinden fazla bir zaman geçmeden teamüllere göre Kara Kuvvetleri Komutanı olması beklenirken emekliye sevkedilen Edip Başer Paşa’nın cümleleri…
- Din üzerinden ‘rant’ hesapları yapanların kovanına yukarıdaki sözlerle çomak sokan Başer Paşa’nın... Hani bazılarının bugünlerde bilmeden, incelemeden PKK Koordinatörü yaftası yapıştırdığı Paşanın... Hatırlamak gerek, ‘bazı kaynaklar’ Başer Paşa’nın bu duruşundan rahatsız olan çeşitli güç odaklarının atamalar öncesi üçlü koalisyona Paşanın ‘emekli olması’ yönünde baskı yaptığını belirtmişlerdi. Bunların doğruluğunu bilemem. Ama şunu iyi biliyorum ki paşanın o sözleri Ordu’nun ‘din’ ve ‘başörtüsü’ düşmanı olduğu söylentisinin yayılmaya çalışıldığı  ve bundan siyasi rant elde etmek isteyenlerin olduğu  bir seçim öncesi ortamda söylenen anlamlı, dikkate değer, ibret vesikası sözlerdir. 
- 3 Kasım 2002 öncesi ‘zincire bağlanan kızlar’ ise son zamanlarda yine aynı nakaratı söylüyorlar:Kullanıldık! Maalesef onları kullananlar bu aralar yine el altından ‘orduyu’ hedef gösteriyor ve yine milleti aynı oyunlara çekmeye çalışıyorlar. 
Yenimesaj Yusuf Kırtorun 03.11.2006  

 

- ARŞİV.9

Yapma Recai Amca

NE yani?  Saadet Partisi’nin değişmez "Erbakan vekili" Recai Kutan Amcamız, "Holding işinin bizimle alakası yok" diye bir beyanat patlatacak, biz de "Recai Amca’ya itimadımız tamdır" diyerek "eyvallah" mı çekeceğiz? Tamam, Recai Amca’ya itimat ediyoruz, ama salak da değiliz!
- Ne kadar dürüst olursa olsun Recai Amca’nın gözü, "Milli Görüş" adı verilen "sihirli perde" ile bağlanmıştır. Bu yüzden onun, "dava" uğruna "siyah"a "beyaz" diyeceğini ve bunu da "Allah yolunda sevap kazanmak" için yapacağını biliriz. SİLKİNİP "Ben ne yapıyorum böyle" demenin aklının ucundan bile geçmeyeceğinin de farkındayız. NE DİYELİM, ALLAH FERASET NASİP ETSİN.(!)
Neyse...
Biz gelelim asıl konuya.
İşte buraya yazıyorum: Bugün rezilliği ortaya çıkan şu "Avrupa’da para toplama" işinin en önemli sorumlularından biri de Erbakan Hoca’dır. ŞÖYLE Kİ. Avrupa’da Milli Görüş camilerinde para toplayan holding temsilcileri, bu konuda icazeti bizzat Erbakan Hoca’dan almışlardır.
- Hadi bir örnek üzerinden konuyu ele alalım: Kamuoyunda "Jet Fadıl" olarak bilinen Fadıl Akgündüz’ün başlangıçta ne dincilikle, ne "Milli Görüş" ile ilgisi vardı. Gazete ilanlarıyla pazarlamacılık yapan Fadıl Akgündüz, baktı ki Avrupa’da muazzam bir kaynak var, hemen holdingleşip Almanya’da mark avına çıktı. ANCAK JET FADIL’A MİLLİ GÖRÜŞ CAMİLERİNİN KAPISI KAPALIYDI. Bunun üzerine bizim açıkgöz Fadıl, Hoca’ya gitti ve kapının açılmasını sağladı. (!) NE KARŞIİIĞINDA ? Bir yüzde mi söz konusu oldu? Yoksa yüklü bir bağış mı?  Artık o kadarını bilemiyorum. ANCAK... Bu icazete dayanan Jet Fadıl’ın, Avrupa’daki bu tuhaf pazara, "zücaciye dükkánına girmiş fil" gibi daldığını biliyorum.
- AMA RECAİ AMCA BİR KONUDA HAKLIDIR: Holdingler için toplanan paralardan doğan "icazet hakları"nın bir kuruşu bile "Milli Görüş partileri"ne gitmemiştir. Zaten o partilere yapılan "devlet yardımları" da "Milli Görüş partileri"nin kasalarına gitmezdi ki! NEREYE Mİ GİDERSDİ? Vallahi de billahi de bilmiyorum.
- AMA BİLDİĞİM BİR ŞEY VAR: Hepimizden daha şanslı olan "mücahit" kardeşimiz Fatih Erbakan, biz kirada otururken, Boğaz’da kale gibi korunaklı lüks mü lüks bir yalıda oturmaktadır.  Altında da envai çeşit spor Mercedes vardır.  Özel bahçıvan, birkaç koruma, hizmetçiler falan da cabasıdır.

Ahmet HAKAN  05.11.2006

 

- ARŞİV.10

Sezer 5.8 milyon YTL'yi iade etti

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 2005 yılında kendisine ayrılan bütçenin yakmaşık yüzde 24'ünü kullanmadı ve iade etti. Meclis Hesaplarını İnceleme Komisyonu, Cumhurbaşkanlığının 2005 yılı kesin hesaplarını ele alıp ibra etti. Sezer'in kendisine ayrılan bütçenin yüzde 76.36'sını kullandığı, 5.8 milyon YTL'lik bölümü ise iade ettiği belirlendi.
- Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Nehrozoğlu, 'Ödeneklerin ülkenin ekonomik durumu gözetilerek kullanıldığını" söyledi. Komisyon Başkanı İsmail Özgün de, Cumhurbaşkanlığı ödeneğinin 31 milyon 67 bin 570 YTL olduğunu, 1 milyon 523 bin 290 YTL'sinin değişik bakanlıklara aktarıldığını, 23 milyon 722 bin 900 YTL'sinin kullanıldığını, kalan 5 milyon 821 bin 380 YTL'sinin ise yıl sonunda iade edildiğini açıkladı.internet.09.1106

 

- ARŞİV.11

Yâ Ali!

İki cihan güneşi Efendimizin Hz. Ali'ye öğütleri! - Yâ Ali! Mazlûmun kalbinin kırılmasından sakın ki, Allahü teâlâ onun bedduasını, kâfir de olsa kabûl eder.

Yâ Ali! Borcu az et, rahat olursun. Borç din harâplığıdır. Gündüz zelîl, hakîrdir. Gece gam ve gussalıdır.
-Yâ Ali! Sûre-i Haşrı oku. Dünya ve âhıret şerrinden muhâfaza eder.
-Yâ Ali! Sana bir üzüntü erişir ise, "Sübhâneke rabbî lâ ilâhe illâ ente aleyke tevekkeltü ve ente rabbül arşil azîm" oku. Şu duayı oku ki, Cebrâîl aleyhisselâm bana ta'lîm etmiştir: "Allahümme innî es'elükel afve vel âfiyete fiddîni veddünya vel âhırete"
-Yâ Ali! Allahü teâlânın, gam ve gussa vaktinde zikr et ve "Yâ hayyü yâ kayyümü yâ lâ ilâhe illâ ente rahmeteke estegîsü fağfirli ve eslihlî şe'nî ve ferric hemmî" söyle.
-Yâ Ali! Yemeğe tuz ile başla. Sonunda da tuz ile bitir. Tuz, ölüm hâric, yetmiş derde devâdır.
-Yâ Ali! Bir kimseden bir şey isteyeceğin zaman Âyet-el kürsî oku; sağ ayağını ileri koy.
-Yâ Ali! Yedi kimse benim ümmetimden Cennet'e girerler: 1- Tövbe eden yiğit, genç. 2- Sadakayı gizli veren kimse. 3- Harâmı terk eden ve Duhâ yani kuşluk namazını kılan kimse. 4- Malının gitmesine râzı olup, imâm ile bir vakit namazının gitmesine râzı olmayan kimse. 5- Allahü teâlânın korkusundan gözleri yaş ile dolan kimse. 6- Alimler ile oturan kimse. 7- Bir mü'mine muhabbet eden ve Allahü teâlâ için ikrâm eden kimse.
-Yâ Ali! Bir kimsenin üzerinden, ülemâ meclisinde oturmadan kırk gün geçse, onun gönlü kalbi kararır. Büyük günâh işler. Zîrâ ilim gönlü diri tutar. İlmsiz ibâdet olmaz.
-Yâ Ali! Her kimin vera'ı olmasa, günâh işlemekten men olmaz. Ona yerin altı yerin üzerinden iyidir. Yani îmânın yeri belli olmadığından, kabirde durması dahâ iyidir.
-Yâ Ali! Bir nesneyi pişirmek istersen, iyi pişir. Yediğin vakit çok çiğne. Yağmur yağarken dua et. Kâfirler ile ceng olduğu vakit, Kur'ân-ı azîm-üş-şân kırâ'at olunduğu vakit ve farz namazından sonra dua et.habervakti.09.11.06

 

- ARŞİV.12

Kudretine akıl sır ermez!

Ey balığın üzerine adını yazan Rabb'imiz Filistin'li kardeşlerimize yardım et! Marmara Denizi'nde avlanılan ve üzerinde 'Allah'lafzı yazılı palamut balığı görenleri hayrete düşürüyor.

 

- ARŞİV.13

Küresel bir sorun olarak başörtüsü

Nihayet bu da oldu; ABD'de yayımlanan Newsweek dergisinin kapak konusu bu hafta 'başörtüsü'... Dergi, çağdaşlık, kadın hakları, demokrasi ve özgürlük ile 'başörtüsü' arasındaki ilişkileri sayfalar boyu irdeliyor...

Derginin konuya yaklaşımı olağanüstü ılımlı; Newsweek editörlerine bıraksanız, sadece başörtüsüne değil yüzü büsbütün kapatan peçeye de ses çıkartmayacaklar...
- Konuya ne zaman eğilmek gerektiyse, her zaman ve her zeminde, şu tezi savunduğum biliniyor: Başörtüsü yasağı yaygın biçimde ilk bizde başlamış olsa bile artık küresel bir sorundur ve yasağın kaldırılması için yerli çabalar yeterli olmaz, küresel gayretlere ihtiyaç vardır. Türkiye'deki yasağı kaldırmanın en kestirme yolu, 'başörtüsü' ile 'siyasal İslâm' arasında kurulan doğrudan irtibatın yanlışlığını uluslararası câmiaya kabul ettirmektir.
- Newsweek yayını her bakımdan bu tezi destekliyor...
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) konuyla ilgili kararı kimseyi yanıltmasın: Mahkeme bizim Anayasa Mahkemesi'nin yasakçı kararını onaylamaktan öte yeni bir unsur getirmedi konuya; bunu yaparken de, Türkiye Cumhuriyeti'nin “Siyasal İslâm'ın tehdidi altında bulunduğu” tezine arka çıkarak “Türkiye'nin özel şartları” olduğunu vurguladı. O yaklaşım da, hemen belli olduğu üzere, “Siyasal İslâm ile başörtüsü arasında doğrudan bir ilgi bulunmaktadır” anlamını taşıyor.
- Oysa bu tavır gerçeğin bir yüzünü -o da yanlış- yansıtıyor. 'Siyasal İslâm' kavramıyla ifade edilen 'ideolojik yaklaşıma' sahip olanlar, eğer kadınsalar, 'başörtüsü' takıyorlar; ancak 'Siyasal İslâm'a sempati beslemeyen İslâm Dünyası'ndan yüzmilyonlarca kadın da, dinin kadın giysisini belirleyen bir normu bulunduğuna inandıkları için, başlarını örtüyor… Bu gerçeğin görülmemesi, ya da görüldüğü halde görmezden gelinmesi tehlikeli: Başını örten kadınların bütünü 'siyasal İslâm' etkisiyle yapmıyor bunu, ancak yasakla cezalandırılan başörtülü kadınlardan bazısı, yasağı 'demokrasi' ve 'çağdaş değerler' ile irtibatlayarak, kendini onların karşısında konuşlandırıyor...
- 'Siyasal İslâm'ı önlemek için getirilen bir uygulama, yanlış varsayımlara dayandığı için, karşı çıkılan ideolojiye hizmet ediyor. Oysa TESEV'in son araştırmasının da gösterdiği gibi, Türkiye'de dindarlık yükselen değer, ama radikallik geriliyor…
- Batı'daki tartışmaların şu sıralarda ayyuka çıkması, Newsweek dergisinin konuya sayfalar ayırması da Türkiye'deki durumun farklı bir düzlemde gelişmeleri etkilemesiyle ilgili. Almanya, Hollanda, Fransa gibi konuyu 'dert edinen' ülkelerin Türk işçilerinin 'ikinci vatan' seçtikleri ülkeler olduğunu hatırlayalım. Bazı işçi ailelerinin kadınları çevre şartlarına kendi kimlikleriyle uyum sağlamanın bir aracı olarak görüyorlar başörtüsünü; onlara bakanlar ise başörtüsünü 'uyuma direniş aracı' görme eğilimindeler...
- Newsweek, “Bayrak dışında hiçbir kumaş tarihte insanları böylesine hareketlendirmemiştir” derken haklı. Herkes, 'başörtüsü' denen nesneye kendisinin durduğu noktadan bir anlam yüklüyor; bunu tartışma ortamına bütün açıklığıyla taşımadığı için de tam bir kakofoni yaşanıyor. Tıpkı, Türkiye'de muhafazakâr çevrelerden kadınlar, başörtüsünü, toplumsal alana girebilmenin neredeyse tek yolu olarak görürken, olaya farklı gözlüklerle bakanların, başörtüsünü, toplumda eşit şartlarla yer edinmeye bir karşı çıkış olarak yorumlamaları gibi...
- Newsweek türü dergilerin konuyu kapaktan işlemeleri AİHM'nin kararından daha önemli; AİHM, kararını verirken, yalnızca Türkiye'deki 'yasaktan yana' anlayışa kulak kabarttığı halde, Newsweek herkesi dinlemiş ve nihâî hükmü okurlarına bırakmış...
Şunu da bilelim: Konunun global zeminde doğru anlaşılması için gayret göstermek Türkiye'ye düşüyor.
Fehmi Koru 21.11.2006

 

- ARŞİV.14

Mektebinde şehadet olan bir ümmetin lügatında esaret olmaz/1

İslâm topraklarında “yüzleri insan, kalpleri şeytandan” bir nesle yenik düşmüşüz. Allah’ın mülkünde Allah’ın hükümleri mahkûm edilmiş, Allah’ın hükümlerine tutunanlar ise, birer şaki gibi takibe tabi tutulmuştur.

- Kutsal sınırlara erememe yangınları tüter kalbimizde. Zirveler bir sevdadır gönlümüzde. Biz mücadelesiz ve vuslata özlemsiz geçen bir günü yaşanmamış kabul edip, doğarken nişanlandığımız ölümle, cihad masasında, ittekullah nakışlı şehadet gömleğini giyerek nikâhlanacağımız günün hasretiyle yanıp tutuşan bir ümmetiz.
- Zalimlerin düzeninde kaldıracak ne bir beli, ne de bir başı kalmayanlar, şehadet mektebinde ümmet dersinde sınıfta kalanlardır. Bir tek olan İslâm ümmetinden olduğunu idrak edenlerin sevdası, şehadettir. Şehdat, küfrün şiddetine, zalimin zulmüne imanın verdiği cevaptır. Asırlar önce, Mekke'nin tozlu-topraklı sokaklarında Habeşli Bilal'in "Ahad" sesinde gizliydi şehadet sevdası. Derken Sümeyye'nin şehit edilmesiyle vuruluyordu yeryüzünün göbeğine şehadetin damgası. Ardından aynı yollara Yasir'ler, Hamza'lar, Mus'ab ibnu Umeyr'ler düştüler şehadet aşkıyla birer birer. Cemuh'un oğlu Amr'ın sesi yükseliyordu Uhud eteklerinde: "Ben şehadeti istiyorum, ben şehadeti istiyorum" diyor ve en yüce sevgiliye böyle kavuşmak istiyordu. Durduramamıştı kimse onları. Ne Hamza'yı, ne de Sümeyye'yi. Nice şehidler düştü cennetin ta ortasına. Durur muydu bu kervan, durur muydu yeryüzünün çağdaş Ebu Cehil'lerine, Ebu Leheb'lerine karşı açılan direnişin dalgası? Bilmiyor muydu kara toprak Ebu Cehil'ler var oldukça, Sümeyye'ler de olacak.
- Bil ki; bir Müslüman'a iki haslet yakışmaz: Korkaklık ve cimrilik. Savaşa katılan bir insanı bekleyen muhtemel iki sonuçtan biri şehadet, diğeri gaziliktir. Her ikisi de güzeldir, buna "iki güzellik" denir. (9/Tevbe, 52) "Şehadet", kişinin dini, canı, namusu, toprağı ve malı uğruna savaşırken hayatını kaybetmesidir ki, Allah katında büyük mertebelerden biridir. Bunun değerini bilen Müslümanlar şehitlere imrenirler; çünkü şehitler "ölü" sayılmazlar, biz bunun farkında değilsek bile "diridirler" (2/Bakara, 154), Allah katında rızıklanmaktadırlar. (3/Âl-i İmran, 169)
- Şehadet, "ölüm sevicilik" değildir. Ahiret inancının zayıfladığı modern kültürde "ölüm sevicilik" bir hastalıktır. Şehadetin bununla yakından uzaktan ilgisi yoktur. Müslümanlar da hiç kuşkusuz hayatı sever. Yaşama sevinci bizim önemli motivasyonlarımızdan biridir. - Dünyada sayısız güzellik, zevk ve nimet vardır. Bunlar mü'minlere yasak kılınmamıştır. Müslümanlardan istenen, hayatın meşru çerçevede yürütülmesidir. Zevkler geçicidir, dünya fanidir ve insan ölümlüdür. Bu bizim büyük gerçeğimizdir. Allah'a ve ahirete inanan da, inanmayan da ölecek ve hiç şüphesiz yapıp ettiklerinin hesabını vermek üzere Büyük Gün'de Rabb'inin huzuruna çıkacaktır. Müslümanlar o Büyük Gün'de çıkacakları "Huzur"a "hazır" olmak üzere bu dünyada "hazırlanır"lar; bu, dünya ve ahiretteki hakiki "huzur"larının teminatıdır. Mademki zevkler geçici, dünya fani ve insan ölümlüdür, bu durumda zevklerin tükenmediği, hayatın bekasını koruduğu ebedi âleme talip olmalı. Akıllı insanın işi budur. Bu yüzden dünya hayatı terk edilmez; ama her şeyi buna sığdırma gafletinden uzak durulur. Yani bu dünya hayatını seven Müslümanlar ebedi hayatı da sever ve hatta daha çok değer verir. Doğru olan, "dünya ve âhiretteki güzellikler"i istemektir. (2/Bakara, 201) Bu bakış açısı ve telakkinin gündelik işlerimize, yapıp ettiklerimize derinden etkisi vardır. Savaşlarda neticeyi tayin eden "görünmez faktörler"den biri budur. Bunu İslâm'ın büyük komutanlarından Halid bin Velid veciz bir şekilde ifade etmiştir. Düşman ordusuna gönderdiği haberde şöyle demiştir:
"Andolsun, üzerinize öyle bir ordu ile gelirim ki, sizin hayatı istediğiniz kadar onlar ölmeyi isterler." Halid "ölüm sevicilik"i değil, ebedi mutluluğu vaat eden "ölme isteği"ne işaret etmiştir ki, bunun diğer adı "Şehadet mertebesi"ne nail olmaktır. Şehadet, bu dünyada ölürken saadete ermektir.
Mustafa ÇELİK 22.11.2006

 

- ARŞİV.15

Gelsin gelsin papa gelsin

“Millî Görüş.” Hani şu, Avrupa’yı Müslüman ederek işe başlayacak olan Millî görüş.(!) Elimizdeki dokümanlardan, olaylara bizzat şahit olan arkadaşlarımızın anlattıklarına kadar. “Papazları ve hahamları mihraplara dikip minberlere çıkartıp’’, “diyalog” faaliyetlerinde fiili olarak yer alan Millî Görüş... Dom Kilisesi’nden Ravzay–ı Mutahhara’ya köprü kuran Millî Görüş... Kandilleri kiliselerde kutlayan Millî Görüş...  “O –da’’, Papa Türkiye’ye gelmesin diyor.(..) Bu misalleri çoğaltmak mümkün... Bunca iki yüzlülüğün var olduğu ülkeye bir de Papa gelsin.
- O,
‘hiç olsun iki yüzlülük yapmadan’, kendi inancını ve idealini dobra dobra dillendirdi. Müslim Karabacak  26.11.2006

 

- ARŞİV.16

1 milyon dediler 20 bin kişi geldi

Saadet Partisi’nin düzenlediği "Haçlı İttifakına Hayır Papa Gelmesin" mitingine katılım beklenenin çok altında kaldı.
- Çağlayan Meydanı’ndaki mitingde Saadet Partililer harem-selamlık şeklinde yerlerini alırken, programın başlayacağı saat 12.00’de alanda sadece 2 bin kişi vardı. Bunun üzerine miting geç başladı, görevliler katılımcıların, öğle namazının ardından 32 ilçeden otobüslerle yola çıkacağını anons ettiler. Bir buçuk saat sonra meydandaki kalabalık 20 bine ulaştı ve miting başladı.  
-Türkçe ve İngilizce pankartlar açan katılımcılar, "Zincirler kırılsın Ayasofya açılsın", "Ayasofya bizimdir bizim kalacak", "Ne ABD ne AB, Kurtuluş Saadet’te" sloganları attılar. Mitingte konuşan Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan, ’Hazreti Muhammed’e terörist diyen emperyalizmin temsilcisi’ dediği Papa’nın, Bizans hayalleriyle Ayasofya’yı kiliseye dönüştürmeyi talep edeceğini öne sürdü. Mitinge TV5’in yayını aracılığıyla katılan Erbakan da "Akıl ve ilme, edep ve hayaya sığmayacak sözler sarfeden Papa olacak bu insan, matematikten temizliğe ne biliyorsa İslam’a aittir" diye konuştu.
- Dünya izledi Mitingi yarısı yabancı yaklaşık 300 gazeteci takip etti. Dünyanın dört bir yanından gelen basın mensupları mitingi canlı yayınlarla aktardılar. Gazeteciler Papa karşıtı eylemde, ABD’den İsrail’e, Bizans’tan AKP’ye kadar herşeyin protesto edilmesini anlayamadıklarını da söylediler.
Hem İngilizce hem Türkçe
MİTİNGDE Cumhurbaşkanı Sezer’i eleştiren dövizlerle birlikte bir çoğu resimli yüzlerce İngilizce döviz de açıldı. Resimli bir dövizde Papa cellat olarak gösterildi. Türbanlı bir kadın partilinin açtığı İngilizce dövizlerin birinde "Saldırgan, katil, sömürücü Haçlı Medeniyeti" yazarken diğerinde Nisa Suresi’nin 36’ncı ayetinin "Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın" bölümü yer aldı. Ardıç AYTALAR / İSTANBUL 27.11.06

 

- ARŞİV.17

Van’dan doğan güneş Abdülhakîm Arvâsî

Büyük âlim, Mürşid-i kâmil Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali’ye kadar bütün babaları âlim ve velî idi. Birinci Dünya Savaşı başında Van’da Ermenilerin başlattığı katliamlar üzerine buradan hicret ederek, meşakkatli yolculuklardan sonra İstanbul’a geldi. Burada Süleymaniye Medresesi Tasavvuf Müderrisliği (Ordinaryüs Profesörlüğü) vazifesine tayin edildi. Daha sonra çeşitli camilerde vazifelendirildi.
- “Otuz sene îmânı anlattım!” Dört mezheb ilimlerinde mütehassıs, büyük âlim, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “rahmetullahi aleyh”, vefâtına yakın, şöyle buyurdu: “İstanbul câmilerinde, otuz sene, yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan îmânı, yanî Ehl-i sünnet i’tikâdını ve İslâmın güzel ahlâkını anlatmağa çalıştım. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da, Resûlullahtan öğrendiler...”
Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsîlerindeki konuşmaları; dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden “din câhilleri”nin ve “yobaz”ların iftirâlarına sebeb oldu. Bunların tahriki ile Eylül 1943’te tutuklanarak İstanbul’dan İzmir’e götürüldü. Bir müddet Meserret Otelinde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa’ya nakli veya İstanbul’a iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her defâsında red cevâbını aldılar. Nihâyet Ankara’ya nakline müsaade çıktı. Bu karar üzerine Ankara’da Hacı Bayrâm-ı Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık’ın evine geldiler. Bu sırada hasta olduklarından Faruk Işık Bey’in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943’te vefât etti. Vefât ânında hafif bir zelzele oldu.
- “Senin dostlarını sevdim...” Vefat etmeden önce yatağında hafif doğruldu ve şöyle dua etti: “Yâ Rabbi! Sana layık hiçbir ibadetim yok. Fakat senin dostlarını sevdim ve düşmanlarına düşmanlık ettim. Beni bu muhabbet ve düşmanlığıma bağışla!..” Sonra da: “Arş-ı âlâyı görüyorum, ne güzel, ne güzel” diyerek ruhunu teslim etti... Vehbi Tülek 27.11.2006

 

- ARŞİV.18

Ortadoğu’da ABD rüyası bitti

ABD'nin Ortadoğu’daki çöküşünün Irak'ın Mart 2003'teki işgaliyle başladığını belirten Haass, .....

etkin Amerikan dergisi Foreign Affairs'te yayımlanan "Yeni Ortadoğu" başlıklı yazısında, ülkesinin Avrupa'ya benzer, barışçı, müreffeh ve demokratik bir Ortadoğu rüyasının sona erdiği yorumunda bulundu.
- WASHINGTON ABD'deki etkili düşünce kuruluşlarından Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Başkanı Richard Haass'a göre, Ortadoğu'da Amerikan egemenliği çağı sona erdi ve yeni bir çağ başladı. Haass, etkin Amerikan dergisi Foreign Affairs'te yayımlanan "Yeni Ortadoğu" başlıklı yazısında, Amerika'nın Avrupa'ya benzer, barışçı, müreffeh ve demokratik bir Ortadoğu rüyasının sona erdiği yorumunda bulundu.
1990'lı yıllarda Kuveyt'in kurtarılışının, Arap yarımadasına uzanan Amerikan askeri varlığının ve Bill Clinton başkanlığı döneminde İsrail-Filistin anlaşmazlığına aktif çözüm arayışının, ABD'nin bölgedeki öncü rolünü ortaya koyduğunu belirten Haass, bununla birlikte çöküşün Irak'ın Mart 2003'teki işgaliyle başladığını yazdı.
- ÇÖKÜŞ HIZLANDI O zamandan bu yana Irak'ın bir iç savaş sembolü haline geldiği ve Beyaz Saray tarafından reddedilmesine rağmen, artık bazı Amerikan medya organlarının bu deyimi kullanmaktan çekinmediği bir ortamda, Sünni ve Şiiler arasındaki gerilimin artık Irak sınırlarını aştığını, zaten direnişçilerin Ortadoğu'da önemli ölçüde bir anti-Amerikanizm zemini bulduğunu belirten Haass, İsrail-Filistin anlaşmazlığının iyice batağa saplanması ve Amerikalıların bu durumu düze çıkarmaktaki yetersizliğinin Ortadoğu'da Amerikan çöküşünü hızlandırdığını ifade etti. Başta ülkelere nazaran Amerikan nüfuzunun bölgede hâlâ etkili olduğunu savunan Haass, ABD'nin bundan böyle Filistin meselesini, İran konusunda direnme kapasitesini ortaya koyan Çin ve Rusya'yı ile AB'yi hesaba katarak ele alması gerekeceğine işaret etti.
- DİPLOMATİK ÇÖZÜM ÖNCELİK Haass, ABD'nin görüşlerini benimsetmek için artık silahlı gücüne bel bağlamaması ve özellikle Filistin meselesi konusunda diplomatik önceliklerini gözden geçirmesi gerektiğini savunurken, eski ABD Başkanı Bill Clinton'ın ulusal güvenlik danışmanlığını yapmış olan Robert Malley de Haass'ın savunduğu görüşleri paylaştığını ifade etti ve "Irak savaşının sonuçları bölgedeki etkilerini yeni göstermeye başladı" dedi. ABD sermayeli bir düşünce kulübü olan Ortadoğu Siyasi Etütler Enstitüsü Müdürü Robert Satloff gibi uzmanlar ise bölgede Amerikan çağının sona erdiğini kabul etmiyor. Satloff, "Arap ülkeleri bizi istiyor, kalmamız için bize yalvarıyor" diyor. Bush'un Ürdün'e yapacağı ziyaret, Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin geçen hafta Suudi Arabistan'ı ziyaret etmesi ve Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın Eriha'ya gidecek olması ise bu tezi doğrular nitelikte işaretler olarak algılanıyor. Haass, İran tarafından desteklenen Hamas ve Hizbullah gibi radikal grupların son aylarda dikkate değer ölçüde güçlendiğini belirtti ve yazısını "Ortadoğu, gelecek on yıllarda eski Ortadoğu'yu aratacak kadar endişe kaynağı olmaya devam edecek" ifadesini kullanarak sonlandırdı. vakit 03.12.2006

 

- ARŞİV.19

Düşüncelerimizi yenilemeliyiz

İSFAHAN KUR’ÂN KONFERANSI- 1

22 - 24 Kasım tarihleri arasında İran’da Ragıb-ı Isfahânî anısına, “Uluslararası Kur’ân-ı Kerîm ve Çağdaş Toplumun Sorunları” adıyla düzenlenen konferansa davetli olarak gittim. İran Havayolları uçağıyla önce Tahran’a oradan da konferansın yapılacağı İsfahan kentine geldim. Konferans, oldukça yalçın ve dik bir dağın eteğinde kurulu olan ve büyük bir kampüsü bulunan İsfahan Üniversitesi’nde yapıldı.
- “Kültür ve İslâm İlişkileri İdaresi, İslâm Ülkeleri Öğretim ve Kültür İlişkileri İdaresi, İslâm Araştırmaları Enstitüsü, İslâm Dünyasının Kültür Başkenti İsfahan Kültür Merkezi” adlı kuruluşlar konferansı müşterek düzenledi. Açılışa güzel bir Kur’ân tilavetiyle başlandı. Daha sonra İslâm Ülkeleri Kültür İlişkileri Başkanı Şeyh Muhammed Iraki ve İran eski Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani konuştu. Açılış oturumu saat 13.00’te sona erdi.
- BİR TEBLİĞ SUNDUM
Öğleden sonra saat 14.30’da konferansın bilimsel oturumları başladı. Konferans çalışmaları, “Kur’ân ve Kur’ân İlimleri, Kur’ân ve Sosyal Sorunlar, Kur’ân ve Siyasal Sorunlar, Kur’ân ve Hukuki Sorunlar, Kur’ân ve Ekonomik Sorunlar” adlı dört ayrı komisyona dağıtılmıştı. Beni, “Kur’ân ve Sosyal Sorunlar Komisyonu”nun başkanlığına seçtiler. Bu görevi, Kum’un büyük alimlerinden Hüccetül-İslâm Seyyid Rıza Müeddeb ile birlikte yürüttük. Düzeyli konuşmaların yapıldığı bu komisyon toplantılarının öğleden önceki oturumunun son kısmında, “Düşüncelerimizi yenilememiz gerekir” başlıklı tebliğimi sundum. İleride bu konuşmamın özetini bu sütunlarda yansıtmaya çalışacağım.
- Kum İslâm Kültür Merkezi Başkanı Subhânî, İslâm bilim ve kültürünün gelişmesi konusunda 35’ten fazla projeleri bulunduğunu, bunlar içinde en önemlisinin de bir Kur’ân Ansiklopedisi hazırlamak olduğunu, böylece İslâm dünyasında bir “ilk”e imza atacaklarını söyledi.

Kur’ân-ı Kerim tüm insanlığın sönmez ışığıdır

Komisyon çalışmalarında Kur’ân Askislopedisi’nden söz eden Kum İslâm Kültür Merkezi Başkanı Subhânî’ye toplantı sırasında bir şey söylemedim. Ancak oturumdan sonra kendisine, “Siz çıkarmakta olduğunuz Kur’ân Ansiklopedisi’nin İslâm dünyasında ilk defa yapılacağını söylüyorsunuz ama ben bundan 6 yıl önce bütün Kur’ân konularını açıklayan 30 çiltlik bir eser yazdım” dedim. Subhânî, “Bizim bundan haberimiz yok” dedikten sonra beni kutladı.
- 23 Kasım Perşembe saat 14.00-17.00 arasında Ragıb-ı Isfahânî’nin çeşitli yönlerini anlatan tebliğlerin sunulduğu genel bir oturum yapıldı. Aynı günün akşamı saat 18.00-22.00 arasındaki kapanış oturumunda komisyonların raporları okundu, İsfahan Bilim Alanı Müdürü Ayetullah Mazâhirî’nin uzun ve etkili konuşması ve Kur’ân tilavetiyle konferansın bilimsel çalışmaları sona erdi.
- KUR’ÂN’DA BİLİM VARDIR
Mazâhirî, Farsça konuşuyordu ama kelimeleri tane tane söylediği ve konu aşinalığından ötürü hemen tamamını anlayabiliyordum. Mazâhirî, cümlelerinin sonunu kendine özgü bir vurguyla bitiriyordu. Örnek olarak birkaç cümlesine işaret edeyim: “Kur’ân’da edep vardır ama Kur’ân bir edebiyat kitabı değildir. Kur’ân’da bilim vardır ama Kur’ân bir bilim kitabı değildir. Kur’ân’da tıp vardır ama Kur’ân bir tıp kitabı değildir. Kur’ân’da felsefe vardır ama Kur’ân bir felsefe kitabı değildir. Kur’ân’da tarih vardır ama Kur’ân bir tarih kitabı değildir. Kur’ân’da ahlak vardır ama Kur’ân bir ahlak kitabı değildir. Kur’ân, hayatın her safhasında insanlığa rehber olarak gönderilmiş Allah kelamıdır, insanlığın ebedi yol göstericisidir, sönmez ışığıdır...”

Şeyh Lutfullah Camii’ni görenler hayrete düşüyor

25 Kasım Cuma günü bizi, UNESCO tarafından “Dünya Kültür Merkezi” seçilen İsfahan’ın tarihi yerlerine götürdüler. Hıristiyanların çoğunlukta olduğu İsfahan’ın eski mahallelerinde bulunan Ermeni katedralini gezdirdiler. Sonra Melikşah döneminden kalma Atik Camii’ni (Ulu Camii) gördük. Öğleden sonra dört eyvanlı dikdörtgen biçiminde büyük bir meydana gittik. Burası Çin’dekinden sonra en büyük gösteri meydanıymış. Meydanın dört yanını dükkanların oluşturduğu galeriler sarıyordu. Her galerinin ortasında toplumu yöneten dört kesimi temsil eden bir eyvan bulunuyor.
- Bir eyvanda Şeyh Lutfullah Camii var ki gerçekten yapılışı ve kubbesi insanı hayrete düşürüyor. Burayı ziyaret eden bir Avrupalı mimar, “Ben burayı ziyaret edene kadar mucize duyardım ama manasını anlamazdım. Burayı gördükten sonra mucizenin ne demek olduğunu anladım” dedi. Bunun karşısında Şah Abbas’ın ve sonraki yöneticilerin törenleri izlediği beş katlı bir bina var. Burası da muhteşem bir yapı. Dikdörtgenin uzun kenarlarına dik olan bir sıranın ortasında, toplumu manevi yönden yöneten bilim ve ibadeti simgeleyen cami ve medrese, bunun karşısında da ekonomiyi simgeleyen bir eyvan bulunuyor.
- Burayı gezerken akşam ezanı okundu. Ben ve Bosnalı Dr. Salih, camiye gittik. Caferî imamın arkasında önce akşam namazını kıldık. Caferîler, öğleyle ikindiyi, akşamla yatsıyı birleştirerek kılıyorlar. Bunu biliyordum. Onun için akşamın ardından biraz bekledik. İki rekât sünnet kıldık. Sonra kamet okundu. Bu kez yatsı namazını kıldık. Namazda bir fark yok. Yalnız onlar, Malikîler gibi ellerini bağlamıyor, yana salıyorlar. Rükû tekbirini alırken de ellerini kulaklarına götürüyorlar. Rükû’da imam açık olarak üç defa “subhanallah” sonra da “subhanellahi’l-azim ve bihamdih” diyor. Secde tesbihleri bizimkiyle aynı.

Müslümanlar birlik olmalı

Konferansa katılanlardan biri, imamın selam vermeden namazı bitirdiğini söyledi. Oysa ben imamın yakınındaydım. Sağa selamını duydum. Dr. Salih de duymuştu. Önyargılı hareket etmek kötü bir şey. Basit farkları büyütüp ayrılık sebebi yapmak İslâm’a kötülüktür. Namazın temeli, elin bağlanması veya yana salınması değil, ayakta durmak, okumak, rükûya ve secdeye gitmektir. Bunların hepsi aynıyken hâlâ onların namazını yanlış görmek, Müslümanların bütünlüğüne zarar verir.
- Bu konuda İsfahan’da “İslâm Mezheplerini Yakınlaştırma Çalışmaları Merkezi” müdürünün şu sözüne katılmamak mümkün değil: “Allahımız bir, peygamberimiz bir, kitabımız birken biz neden ayrılalım? Yüce Allah, ‘Bu sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir. Rabbiniz de benim. Bana tapın’ buyurduğu üzere tüm Müslümanların birlik içinde olmaları gerekir. Biz çalışmalarımızla Sünnîleri Şiî yapmayı yahut Şiîleri Sünnî yapmayı hedeflemiyoruz. Biz sadece Müslümanların, basit farkları bir kenara bırakıp birleşerek güç oluşturmalarını istiyoruz. Çünkü birlikten kuvvet doğar.”
- Aynı akşam saat 22.00 sularında Tahran’a döndük. 25 Kasım Cumartesi günü, Tahran Milli Kütüphanesi’ni gezdik. Cidden eşsiz bir eser. Kitapların muhafazası için her türlü tedbir alınmış. Okurların yararlanması için bol miktarda bilgisayar ve internet var. Tahran’da 70 kadar irili ufaklı üniversite olduğunu söylediler. Tabii bunların çoğu araştırma merkezi halinde kuruluşlar olmalı. Ancak ayrıntısına vâkıf olamadık. Öğleden sonra Tahran Üniversitesi’nin karşısında bulunan bir kütüphaneye uğradık. 1974’te Ankara Üniversitesi tarafından basılmış olan “İşari Tefsir Okulu” adlı eserim, Farsça’ya çevrilmiş Tahran Üniversitesi tarafından bastırılmış. İşte bu eseri almak için kitapçıya gittik ama mevcudu kalmamış. Kitapçı, bu eserden bir nüsha otele göndereceğini söyledi.

İmam Humeynî’nin evi sadece iki odalı

Kitapçı, akşamleyin kitabın bir nüshasını otele gönderdi. Böylece yıllar önce “Mekteb-i Tefsîr-i İşârî” adıyla Farsça’ya çevrilmiş bulunan eserimin bir nüshasını elde edebildim. O akşam, İslâm Devrimi’nin Lideri İmam Humeynî’nin evine gittik. Humeynî’yi, devrimden sonra 10 yıl yönettiği devletin imkânlarıyla büyük saraylarda oturuyor sanıyordum. Ama öyle değil. Evi Tahran’ın ücra bir köyünde, Çamlıca’ya benzer, çınar ağaçlarıyla kaplı yüksekçe bir bölgede. Zeminden ancak üç dört basamakla çıkılan, sade iki odacıktan ibaret bir ev. Bizim gecekondulardan farksız. Koltuk yok. Bir döşek ve çalışma masası, buraya açılan, bez perdeyle ayrılmış bir de yatak odası var. O evde halen hanımı yaşıyormuş. Evin duvarlarına Humeynî’nin şiirlerinden yazılan dörtlüklerden biri şöyleydi:
Coz ser-i kûy-i to ey Dôst nedârem câyî
Der serem nîst be-coz hâk-i deret sevdâyî
Âkif-i dergeh-i ân perde nişînem şeb-u rûz
Tâ be-yek ğamze-i ô katre şeved deryâyî
(Allah’a hitaben diyor ki:
Ey dost, senin köyünden başka bir yer
istemem,
Başımda senin toprağının sevgisinden
başka bir sevgiye yer yok.
Gece gündüz O’nun dergahının kapısında boyun büküp durmaktayım,
Öyle bir sevgili ki, O’nun bir göz ucu
bakışıyla damla, deniz oluverir.)
Herhalde şunu demek istiyor: Onun bir bakışı, gözden akan damlaları deniz yapar. Onun gamzesi için gözümden akan damlalar deniz olur. 26 Kasım Pazar günü saat 08.00’de Kum kentine hareket ettik. Arabada ben, Bosnalı Salih, Suriyeli Dr. Alaattin, Lübnanlı Dr. Hüseyin, Sudanlı Dr. Ömer vardı. Tabii bir de şoför ile birlikte aslen Azeri Türkü olan genç bir rehberimiz. Önce, dünyada yazma bakımından üçüncü büyüklükte olan Seyyid Maraşî’nin kurduğu kütüphaneyi ziyaret ettik. Kütüphane müdürü, büyük bir kasa kapısıyla girilen yazma bölümünü gezdirirken, kütüphanenin Ayetullah Seyyid Şehabeddin Meraşî Necefî tarafından kurulduğunu anlattı.
Seyyid Maraşî bir kitap için iki ay oruç tutmuş

Meraş (Maraş), Orta Anadolu’da bir kenttir. Bu zat Kum’da yaşadığına göre bu nisbeti nasıl almış? diye sordum. İngiliz işgali yüzünden Seyyid Şehabeddin’in Türkiye’ye gidip bir süre Maraş’ta yaşadığını söyledi ve kütüphanenin ilginç kuruluş hikâyesini anlattı: “Seyyid Şehabeddin, kitaba çok meraklıydı. Avrupalı doğubilimcilerin, İslâm kültür miraslarını, yazmaları nasıl toplayıp Avrupa kütüphane ve müzelerine kaçırdıklarını görünce, ‘Bu eserler bizim malımız, bizim kültür mirasımız, bizim hakkımızdır. Bunlara onlardan önce bizim sahip çıkmamız gerekiyor’ diyerek çocukluğundan beri elde edebildiği tüm eserleri saklamış. Seyyid Şehabeddin’in kitap alacak parası yoktu. Şiî inancına göre namaz kılmamış yahut oruç tutmamış veya eksik tutmuş kimselerin, bunları kaza etmeleri gerekir. Bunu yapamazlarsa birisine para vererek yaptırmalıdır. Hayatlarında ibadet borçlarını ödeyemeyenlerin çocuklarının bu borcu ödemeleri gerekiyor.
- İşte Hafız Şeyh Şehabeddin de kiminin kılamadığı namazları kılarak, tutamadığı oruçlar yerine oruç tutarak veya Kur’ân okuyarak kazandığı paralarla bulduğu yazmaları satın almış. Tuttuğu not defterine, ‘Bunun için iki ay oruç tuttum. Şunun için şu kadar namaz kıldım. Bugün param olmadığı için akşam yemeği yiyemedim ama ertesi gün de oruç tuttum’ şeklinde satın aldığı kitapların manevi fiyatlarını yazmış.”
- Gerçekten bu kütüphanede nadide eserler var. Hele o at kılıyla yazılmış Mushaflar! Takriben 75 santimlik bir şerit üzerine at kılıyla tüm Kur’ân yazılmış. Tırnakla yazılmış kitap var. Tevrat ve İncil yazmaları var. Tahran’ın yakınlarındaki Humeyni Camii’ni ziyaret ettik. İçeride, Humeyni’nin kabri var. Yalnız burası, Humeyni’nin hayatını geçirdiği mütevazı evle tam tezat teşkil ediyor. Kabir, milyar dolarlara mal olan bir anıt türbe. Otele döndük. Sabahleyin 05.30’da otelden ayrıldım. Görevli beni Mehrabad Hava Limanı’na getirdi ve 20 dakika rötarla kalkan uçağımız 09.40’da İstanbul’a indi.Süleyman ATEŞ 07.12.2006

- ARŞİV.19

Çeçenistan semalarında Allah yazısı

Çeçenistan semalarında bulutların Arapça Allah yazısı şeklinde seyretmesi üzerine halk büyük bir heyecan yaşadı.

Son günlerde direnişin tırmandığı Çeçenistan da Müslümanları sevindiren operasyonlar üst üste geliyor. Mücahidlerin Ruslara karşı zor şartlarda gerçekleştirdikleri operasyonlarda Ruslar ciddi kayıplar veriyorlar
Kafkas dağları, mücahidlerin tekbir sesleri ile yankılanırken, gökyüzüne de Allah'ın ismi bulutlarla yazıldı.
-Caharkale semalarında bulutların üzerinde gözüken Allah yazısı, herkesi heyecanlandırdı. Bu olay sonrası, tüm halk ve mücahidler Allah'ın kendilerine vereceği zaferin yakın olduğunu söylüyor ve bunun bir işaret olduğunu belirtiyorlar.
-Çeçen mücahidler yaptıkları tüm açıklamalarda; Türkiye ve Dünya Müslümanlarından Çeçenistan'daki kardeşlerini unutmamalarını dua ve yardımlarıyla kardeşlerinin yanlarında saf tutmalarını istiyorlar. 07.12. 2006 Perşembe 11:35

 

- ARŞİV.20

Özkök’e çifte cevap

Bugün gazetesinde yazan Nuh Gönültaş çok haklıydı: Gerçekten de Hürriyet gazetesine ve Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’e bir dini danışman lazım. Ahmet Hakan’a soruyorsa bile kifayet etmediği ortada. Sultan Ahmed Camii’nde Papa’nın kıbleye dönerek kıyama durması karşısında karşı jest olarak Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’ndan da istavroz çıkartmasını istemişti. Halbuki ikisi aynı şey değil.

- Hıristiyanlık Hıristiyoloji denilen Mesih sevgisi üzerine kurulu esnek bir dini anlayıştır. Sevgi (nefretini de doğurmuştur)nin dışında pek fazla kuralı yok. Kiliseler ikonalar ve heykeller ile süslüdür. Bu, putperestlik görüntüsünü andırmaktadır. Halbuki İslâmda kurallar bütünü var. Sevgi işin manevi kısmıdır. Zahiri kısmı ise kurallar. İkisinin ibadetleri veya anlayışları arasında karma yapmak ikisinin de özünü ve tabiatını bozar. İkisini de yabancılaştırır. Zaten dinlerin dejenerasyonunun en önemli yollarından birisi senkretizm veya eklektizm denilen seçmecilik ve onun teşkil ettiği karma yapılardır.

- Zaten Hıristiyanlık da bize göre, Yunan düşüncesiyle Roma uygulamasının bir bileşkesinden ibarettir. Senkretiktir. Zaten bozulmasaydı ve Mesih, Arius çizgisinde ilerleseydi ve Paskal gibilerinin tavsiyelerine uysaydı mesele kalmayacaktı, en azından tevhid noktasında İslâmla birlikte olurdu. Özü bozulmasaydı İslâmın gelmesine zaten luzum yoktu. Bozulduğu için o bize uyabilir, ama biz ona uyamayız. Biz ona uyarsak biz de bozuluruz. İslâm özünü korumak için bu mânâda başkalarına benzemeyi yasaklıyor. Hakda birlik, batılda çeşitlilik esastır. Başkasının varlığını kabul etmek başkadır, onun doğruluğunu teslim etmek daha başkadır. Başkalarının varlığını kabul ve bu anlamda çeşitlilik anlamında İslâm çoğulcu bir öze sahiptir. Ama kendi içinde üniterdir. Biz onların bozulduğuna onlar da bizim Ariusçu çizgide sahtekârlığımıza inanıyorlarsa da bu ayrı bir husustur. Sapla samanı birbirine karıştırmamak iktiza eder.

- Hıristiyanlık bize göre senkeritik bir anlayış ise de onlar elbette bunu kabul etmezler. İznik Konsili’nden itibaren kazandığı yapıyı eşsiz ve asil (unique) kabul ediyorlar. Bunlar karşılıklı tezler. Bunun ötesinde alt gruplarda (mezhep ve meşreplerde) eklektik veya senkeritik kimi anlayışlar Müslümanlara da bulaşmıştır. Misyonerler de Afrika’da başarılı olabilmek için kimi eklektik uygulamalara ses çıkarmamışlar, müsaade etmişlerdir. Çokeşlilik ve poligami bunlardan birisidir. Bunun ötesinde, aslında, Katolik Kilisesi de Ertuğrul Özkök’ün varmak istediği anlayışı reddetmektedir. Papalık Hıristiyanlararası Birliği Özendirme Kurulu Başkanı Kardinal Walter Kasper, Papa’nın, farklı uygarlıklar arasında dostluğu geliştirmeyi önemli bulduğunu; ancak bunun ‘senkretizme başvurulmadan yapılması gerektiği’ni de unutmadığını ifade etmiştir. Ali Bardakoğlu’nun Kilise’de istavroz çıkarması da kendisini inkâr ve senkretik bir durum olacaktı. Maalesef Diyanet İşleri’nin karşı çıktığı Tempo’nun kapağı da senkretik bir anlayışın sonucudur. Tempo dergisinin kapağında Papa Kur’ân okurken, Ali Bardakoğlu da elinde haç taşırken tasvir ediliyordu. Ertuğrul Özkök, Tempo’nun ortaya serdiği bu anlayışı makalesine taşımış ve yansıtmıştır. Baştan sona yanlıştır.

- Köln Kardinali Joachim Meisner de Özkök’a reddeden anlayışı onaylamıştır. Bu bağlamda, kendi piskoposluğuna bağlı olarak görev yapan din öğretmenlerine çok dinli kutlamalara katılmalarını yasakladı. Kardinal Meisner tarafından yayımlanan genelgede, bu tür dini kutlamalara “Katolik Kilisesi”nin katılmaması talimatı verildi. Meisner’in sözcüsü Stephan Georg Schmidt Köln kentinde yaptığı açıklamada, “Burada sorun, herkesin aynı zamanda kendi tanrısına dua ettiği dini kutlamalar. Dinlerin ve tanrı düşüncesinin bu şekilde karıştırılmasının önlenmesi hedeflendi” demiştir. Özkök’ün oradaki karşılığı olarak “İnsancıl Okul Eylemi” adlı dini birliğin Başkanı Detlef Traebert ise Meisner’in aldığı kararı sert dille eleştirerek, bu tutumun Hıristiyanlığa uygun olmadığını ileri sürüyor. Traebert, daha önce farklı din mensuplarıyla birlikte ayinler düzenlenmesini yasaklayan Meisner’in, şimdi farklı din ve inançlardan insanlarla birlikte Noel şarkıları söylenmesine bile karşı çıktığını kaydediyor. Dinleri karma yapmak yerine, adam gibi herkesin kendi çizgisini muhafaza etmesi daha evladır.

- İslâmı bir bütün olarak ve üniter bir pradigma olarak kabul etmek başka jest amacıyla bir iki ritüelini kopya etmek veya yerine getirmek daha başkadır. Bu mânâda Ali Bardakoğlu’nun da dediği gibi senkretizm yoluyla çizgileri birbirine karıştırmamak gerekir. Tersi popüler kültür açısından dikkat çekici olsa bile ebedi hakikat noktasında zararlıdır. Karşılıklı saygı göstermek yeterlidir. Kimi diyalog toplantılarında maalesef bu yöndeki ölçü kaçırılmakta ve Urfa toplantısında olduğu gibi zaman zaman senkeritik bir görüntü kazanabilmektedir. Bu iki tarafı da fazlasıyla rencide eder ve izleri karıştırır.

- En kötüsü de budur. Bir doğru ile bir yanlışın birnleştirilmesinden doğru hasıl olmaz. Üçüncü bir doğruyu ortaya çıkarmaz. Ortaya çıkan bir başka yanlışın bir başka türevi olur. Bardakoğlu ‘imamlar seyircilerin keyfi için haç çıkarmaz’ diyerekten Hıristiyanlardan sonra bir Müslüman kimliğiyle Özkök’e cevap vermiştir. 07.12.2006 E-Posta: mustafaozcan@yeniasya.com.tr

 

- ARŞİV.21

Hak teâlâ ile yarışa kalkışmanın neticesi

Evimize yeni bir cihaz alınca, önce cihazı monte eden yetkili servis elamanlarından nasıl kullanacağımızı göstermesini isteriz. Bununla kalmaz, cihazın kullanma klavuzunu dikkatlice okur. Buna uygun kullanmaya çalışırız. Burada peşin bir kabulümüz var. O da şu: Bu cihazı imal eden mühendisler, bunun verimli bir şekilde nasıl kullanılacağını bizden çok iyi bilirler. Bu cihazdan istenilen faydayı tam olarak elde edebilmek için bunu imal eden mühendislerin tavsiyelerine uymak zorundayız. Aksi takdirdi  bozulur devre dışı kalır.

- Bunun gibi insan da, milyonlarca sistemden müteşekkil akıl almaz bir cihazdır. Ayrıca insanın bir de ruhi yönü vardır. Çünkü insan, belli bir maksatla ruh ve bedenden yaratılmıştır. Yaratılış maksadına uygun kullanılması için onun ruh ve beden sağlığını korumak şarttır. Bu da ancak kullanma klavuzuna uygun kullanmakla mümkündür. İnsanın yaratıcısı olan, Cenab-ı Hak, peygamberler vasıtası ile bunları bildirmiş. İnsan buna uymayıp, kendi kafasına göre kullanma klavuzu yazmaya kalkışırsa işler karışır. Allahü teâlâ, insanın, bedenen ve ruhen sağlam kalabilmesi için, ölçüler bildirmiş, sınırlar koymuş. Bu sınırları aşan sıkıntıya düşer.

- Telafisi mümkün olmayan sosyal yarar

Günümüz insanı bu gerçeği unutup, insan için yeni bir kılavuz veya klavuzlar çıkartma gayretine girmiş bulunmaktadır. Çıkarttığı kılavuzlar, insanın yaratılışına gerçek klavuza uymadığı için de toplumlar sıkıntıdan sıkıntıya, felaketten felakete sürükleniyor.

- Bu konuda pek çok örneği ele alabiliriz. Ben aileyi ele almak istiyorum. Yaratıcımız, Cenab-ı Hak, sosyal hayatta ailenin yerini bildirmiş, ailenin huzuru için kurallar koymuş. Fuhuşu, zinayı, gayri meşru ilişkiyi yasaklamış… Bu kuralları yok farzedip yeni kurallardan medet beklemek seraptan su beklemek kadar abestir. Yeni kurallar, yeni düzenler topluma çok pahalıya mal olmuştur. Telafisi mümkün olmayan sosyal yaralar açmıştır. Şimdi size bununla ilgili birkaç örnek sunayım:

- 1950’li yıllarda, porno yayınların, müstehcenliğin çok yaygın olduğu İsveç’te, bilim adamları, sosyologlar toplanıp bir rapor hazırladılar. Raporda da, “Bu zararlı furyadan kurtulabilmek için, bunları serbest bırakalım; bu bir hevestir, yasağa karşı bir tepkidir. Piyasa belli bir doyuma ulaştıktan sonra, bunun zararlı bir şey olduğunu herkes anlar ve kendiliğinden ortadan kalkar bu tehlike.” diye belirtmişler.

- Bunun üzerine, İsveç Parlamentosu, gayri meşru ilişkiyi kısıtlayan bütün yasaları ortadan kaldırdı bir çırpıda. Peki bu serbestliğin neticesinde ne oldu? Aksine, piyasa doymak bilmedi. Bu furya hergün hızını daha da artırarak ilerledi. Normal ilişkilerin yanında her türlü sapık ilişkiler boy göstermeye başladı. Bununla da kalmadı; arkasından alkolizm ve uyuşturucu müptelâsı furyası başladı. Bu sapıklıklar tabiî bir hâl aldı.

- Artık iş çığırından çıkmıştı İsveç’te. Birtakım ruh ve sinir hastalarının yaşadığı, intihar olaylarının en önde olduğu bir ülke oldu İsveç. Mutluluk için yaptıkları yanlış tedavi sonunda, İsveç; alkol ve uyuşturucu müptelâsı, ruhen tükenmiş bunak, melânkolik, şizofren insanlarla dolu mutsuzluk ülkesi oldu. Aile hayatı yok oldu. Aile şirket hâline dönüştü. Karı koca arasındaki aşk ve muhabbetten eser kalmadı. İsveç, “Açık hava akıl ve ruh hastalıkları hastanesine” dönüştü. Yalnız İsveç mi? Hayır. Bu bulaşıcı ruh hastalığı, kısa zamanda, diğer Avrupa ülkelerine, Amerika’ya da yayıldı.

- Çekilen sıkıntıların sebebi

Bugün bu ülkeler geri dönüşün yollarını aramaya başladı. Aileyi tekrar kazanabilmek için, meşru evliliği, aileyi destekleme faaliyetlerini başlattı. Bu maksatla, aile hayatını özendirici, filmler hazırlanıyor, evlenen gençlere maddi destek sağlanıyor. Fakat istenilen neticeyi alamıyorlar. Çünkü iş çoktan çığırından çıkmıştı. Evlenme oranının düşmesi, boşanmaların büyük artış göstermesi ve doğan çocukların yüzde 30'nun evlilik dışı olması, Güney Avrupa ülkelerinde evlenmeden birlikte yaşamayı tercih eden çiftlerin oranı yüzde 70'e yükselmesi, bunun bir göstergesiydi.

- Geçenlerde, ev bahçelerinde gömülü yeni doğmuş 15 çocuk cesedi bulundu. Çöp bidonlarında cenin eksik olmaz oldu. Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, çöplerden ve bahçelerden çıkan bebek cesetlerine çare arıyor.  Avrupa’da, “Babyklappe”  (bebek kutusu) uygulaması başlatıldı. Günün her saatinde kadınlara bebeklerini buralara bırakabilme imkanı verildi. Buldukları çare de bu. Baştan yanlış yola girilip, her şeyi serbest bırakmakla insanlara iyilik yaptıklarını zannedenlerin yapabilecekleri ancak bu olur. Trafik kazalarını önlemek için tedbir almayıp hatta kazaları artıcı teşviklerde bulunup kazadan sonra, ölüleri defnetmenin, yaralıları tedavi etmenin yollarını aramaya benziyor yaptıkları.

- Bütün bu sıkıntıların sebebini son devrin İslam büyüklerinden Abdülhakim-i Arvasi hazretleri bakınız nasıl izah ediyor: “Gördüğünüz her musibet her felaket, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır. Bu da, kuralları kendiniz koymaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarışa kalkışmanın neticesidir. “ Mehmet ORUC 05.12.2006

 

- ARŞİV.22

Tarikatta aşk cinayeti iddiası

Şanlıurfa'da Rufai tarikatı muridini öldüren tetikçiler "Şeyh müridin eşine aşıktı 'bize öldürün dedi' ifadesini verdiler.

Olaylar, İsmail Hikmet Öncel’in, 2000’de Rufai tarikatının şeyhi olarak tanıdığı Ömer Faruk Tüker’in düzenlediği dini toplantılara katılmasıyla başladı. Öncel, bir süre sonra toplantılara eşini de götürdü.
- İddiaya göre, bu sırada Öncel’in 18 yıllık eşi Leyla Öncel ile Şeyh Ömer Faruk Tüker arasında duygusal yakınlaşma oluştu. Öncel, bu yakınlaşmayı fark ederken, kendisinin de aralarında bulunduğu çok sayıda
tarikat üyesinin evlerinde peşpeşe kaybolan altınların şeyhe verildiği şüphesi üzerine tarikattan uzaklaştı. Bu arada Öncel ile eşi arasında tartışma çıktı. Eşiyle tartışan Leyla Öncel, evi terk ederek annesinin yanına gitti.
- Eşinin evi terk etmesi üzerine İsmail Hikmet Öncel, Şeyh Tüker’in yanına gitti ve onu eşinin evi terk etmesinden sorumlu tutarak tartıştı. İlişkinin öğrenildiğini düşünen Şeyh de, iddiaya göre, İsmail Hikmet Öncel’in bacanağı İbrahim Bakır’la ağabeyi Mustafa Tüker’e Öncel’i tabancayla öldürttü. Cinayet, evleneceği kardeşi İbrahim Halil Tüker’in kına gecesinin yapılacağı 26 Şubat’ta gerçekleştirildi. 15 kurşunla vurulan İsmail Hikmet Öncel, kına gecesinin yapıldığı bağ evinin arkasına gömüldü.
- Savcılıkça yürütülen soruşturma sırasında Şeyh ile öldürülen müridinin eşi Leyla Tüker’in cep telefon kayıtları incelendiğinde, ikisinin 1 Ocak 2006 ile cinayetin işlendiği güne kadarki dönemde 297 kez telefon görüşmesi yaptığı, aynı tarihlerde saat 23.00 ile 05.00 arasında birbirlerine karşılıklı olarak çok sayıda mesaj çektikleri ortaya çıktı Şeyh Ömer Faruk Tüker ile öldürülen Öncel’in eşi Leyla Öncel hakkında da ’cinayete azmettirmek’ suçlarından dava açıldı. Sanıklardan tetikçi olduğu iddia edilen Bakır, cinayeti şeyhin talimatıyla işlediğini itiraf etti.
Kaynak:www.hurriyet.com.tr 12.12.2006 Salı 09:50

 

- ARŞİV.23

Haram parayla ibadet...

HARAM parayla kesilen kurban geçerli olur" diyen Diyanet İşleri Başkanlığı'nın belki de başka seçeneği yoktu. "Haram parayla kurban-murban kesilmez" deseydi bu ülkede kimsenin kurban kesmemesi gerekirdi. Ki bu da deri toplayıcıları açısından iyi bir şey değildi. Nasıl olsa yer haram, gök haram...
Böyle durumlarda "orta yol" her zaman bulunur. Zaten Diyanet İşleri Başkanlığı da "İbadet helal parayla olur. Bununla birlikte kişi haram parayla kurban kesmişse, bu geçerli olur" diyor. Sağolsun...
- Bir ulusun inanç dünyasını düzenleyen kurum eğer "Haram parayla ibadet geçerli olur" diyorsa... Çalınmış, hırsızlık malı, yetim hakkı, kirli parayla - insanların ibadet yapabileceğini kabul ediyorsa... Pes...
- Bir canlıyı yere yatırıp (usulüne uygun olmadan eziyet ederek) gırtlağını keserek ibadet etmek dahi çağdaş yaşama yakışmazken ve bu bilinçli din adamları tarafından reddedilirken...  Bir din kurumunun, haramı ibadette uygun görme fetvası hangi dinin yüceliğine yakışır bilemem.
- Yeryüzünde gelmiş-geçmiş, haram parayla ibadet etmeyi uygun gören, hoş karşılayan bir din var mıdır?.. Olabilir mi?..
- Canım sıkıldı, canım... Ben böyle bir kurumu yok sayarım. Oraya asla saygı duymam. Benim helal aylığımdan kesilen vergilerden Diyanet'e düşen parayı haram ederim.
- (Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi, 1.122.203,000 YTL'dir. Bu İçişleri, Dışişleri, Çevre ve Orman, Bayındırlık, Ulaştırma, Sanayi ve Ticaret, Enerji, Kültür ve Turizm bakanlıklarının bütçelerinden çok daha büyük bir bütçedir.) Yaşamsal görevi olan bu bakanlıklardan daha fazla paranın Diyanet İşleri'ne verilmesi, ucundan köşesinden "haramı" kılıfına uydurmak için midir?..
- Hırsızlık, soygun, yağma yüzünden çok acı çekmiş ve hálá çalınmakta, yağmalanmakta olan bir ülkede... Ahlaki değerlerin en güçlü kalesi olması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı'nda hangi din adamı (!) bu görüşü "fetva" olarak "www.diyanet.gov.tr" internet adresinden kamuoyuna sundu, yüzünü görmek isterim.
(!) Sormak da isterim; böyle mi olur din adamlığı?..   Bekir COŞKUN  13.12.2006

 

- ARŞİV.24

Akleden Kalb”in keşfi!

Geçen yazımda merhûm üstâd Muhammed Esed’in, izzetli Ümmet-i Muhammed olarak nicedir içine düştüğümüz o akıllara durgunluk verici zilletin illeti bâbındaki o pek isâbetli ve de hikmetli teşhisinden söz etmiştim: “Müslümanlar değildi İslâm’ı yücelten, büyük kılan; tersine, İslâm’dı Müslümanları yücelten. Ama ne zaman ki İslâm onlar için bilinçle izlenen bir hayat programı olmaktan çıkıp da bir alışkanlık haline geldi – işte o zaman medeniyetlerinin temelinde yatan yaratıcı dinamizm de yok olup, yerini uyuşukluğa, kısırlığa ve kültürel yozlaşmaya bıraktı”!

- İşte size bu bağlamda çarpıcı bir misâl:

Mubârek Kur’ân “fıkheden” (mubârek A’râf Sûresi 179. âyet-i kerîme) ve de “akleden” (mubârek Hacc Sûresi 46. âyet-i kerîme) “kalb”den bahseder. Bir başka deyişle bize, adına kalb denen hayâtî uzvumuzun çok mühim bir hususiyetini, bir sırrını açıklar: “Kalb yalnızca kan dolaşımını sağlayan ve de kastan meydana gelmiş muhteşem bir pompa değil, aynı zamanda, sizin yalnız beyinde/dimağda olur zannettiğiniz bağlayıcı ve derin kavrayışın, yani aklın merkezidir!” der.

-İmdiii, mahzûn ve de mazlûm memleketimizin Mü’min bir Müslüman olmasıyla marûf kalb uzmanı bir akademisyen hekim, mubârek Kur’ân’ın bize bildirdiği bu hakîkatten yola çıkarak, “kalbin akletme melekesi” üzerine kapsamlı bir ilmî araştırma yapmaya kalksa, ne olur?

-YÖK ucûbesinin engizisyon hey’eti en başta olmak üzere, o malûm Tuhaf Gürûh derhâl küplere biner ve bu çok mühim araştırmayı –hâşâ!- “bilime/bilimselliğe karşı irticâî bir faaliyet”, araştırmacı zâtı da –mazaallah- “mürtecî”, “örümcek kafalı” hatta “Atatürk düşmanı” filân ilân eder! Dahası, ordumuzu duruma el koymaya dahi davet edebilir!

- Gelgelelim, besbelli mubârek Kur’ân’dan bihâber bir kalb hastalıkları ve cerrâhîsi uzmanı olan Amerikalı hekim Dr. Rollin McCraty yıllardır sürdürdüğü “stres ve kalb arasındaki ilişkiler” konusundaki araştırmaların neticesinde “kalbin, sanki kendine ait özel bir beyni varmışçasına davrandığı”nı tesbit etmiş! Kalbin beyinden ve vejetatif/motor sinir sisteminden bağımsız çalışan, münhasıran kendine ait bir sinir sistemine sahip olduğunu bildiriyor Dr. McCraty ve bundan dolayı kalbi “vücûdun ortkestra şefi” olarak tanımlıyor!

- Bu tesbitleri zaman zaman ortaya çıkan şarlatan çığırtkanların yaygaraları değil! Hepsi de hakemli ve dünyaca marûf ilmî mecmualarda yer alıyor, ilmî kongrelerde tebliğ olarak sunuluyor.

- Dîni/imânı para ve münhasıran maddî menfaat” olan kapitalist sistem elbette ki hemen bu keşfin üzerine atlıyor ve onu kendi denenmiş-sınanmış yöntemleriyle bir “Stresten Kurtulma Programı” hâline getirip pazarlıyor. Ama bu bezirgânca tutum, mubârek Kur’ân’ın beyân etmesinden bindörtyüz küsur sene sonra nihayet keşfedilen bu ilmî hakîkatin ehemmiyetini azaltmaz!

- Aslında bu keşfi yapıp dünyanın istifâdesine arz etmek Mü’min Müslüman hekimlere düşerdi. Hem de çok daha kapsamlı bir şekilde. Ama biz, ne yazık ki en başta da mazlûm ve de mahzûn memleketimiz olmak üzere, izzetli Ümmet-i Muhammed olarak mubârek Kur’ân’ın aydınlığından ve rehberliğinden hayatın her sahasında istifâde etmekten geri kaldık, uzaklaştık. Uzaklaşmak da ne kelime, tamamen koptuk! Biz zillete düşmeyelim de kimler düşsün?

-Bâtıl Batı’nın, gözü, hele hele de “kalb gözü”, ondan başka hiçbir şey göremeyecek kadar körleşmiş, onun yalnızca mutaassıp/fanatik bir hayranı değil, aynı zamanda kelimenin tam mânâsıyla “mânevî kölesi” hâline gelmiş ama buna mukabil Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, dîni İslâm’a ve onunla alâkalı her şeye sırtını dönmüş olan ve bunu da sözümona “çağdaşlık ve ilericilik”in şiârı zanneden o Tuhaf Gürûh, pek yakında bu “Stresten Kurtulma Progamı”nı keşfeder. Belki de keşfetmiştir bile! Sonra da kucak dolusu para ödeyip bu programı, hatta onun Türkiye temsilciliğini edinir – üzerinden kucak dolusu para kazanmak için! Maddî menfaat odaklı sömürünün bu türlüsü onlar için câiz, hatta muteberdir. Hele “irticâî faaliyet” kapsamına hiç mi hiç girmez! Yeter ki Mü’min bir Müslümanın mubârek Kur’ân’ın aydınlığında ve rehberliğinde yaptığı bir çalışma, sergilediği bir tavır olmasın!

- Bize düşene gelince… Elhamdulillâh, Mü’mini olduğumuz Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, dîni İslâm’ı, merhûm üstâd Muhammed Esed’in deyişiyle, bir “alışkanlık” olmaktan bir an evvel kurtarıp, onu kendimiz için yeniden ve bir ân evvel “bilinçle izlenen bir hayat programı” hâline getirmektir! Bu konuda, kelimenin aslî mânâsına ve ruhuna tam bir sadakatle, cihâd etmektir! Hem de mubârek Furkân Sûresi’nin 63. âyet-i kerîmesinde emrolunduğumuz şekilde: Bismillâhirrahmânirrahîm… Rahmân'ın has kulları ki, onlar yeryüzünde tevazu ve vekar içinde yürürler ve ne zaman kötü niyetli, dar kafalı kimseler/câhiller kendilerine laf atacak olsa, (sadece) “Selâm!” derler. Müteyakkız olalım, müteyakkız kalalım! Engin NOYAN 14.12.06

 

- ARŞİV.25

"Haram parayla caiz değil"

Diyanet İşleri Başkanlığı, "gayrimeşru yolla elde edilen kazançla kurban kesmenin dinen caiz olmadığını" bildirdi.

İnternet sitesinde yer alan ve kamuoyunda yankı bulan, ''Gayri meşru yolla kazanılan parayla kurban kesilip kesilemeyeceğine'' ilişkin sorunun yanıtını değiştirdi.
- Diyanet İşleri Başkanlığı, "gayri meşru yolla kazanılan parayla kurban kesilip kesilemeyeceğine" ilişkin sorunun yanıtını değiştirdi. Kurumun internet sitesinde, bu konudaki soruya daha önce verilen yanıtta, "İslam dini kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yollardan elde etmelerini önerir. Bununla birlikte kişi, haram parayla kurban kesmişse geçerli olur. Ancak gayrimeşru kazancın sorumluluğundan kurtulmak için, bu malı yoksullara veya hayır kurumlarına vererek elden çıkarması ve bir daha işlememek üzere tövbe etmesi gerekir" deniliyordu.
- Bu yanıtın, kamuoyunda tartışmalara neden olmasının ardından önce soruyu tamamen siteden kaldıran Diyanet İşleri Başkanlığı, soruyu ve soruyla ilgili yeni
ve detaylı görüşlerini bugün yeniden sitesine taşıdı.
- Diyanet İşleri Başkanlığı'nın internet sitesinde, soruya verilen yeni yanıt şöyle:"İslam dini, kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yollardan temin etmelerini emreder. Buna rağmen gayrimeşru yolla bir kazanç elde edilmiş ve bu kazancın sahibi belli ise bunun sahibine iade edilmesi, belli değil ise karşılığında sevap beklenmeksizin yoksullara veya hayır kurumlarına verilerek elden çıkarılması ve tövbe edilmesi gerekir.
- Mali yönü bulunan her ibadet helal kazanç ile yapılmalıdır. Bu sebeple, gayrimeşru yolla elde edilen kazanç ile kurban kesmek dinen caiz değildir.
Bununla birlikte, bir kimse haram yoldan kazanılan parayla kurban kesmişse kesilen hayvanın etinin yenmesi ve dağıtılması gibi dünyevi hükümler açısından
kurban şeklen yerine gelmiş olsa bile Allah'a karşı ibadet sorumluluğu açısından bunun makbul bir ibadet sayıldığı söylenemez."habervakti.15.12.08

 

- ARŞİV.26

Yakın Gelecekte Dünyanın Lideri kim Olacak

Her defasında bazı çevreler ve iktidar tarafından süper güç olarak lanse edilen ABD için bakın
Middle East Online Londra merkezli İnternet sitesi 4 Aralık 2006 tarihli haberinde neler yazmış;
“Yakın geleceğin Amerika’ya ait olacağı tantanası hazin bir sona yaklaşıyor. Amerika’nın dünyanın dört bir köşesindeki itibarına, hem dostlarından hem düşmanlarından darbe üstüne darbe aldığını” belirten sitedeki haber bakın nasıl devam ediyor.
 “Amerika’nın kendi arka bahçesinde Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, ABD’nin bölge çapındaki çıkarlarını aşındıran bir hareketin öncülüğünü yapıyor. Davasını ilerletmek için Küba, Bolivya ve Ekvator liderlerinin desteğini başarıyla kazandı. Hep birlikte, petrol ve gaz kaynaklarını Batılı şirketlerin elinden alıp doğrudan devlet kontrolüne veren bir kampanya yürüterek Amerikan egemenliğine meydan okuyorlar.”
- Peki buradan şu sonuç çıkmıyor mu?  ABD madem süper güç! Neden burnun dibindeki bu ülkelere sesini çıkaramıyor da, Irak’a demokrasiyi getireceğim senaryoları çiziyor. Düşündürücü değil mi?
- İnternet sitesi devam ediyor; “Atlantik’in diğer yakasındaki Avrupa, Irak savaşından rahatsız ve Bush yönetiminin tek taraflı politik gündemine derinlemesine düşman; bu yüzden de olsa olsa lafta kalan bir destek söz konusu. Amerika’nın dünyadaki konumuna zarar veriyor. ABD her yönden bir kaosun içinde...
- Daha da kötüsü şu: Güya! Terörle savaş ister istemez Çin’in Rusya’yla ilişkisini güçlendirdi. Böylece Amerika’nın iki sabık düşmanını birbirinden ayrı tutmak yönündeki stratejik planı da boşa çıktı. Ekonomik büyüme ve iki kutuplu bir dünya oluşturma yönündeki ortak arzuyla yeniden tazelenen ÇinRus ittifakının etkileri, dünya çapında ABD çıkarlarına zarar verecek biçimde yayılıyor.
- Çin enerji şirketleri, geleneksel olarak Amerikan petrol devlerinin imtiyazında olan bölgelerde petrol anlaşmaları imzalıyor. Ortadoğu’da gerek Rusya gerekse Çin, Amerika’nın İran’a yönelik tutumuna güçlü biçimde itiraz ediyor. Kore Yarımadası’nda Pekin’in Pyonyang’a dizginsiz desteği, Washington’un Kuzey Kore’nin nükleer güç olmasını önlemek konusundaki acizliğini açığa çıkarıyor.
 Müslüman dünyanın her tarafında Amerika’ya verilen destek bütün zamanların en düşük seviyesine inmiş durumda. Irak ve Afganistan’daki direnişin şiddeti ABD ordusunun belini kırdı ve Başkan Bush’u sözde demokrasiyi yayma planlarından vazgeçmeye mecbur bırakıyor. Bush yönetiminin kifayetsiz politikaları, Müslüman dünyasının Amerika’ya kin kusmasına neden oluyor.  Müslüman kitleleri ruhsal uyuşukluğundan çıkarıp politikleştirdi ve Müslüman ülkeleri siyasi İslam adına güçlü bir unsur olacak biçimde çelikleştirdi. Kısaca;  Amerika her yönden giderek zayıflıyor, bitme noktasına gelmiştir.
- Ulusal İstihbarat Komitesi’nin eski başkan yardımcısı Graham Fuller son yazılarından birinde Amerika’nın müşkül durumunu doğru tanımlıyor: “Farklı ülkeler, çok çeşitli stratejiler ve taktikler geliştirdi. Böylelikle Bush’un politik gündemini zayıflattılar, değiştirdiler, karmaşıklaştırdılar, sınırladılar, geciktirdiler veya engellediler. Bin kamçı darbesiyle ölmek gibi bir şey bu.”
- Avrupa ve Diğer ülkeler öncü devlet olamaz Peki Amerika’nın dünyanın yegâne süper gücü unvanını yitirmesinin ardından ne olacak? Avrupa öncü devlet rolünü üstlenemeyecek kadar bölündü. Rusya’nın kendisini hâkim güç konumuna yerleştirmek için hâlâ ekonomik gücünü siyasi sermayeye tahvil edebilmesi gerekiyor. Gerek Çin, gerekse Hindistan, dünya siyasetini etkileyecek siyasi iradeden ve deneyimden yoksunlar. Öngörülebilir bir gelecekte bu iki ülke de kendi nüfuz alanlarıyla sınırlı kalacak. Amerika’nın yerini doldurmak isteyen ülke başarılı olmak için büyük bir nüfusa, muazzam kaynaklara, evrensel bir ideolojiye, siyasi idareye, bunları yoğuracak bir modele sahip olmalı.  En aşikâr aday da, bu yönetimle değil de, kendi modelini geliştirmiş bir yönetim sergileyecek olan en güçlü Müslüman ülkelerden bir tanesidir.” İsmail ÇETİN  16.12.06

 

- ARŞİV.27

İnönü'yü Nakşi şeyhi teskin etti

İsmet Paşa, 1972'de CHP'den istifa etmeden önce gerçekleştirdiği son Malatya gezisinde eşi Mevhibe Hanım'la birlikte evlerinde bir Nakşibendi Şeyhi'ni ağırladı.. Geçen hafta, Atatürk'ten sonra “İkinci Adam” ve “Laisizmin bayraktarı” olarak kabul edilen İsmet Paşa'nın bile 'Dincilik'le suçlanabildiğini aktarmıştık. Suçlamaları yapanların gerekçesi İsmet Paşa devrinde, Kur'an Kursları ve İmam Hatip Okulları'nın sayısının artması idi. Din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olarak mütedeyyin halkın en temel hakkı, Kuran Kursları'nın açılması bile laikliğin ihlali olarak algılanabiliyor. Aslında bu algılamaların sahipleri için, dini inancın kendisi irticadır. İsmet Paşa gibi laikliğinden kuşku duyulmayacak, 13 yıl Başbakanlık, 12 yıl Cumhurbaşkanlığı, 34 yıl CHP Liderliği yapmış bir devlet adamının, kendi özel dünyasında, şimdi irticanın göstergesi sayılan davranışlar göstermesi çoğu kimseye ilginç gelebilir.
- SON MALATYA GEZİSİ Bir zamanların en kudretli Milli Şefi İsmet Paşa, 1972'de Bülent Ecevit ile yaptığı CHP Liderliği mücadelesini kaybettikten sonra, Milletvekili olarak temsil ettiği Malatya'ya bir seyahat düzenledi. Bu onun son Malatya seyahati idi. İsmet Paşa seyahat sırasında çok önemli bir karar almıştı. Kararın içeriğini çok az kişi biliyordu. Bunlar arasında 'Paşa'nın sır katibi (Mahrem-i esrarı' ya da 'Paşanın Gözü Kulağı') olarak tanınan 14. dönem CHP Malatya Milletvekili Mustafa Kaftan da vardı. Kaftan, Paşa'nın Malatya seyahatında yanında idi. Paşa'nın aldığı karar, Atatürk'ten sonra uzun yıllar liderliğini yaptığı CHP'den istifa etmekti. Ama bu gezinin başka bir ilginç yanı da vardı. İsmet Paşa'yı akrabası eski belediye başkanı Turgut Temelli'nin evinde iki önemli sima ziyaret etti.
- HAMİDO, İSMET PAŞA'YI YALNIZ BIRAKMADI 12 Mart 1971'deki askeri muhtıra karşısında İsmet Paşa'nın olumlu tutum alması ile başlayan İnönü-Ecevit kavgası liderlik yarışıyla devam etti. Ecevit, 1972'de İsmet Paşa'ya karşı Genel Başkan adayı oldu. Yarışı yaşlı İnönü kaybetti, genç Ecevit kazandı. Ecevit karşısında uğradığı yenilginin acısını yaşayan İsmet Paşa, o gün babasının mezarını ziyaret etti. Ardından da Turgut Temelli'nin evine gitti. Ortalık ana baba günüydü. Evin etrafı tamamen trafiğe kapatılmıştı.
- CHP eski Milletvekili Mustafa Kaftan o günü anılarında şöyle anlatıyor: “Bazı ziyaretçiler için Paşa'nın müsaadesini istedim. Bunlardan iki tanesi çok ilginçti. Ziyaret isteği önce rahmetli Hamit Fendioğlu'ndan gelmişti. Fendioğlu, Malatya'da CHP'ye karşı mücadele eden yılların Demokrat Partilisi bir arkadaşımızdı. Meclis'te Hamido olarak ün yapan kavgalarıyla tanıdığımız bu hemşehrimizin ziyaret istediğini Paşa mennunlukla karşıladı. Paşa, Hamido'yu Malatya'dan ve meclisten çok iyi tanıyordu. 'Tahmin etmediğimiz bir ziyaret, memnun olurum' dedi. Hamido'nun sıcak ilgisinden ve jestinden memnun olan Paşa , ona iltifat etti. Malatya ve sorunları hakkında bilgi aldı. Ziyaret dönüşü evden çıkarken, caddede biriken Malatyalılar Hamido'ya tezahürat yapıyor, bu jestinden dolayı onu alkışlıyorlardı.”
- 'DUA EDİN HOCA EFENDİ' Peki İsmet Paşa'yı ziyaret eden ikinci önemli sima kimdi? Bakın Mustafa Kaftan neler anlatıyor:
“İkinci önemli ziyaretçi Malatya ve Çukurova yöresinde çok sevilen ve sayılan bir Nakşibendi Şeyhi idi. Memili Hoca adıyla ün yapmıştı. Nurani yüzlü, beyaz sakallı bir ihtiyardı. Paşa çok sıcak karşıladı, Memili Hoca'yı. Yanına oturttu. Sağ taraftaki koltukta da Mevhibe Hanım oturuyordu. Yaşlı insanın, bir hayli, uzak olan Akçadağ'daki köyünden büyük bir izdihamı aşarak İsmet Paşayı ziyaret arzusundan hepimiz gibi rahmetli Mevhibe Hanımefendi de mennun olmuştu.
- Dua edin Hoca efendi, dedi, Paşayı göstererek.  Memili Hoca zaten dua etmek için gelmişti.
Paşa ilave etti:
- Yalnız benim için değil, memleket için dua edin, dedi. Memili Hoca, her türlü politik ve dünyevi olayların dışında kalan ünlü ve saygın bir insandı. Kısa duasını tamamlayıp sırtını sıvazlarken İsmet Paşa'nın hocaya karşı munis ve mütevekkil sessiz duruşunu hiçbir zaman unutamam.
- Bu iki ilginç konuğun paşayı ve hanımefendiyi mutlu ettiğini görmekle ben de yanlış bir iş yapmamış olmanın hazzını duyarak rahatlamıştım. Paşa ve Mevhibe Hanım, Hocayı salondan çıkıncaya kadar ayakta uğurladılar. Üçünün de ruhları şad olsun.”
- İsmet Paşa'nın koynu muskalarla doluydu Gazeteci İzzet Sedes, “Siz Türk müsünüz” isimli kitabında İsmet Paşa'yla ilgili ilginç bir anekdot aktarıyor: “İnönü iktidardan çekilmişti (1963). Bir sabah Hürriyet gazetesini açtım, 'İnönü kalp krizi geçirdi' manşetiyle karşılaştım. Ankara bürosu birbirine giriyor, öldüğü dahi konuşuluyordu. Pembe Köşk'e telefon ettim, damadı Metin Toker olayı doğruladı, 'Bir kriz geçirdi ama iyi durumda' dedi. (..)Foto muhabirimiz Asaf Uçar'la Köşk'e gittim. Birinci kattaki, yatak odasına girdim. 'Geçmiş olsun Paşam' diyerek fotoğrafını çekmemiz gerektiğini söyledim. 'Daha ölmedim görüyorsun' dedi. Çok iyi görünüyordu, biraz sohbet ederek yanından ayrıldım. Büroya geldim, Asaf resmi getirdi, oturduğu koltuğun arkasındaki duvarda, eski Türkçe 'Bismillahirrahmanirrahim' yazılmış, çerçeve içinde bir yazma görünüyordu. Bu resmi İstanbul'a göndermekte çekimserdim, Asaf çok ısrar etti, Abdi'yle konuştum, göndermemi istedi. Bunun üzerine resim gitti, ertesi gün Milliyet'te yayımlandı.”
- İsmet Paşa'nın yatak odasında “Besmele” levhasının bulunması büyük olaydı. Sedes olayın devamını şöyle anlatıyor: Sabah büroya girdim, Toker telefon etti, 'Paşa çok kızgın, hemen seni, bekliyor' dedi. Odasının kapısından girince, daha 'merhaba, hoş geldin' falan demeden bana şunları söyledi: Bu odaya, yatak odama giren ilk gazeteci sensin, bunu bana nasıl yaparsın?'Pijamasının içinden, boynuna asılmış bir muska çıkardı. 'Her tarafım muskalarla doludur, eşim hanımefendi her tarafımı muskalarla donatır, ama kimse bunu bilmez. Sana çok gücendim' dedi.habervakti.17.12.06

 

- ARŞİV.28

'Bazı müzikler sara nöbetini tetikliyor'

Psikiyatri profesörü Erdal Işık'a göre, Tuna Valsi, 5. Senfoni ve İbrahim Tatlıses'in bazı türküleri sara nöbetlerini tetikliyor

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erdal Işık, dünyaca ünlü müzisyenler Johann Strauss'un Tuna Valsi, Beethoven'ın 5. Senfoni'si ve İbrahim Tatlıses'in bazı türkülerinin sara nöbetlerini tetiklediğini belirtti. Bunun nedeninin tam olarak bilinmediğini kaydeden Prof. Dr. Işık, yaptığı açıklamada, bazı müziklerin sara nöbetini tetiklemesinin beynin baskın olmayan yarım küresiyle ilişkili olduğunun ileri sürüldüğünü söyledi. Dünyaca ünlü roman yazarı Dostoyevski'nin sara nöbetlerinde olduğu gibi haberci dönemlerin izlenebilmesi, bu nöbetlerde beynin yan ve duygularla ilişkili limbik sisteminde de rolü olabileceğini düşündürdüğünü ifade eden Işık, beyin işlevini ortaya koyan çalışmalarda ise ses, ritim, melodinin müzik kulağının beynin sağ yarım küresiyle ilişkili olduğunu belirtti.

DEPRESYON İÇİN RİTİMLİ MÜZİK Depresyon gibi izlenen mutsuzluk duygusu üzerinde hızlı ritimli müzik parçalarının olumlu rol oynayabileceğinin düşünüldüğünü belirten Işık, müziğin türüne göre gevşeme, hatta sakinleştirici etkisinin olduğunu ifade etti. Işık ayrıca, müziğin bulimia (çok kuvvetli iştah) ve anorekside (yeme bozukluğu) yiyecek saplantısının yerine konabileceğini, diğer kişilerde ise iletişim kurma ve uğraşı tedavisinde, bunama olan kişilerde de kişiyi dış dünyaya bağlayan bir aracı olarak kullanılabileceğini bildirdi. 19.12.2006 Yenisafak.com

 

- ARŞİV.39

Kaç Mevlâna var?

Mevlâna Haftası münasebetiyle yine bilen de, bilmeyen de konuştu. Mevlâna gerçeğinden nasipsiz bir sürü insan, Mevlâna’dan söz etti…

Sabırla ve dikkatle takip ettim: Çünkü ben iflah olmaz bir Mevlâna tutkunuyum. Ama benim Mevlâna’m ile bazılarının anlattığı Mevlâna’lar arasında hemen hemen hiçbir benzerlik yok.
- Mevlâna kendi gerçeğinden öylesine koparılmış ki, ortada neredeyse Mevlâna’dan eser kalmamış! “..Ortada, tüm varlığı Var Eden’in hayat-kâinat penceresinden bakıp her nefeste “Allah Allah” diye inleyen bir Mevlâna yok!..’’ Ortada, Aleyhisselat-u Vesselam Efendimiz’e sevdalı bir Mevlâna yok… Ortada yaradılış hikmetine ermiş bir Mevlâna yok!..
- Peki nasıl bir Mevlâna var derseniz; içinde, “Yaradan’dan dolayı yaratılanı sevme ülküsü” taşımayan amaçsız ve soyut (mücerret) bir insan sevgisini (hümanizm) varlık sebebi sayan bir Mevlâna var…
- Kendi kıblesinden alması gereken ışığı Batı felsefesinden alan bir Mevlâna var… Allah’ın “gazap” yüzünü yok farzedip sadece şefkat ve merhametini dillendiren bir Mevlâna var…

 - Kısacası, ortada eksik ve yanlış Mevlâna’ların cirit attığı bir kargaşa var!-
“Bu kargaşa arasında’’, “Mevlâna’nın hayatını vakfettiği İslâmî gerçeklerle’’, HER YÜREK TİTREMESİNDE TÜM BEDENİ İHTİZARA GETİRİP SEMAYA KALDIRAN İLAHİ VECD ZİYAN OLUP GİDİYOR.
- Böylece Mevlâna hem kendi kıblesinden, hem gerçeğinden, hem de kimliğinden kopuyor -
Kıblesiz ve kimliksiz Mevlâna olmaz!
Kıblesinden koparıldığı anda, Mevlâna, ülküsünden de ülkesinden de kopup sıradanlaşır. Sıradan bir “halk ozanı”na dönüşür. Mevlâna gerçeğini anlamayanların ısrarla ona “halk ozanı” demelerinin sebebi budur.
- Oysa Mevlâna, adını dillerine pelesenk eden çoğu hümanistin kavrayamayacağı kadar derin bir tasavvuf, tefekkür ve vecd ummanıdır. O kadar derindir ki, onun birazını kavrayabilmek için önce inanç sistematiğini kavramak, ardından yürek vuruşunu Hz. Âlişan Efendimiz’in (sav) yürek ritmine ayarlamak, nihayet Mevlâna’yı derinden etkileyen üç ismi analiz edebilecek birikime ulaşmak gerekiyor.
- Üç isimden ilki, “Âlimler Sultanı” ünvanını hakkıyla taşıyan babası Sultanü’l Ulema Bahâeddin Veled’dir. Bahâeddin Veled, devrinin tüm ilimlerine vakıf bir âlim, maddî varlığıyla birlikte, bilgisini de herkesle paylaşacak kadar cömert bir insan; daha da önemlisi bir “hâl” ehli… Işığına Moğol çapaçullarının (eşkıya) gölgesi düşünce, “Tevekkeltü Alellah” deyip yola düşüp Belh’den Anadolu’ya gelmiştir. O kadar sevilmekte ve güvenilmektedir ki, Sultan Alparslan’ın şanlı oğlu Sultan Melikşah, yerleştiği Karaman’dan onu kendi Başkenti Konya’ya dâvet etmiş ve dâvetini kabul ettirene kadar da ısrar etmiştir.
- Celaleddin işte böyle bir babanın oğludur. Baba, oğlundaki diriliş nefesini ilk fark eden adamdır. Bunu evrenselleştirmek için de oğlunu, mânevî bir meşale gibi Belh’ten Konya’ya taşımıştır. Çünkü o tarihte Anadolu hem dünyanın kapısıdır, hem de ilmin kıblesi; Celâleddin Anadolu’nun ruhuyla buluşmasaydı, büyük ihtimalle Mevlâna’ya dönüşemeyecekti. Babası bunu sezmiş olmalıdır ki, gidecek onca İslâm ülkesi varken, Anadolu’yu seçmiştir.
- Celâleddin’den bir Mevlâna çıkaran isimlerden ikincisi, Belh’de geçen çocukluk günlerinin öğretmeni (lalası) Seyyit Burhaneddin Tirmizi’dır. Hakkında anlatılanlardan sadece ikisini paylaşmak, kendisi hakkında bir fikir verir sanıyorum… Bir akşam vakti cemaate namaz kıldırıyordu. Secdeye gitti ve öylece kaldı. Neden sonra secdeden kalkıp selam verdiğinde, cemaati fark etti: “Namazda iken beni özürlü sayın ve kusuruma bakmayın” dedi, “Zira ben İlahî huzurda kendimden geçiyorum ve her şeyi unutuyorum.”
- Kayseri’de ziyaretine gelen Şehabeddin Sühreverdi ile saatlerce karşı karşıya oturdukları halde tek kelime konuşmadan ayrıldıklarını gören müritleri, Tirmizi’ye bunun sebebini sormuşlar. Demiş ki: “Hâl ehli yanında, hâl dili gerekir... Hakikatı görenlerin huzurunda susulur. Hâl olmadan, kâl ile müşkülleri çözmek mümkün değildir.” (Sorunlarımızın temelinde “hâl”sızlığımız yatıyor olabilir mi?)
Tirmizi, bir rüya üzerine Konya’ya gelip Celaleddin’le buluştu. Eski öğrencisinin bilgisini ölçmekle işe başladı. Bilgisini mükemmel bulunca, “Bilgide dengin yok” dedi, “Ama baban hem hâl ilmi (yaşayış) sahibiydi, hem kâl ilmi sahibiydi. Yalnız söz ile değil, yaşayarak olgunluğa ermişti. Sen kâl ilmine önem vermişsin. Artık kâlden hâle geç. Ancak o zaman baba mirasına sahip çıkabilirsin...”
Celâleddin’de Mevlânalaşma süreci böyle başladı. Binaenaleyh, “kal”den “hal”e geçişin anlamını bilmeyenler, Mevlâna Celâleddin’i kavrayamazlar.
- Derken, Mevlâna son merhaleye ulaştı: Yıllardır bilmeden aradığı Şems-i Tebrizi ile buluştu. (!) İşte o an, çekicin örse vurduğu yerden hâsıl olan ritme yürek tutup dönmeye başladı… Bir ayağı hayatın değişmez gerçeği altında (İslâm) sabit, ötekisi âlemi turlar gibi hareketli, kolları tüm kâinatı içindekilerle birlikte kucaklamak ister gibi açık, elleri ise Allah’ın verdiğini insanlara ulaştırmaya hazır bir ahlâk anlayışı içinde döndü, döndü, döndü…
- Mevlâna’nın sema etmesi böyle bir mânânın ürünüdür -

Kısaca söylemek gerekirse sema, kareografik dönüşlerden ibaret bir dans değil, “...konsantre bir imanın olgun insan ruhunda meydana getirdiği titreşimlerin vücudu ayaklandırıp döndürmesi halidir…’’
Hz. Mevlâna başta olmak üzere, tüm tarihi kimlikleri, önce onları kılıktan kılığa sokanlardan kurtarmak gerekiyor.
Yavuz BAHADIROĞLU 20.12.2006

 

- ARŞİV.30

Gazozlara Dikkat!!!

Sayın Hayrettin Karaman'a cevap

Gazlı İçeceklere Karıştırılan Alkol Onları Haram Hale Getirir.

- “Fetva vermekte en cür’etli olanınız, ateşe düşmekte en cür’etli olanınızdır.” -  Darimi

Öteden beri alkolsüz olarak bildiğimiz gazozlar hakkında Tüketiciler Birliği’nin TÜBİTAK’a yaptırdığı analizde, tüm gazozlarda binde üzerinden farklı oranlarda alkol çıktı. Bu konuda tartışmalar başladı, en önemlisi gazoz satışlarında azalmalar oldu. Sayın prof Hayrettin Karaman’ın Yeni Şafakta yazdığı makaleleri bu gazozlarda alkol olsa bile içilmelerinde hiçbir mahzur olmadığını onaylar mahiyette idi. Kanaatimizce sayın Karaman’ın vermiş olduğu fetva araştırılmadan acele verilmiş bir fetva niteliğindedir. Burada bu fetvanın niçin araştırılmadan ve acele verilmiş olduğuna dair bazı düşünceleri ele alacağız.

- Alkolun necisliği: Bilindiği gibi içki (alkol) tedrici olarak kaldırılmış, nihai olarak Maide suresinin şu ayetiyle yasaklanmıştır “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları, ancak şeytan işi birer pisliktir; ondan kaçının ki felaha eresiniz.” Maide: 90

Bu ayette dikkat edilirse içki (rics) pislik olarak nitelendirilmiştir. İslam alimleri bu ayetten yola çıkarak içkinin “sidik ve kan gibi necaseti galiza” olduğuna hükmetmişlerdir. Azı da çoğu da haram kılınmıştır. Şarabın haramlığını inkar eden kafir olur. (Fetavayı Hindiye, c.12.s.279)

- Suya Karıştırılan Alkol: Sayın Hayrettin Karaman 20 Ekim 2006 Cuma tarihli yazısında şöyle diyordu: 15 Eylül'deki yazımda, fıkhın muteber kaynaklarından şu bilgileri nakletmiştim: Necis olan veya yenmesi, içilmesi haram kılınan bir nesnenin azı da, çoğu da yenmez ve içilmez, ama bu nesne, temiz olan bir başka nesneye karışır, karıştırılırsa, keza yanma vb. şeklinde değişime uğrarsa hüküm değişir; yani o nesne haram ve necis (dince pis) olmaktan çıkar.

- Gerçi sayın Karaman bu yazının devamında suları “az su” ve “çok su” olarak iki kısma ayırmıştır, fakat yüzeysel bir bakış açısıyla bakıldığında “pis olan alkol, temiz su ile karıştırılırsa haram olmaktan çıkar” tarzında da anlaşılabilecek niteliktedir. (Bilhassa “Bir sıvının içine alkol karışınca hemen "bu sıvı haramdır" denemez” cümlesi böyle bir intibaı verecek cinstendir.) Bu yüzden bu konuya açıklık getirilmesi gerekiyor.

- Pis olan alkol temiz su ile karıştığında haram olmaktan çıkmaz. Bu hususta Sayın Karaman’ın kaynak olarak gösterdiği İbn Abidin’in “Şürb Haddi” bölümünde şöyle deniliyor: “Eğer (şarap) suyla karıştırılır ve şarap çok olursa (onu içene) had tatbik edilir. Eğer su çoksa had tatbik edilmez ancak sarhoş olursa başka. (ولو خلط بالماء فإن كان مغلوبا حد وإن كان الماء غالبا لا يحد إلا إذا سكر). İbn Abidin c.4.s.38.

- Burada “su çok olursa had tatbik edilmez” ifadesi “o helaldir” manasına da gelmiyor. Haram olmaya yine haramdır. Vehbe Zuhayli “İslam Fıkhı Ansiklopedisi” adıyla tercüme edilmiş kitabında şöyle diyor:

- Şarap ile karıştırılmış suyun içilmesi ittifakla haramdır. Çünkü o suyun arasında şarap zerrecikleri vardır. Böyle içki içen kişi tazir edilir. Eğer şarap sudan daha fazla ise had vacip olur. Çünkü bu durumda şarabın ismi de manası da değişmeksizin kalmaktadır. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi. Vehbe Zuhayli. c.4.s.345. Muğnil Muhtac ve Muğniden naklen)

- Bir kimse su ile karışık şarap içse bakılır; eğer çoğu şarap ise had vurulur. Çoğu şarabın tat ve kokusu gidecek şekilde sudan ibaretse had uygulanmaz. Ancak şarap ile karışık suyu içmek içinde gerçek olarak şarap parçaları bulunduğundan haramdır. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi. c.7.s.442)

- Ömer Nasuhi Bilmen’de “Hukuku İslamiye Kamusu”nda aynı şeyleri zikreder. Şunları da ekler: “bu mesele eimmei hanefiye göredir. Sair müctehidlere göre ise [içkiyle karışık fakat suyun daha çok olduğu karışım içilirse] bu halde had lazım gelir. (c.3.s.252.) (Fetavayı hindiyede de mevzu aynıdır. bkz.c.4.s.55. Bu mevzuda içki haddiyle ilgili bütün fıkıh kitaplarına müracaat edilebilir.)

- Sayın Karaman’ın Verdiği Fetvaya Gelince:

Prof. Hayrettin Karaman şöyle diyor: Dince pis olan nesne az suya veya az sıvı maddeye karıştığı zaman su ve sıvı pis olur; içilmez ve onunla dînî temizlik yapılmaz. Çok suya pislik karıştığı zaman ise suyun rengi, tadı ve kokusundan biri, katışan pislik belli olacak şekilde değişmedikçe su pis olmaz. Çok su Hanefîlere göre yeri köşeli ise yüzeyi 10x10 arşın, yuvarlak ise 36 arşın, derinliği ise bir karışa yakın yerdeki sudur. Arşın yaklaşık iki karıştır. Şâfiîlere göre iki kulledir (büyücek küp), İmam Malik'e göre ise az su, içine düşen pisliğin rengi, tadı veya kokusu belli olan sudur, belli olmayan su ise çok sudur. Buradaki ölçülere göre çok sayılan suya mesela sidik veya şarap karışsa o su pis olmaz, onunla abdest alınır ve o su içilir (İbn Âbidîn, 1984 Kahraman Yayınları, C.I, s. 185,188).

- Dinde hüküm yukarıda yazıldığı gibidir. Bir sıvının içine alkol karışınca hemen "bu sıvı haramdır" denemez, haram olmasına hükmetmek için yukarıda açıklanan şartların gerçekleşmesi gerekir. Yeni Şafak. 20 Ekim 2006. Cuma

- Evvela çok suya necasetin karışması gayrı ihtiyari, kasıt olmaksızın karışan necasetle ilgilidir. İnsanların içtiği çok ve temiz suya para kazanmak için “kasten necaset katmak caizdir” diye dinde bir hüküm ve cevaz mevcut değildir. “...Mevzubahis olan gazoz meselesinde necaset olan içki kasten katılmaktadır ve bunda zarurette yoktur…’’

- Saniyen gazoza katılan alkol, doğrudan suya karıştırılmıyor. Çünkü gazozda kullanılan alkol aslında esansın suda çözülmesi için katalizör olarak kullanılmaktadır. (Zaten bunu sayın Karaman’da söylüyor.) Alkol önce esansa karıştırılmakta bu yüzden esans necis olmaktadır. Ortalama 1,6 litre alkol, onun üçte bir oranında esansla karıştırılmakta, daha sonra bu karışım bir ton suya aktarılmaktadır. Esans kendisinden üç misli fazla alkolle birleşip necis olmakta ve dolayısıyla (Karaman’ın çok su diye tarif ettiği) suyun renk, tat ve kokusunu değiştirmektedir. Dolayısıyla sayın hocamızın (Çok suya pislik karıştığı zaman suyun rengi, tadı ve kokusundan biri, katışan pislik belli olacak şekilde değişmedikçe su pis olmaz) dediği durumun tam tersine, suyun renk, tat ve kokusu değiştiği için su bütünüyle necis duruma gelmektedir.

- Salisen şarap/değil ÜZÜM sirkeye dönüştüğünde caiz olur. Çünkü istihale neticesinde onun aynı değişmiş ve temiz olmuştur. (انقلاب العين فإن كان في الخمر فلا خلاف في الطهارة Bahrı Raik. C.1.s.239. Darül marife. Beyrut). Halbuki gazozlara katılan alkol katalizör olarak kullanılmakta ve bir tepkimeye girmemektedir. Yani aynı değişmeyip olduğu gibi kalıyor. Sayın Karaman’ın (Karışma, yanma, pişme, kaynama vb. sebebiyle değişikliğe uğrayan pis nesne temiz olur, kullanılır, yenir ve içilir) sözü bu mevzuya uymuyor.

- Hülasa; gazozların esansına katılan alkol esansı necis hale getirdiğinden, esansta suyun renk, tat ve kokusunu değiştirdiğinden ve su içindeki alkol tepkimeye girerek değişmediğinden bu günkü gazozlara cevaz verilemez. Ona “haram değildir” demek yanlıştır. Tam tersine “haramdır” demek doğrudur.

- Gazoz üretenler –bilhassa Müslüman geçinenler- niçin mamullerinde alkol olmadığını söylüyorlar da, arkasından alkolü karıştırıyorlar? Bunun arkasında maddi menfaatten başka bir şey yok. Tüketiciler Birliğinin açıklaması şöyle: “Etil alkol, gazlı içecek üretiminde maliyeti düşük olması nedeniyle kullanılmaktadır. Etil alkol yerine aynı işlevi görmek üzere, örneğin propylen glycol maddesi kullanılması mümkündür. Ancak etil alkol yerine kullanılacak “ara çözücü” hangisi olursa olsun, üretim maliyeti artacaktır.”

- Yani üreticiler helal bir madde kullanarak, bize şaibesiz gazoz içirebilecekken, çok para kazanmak için bize alkollü gazoz içiriyorlar. Hâlbuki helal madde kullandıkları zaman iflas edecek değiller. Belki biraz karları düşecek o kadar. Fakat çok paraya tama ederek bütün Müslümanları günaha sokmak her halde hakları değil. Bilhassa Müslüman görünerek bu işi yapanların biraz yüzleri kızarmalı ve bundan vazgeçmeleri gerekmez mi? Yoksa Müslüman görünmeleri yalnızca para kazanmaya mı endeksli?

- Garip olan Sayın Karaman’ın ihtiyaten de olsa gazoz üretiminde alkolden vazgeçip helal bir maddeyi kullanmalarını tavsiye etmesi gerekirken, tam aksi bir fetvayı vermesi. Bir internet sitesinde “Ülkerin imdadına Karaman hocanın fetvası yetişti” deniliyor. Acaba bu fetva karşılıklı görüşmeler sonucunda mı ortaya çıktı? Diye insanın aklına geliyor.

 TÜKETİCİLER RAPORU

 - Gazlı içecekler ile ilgili yapılan analiz sonuçlarını değerlendiren Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Av. M. Bülent Deniz; “Tüketicinin temel hakkı olan “bilgilenme hakkı” açık şekilde ihlâl edilmekte ve tüketiciler yanıltılmaktadır” dedi. Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Av. M. Bülent Deniz konu ile ilgili yaptığı basın toplantısında şu görüşlere yer verdi:

- “Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliği ile ilgili olarak çıkarılan ve 30.10.1998 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 98/24 no’lu Alkolsüz İçecekler Tebliği’nin 5/k maddesinde; “Alkolsüz içeceklerde etil alkol miktarının en çok 5.0 g/l olabileceği” belirtilmektedir.

- Alkolsüz içeceklere ilişkin bir hukuki metinde, içecek içeriğinde alkol bulunmasına cevaz veren bu düzenleme dikkatimizi çekmiş ve konu ile ilgili olarak Tüketiciler Birliği tarafından bir çalışma başlatılmıştır.

- Çalışma kapsamında: Piyasada satılan gazoz ürünlerinin etiketleri üzerinde yapılan incelemelerde, içeriğinde alkol bulunduğuna ilişkin bir bilginin olmadığı, hatta bir üründe de, içerikte alkol ve çözeltisinin kullanılmadığına ilişkin bir bilginin olduğu tespit edilmiştir.

Bunun üzerine çeşitli marketlerden satış fişi karşılığında on ayrı gazoz markasına ait birer şişe gazoz satın alınmıştır. Marka seçiminde pazarda yaygın olarak satılan markalar tercih edilmiştir. Satın alınan gazozların içeriğinde alkol olup olmadığının tespiti için Gebze’de bulunan TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’ne başvurulmuştur. Orijinal ambalajı içinde teslim edilen on adet gazoz şişesinde bulunan sıvı için “IFFJ modifiye rebelin metodu,1983” yöntemiyle etil alkol analizi yaptırılmış ve şu sonuçlara ulaşılmıştır:

Marka                  Alkol Oranı

1.      Uludağ ........ 1.56 g/l  

2.      Akmina........ 1.28 g/l  

3.      Tansaş........ 1.16 g/l  

4.      Çamlıca....... 0.84 g/l  

5.      Fruko.......... 0.76 g/l  

6.      Sensun........ 0.60 g/l  

7.      Sprite.......... 0.56 g/l  

8.      Adese......... 0.48 g/l  

9.      Seven Up..... 0.44 g/l  

Kipa............ 0.20 g/l

Yapılan araştırmalar ve gıda mühendisliği, kimya mühendisliği ve tıp alanında uzmanlarla yapılan görüşmeler ile gazlı içecek olan gazozlarda, etil alkolün kullanım nedenleri ile ilgili olarak şu sonuçlara ulaşılmıştır: Bütün gazozlarda tat ve koku verici esanslar kullanılmaktadır. Bu esanslar yağ cinsinden maddeler olup suda çözünmezler. Bu esansların suda çözünmeleri için hem su, hem de yağlarla tam karışabilen, çözünebilen “ara çözücü”lere ihtiyaç bulunmaktadır. Etil alkol gazlı içecek üretiminde bu işlevi yerine getirmek üzere kullanılan bir “ara çözücü”dür. Gazlı içecek üretiminde tat ve koku verici maddeleri suda çözünür hale getirmek üzere kullanılan etil alkol üretim sürecinde kimyevî bir değişime uğramamakta ve aslî unsuru olan “alkol” olma özelliğini yitirmemektedir.  

Etil alkol, gazlı içecek üretiminde maliyeti düşük olması nedeniyle kullanılmaktadır. Etil alkol yerine aynı işlevi görmek üzere, örneğin propylen glycol maddesi kullanılması mümkündür. Ancak etil alkol yerine kullanılacak “ara çözücü” hangisi olursa olsun, üretim maliyeti artacaktır.

- Buna göre analiz ettirdiğimiz on adet şişede yer alan gazoz sıvılarının tamamında, değişen oranlarda etil alkol bulunmuştur. Analiz ettirilen şişelerin üzerinde yer alan etiketlerin tamamında, içeriğinde etil alkol bulunduğuna ilişkin bir uyarı bulunmamaktadır.

- Elde edilen sonuçlar, Alkolsüz İçecekler Tebliği’nde belirtilen sınırın altında bulunmakla birlikte içeriğe ilişkin tüm bilgilerin eksiksiz olarak tüketiciye sunulması, tüketicinin temel ve evrensel haklarından biri olan bilgilenme hakkı gereğidir. Bu durumda içeriğe ilişkin yanıltıcı veya eksik bilgi verilmekle tüketicinin en temel hakkı ihlâl edilmektedir.

- Bu nedenle konu ile ilgili yetkili Tarım Bakanlığı ve Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından öncelikle Türk Standartları Enstitüsü’nün gazozlarla ile ilgili 4080 nolu standardı ve Alkolsüz İçecekler Tebliği’nde yer alan ve gazlı içeceklerde alkol kullanılmasına olanak tanıyan 5/k maddesi kaldırılarak, gazlı içeceklerde alkol kullanılmasını yasaklayan düzenleme getirilmeli, bu maddenin kaldırılmaması halinde tebliğin ismi değiştirilerek, isimde yer alan “alkolsüz içecekler” ibaresi kaldırılmalı ve gerekli denetimler en katı şekilde uygulanarak, tüketicinin bilgilenme hakkının ihlâlinin önüne geçilmelidir.

- Öte yandan tüm gazlı içecek üreticisi firmalarını içeriğe ilişkin doğru ve eksiksiz bilgilerin etikette yer alması için gerekli düzenlemeleri en kısa sürede yapmaya çağırıyor ve alkolsüz içecekler konusunda Tüketiciler Birliği olarak gazlı içecekler konusunda tüketiciyi uyarıyoruz: “İçtiğiniz gazozda alkol var!” dedi  İDRİS FERİD 23.12.2006

 

- ARŞİV.31

MİLLİYETCİLİK, “Allah(cc)bir bölgenin/topluluğun altını üstüne getireceği vakit, O bölgenin bölücüleri,ırkcıları/milliyetcileri,şımarıkları önde olur.’’

Bu son yazımı, söz verdiğim üzere, değerli okurumuz Ahmet Tekin’in sorularına ayırmak isiyorum. Konuyu ilerdeki yazılarımdan birinde ele almayı düşündüğümü söyleyerek, bana bir süre önce gönderdiği e-mektubundaki sorularını cevapsız bırakmıştım.
- Diyordu ki: “ ‘Solculaşan Milliyetçiler, Laikleşen İslamcılar’ başlıklı yazınızda Arslan Bulut’a cevap verirken kullandığınız bir ifade var; ‘Yoksa; bir insan nasıl hem müslüman hem de milliyetçi olabiliyor?’ / ... sizin terminolojinizde ‘milliyetçiliğin’ karşılığı nedir? Kur’an-ı Kerim ve İslam karşısında ‘ben milliyetçiyim’ diyen bir adamın durumu nedir? Bir ideolojiden bağımsız olarak ‘millet, dil ve kültürlerin İslam’ın reddetmediği birer realite olduğunu söylemek yanlış mıdır? Milliyetçilik en genel anlamıyla dahi ‘asabiye’ye eş midir?”

- Bunlar, güzel sorular... Benim, “Yoksa; bir insan nasıl hem müslüman hem de milliyetçi olabiliyor?” şeklindeki ifademde “yoksa”dan kasıt, “Milliyetçilik Kur’an’da yoksa” idi. Tartıştığım yazısında “Kur’an İslamı”ndan söz eden Arslan Bulut’un herhalde milliyetçiliğin de Kur’an’da olup olmadığını araştırması gerekirdi. O ifademle, Bulut gibilerin çifte standardına dikkat çekmek istemiştim.

- Bununla birlikte, milliyetçiliğin Kur’an’da olmadığı, hatta tam aksinin istendiği kesindir: “Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları Kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.” (Ali Bulaç Meali, Mücadele Suresi, 58/22)

- Görüldüğü gibi, aşiret (millet, ırk) bağı, sevgi ve dayanışma için yeterli bir neden olarak kabul edilmemektedir. Bir başka ayetin meali şöyle: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler; size Allah’tan, Resûlü’nden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar gürûhunu hidâyete erdirmez.” (Tevbe Suresi, 9/24)

- “Ben milliyetçiyim” diyen bir adamın Kur’an-ı Kerim ve İslâm karşısındaki durumuna gelince, böylelerinin durumu, milliyetçilikten ne anladıklarına göre farklılık gösterse de, Kur’an-ı Kerim’in istediği şey, onların böyle konuşmaları değildir: “Allah'a davet eden, salih amel işleyen ve: ‘Ben gerçekten müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet Suresi, 41/33)

- “Bir ideolojiden bağımsız olarak ‘millet, dil ve kültürlerin İslam’ın reddetmediği birer realite olduğunu söylemek yanlış mıdır?” sorusunun cevabı bellidir; yanlış değildir. Bununla birlikte, birşeyin realite niteliği taşıması, onun ideal olarak benimsenmesi için gerekçe olamaz. Mesela, domuzun varlığı bir realitedir, fakat bu, onun haramlık hükmünü kaldırmaz. Irklar bir realitedir, fakat, ırkların realite olması ırkçılık ve/veya milliyetçilik yapılmasını gerektirmez. Kaldı ki, milliyetçilik çoğu yerde bir realite olmaktan çok ‘inşa’dır, bir ‘toplum projesi’dir. İleriki satırlarda bu konuya tekrar döneceğim. Şayet milletleri bir realite olarak kabul ediyorsak, kendi milletimiz dışındakilerin milliyetini de realite olarak kabul etmemiz gerekir. Halbuki milliyetçiler, kendi devletlerinin hakim olduğu topraklarda buna razı olmazlar, kabullenmek istemezler. Mesela, bazılırarının savunduğu “Türküm diyen Türktür” anlayışı, milleti bir realite olmaktan çıkarıp, inanç/din gibi benimsenen birşey haline getirmektedir. Benim Türk olmam bir realiteyse, bir diğerinin başka bir ırktan olması da realitedir; acaba farklı ‘realite’leri tanımaya hazır mıyım?.. İşte tam da bu noktada milliyetçiler, aslında milliyet konusunda realiteyi tanımayan, tanımak istemeyen insanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Adeta milliyet, hasbelkader bir toprak üzerinde doğmaktan kaynaklanan bir aidiyete dönüşmektedir. Türkiye sınırları içinde doğduğunuz için Türk mü oluyorsunuz?! Millet olgusu, insanın soy-sopuna göre değil de, yaşanılan toprağa göre mi değişiyor ya da oluşuyor?!

- Millet bir ‘olgu’ ya da realite olarak kabul edilebilir, fakat milliyetçilerin zannettiğinin aksine ‘değer’ değildir; diller de öyledir, olgudur, değer değil. Arapça, Kur’an’ın dilidir; ama bu dili konuşuyor olmak Ebu Cehil ile Ebu Leheb’e hiçbir şey kazandırmadı. Milliyetçilik, millet olgusunu değere dönüştürme çabasıdır, ama mahiyeti itibariyle hiçbir zaman evrensel bir değer haline gelemez. Ermeni milliyetçilerinin bugün sorunu, Türk-Ermeni olayları konusunda adil ve dürüstçe bir tavır sergileyememeleridir. Adil, dürüst, merhametli, yardımsever, insaflı, hakka ve hukuka saygılı olan kişi bir Ermeni de olsa, saygı duyarız. Buna karşılık, milliyetçi olduğu için bir Ermeni’ye saygı duymamız beklenemez. Şayet milliyetçilik ‘değer’li bir tutum olsaydı, Ermeni milliyetçilerini de takdir etmemiz gerekirdi. İnsanın kendi milliyetçiliğini iyi, başkasınınkini kötü sayması ise, kendi bencilliğini beğenmesi, başkasının bencilliğini yermesi gibi bir tutumdur. İyi şeyler, herkeste iyidir. Mesela cesaret, dürüstlük, alçakgönüllülük, yardımseverlik vs. gibi niteliklere sahip olan herkes takdir edilir. Martin Buber, her milliyetçiliğin büyük bir umutla başladığını ve sonunda kutsallaştırılmış bir bencillik haline geldiğini söyler. Kollektif bencillik ferdî bencillikten daha az kötü değildir. Kitlesel (millî ya da ulusal) enaniyet ve kibir, ferdî enaniyet ve kibirden daha büyük bir değer taşımaz. İnsanlar ancak, kendi çabalarıyla kazandıkları niteliklerle gerçek bir ‘değer’ kazanabilirler. Hiç kimse çaba sarf ederek Türk veya Kürt doğmaz. Fakat ancak bir çaba sarf ederek, kendisiyle/nefsiyle mücadele ederek adil, bilgili ve ahlâklı hale gelebilir. İşte ancak böylesi nitelikler insana bir değer kazandırır.

- Gerçekte milliyetçilik sadece uluslararası aktörler için önem taşıyan bir araçtır, gündelik hayatta karşılığı yoktur. Hiç kimse, günlük yaşamda bir soyguncuya, bir hortumcuya, bir ırz düşmanına, bir kapkaççıya, bir hırsıza, bir caniye salt kendi milletinden olduğu için değer vermez. Acı çeken masum bir insanı gördüğümüzde de, onun milliyeti aklımıza bile gelmez, acımamız için ‘insan’ olması yeterlidir. Milliyetçiliğin gündelik yaşamda karşılığı olsaydı, milliyetçi olduğunu söyleyen her insanın öncelikle anne ve babasına, kendisinin o milletten olmasına vesile olmalarından dolayı büyük bir saygı duyuyor olması gerekirdi. Oysa insanlar ancak ya ‘insanî’ gerekçelerle ya da ‘inanç’ları nedeniyle anne ve babalarına hürmet ederler. Siz hiç, “Türk olarak doğmama vesile oldukları için ana ve babama büyük saygı duyuyorum” diyene rastladınız mı?! Gündelik hayatta millet yoktur, fertler vardır. Fertlerin de milliyetlerine değil, ahlâk ve karakterlerine bakılır. Kapkaççı yahut ırz düşmanı bir Türk genci, hiç kimse tarafından “dünyaya bedel” kabul edilmez.

- Milliyetçilik fert veya toplum değil, devlet sorunudur. Bu anlamda milliyetçilikle millet arasında genellikle bir kopma vardır. Her milliyetçilik, tıpkı Kürt milliyetçiliği gibi, bir devlet kurma ya da ona meşruiyet temeli bulma amacına matuftur, milliyetçiliğin uluslararası alanda veya gündelik yaşamda bunun dışında bir işlevi yoktur. Bir devlet ya da ayrılıkçı örgüt, kendini din ile ya da komünizmle meşrulaştırmıyorsa, milliyetçiliğe dayanacaktır. Wallerstein, modern zamanlarda milliyetçiliğin dinin yerini aldığını savunur: “Çağdaş dünyada ırk, tek uluslararası statü grubu kategorisidir. En azından MS. 8. yüzyıldan beri bu rolü oynayan dinin yerini almıştır.” Hayes’e göre de, çağımızda milliyetçilik bir din halini almıştır: “Kitleler, Hristiyanlığın tarihi inanç ve uygulamasından soğudukça, onun yerine, entellektüeller tarafından kendilerine sunulan, en gözdeleri de komünizm ve milliyetçilik olan diğer cazip ikamelere meyletti.” “İnsanoğlunun din duygusu ... çağdaş kömünizmde ve özellikle de modern milliyetçilikte tezahür etmektedir.”

- Sözün kısası, milliyetçilik, savunulamayacak kadar çelişkili, desteksiz, mesnetsiz ve bencilce bir tutumdur. Şunu da belirtmek gerekiyor ki, Milliyetçilik ancak “sıla-i rahim” anlamında düşünüldüğünde olumlu bir anlam taşır. Burada ölçü şudur: Kimse mensubu bulunduğu milletin iyiliğini düşündüğü için kınanamaz, hatta bu övgüye değer bir tutumdur; ama bu, yanlışta ve haksızlıkta da kendi kavmini savunma biçimini almamalıdır. Ancak, insanın kendi milletinin iyiliğini istemesini milliyetçilik olarak adlandırmaya da gerek yoktur. Bunu milliyetçilik olarak adlandırdığınız zaman, o salt kendi milletinizin iyiliğini istemek olarak kalmaz, başka millet ‘realite’lerini tanımamaya doğru yol alan bir bencillik halini alır. Bununla da kalmaz, kendi ‘realite’sini bile ‘masal’ ve ‘efsane’lerle süslemeye, çarpıtmaya başlar. Kürtçülerin “Demirci Kava”sı ve Türkçülerin “bozkurt”u, böylesi ‘irrealite’ arayışlarının tipik örnekleridir. Şu ifadeler, Nejdet Sançar’ın “Türkçülük Üzerine Makaleler” adlı eserinde yer almaktadır: “Türk ulusu bu yapısı küçük, fakat yasam mücadelesindeki yeri büyük, sert pençeyi öylesine benimsemiştir ki, kendisinin Bozkurt neslinden olduğuna dahî inanmıştır.” (Ankara 1976 ss. 36-38.) Tam aksine, inanmamıştır. Kendisine “Bozkurtçu” diyenler dışında tek kişi bile buna ne inanmış ne de savunmuştur. Anadolu halkında böylesi bir inanç olsaydı, herkes çocukluğunda bunu halk efsaneleri/masalları olarak duyar öğrenirdi. Bu hurafeyi savunanlar birkaç aşırı Türkçü yazardan başkası olmamıştır. Dedikleri gibi Türk milleti buna inanıyor olsaydı, o takdirde şu soruyla karşılaşırdık: “Millet, Bozkurt tarafından lahana tarlasında ya da tencerenin içinde bulunduğunu mu düşünmüştür?!” Böyle düşünmediğini, bir analık veya babalık atfedildiğini, Mehmet Dönmez, “Türk Kültüründe Bozkurt’un Manası” başlıklı makalesinde ileri sürmektedir: “Bazı Türk destanlarında ana, bazı Türk destanlarında baba olarak görülen Bozkurt çok defa Türk neslinin yok olacağı zaman ortaya çıkmakta ve Türklerin neslinin devam etmesini sağlamaktadır.... Türk soyunun imhadan kurtarılmasında ve devamında en büyük amil yine kurttur. Türklerin belli başlı bütün destanlarında Bozkurt'un merkezî bir rol oynadığı ve ata, rehber ve kurtarıcı fonksiyonları ifa ettiği görülüyor. Bu destanlar sözlü olarak Türkler arasında uzun zaman çok canlı olarak yaşadıktan sonra yazıya geçirilmiştir. Yazılı tarihin bulunmadığı zamanlarda destan ve efsanelerin birçok tarihî hakikatleri aksettirmek bakımından ne derece büyük önem taşıdığını belirtmeye gerek yoktur.” Bu tarihî hakikatler (!) acaba nedir? Bozkurt Türkler’in anası mı, yoksa babası mıdır? Anası ise, babası ahlakî açıdan nasıl adamdı? Babası ise, anası nasıl biriydi?.. Peki, Türkler’in ana veya babasının kurt olduğuna inanmak Türkler’e ne kazandırıyordu?... Mehmet Dönmez’in şu ifadeleri bu soruya cevap teşkil ediyor: “Böylece Türklerin soyunu kutsallaştırmaktadır.” Türkler’in soyunun bu şekilde kutsallaştığını ileri sürerek Türk milletini aşağılayanlara, adeta rezil edenlere karşı, “Hayır, Türkler, Allahü Teâlâ’nın melekleri bile secde ettirdiği, yeryüzünde halife olarak yarattığı Hz. Adem’in soyundan gelmektedir” demekten başka ne yapabiliriz?! İşte size milliyetçiliğin ‘millet’ tasavvurunu hangi noktaya getirebileceğinin hem trajik hem de komik belgesi... Meleklerin bile secde etmekle yükümlü tutulduğu ‘eşref-i mahlukat’ın, bir peygamberin soyundan gelmeyi yeterli bulmuyor da, ‘kutsallaşmak’ için, ana ya da babasını ‘kurt’le cinsel ilişi içinde düşünüyor. Rezaletin bu kadarına ancak milliyetçilik gibi absürd bir ideolojide rastlanabilir.

- Bütün bu rezilliklerden uzak, son derece saf ve masum bir milliyetçilik tarifi geliştirebilir ve kendi milliyetçiliğinizin İslâm’la çelişmediğini söyleyebilirsiniz; fakat bir süre sonra, milliyetçilik kavramı tarafından esir alınmanızın önüne geçemezseniz. Çünkü, böyle yapmakla milliyetçilik kavramını yüceltmiş, onu son derece saygın bir hale getirmişsinizdir. Bir süre sonra, ona başka ya da Batı’da ilk icat edildiği şekilde bir içerik yükleyenler, bizzat sizin o kavrama kazandırdığınız ‘saygınlık’ ile sizi vurmaya ve ‘gerçek milliyetçi’ olmadığınızı söylemeye başlayacaklardır. Onun için, yapılacak tek makul iş, milliyetçiliği gerçekte ne ise o olarak kabul etmek ve bu kavramı ‘çöp’e atmaktır. Başka türlü ‘şerrinden’ kurtulmak mümkün olamaz.

- Kullandığımız araçlar, varacağımız hedefi de belirler. Bir gemideysek, varacağımız yer bir limandır, otobüs terminali değil. Kavramlar da bu şekilde varacakları sonucu kendi içlerinde taşırlar. “... kavramlar nötr ‘aletler’ değildir” der Peter Burke, “Bunlar çoğunlukla, dikkatle irdelenmesi gereken varsayım paketleri içinde gelir.... kavramların -en hafif bir deyişle- kültür-bağlı olmaları son derece yüksek bir olasılık taşır.” Milliyetçiliği savunmaya başladığınız anda, kendi milletinizin herşeyin ‘ölçü’sü olarak kabul edilmesi gerektiği ön kabulü de kendiliğinden dünya görüşünüze nüfuz etmeye başlar. Bernstein’ın ifadesiyle, “kullanılan dil, diğer insanlar üzerinde kontrol sağlama isteğini de yansıtır”. Kullanılan kavramlar hiçbir zaman yansız/tarafsız değildir; milliyetçilik kavramını kullanmaya başladığınız anda, başkalarını ‘müslüman’ ya da ‘takvalı/mütteki’ olmalarına göre değil, soy-soplarına göre tasnif etme yönünde bir anlayışı da benimsemiş olursunuz. Ya da şöyle söyleyeyim, müslümanlık ve takva bahsinde esamesi okunmayan, gerçek ‘değer’lerden yoksun kişiler artık, milliyetçilik kavramı etrafında sizi bile yargılamaya başlar. Artık takva değil, milletinize olan bağlılık (daha doğrusu hamaset edebiyatı, millete bağlılık gösterişçiliği ve riyakârlığı) temel ölçüt haline gelmiştir.

- Meselenin özünü, Poulantzas’ın şu tesbiti oluşturmaktadır: “... kavramlar ve düşünceler hiçbir zaman masum değildir ve hasmı cevaplarken onun kavramlarını kullanmakla, kişi bunları yasallaştırmış ve süregelmelerine izin vermiş olur. Her düşünce veya kavram, yalnızca onun temelini oluşturan tüm teorik sorunsal içinde anlamlıdır.” Bir başka ifadeyle, muhatabının kavramlarını kullananlar, onların geçerliliğini kabullenmiş olurlar. O kavramlar, kendi ‘teorik çerçeveleri’ içinde bir anlam taşıdıkları için, sözkonusu teorik çerçeveler (ya da dünya görüşleri) de eninde sonunda benimsenilir hale gelir. Yani, milliyetçilik kavramını kullanarak, bir bozkurtçu Mehmet Dönmez’le başetmeniz mümkün değildir. Ona ancak, farklı bir kavramsal çerçeve ile, eşref-i mahlukat gibi kavramların geçerlilik kazandığı farklı bir paradigma ile cevap verebilirsiniz. NAMIK DORUKLU 19.12.2006

 

- ARŞİV.32

Müslümanlar İslâm’la yeniden kucaklaşmalı

Başlıktaki bildik ama mühim çağrının sahibi eski Alman büyükelçilerinden ve NATO eski İstihbarat Direktörü olan Dr. Wilfred Murad Hofmann. 1980 senesinde İslâmiyet’le kucaklaşan ve o zamandan beri İslâmiyet’le alâkalı çalışmalar yapan 73 yaşındaki Dr. Hoffman’ın İslâm üzerine 10 kitabı var. Bunların en meşhurları, günlüklerinden müteşekkil “Mekke’ye Seyahatim” ve Batı’daki sistemleri ve İslâm’ı karşılaştırdığı “İslâm: Alternatif” isimli kitapları. Uzun yıllar Washington’da yayınlanan “American Journal for Islamic Social Studies”, ve Londra’daki “Encounters” için makaleler yazan Hoffman en son Ocak 24’te İslamonline muhabirine verdiği mülâkatta “Müslümanım!” diyen herkese 25 yıllık taze ama münevver ve mütefekkir bir Müslüman olarak bazı tavsiyelerde bulundu.

- “Avrupa İslâmı” veya “ılımlı İslâm” gibi tabirlere şiddetle karşı olan Hoffman bu tür tabirlerin Avrupalıların bir türlü kurtulamadıkları “En iyi entegrasyon asimilasyondur” fikrinden ileri geldiğini düşünüyor ve istedikleri Müslüman tipinin namaz kılmayan, oruç tutmayan kısaca inancını sadece kalbinde saklayan bir insan olduğuna dikkat çekiyor ve ilave ediyor: “Biz bu modele karşıyız!”

- Hoffman’ın dikkat çektiği İslâm’ı dönüştürme projesi mevzi bir tertip değil: Türkiye dâhil pek çok Avrupa ülkesinde ileri karakolları bulunan sistemli kürevî bir proje.

- Üçte ikisini Türklerin oluşturduğu üç buçuk milyon Müslüman nüfusa sahip Almanya, kürevî 28 Şubat’ın ciddi yaşandığı ülkelerden birisi idi. Bize pek şirin gözüken Almanlar 11 Eylül sonrası ABD politikalarına perde altından ciddi destek vermekten geri durmadılar. Vakit’i yasaklamasıyla gündeme gelen eski içişleri bakanı Otto Schilly meğerse Almanya-ABD ilişkilerinin İsrail ayağını sağlama alan, MOSSAD ajanlarına Almanya’daki şüpheli gördükleri Müslümanları sorgulama hakkı veren isimmiş. Mustafa Özcan’ın 21 Ocak’taki yazısında verdiği bu bilgilerde şu ilaveler de vardı: “Alman vatandaşı olan Müslüman kökenlilere karşı yasaları ihlâl ederek CIA ile işbirliği yapmışlar ve onların bu örgüt tarafından kaçırılmasında pasif veya aktif katkı sağlamışlar. Yani Müşerref’ten geri kalır halleri yok.”

- Her cihetiyle ‘göz kamaştıran’ sistemli bir tebliğ faaliyeti olmadığı hâlde Batı’da İslâm’ın yükselişi ve Müslüman ülkelerde İslâm’ın özüne dönüş ve dindarlaşma temayüllerinin uluslararası şer odaklarını ürkütmemesi ve harekete geçmemesi düşünülemezdi. Yeni Oryantalizm dalgası soğuk savaşın sona ermesiyle beraber Hilâl coğrafyasına şiddetle salındı bile!..

- İşte tam bu noktada Hoffman’ın İslamonline muhabirine verdiği mülakattaki şu cümleler çok ehemmiyet arzediyor: “Bilhassa Avrupa’daki üçüncü nesil Müslümanlara düşen birinci vazife İslâm’ı mahzenlerden çıkartmaktır. Irkî kimliği bir kenara bırakmak, mezhep ve meşrep taassubuna son vermek ilk adımımız olmalı! Biz, İslâm’ın doğru hakikatlerini Batılılara iyi anlatmalıyız!”

- 11 Eylül hadiselerinin uzun vadede Müslümanların faydalarına olduğunu, bu sayede Batılıların İslâm’la alakalı bilgileri araştırdığını ve o tarihten bugüne kadar 1000 Almanın Müslüman olduğunu ifade eden Hoffman mülâkatını şu çağrısı ile noktalıyor: “Her Müslüman İslâm’la yeniden kucaklaşmalı!”

Hoffman’ın “yeniden kucaklaşma”dan kastı, îmanları ‘taklit’ten kurtarıp ‘tahkiki’ yapmak olduğu gayet açık. Neye, niçin, nasıl inandığımızı akıl ve kalp ve sair duygularımıza da kabul ettirmek yani. Yalnız burada bir noktaya dikkat etmek gerek: Nevzuhur birtakım İlâhiyatçı şarlatanlar gibi kendi kafa fenerine güvenip, geçmiş İslâm ulemasını hatta sahabeleri tenkit ederek ve âlimlik taslayarak îmânı kuvvetlendirmek mümkün değil. Hatta böyle bir yolu tercih etmek ‘ihy⒠olayım derken ‘imh⒠olmakla bile neticelenebilir.

- Binnetice, Hoffman iki mevzuda çok haklı: 1. İslâm’ı artık mahzenlerden çıkartmalıyız. Doğru, İ’lâ-yı Kelimetullah bu zamanda maddeten terakkiye bağlı. Maddi-manevi gelişerek, profesyonelce tebliğ yapmalıyız. 2. İslâm’la yeniden kucaklaşmalıyız. Elhak, bu da doğru; yeni Müslüman olmuş gibi yüksek bir heyecanı her gün yaşamazsak, İslâm’ı hakkıyla ne yaşayabiliriz ne de temsil edebiliriz.

25 yıllık taze Müslüman, 75’lik pîr-i fânî Hoffman’ın fikirlerini tahlil etmekte fayda var. Vakit / 29.01.2006 mektup@muhsinmeric.com

 

- ARŞİV.33

Çanakkale şiiri nasıl yazıldı?

Dün Milli Mücadele kahramanlarından rahmetli Eşref Kuşçubaşı ile nasıl tanıştığımızı anlatmıştım. Bu konuyu, yazmakta olduğum “Hatıralarım” kitabımda uzun uzun ve bütün teferruatı ile anlatacağım inşallah...

Şimdilik rahmetli Eşref Kuşçubaşı’nın bir mektubundan bahsedeceğim. Onun bana yazdığı mektupların her biri tarihî birer belge idi. Ne yazık ki mahkûmiyetim sırasındaki sürgün ve nakillerde hepsi kayboldu. Hapishanede, yeri değiştirilecek olan mahkûmlara daha önceden haber vermezler. Onları bir vesile ile idareye çağırtırlar. Birden etrafınızda tanımadığınız jandarmalar peydah olur. Bileklerinize kelepçeyi takarlar. Haydi bakalım sürgüne... Nereye götürdüklerini de söylemezler. Eşyanız arkanızdan gönderilir.
- Manevî babam Eşref Kuşçubaşı’nın mektupları işte böyle bir sürgünde kayboldu. Onların birinde bana şöyle yazıyordu:
Çanakkale Savaşları sırasında, Kuzey Afrika’da, Osmanlı’dan henüz kopmamış olan bir ülkede Hecin-Suvar Komutanıydım. Enver Paşa Harbiye Nazırıydı. Bana bir telgraf çekti. Birliğimle birlikte Cidde’ye acele hareket etmemi söylüyordu. ‘Oraya vasıl olunca, size ne yapmanız gerektiğini ayrıca bildireceğim’ diyordu. Birliğimde 250 civarında at, katır ve develer vardı. Mısırdan Suudî Arabistan’ın Cidde şehrine gidecektik. Oraya çabuk gidebilmek için çok büyük ve tehlikeli bir çölden geçmemiz gerekecekti. Uzun yola ve çöl şartlarına develer at ve katırlardan daha dayanıklı olurdu. Rahmetli Mehmet Akif de Mısır’da bize katıldı. Baytardı yolculukta işimize yarayabilirdi. Hep birlikte bir gece sabaha doğru hareket ettik. Bir iki gün yolculuktan sonra, o korktuğumuz çöle düşmüştük. Çölün derinliklerine doğru birkaç gün yol aldık. Erzakımız ve suyumuz tükenmişti. Erzak neyse de... Çölde susuzluğa dayanmak çok zordu. Birden korkunç bir fırtına çıktı. Savrulan kumlardan göz gözü görmüyordu. Birkaç hayvanımız telef oldu. Fırtınadan kum tepeleri yer değiştiriyordu. Nerede olduğumuzu bilemiyorduk. Çıldıran insanlarımız vardı.
- Tecrübeme göre oralarda bir kuyu olmalıydı. Fırtına bir dinseydi. O kuyuyu bulabilirdik. (Manevî babam Kuşçubaşı, mektubunun kenarına karakalemle birtakım resimler çizmişti) Bana havada uçuşan akbabaların hareketlerini anlatmaya çalışıyordu. ‘Eğer akbabalar, havada şöyle daireler çizerek uçuyorlarsa, o bölgede leş var demektir. Ama öyle değil de böyle pike yaparak alçalıp yükseliyorlarsa, orada su var demektir’ diyordu.
Ertesi günü fırtına dindi. Akbabalar pike yapar gibi alçalıp yükseliyorlardı. Kuyuya yaklaştığımızı anladım. Ancak bunu askerlerime söylemedim. Zâten yarıya yakını çıldırmıştı. Bunu duyar duymaz suya doğru koşacaklardı. Gidecek halleri yoktu. Çölde yığılıp kalacaklar ve hayatlarını kaybedeceklerdi. O kadar susuzluktan sonra suya ulaşanlar da birden bire doya doya içecekleri için, onlar da öleceklerdi. Bana nasihat etmeyi de unutmuyordu. ‘Unutma, bir gün böyle bir durumla karşı karşıya kalırsan, önce elini, yüzünü, ayaklarını yıkayacaksın. Yani mümkünse abdest alacaksın. Sonra azar azar ve yavaş yavaş suyu içeceksin. Yoksa hayatını kaybedersin’ diyordu. Hava açılınca bu durumu rahmetli Mehmet Akif’e anlatmış. Akif önce henüz aklı başında olanları ayrı bir yere götürmüş. Onlara suya yaklaştıkları müjdesini vermiş. Ancak suyu birden içerlerse hepsinin ölebileceğini anlatmış. Çıldıran arkadaşları için de onlara görev vermiş. Ne yapmaları gerektiğini tekrar tekrar anlatmış. Hülasa aniden suya kavuşmaktan dolayı bir kayıpları olmamış.
‘Askerler koşuşurken Akif hep Kur’an okuyordu. Kendini unutmuştu. Aramızda suyu en son içen o oldu’ diye yazıyordu. Oradan Cidde’ye ulaşmışlar. Kuşçubaşı, ‘Epeyce hayvan zayiatından başka bir kaybımız olmadı. Çok şükür sağ salim Cidde’ye ulaştık’ diye bir telgraf çekmiş. Enver Paşa’dan da müjdeli bir telgraf gelmiş. O da Çanakkale’de zafer kazandığımız müjdesini veriyormuş. Rahmetli Akif bu haberi duyar duymaz, secdelere kapandı. Hüngür hüngür ağlayarak, dualar ediyor; kendi kendisiyle konuşur gibi bir şeyler söylüyordu. Biraz sonra doğruldu. Kâğıt-kalem çıkardı. 5 dakika içerisinde o abide Çanakkale şiirini yazdı.  Olayın ayrıntılarını, Allah izin verirse, “Hatıralarım” adlı kitabımızda okumak hepimize nasip olur inşallah...
Hüseyin ÜZMEZ 06.01.2007

 

- ARŞİV.34

MİT geleceği karanlık gördü

Kamuoyu MİT Müsteşarı Emre Taner'in sözlerini konuşuyor. Taner, savunmadan hücuma geçilmesini istedi.

Dünya yeniden şekilleniyor. İdeolojiler yıkılıyor, sistemler değişiyor. Küreselleşme rüzgarları ulus devletleri temelinden sarsıyor. Dünyada sınırlar kalkıyor. Egemenlik sınıf değiştiriyor. İşte bu değişim MİT Müsteşarı Emre Taner'i ürküttü. Taner'e göre ulus devletlerin bir bölümü yok olacak. Yaşanan hızlı değişim ve teknolojik gelişmelere ayak uyduramayan milletlerin yok olacağını iddia eden Taner, Türkiye için endişelerini dime getirdi.
- Taner zamana bırakma veya bekle-gör politikalanın devrinin geçtiğini söyleyerek savunmadan hücuma geçilmesini şu sözlerle dile getirdi:
'Ulus devletlerin sonu'
İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanında yüzyıl boyunca önemli değişimlere yol açacak parametreler gelişiyor. Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır.
- Bu devletler sadece gelişmemekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dahil olmamakla kalmayacak, aynı zamanda birçoğu günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir. 06.01.2007

 

-ARŞİV.35

Haftalık Gerçek Hayat Dergisi’ne konuşan 54. Hükümet'in Bakanı ve Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi eski Mütevelli Heyeti Başkanı Namık Kemal Zeybek, üniversitelerin düşünce ve fikrin bağımsız olduğu yerler olduğunu, ancak Türkiye’de YÖK’ün, gerçekleştirilmesi istenen bir düzenin düzenleyicisi gibi çalıştığını kaydetti.
“AHMEDİNEJAD BİR DEV”
İ
ran’ın milli sanayii gerçekleştirdiğini de kaydeden Zeybek, Türkiye’nin İran’dan ders alması gerektiğini söyledi. Zeybek, “Hiç mi ders almayacağız İran’dan? Ahmedinejad’ı küçümsüyorlar. Hayır, Ahmedinejad’ın bedeni küçük olabilir, boyu kısa olabilir ama o dev bir adam. Dev gibi bir yüreği var. Bazen bir yürek oluyor bütün dünyayı kaplıyor Ahmedinejad. Benim için Şiilik ve Sünnilik önemli değil. Benim için Allah’a, Peygamber’e inandı mı iş bitti” şeklinde konuştu.

 

- ARŞİV.36

Fâtih’in “Ak Hoca”sı

15 Ocak (1459) Ak Şemseddin Hazretlerinin vefat yıldönümüdür. Onu ve Bizans’ı “İstanbul” yapan tüm yürekleri rahmet ve minnetle anarken, içinde bulunduğumuz “kaht-ı rical”de (adam kıtlığı) Ak Şemseddin gibi şahsiyetleri kavramak gerektiğini düşünüyoruz.

- Hazret-i Ebûbekir’in evlâdından, Şihâbeddin Sühreverdi’nin torunu olan Ak Şemseddin, (Asıl adı Muhammed bin Hamza) sakalı erken ağardığı ve beyaz giymeyi sevdiği için “Ak Şeyh” unvanıyla kendi yöresine nam salmıştı ya, bu ona yetmiyordu. İlmin hangi deryasına dalacağını ise kestiremiyordu. Beklediği işaret rüya olarak geldi. “Ya Hâlep’e gidip Şeyh Zeynüddin Hafi’den ders al, ya da Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli’den...”

- Ak Şemseddin önce Ankara’ya gitti. Ancak Hacı Bayram-ı Veli’yi yardım toplarken buldu. Nedenini bile sormadan yönünü Hâlep’e çevirdi. Ancak yol yorgunluğundan uyuya kaldığı sırada gördüğü rüya ile yeniden Ankara’ya yöneldi. Rüyada, boynuna, ucu Hacı Bayram-ı Veli’nin elinde bulunan bir tasma geçirilmişti. Veli arayış içindeki Şemseddin’i Ankara’ya doğru çekiyordu.

- Rüyayı işaret sayıp Ankara’ya döndüğünde Veli’yi, talebeleriyle birlikte tarlada çalışırken buldu. Aralarına karıştı. Hacı Bayram-ı Veli, yemek paydosunda, müritlerine yemek dağıtmaya başladı. Sadece Şemseddin’i görmezden geldi. Uzattığı tabağına yemek koymadı. Şemsüddin sessizce beklemeye başladı. Yemek bitti. Artıkları, sokak köpeklerinin yemesi için bir çanağa boşalttılar. Şemseddin misafir olduğunu, yemek istediğini tekrar söyleyince, Veli hışımla köpek kabını işaret etti ve ona rüyasını hatırlatan bir karşılık verdi:

- “Köpek tasmasıyla gelen misafir, köpek kabıyla ağırlanır.” Şemseddin, hiç itiraz etmeden, köpeklerin yediği kaptan yiyerek karnını doyurdu. Bu tevazuu ile de Hacı Bayram-ı Veli’nin kalbini fethetti. Yanında olgunlaştıktan sonra sırasıyla Beypazarı, İskilip (Evlek) ve Göynük’te tekkeler kurup irşatta bulundu. Nihayet Şehzade Mehmed’in (geleceğin Fatih’i) hocası oldu ve İstanbul’un manevi fatihi olarak tarihteki şanlı yerini aldı.

- Fetihten sonra, kendisine makam-mevki vermek isteyen talebesinden (Fatih’ten) izin isteyip Göynük’e döndü. Kendini “insan” yetiştirmeye adadı. İlmi ve ahlaki yeterliliği talebesinden (Fatih) de belli olan Ak Hoca’nın türbesi Göynük’te, tarihi Süleyman Paşa Camii’nin bahçesindedir.

- Bu “Yürek Adam”, vecd ve duyguyu realizmle bağdaştırabilen nadir insanlardan biridir. Gerektiğinde askerleşip büyük fetihte müritleriyle ön safa geçerken, gerektiğinde padişahına ve talebesine dünyanın bütün nimetlerini, lezzetlerini, kıymetlerini, kısacası padişahlığı el tersiyle ittirip kullukta varlık arama cehdi içinde, “Bir şaha kul oldum ki, cihan Ana gedadır” mısraını ilham edebilecek kadar da mükemmel bir ummandır.

- Sultan Mehmed, fetih sırasında karşılaştığı muazzam güçlüklerle ümidi tökezler gibi olduğu bocalayış anlarında hep Ak Şemseddin Hoca’sını yanında bulmuş, Peygamber müjdesini onun sesinden her duyuşta âdeta yeniden dirilmiş, ümitsizliklerin, tersliklerin üstesinden gele gele Bizans kördüğümünü parçalamıştır.

- Hoca, (Ak Şemseddin) talebesinden (Fatih’den) tam kırk iki yaş büyüktür. Bu bakımdan aralarındaki irtibat hoca-talebe münasebetlerini aşıp aynı mefkûreye, aynı ideale, aynı hasrete yürüyen bir baba-oğul münasebeti hâlinde kutsîleştirmiştir. Hoca’nın iman ve tasavvuf dünyası genç Padişah’ı öyle bir cezbetmiştir ki, bir gün Şeyh’inin huzuruna bin rica ile giderek: “Şeyhum, sana bir hacet içun geldum; Padişahlık ayruk bana yüktür, beni halvete koyup irşad eyle” demek suretiyle, dervişliği padişahlığa tercih ettiğini belirtmiş, ancak Şeyh’inden bu konuda yüz bulamamıştır.

- Ak Hoca Bizans’ın manevî fatihidir. Harap hâlde ele geçirilen şehri yeniden inşa eden aksiyonun merkezi, ayrıca Eyyûb Sultan Hazretleri’nin kayıp kabrini bir murakabe anında keşfeden büyük bir velidir.

- O kadar büyüktür ki, huzurunda Fâtih bile erimekte, tiril tiril titremektedir. Fâtih’in, Vezir-i Azamı Mahmud Paşa'ya şikâyeti meşhurdur: “Bu pire (Ak Şemseddin’e) hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım, ellerim titrer.”

- O kadar büyüktür ki, İstanbul'un fethinden hemen sonra yapılan ilk divan toplantısında, Fatih, komutanlarının huzurunda, fethiyle değil, Ak Şemseddin’le övünmüştür: “Bu ferah ki bende görürsüz; yalnız bir kal’a (İstanbul) fethine değildür. Ak Şemseddin gibi bir pir-i aziz, (mübarek bir ihtiyar) benum zamanumda olduğuna sevinurum.”

- Fâtih’in bu yaklaşımı, Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında, Kurucu Osman Gazi’ye, kayınpederi (kaimpeder), maneviyat önderi ve şeyhi Edebali Hazretleri’nin, “Oğul Osman, insanı yaşat ki, devlet yaşasın!” şeklindeki öğüdüyle bire bir örtüşmektedir.

- Kısacası Ak Şemseddin, “Adam gibi adam” yetiştirebilmek için, evvel⠓Hoca gibi hoca” yetiştirmek gerektiği gerçeğinin en çarpıcı örneğidir. Fâtih’i dünyada benzerlerine rastlanabilen bir cihangir olmaktan çıkarıp benzersiz bir hükümdar yapan sır Ak Hoca’da saklıdır. Talebesinin ruhunu gergef gibi işlemiş, kozasını örmüş, nihayet ipek böceği kozasından çıkıp uçmaya başlayınca, kendisi için önünde tek bir rota bulmuştur: Şehzade bu rotayı takiple fethi gerçekleştirmiştir.

- Vefat yıldönümünde Ak Şemseddin Hazretlerini rahmet, hasret ve minnetle anıyoruz. Yavuz BAHADIROĞLU 15.01.2007

 

- ARŞİV.37

İnsanlığın Öldüğünün Delilidir!

Vatan Caddesi'nde bir 'isimsiz'di. Bacakları tutmuyordu. Biri ambulans çağırdı. Hastaneler onu kabul etmedi. Ambulansla alındığı yere geri bırakıldı ve orada ölüme terkedildi! O'na ne mi oldu?

Binlerce aracın ve insanın geçtiği Vatan Caddesi'nin kıyısında önceki gün, iki büklüm yaşlı bir adam duruyordu.
-Titrediğini, soğuktan morarmış yüzünü pek çok insan gördü, "Battaniyem yok" diye bağırışlarını bir o kadar insan duydu. Bu insanlardan biri poğaca verdi, bir diğeri montunu üzerine örttü, bir manav yakıp ısınması için boş meyve kasalarını taşıdı. Çoğunluk uzaktan bakarak geçip gitti. Biri, Hızır Acil 112'yi aradı. Ama hastaneler onu kabul etmedi, ambulans bacakları tutmayan hasta adamı, aldığı parka bıraktı. Yanına gelip ne olduğunu soranlara "Kimliğim yok diye hastaneler bakmadı" dedi.
-Gece olup kalabalık cadde ıssızlaştığında çevredekiler, çığlıklarını duydu. Yaktığı ateşten esnafın verdiği battaniyesi tutuşmuştu. Bacaklarını kullanamayan adam kaçamamış yanıyordu. Polisler, onu bir marketten aldıkları pet şişe sularla söndürmeye çalıştı. Ateş söndüğünde kimsesiz adam ölmüştü.
-Ve bu olay ülkemizde, kendi mazlumuna sahip çıkamayanların, işgüzar ve kalbi sevgiden nasip alamamış devlet görevlilerinin, buna ses çıkartamayan bir milletin utancı olarak yarın unutulacak şekilde gündemde bir haber karesi olarak yerini aldı!
Artı bu kare, İnsanlığın Öldüğünün Delilidir!habervakti.19.01.07

 

- ARŞİV.38

Kıyametten geri dönüş yok

Independent’ın ele geçirdiği BM’nin küresel ısınma raporuna göre artık çok geç! Veriler artık dünyanın sonunu getirecek kıyamet için düğmeye basıldığı yolunda. Küresel ısınma öyle bir boyuttaki verdiğimiz hasarı tamir etme imkanı yok artık...
-Uzmanlar ‘Küresel ısınma kısır döngüye girdi. Dünyayı kirletmeyi şu an bıraksak bile ısı en az 3 derece artacak. Buzullar eriyecek, büyük şehirler sular altında kalacak, kar tarihe karışacak” diyor. Dünyanın vahim durumunu belgeleyen BM raporu cuma günü açıklanacak.
İşte rapordan çarpıcı maddeler:
-Meteoroloji kayıtlarının tutulduğu 1850’den bu yana en sıcak 12 yıldan 11’i, 1995’ten sonra oldu. 2007’nin en sıcak yıl olması bekleniyor.
-2100 yılına kadar ortalama sıcaklık en az 3 derece artacak. Kabus senaryosuna göre 6 derece de artabilir.
İstanbul denize gömülecek
-Karbondioksit oranı hiç artmayacak olsa bile 2100’e kadar deniz seviyesi 43 santimetre yükselecek. Karbondioksit artışı günümüzdeki gibi devam ederse denizler 80 santim yükselecek. Bu durumda İstanbul, Venedik ve Londra gibi kentlerin büyük bölümü sular altında kalacak. 
- Kuzey buz denizi yazları eriyecek. Grönland adası üzerindeki buz tabakası tamamen ortadan kalkacak.
-100 yılda atmosferde karbondioksit oranı yüzde 44 artacak. Şu an dünyayı kirletmeyi bıraksak bile kısır döngü yüzünden küresel ısınmanın etkilerini hafifletmek neredeyse imkansız.
-Kış aylarında kuzey yarımküreye ılıman hava taşıyan Gulf Stream su akıntısı zayıflayacak.
Kar tarihe karışacak
-Avrupa, tıpkı 2003 yılında binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan yaz aylarındaki gibi sıcak hava dalgalarının etkisi altına girecek. Avrupa’nın güneyinde ise kar yağışı tarihe karışacak.
-Sıcak ve uzun yaz aylarından sonra ise Kuzey Avrupa’da sert hava koşulları hakim olacak. Özellikle Amerika kıtasını vuran kasırgaların sayısı ve gücünde ciddi artış yaşanacak. //30.01.2007

 

- ARŞİV.39

İnsan beynini okuyan buluş

Dünyanın önde gelen nörologları, beyin aktivitelerini analiz ederek bilgisayar aracılığıyla geliştirdikleri bir teknikle "insanın düşüncelerini okumayı" başardılar. İleride daha karmaşık düşüncelerin okunması için önemli bir adım oluşturan ve Spielberg’in "Azınlık Raporu" adlı bilimkurgu filmini hatırlatan çalışma, kolay sonuçlanmayacak bir etik tartışmayı da başlattı.
- ALMANYA’nın İnsan ve Beyin Bilimi Enstitüsü ile Londra ve Oxford üniversiteleri bilim insanlarının "insan düşüncelerini okuma" çalışmaları başarılı sonuç verdi. Hepsi de nörolog olan uzmanlar, yüksek çözünürlü beyin tarama cihazı kullanarak beynin faaliyetlerini geliştirilen bilgisayar programı aracılığıyla okumayı başardılar. Buluş, ileride daha karmaşık düşüncelerin okunması için önemli bir adım oluşturuyor.
- SUÇLUYU TESPİT ETMEK  Yeni teknik, beyin kontrollü bilgisayarlar, yapay kol ve "düşünceyle hareket eden makinalar"ın üretiminde kullanılabilecek. Tekniğin daha da gelişmiş bir versiyonunun, "Azınlık Raporu" (Minority Report) filminde olduğu gibi, suçluların sorgulanmasında kullanılabileceği belirtildi. Ayrıca cezaevinden tahliye edilecek mahkumların ileride yeni suç işleyip işlemeyeceğini saptamak da bu teknik sayesinde mümkün olabilecek.
- AKLINIZDAN GEÇENLER  Araştırmacıların bundan sonra "insanın aklından geçenlerle gerçek niyetini ayırt etmeyi sağlayacak" yeni bir yöntem geliştirmek için çalışacakları ifade edildi.
- İnsan ve Beyin Bilimi Enstitüsü uzmanı ve araştırmayı yürüten heyetin başkanı  Prof. John-Dylan Haynes, geliştirdikleri tekniği anlatırken "Tarama cihazı aracılığıyla beyne bakıyor ve bilgiyi okuyoruz. Bu, karanlıkta meşale aracılığıyla duvardaki yazıyı okumaya benziyor" dedi.
- AZINLIK RAPORU FİLMİNDEKİ GİBİ Yönetmen Steven Spielberg’in ünlü bilimkurgu yazarı Philip K. Dick’in bir öyküsünden beyazperdeye aktardığı filmde, çok gelişmiş bir sistemle "düşünceleri okuyabilen" dedektifler, yasayı ihlal etmeyi düşünen kişileri, eyleme geçmeden ve yasayı ihlal etmeden yakalıyordu. Yeni teknik, uzmanların belirttiğine göre aynı bu filmde olduğu gibi suçlu ve teröristlerin sorgulanmasında önemli kolaylıklar sağlayabilecek. Ama beyin okuma tekniği, "olumsuz yönü"yle etik tartışmayı da beraberinde getirdi. Prof. Haynes, "Bu teknik geliyor. Ancak bu konuda etik tartışmaya ihtiyaç var. Çünkü insanların bunu kötü amaçlar için kullanmaları sürpriz olmaz. Bu, birkaç yıl içinde tam anlamıyla önümüze gelecek. Buna hazır olmalıyız" diye konuştu. Cambridge Üniversitesi uzmanlarından Barbara Sahakiyan ise şöyle konuştu:
- "Biz ’Azınlık Raporu’ toplumu haline gelmek istiyor muyuz? Bu öyle bir toplum tipi ki, belki de hiç işlenmeyecek suçlar için önceden önlem alıyor. Söz konusu teknik, iyi ve kötü amaçlar için kullanılabilir. Onun için şimdiden tartışmalı ve sonuçları hesaplanmadan düşüncesizce kullanılmasının önüne geçmeliyiz." Kaynak: Hürriyet 11 Şubat 2007

 

- ARŞİV.40

Atatürk Vahdettin'de nasıl yanıltıldı

'Vahdettin hain miydi' sorunun cevabı hala önemli. Mustafa Armağan, 'Vahdettin'e hain' diyen Atatürk'ün neden bu kanaate sahip olduğunu ve nasıl yanıltıldığını yazdı. Mustafa Kemal, Vahdettin konusunda nasıl yanıltıldı?  MUSTAFA ARMAĞAN

- Tarihte “son nokta” yoktur; olamaz da. Donmuş değil, dinamik bir süreçtir tarih. Vakalar değişmese bile algılanmaları zamanla değişir. Daha önce bakılmamış açılar ortaya çıkar, yeni tanıklar konuşmaya başlar, elde edilen bilgiler yeniden harmanlanır ve yeni sentezler doğar bunlardan.
Bugün üzerinde duracağımız örnek ise bildik bir konuda: Vahdettin hain miydi? Bu soru son yıllarda artık eski enteresanlığını yitirmişse de, yine de taraftar buluyor. Vatan hainliği ithamına net ve tarafsız bir tanım getirmedikçe galiba ilgi çekmeye devam edecek.
- Nedir vatana ihanet ve kimin hain olduğuna son tahlilde hangi merci karar verecektir?
Mesela bundan 50 yıl önce Nazım Hikmet vatan hainiydi devlete göre. Bugün ise böyle düşünenlerin sayısı azınlıktadır. Peki ne değişmiştir aradan geçen sürede? Nazım, bir mahkemede aklanmıştır da onun için kitapları serbestçe basılabilmekte, şiirleri kapış kapış kasetlerde yerini almaktadır? Hayır. Herhangi bir hukukî beraati olmadı; ama Nazım’a 1950 şartlarında vurulan hain damgasının esasa değil, devrin şartlarına dayandığı, dolayısıyla o şartlar ortadan kalktığı (komünizm çöktüğü) için suçlamanın gereksizliği anlaşıldı.
- Ancak Vahdettin’in ihaneti hakkındaki tartışmalar kolay son bulacağa benzemiyor. Çünkü Vahdettin’in hainliği iddiasının da hukukî olmadığı, tıpkı Nazım’da olduğu gibi siyasî ve konjonktürel sebeplerden kaynaklandığı anlaşılırsa onun üzerine bina edilen bütün iddialar, mesela Osmanlı tarihinin son dönemi hakkındaki yorumlar çökme tehlikesi geçirecektir. Bu yüzden, 2005 Temmuz’unda Süleyman Demirel’in isabetle (!) teşhis ettiği gibi, Vahdettin’in hain olduğunun bilinmesinde daha bir süre yarar vardır!
- Şimdi TBMM’ye uzanalım ve Gizli Zabıtları karıştıralım. 1921 yılını içeren cildi elimize alalım ve başlayalım karıştırmaya. Tam da bu yazıyı yazdığım 8 Şubat gününe gelelim. Biraz önce Mehmed Âkif, Meclis kürsüsünden ilk ve son defa konuşmuş, sonra bazı milletvekilleri Âkif’in Padişah’a yazılacak mektubun taslağı üzerinde görüşlerini belirtmişlerdir. Nihayet kürsüye Mustafa Kemal Paşa çıkmış ve Milli Şairimizin Sevr konusunda işgal kuvvetlerinin süngüsü altındaki Halife-Sultan Vahdettin’in meşruiyetini kaybettiği için TBMM’yi tasdik ve kararlarını kabul etmesini isteyen ifadelerini eleştirmiştir. Ona göre Meclis’in, meşruiyetini başka hiçbir merciye tasdik ettirmeye ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, der, Mustafa Kemal, Hilafet makamı aslında “mühmel”dir, yani boştur.
- Neden peki? Çünkü, bu “çünkü” çok önemli, Mustafa Kemal’e göre Sultan Vahdettin, antlaşmanın imzası öncesinde, 22 Temmuz 1920’de toplanan Saltanat Şûrası’nda “Sevr muahedesini... bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” Dolayısıyla TBMM’nin, İngiliz süngüsü altındaki “esir padişah”ın onayına ihtiyacı yoktur.
- Peki olay hakikaten Mustafa Kemal’in açıkladığı gibi mi cereyan etmiştir? Yani Saltanat Şûrası’nda ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denilmiştir de, Vahdettin de ayağa kalkmak suretiyle onu kabul mü etmiştir? Yoksa...
- İşin esası şu: Hadise Mustafa Kemal’e yanlış aksettirilmiş ve onun Vahdettin hakkındaki kanaati, iletişim hatlarındaki “bir kısım” parazitlerden olumsuz yönde etkilenmiştir. O halde nedir olayın iç yüzü?
- Vahdettin’in Saray Başmabeyncisi, yani özel sekreteri Lütfi Simavi’nin “Osmanlı Sarayının Son Günleri” (Pegasus Yayınları, 2006, s. 328) adlı hatıralarında anlattıkları gerçekten de şaşırtıcıdır. Simavi’ye göre Vahdettin, bırakın oylamada ayağa kalkmayı, açılış nutkunu okuduktan sonra salonda bile durmamış, çıkıp gitmiştir.
- Siz gözlerinizi ovuşturmaya devam ederken ben Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndaki silah arkadaşlarından ve aynı zamanda Vahdettin’in damadı olan, yani iki tarafa da eşit mesafede duran birinin, İsmail Hakkı Okday’ın “Yanya’dan Ankara’ya” (Sebil Yayınları, 1994, s. 385-386) adlı hatıralarını masama getirip okuyayım da dikkatle dinleyin:
- “Nihayet ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr’a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan’dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişah’a hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”
- Şimdi o ayağa kalkma meselesi anlaşıldı mı acaba? Özetleyelim o halde:
1) Bir kere bu tür şûralarda padişahın oy hakkı yoktur ki! O, konuşulanları dinler, kararın kendisine bildirilmesini ister ve sonuçta onaylar veya onaylamaz.
2) Ayağa kalkarak oylama yapılması çağrısı yapılınca padişah, konumu gereği dışarı çıkmış ve o çıkarken şûra üyelerinin hepsi saygılarından ayaklanmış, bu da Damat Ferid tarafından Sevr’in onaylandığı şeklinde yorumlanmış, yani oylama tam anlamıyla bir oldubittiye getirilmiştir.
3) Rıza Paşa ise oyuna geldiğini anlayınca oylamayı protesto maksadıyla yerine oturmuş ve bu yüzden de aleyhte çıkan tek oy onunki sayılmıştır. Kuşkusuz 1921 Yazı gibi feslerin bir baştan öbürüne uçuştuğu bir ortamda meselenin içyüzünü bilebilecek durumda olmayan Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir gibi Milli Mücadele önderleri, ayağa kalkıp Sevr’in imzalanmasını onayladığı sonucunu çıkararak Vahdettin’in hainliğine hükmetmişler, bu da onun ihanetine yeterli delillerden biri sayılmıştır. Fazla söze ne hacet! İşte tarihte yanlış anlamaların nereden kaynaklandığına yakıcı bir misal. 
m.armagan@zaman.com.tr

 

- ARŞİV.41

İslam'a hakaret yasaklansın

Konseyde, İslam Konferansı Teşkilatı'nın (İKT) sunduğu, "İslamı, terörizm, şiddet ve insan hakları ihlalleriyle tanımlama girişimlerinden derin endişe duyulduğunun dile getirildiği" karar 14'e karşı 24 oyla kabul gördü.
- 47 üyeli konseyin 9 üyesinin çekimser kaldığı oylamada, Avrupa ülkeleriyle Müslüman olmayan diğer bazı ülkeler karşı oy kullandı. Kararda, İslam dışında başka dinler zikredilmedi, ancak "herhangi bir dine ya da dinin mensuplarına karşı hakaret, kin, husumet ve şiddet içeren ırkçı ve yabancı düşmanı düşüncelerin yayılmasının yasaklanması için kararlı adımlar atılması" çağrısında bulunuldu.
-Avrupa ülkeleri dışında karara karşı çıkan diğer ülkelerin Kanada, Japonya ve Güney Kore olduğu, çekimser kalan ülkeler arasındaysa Gana, Hindistan, Nijerya, Zambiya ve bazı Latin Amerika ülkelerinin bulunduğu kaydedildi. BM İnsan Hakları Komisyonunun yerine kurulan konseyin 47 üyesinden 17'sini Müslüman ülkeler oluşturuyor. Konseyde bu kararın çıkması için ilk girişim, eylül 2005'te bir Danimarka gazetesinde İslam dünyasını rahatsız eden karikatürlerin yayımlanması üzerine başlatılmıştı. 30 Mart 2007 Cuma 18:12  Internet

 

- ARŞİV.42

‘Biz, duacılar tarafındayız’
GENELKURMAY ESKİ BAŞKANI ÖZKÖK, EMEKLİLİK SONRASINI DEĞERLENDİRDİ:Emekli Org. Hilmi Özkök, emeklilik sonrasını değerlendirirken; "Ankara sıcak günler yaşıyor, ben sadece seyrediyorum... İyi dileklerimi iletiyorum... Ülkem için duacılar tarafındayım" dedi 13.04.07

 

- ARŞİV.43

4 yıldızlı 4 mesaj

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, dün 4 konuda önemli açıklama yaptı. Büyükanıt, sınır ötesi operasyon için “Biz hazırız, siyasi iradenin kararını bekliyoruz” dedi

- Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Karargahı’nda, kuvvet komutanlarının da hazır bulunduğu bir basın bilgilendirme toplantısı düzenledi. Göreve başlamasının üstünden yaklaşık 8 ay geçtiğini ve bu süre içinde bir basın bilgilendirme toplantısı düzenlemediğini hatırlatan Org. Büyükanıt, bu sürede kamuoyu ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ni (TSK) ilgilendiren birçok olay meydana geldiğini söyledi. Bu süre içinde arzu edilmeyen şeyler olduğunu, ancak soğukkanlı olmayı yeğlediklerini kaydeden Org. Büyükanıt'ın özellikle üzerinde durduğu konular ve açıklamalar şöyle:

BARZANİ-ABD-TERÖR: Terör örgütünün mayıs ayı ile birlikte faaliyetlerini artıracağına dair elimizde bilgiler var. Bu nedenle birçok bölgede şu anda büyük operasyonlar yapılmaktadır. Son günlerdeki olaylarda 10 şehit verdik 29 teröristi etkisiz hale getirdik. Bin teröristi engellesek bir askerimizi şehit versek bu yine bize aynı acıyı verir. Terörle mücadeleye tüm boyutlarıyla devam edilmeli. PKK, Kuzey Irak’ta kök salmıştır. Süleymaniye’yi indiğiniz zaman sadece Kürt bayrakları karşılamaktadır. Irak bayrağı yoktur. K.Irak’ta merkez bankası kuruluyor. Bunun anlamı her yönüyle müstakil bir yapı oluşuyor. Kendi paralarını kullanıyorlar. Asker olarak bakınca, Barzani'nin söylediklerini kabul etmek mümkün değil. Geldiğimiz noktaya ibretle bakıyorum. Sarfettiği sözler çok seviyesiz sözler. Ben, ona söylettirenlere bakıyorum. K.Irak'a operasyon yapılmalı mı? Evet, yapılmalı. Fayda sağlar mı? Evet, sağlar. Bir hudut ötesi operasyon için siyasi kararın çıkması lazım.

CUMHURBAŞ- KANLIĞI SEÇİMİ: Seçilecek Cumhurbaşkanı TSK’nın başkomutanı olacaktır. Bu nedenle hem Cumhurbaşkanımız hem de başkomutanımız seçilecek. Bu yüzden de seçilecek Cumhurbaşkanının Cumhuriyetin temel değerlerine, Anayasadaki laik ve demokratik değerlere, üniter devletin değerlerine bağlı, ama bunlara sözde değil özde bağlı, bunu davranışlarına yansıtacak birinin olacağına inancımı belirtmek istiyorum. Bunu umut ediyorum. Bundan kuşkumuz yok. Hem vatandaş, hem de TSK'nın bir personeli olarak. Karar Meclis'in kararı. Başka bir şey söyleme durumunda değilim.

- GÜNLÜK VE ANDIÇ: Son günlerde basında bazı haberlere yer verilerek ordumuz yıpratılmaya çalışılıyor. Bu günlükleri okuduğumuz zaman şunu sormadan edemiyoruz: İyi de acaba doğru mu? Şimdi ben bilgisayar başına geçsem, yazsam birşeyler, Murat Yetkin'in (gazeteci) günlükleri desem, içine kötü kötü şeyler yazsam. Bunları yayımlayan derginin genel yayın yönetmeni bir röportaj yaptı. 'Belge var mı?' sorusuna cevap veriyor: 'Günlüğün kendisi belge'. Genelkurmay arşivinde var. Demek ki bizim arşivlere de girmişler. Genelkurmay'daki bütün arşivi tarattırdım. Böyle bir belge yok. Bir kere Oramiral Özden Örnek ile görüştüm. Üzgündü. Askerliğini bitirmiş bir asteğmen andıç olayıyla ilgili savcı tarafından tutuklandı. Andıç karargah içi çalışmadır. Ve basına sızan gerçekten taslaktır. TSK'da akreditasyon vardır, doğru. Neden akreditasyon var. Türkiye'de bir PKK gazetesi yayınlanıyor. Onun elemanı şuradaki sıralardan birinde oturs u n . Nasıl arzu edebiliriz? Aşırı dini yönde yayın yapanlar var. Başlık atıyorlar 'Türk askeri cuma namazının hangi gün kılındığını bilmez' diye. Esasında komedi. Akreditasyon bazı basın mensuplarına ceza vermek değil, 'biz sizinle işbirliği yapmak istemiyoruz' diyoruz.

 - AZINLIK HAZIRLAMA ÇABALARI: Türkiye Cumhuriyeti çok güçlü bir devlettir, millettir. Ama yıpratmaya çalışanlar var, bu bir gerçek. AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu (AP) tarafından hazırlanmış olan raporlarda ''Türkiye'deki dini ve etnik azınlıklar'' konusuna ısrarla yer veriliyor. Durmadan yeni azınlıklar üretiliyor. AB'nin müzakere çerçeve belgesinin 10. maddesine baktığınız zaman, orada nelerin AB müktesebatı olduğu açıklanıyor. Bırakın AP kararlarını, sözlü açıklamalar bile müktesebata girmiş durumda. Eğer o müktesebatı alıp da uygulamamız gerekirse Türkiye'yi paramparça etmişiz demektir. Londra merkezli Uluslararası Azınlık Hakları Grubu adlı kuruluş ''Türkiye'de azınlık haklarının geliştirilmesi'' konulu üç yıl sürecek bir proje üzerinde çalışıyor. Türkiye'deki bazı sivil toplum kuruluşları da bu projeyle işbirliği yaptıyor. Böyle bir çalışmanın ne anlama geldiğine ve amacının ne olduğuna sanırım izah gerekmez.13.04.2007

 

- ARŞİV.44

Ünlü bilimadamı: Evet, Allah var
Big Bang teorisini savunan en ünlü bilim adamlarından Dr. Brian Cox, “Ben Allah’a inanıyorum; inananların daha güçlü olduklarını düşünüyorum” diye konuştu. Dünyanın gaz ve toz bulutunun sıkışması sonucu büyük patlamada (Big Bang) oluştuğunu ve zamanla soğuduğunu savunan teorinin önde gelen uzmanlarından Dr. Brian Cox, “Bilimsel inançlara sahibim, yine de neyi bilip neyi bilemediğimizi iyi ayırmak gerekiyor” dedi. Yönetmen Danny Boyle’un “Sunshine” (Günışığı) adlı filminin bilim danışmanı olan Cox, “İnançları güçlü insanlara hayranım. Çünkü onlar da dünyaya karşı büyük bir ilgi besliyor” diye konuştu.14.04.07

 

- ARŞİV.45

Osmanlı'dan ne kadar para kaldı?

Türkiye yıllarca Osmanlı'nın borcunu ödedi. Peki Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyet'e ne kadar para kaldığını merak ettiniz mi? Zaman'dan Mustafa Armağan bu ilginç sorunun peşine düştü.  İşte Armağan'ın o haberi: 
"1.1929’da ödediğimiz borcun kendisi değil, yalnız faiziydi.

2.Bu ilk ödememizle birlikte ekonomi iflas sinyalleri vermiş ve alacaklılara gerisini getiremeyeceğimizi ilan etmiştik. İşte bundan sonra ödemelere ara verilmiş, görüşmeler 1932’de sonuçlanmış ve asıl borcun ilk düzenli ödemesine 1933’ten itibaren başlamıştık. Oradaki kastım, 1954 yılına kadar devam edecek olan bu ilk düzenli ödemeydi.

3.Ödediğimiz Osmanlı borçlarının tutarı, TL bazında yaklaşık 150 milyon liradır. Peki hiç merak ettiniz mi Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan nakit para tutarının ne kadar olduğunu? Tamı tamına 161 milyon TL kâğıt para (bozuklar hariç). Yani Osmanlı hazinesinden 161 milyon TL’yi cebinize koyarken bu para nereden geliyor diye sormuyorsunuz da, borcunuz çıkınca niye mızıklanıyorsunuz? Bir miras olayında alacak ve borç gayet tabii bir durum değil mi? Mustafa Armağan 22.04.2007

 

- ARŞİV.46

Barzani’den talimatlı milletvekili bile var

Ne kadar sulandırılmaya kalkışılsa bile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yayınladığı bildirinin adı ‘Muhtıradır’. Sessiz sedasız ve başarılı bir operasyonla halledilebilecek’ Çankaya’nın devir teslimi’ Bülent Arınç öncülüğünde bu hale getirildi. Oysa durum çok farklı gelişiyordu. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ü bağrına basmaya hazırlanan Ordu’nun Kırmızı Çizgileri’ni Başbakan bilmiyor muydu? TBMM Başkanı’nın Devlet’in Zirvesi’ndeki forsa ‘Türban çekme planı’ Recep Tayyip Erdoğan ve ekibine derin yara aldırmıştır.

- Sadece Arınç mı suçlu? Hayır. Bıraktık Kuzey Irak’a müdahale için ABD’nin elini öpme gayretlerini. Vazgeçtik her fırsatta ‘Türkiye’de 36 etnik grup var’ diyen söylevleri. Kıbrıs’ta meydan okumaları da duymazdan geldik. Ancak, sadece son bir haftaya dönüp baktığınızda TSK’ni ağır şekilde aşağılayanlar türedi. Meclis bahçesinde AK Parti milletvekilleri arasında oturan ‘Sahibinin Sesi gazete’nin genel yayın müdürünün, ayakkabısının tabanını gösterecek kadar şımarmış tarzını yadırgamasak da olur. Ya ağzından çıkan laflar. Bir başka programda daha birkaç yıl önceye kadar marksist olan akademisyen yazarın “Artık, Savunma Bakanı’nın konuşacağı, bürokratlarının-Genelkurmay’ı kast ediyor-susacağı döneme giriyoruz” söylevini sadece bizler mi dehşetle izledik? Üç gün önce yazdığımız gibi bu ‘Satılık adamlar’ üç ayrı televizyonda program ve bir gazetede köşe verilerek ‘Tetikçi olabildiler’.

- Ulusal Egemenlik Haftası’nda, Cumhuriyet’le alay eder gibi düzenlenen birtakım ‘Çarpık kutlamalar’ı görmeyen kaldı mı? AK Parti’nin yerel yönetimlerinde olduğu her belediye birer tahrik makinesi gibi çalıştı. Üst geçitlere, tüm görünen yerlere asılan pankartlara bir bakın. ‘Abdullah Gül Milletin çocuğu’. Peki daha önceki Cumhurbaşkanları ‘Çanakkaleli Melahat’ın doğurdukları mıydı? TBMM Başkanı’nın “Çankaya’da dindar Cumhurbaşkanı olacak” sözünden öncekilerin gavur olduğu ve hatta Vecdi Gönül’ün de bu kategoriye sokulduğunu çözemiyor musunuz? Daha önceki sabah yenilerini fark ettik; ‘Yapacağımız daha çook iş var’. Herhalde ‘Şeriat Düzeni’ kastediliyor.

- Meclis’teki Cumhurbaşkanlığı oylamasının ilk turuna, Barzani’nin talimatıyla giren Milletvekili var. Bunu biz söylemiyoruz. Devlet’in önemli kuruluşları tespit etmiş vaziyette. Çıkar peşinde koşanları da herkes öğrendi. Bakmayın siz dönek medyanın fırıldak yazarlarına. Muhtıra’yı yiyen asıl onlar. Bir anda nasıl dönüş yaptıklarına tanık oluyorsunuz. Perşembe günü yazdığımız “Arınç’ın çatapatları” başlıklı yazımızdan bir bölümü tekrarlamak istiyoruz:
- “Bu işin mimarı Arınç oldu. Çektiği resti Başbakan Erdoğan göremedi. Ya da işine geldi. Herkes nabız tutuyor. Biz de yokladık ve edindiğimiz izlenimleri yazacağız. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tüm rütbelileri ‘Çankaya’da bir türbanlı cumhurbaşkanı eşi’ görecekleri için buruk. Hele hele, Bülent Arınç’ın ‘16 Mayıs sabahı konuşacağım’ ve ‘Biz üç-beş çatapattan korkmayız’ laflarını unutmuyorlar Arınç’ın bu cümleleri bilerek kullandığı ve muhatabın Ordu olduğu kanısı içlerine oturmuş vaziyette. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, yine onun tarafından ekarte edilmesi, kızgınlığı ikiye katlamış vaziyette.”
- Bundan sonra neler olacağı yine Başbakan’ın tavrına bağlı.
Ordu’nun B ve C planları da hazır. Restini çekti, bekliyor. Bizim formülümüz ise çok basit; seçim. Hem de imkan varsa, hemen!

NOTLAR: Bir sürü, ‘İleri görüşü kutlama mesajı’ aldık. Ancak, ağır hakaret dolu olan bir tanesine “Sonuna attığı imzadaki gibi-Baldırı Çıplak-olarak kaldın herhalde” diyeceğiz. Sanırız bu zat, Muhtıra’nın muhataplarından oldu. Fermuar mizah dergisinin 33. sayısı da çıktı. Genç bir ekibin ürünü olan bu yayın organını hâlâ almayan varsa, gecikmesinler diyoruz. Son notumuz ise bugünkü Çağlayan Mitingi’yle ilgili. Buraya katılmak hiçbir zaman bu kadar anlamlı hale gelmemişti... Burhan Ayeri burhan.ayeri@aksam.com.tr

 

- ARŞİV.47

Avrupa çöküşte

Eurovision yarışmalarına baktıkça imparatorluklarda görülen yükseliş ve çöküş aşamalarının aynen Avrupa’da yaşandığını üzülerek gördüm. Bir büyük medeniyet göz göre göre ortadan yok oluyordu
-Cumartesi günü keşke yayın yönetmeni olacağıma bayrak üreticisi olsaydım diye düşünmekten moralim bozuldu. Kaçırdığım bu fırsata üzülerek akşam saatlerini getirdim. Belki canımın sıkkınlığı azıcık geçer diye televizyonu açtım, ama bu defa tam depresyona girmeye başladım, çünkü televizyonda Eurovision yarışması vardı.
-Ben Eurovision yarışması icat edilmeden önce Avrupa kavramına saygı duyan bir insandım. İngiliz tarihini baz alarak feodalizmden kapitalizme geçiş süreci hakkında uzmanlığım olduğundan Avrupa’nın tarihini az çok bilirim. Eh aynı medeniyeti paylaştığımı da düşünürdüm, ama Eurovision yarışmalarına baktıkça imparatorluklarda görülen yükseliş ve çöküş aşamalarının aynen Avrupa’da yaşandığını üzülerek gördüm. Bir büyük medeniyet göz göre göre ortadan yok oluyordu. Son Eurovision’u seyrederken sadece üzülmekle kalmadım ayrıca korktum da.
-Sahneye çıkan gruplara iyice baktınızsa orada görülen insanlardan bir tanesinin bile normal diye tanımlanabilecek insan tipi olmadıklarını görmüşünüzdür. Fizikleri tuhaf, hareketleri tuhaf, cinsleri belli değil, kadın desen değil erkek desen hiç değil. Üçüncü cinsten farklı bir şeyler onlar, ayrıca doğuştan olan gariplikleriyle de yetinmiyorlar, takıştırdıkları, giydikleri ile garipliklerini katlıyorlar. Bunlar sanatçı o kadar gariplik de olur diyorsanız bunu da kabul ediyorum, eh ben de Alice Cooper ve sahnede canlı hayvanın kafasını ısırarak koparan bir müzisyeni seyrederek geçen bir gelenekten geliyorum. Gariplikse gariplik bunu anlarım ama yarışmanın yapıldığı salondaki seyirciler daha da gariptiler. Seyirciler üstelik geri zekalıydılar da çünkü arada bir konuşma girişiminde bulundular. Büyük ihtimalle sahneye çıkanlar da geri zekalıydılar ama bunun bir sakıncası yok çünkü müzisyen olmak ve sahnede başarılı olmak için üstün zekaya gerek yok. Hatta bu iş için fazla zekanın bir handikap olduğunu söyleyebiliriz.
-Salonda kamera dolaşırken arada bir düzgün normal görünümlü insanlar da görünüyordu ekranda. Bunlar Türk seyircilerdi tabii ki, nüfus cüzdanlarından anlamadım bunu. Tabii ki onların elinde de bayraklar vardı. Bayrakları orada da görünce hayatta yanlış meslek seçimime tekrar üzülüp bunalıma girdim. O salondaki tek Türk kendisini maymunlar cehennemindeki Charles Heston olarak hissediyordu herhalde.
-Bu kadar çirkin, garip, ne idüğü belirsiz bir kavmin hakim olduğu bir birliğe girmeyi derhal reddedip, Avrupa Birliği üyeliğimizi derhal askıya almalıyız. Eurovision gecesinde ben bir tek Rusya grubunu sevdim. Onlar da beyaz Rus kızlardan oluşan bir gruptu. Beyaz Rus kızları sahneye çıkarıp birer koltuğa oturtup hareketsiz durdursalar, yine de çok beğeni kazanabilirlerdi. Ne yapayım hayatın bir gerçeği bu da. Serdar Turgut 15.5.07

 

- ARŞİV.48

Kurtuluş istiyorsan görevini erteleme/1

Dünyada ve âhirette kurtuluş/felah, insanların müşterek ihtiyacı ve hasretidir. Kurtuluş, kulluk görevlerini yerine getirenlerin hakkıdır. Kurtuluş, huzuru doğru adreste aramakla gerçekleşir. Huzurun doğru adresi, elbette ki islâm’dır. Huzuru islâm’da aramayanlar, ömür boyu huzursuz kalmaya mahkûmdurlar.

- şek ve şüphesiz olarak huzur islâm’dadır. Çünkü islâm’da hayat; iman, hicret, cihad ve şehâdettir. inkarcılar gibi canlı cenâze olmak, hayat süren lefl konumunda bulunmak değildir. Esas hayat, rûhun hayatıdır, imanın can kafesinde ölü gibi kalması değil, sahibini ve toplumu diriltmesidir. Hayat, Allah’ın ve Rasûlünün bizi çağırdığı esaslara uymaktır. Bugün yaflananlar, bu ölçüler içinde hayat sürmek değil; ölü olduğunu bile hissetmeyecek kaosu, kıyâmeti yaşamaktır. Maddî hayat yönüyle ölenler, öldüklerinin, yani kendi kıyâmetlerinin koptuğunun farkındadırlar. Ama mânen ölmüfl, kendi kıyâmeti kopmuş kimseler, öyle dehşetli bir kıyâmet içindedirler ki, kendilerini canlı sanmaktalar. Toplumun mânevî kıyâmeti, o toplumdaki bireyleri de kuşatır: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirâyet ve hepsini periflan eder). Biliniz ki, Allahın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)

- Hadis külliyâtları, Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis rivâyeti ihtivâ eder. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi dönemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayışaması, islâmî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk edilmesi, ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren kıyâmet alâmetlerinin tümünün ortada olduğunu, çoktan insanı kasıp kavurduğunu görüyoruz. Hadis rivâyetlerinde kıyâmet alâmetleri olarak sayılan, yukarıdaki ifadelerin dışında şunları görüyoruz: insanların bina yapmakta birbiriyle yarşmaları, insanların ölümü temenni etmeleri (ve intihar arzusu), ikisi de hak iddiasında bulunan iki büyük islâm ordusunun birbiriyle savaşması, islâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması, depremlerin çoğalması, zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (zamanın bereketinin gittiği bir koşturmaca ve elektrik aydınlğı› ile gecenin gündüz gibi olmas›), cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi, yahûdilerle müslümanların savaşmaları (Filistin'de fiilen ve dünyanın her tarafında fikren), zinânın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (özellikle çarşı pazarda)... Bütün bunların yaşanılan vak'a olduğundan yola çıkarak kıyâmetin de koptuğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunlar, toplumsal âfetlerdir. Bu problemler, toplumların kıyâmetidir. Bu özellikler, huzursuzluğun, fitnenin, kaosun, kokuşmuşluğun belirtileridir. Bunları yaşayan toplum, kıyâmet dehşeti yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle bin kere ölmüştür de cenâzesini kıldıran yoktur.

- Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmeyen, hatta kendi yaşadığı zamanda bile kıyâmetin kopmayacağından emin olmayan bir peygamber, toplumun kıyâmetini çok belîğ bir şekilde anlatmış olur bu alâmetlerle. Osmanlı, son demlerinde, ölüm döşeğindeki "hasta adam"a benzetilirdi; şimdi onun devamını adam yerine koyan olmadığına göre çoktan öldü o. Osmanlı, "kıyâmet alâmeti" olarak dillendirilen bu toplumsal mikropları, tedbirsizlikten dolayı bünyesine bulaştırdğıı için hastalandı. Onun çocuğu bu belâlara ilâç diye sarıldığı için kıyâmeti her an yaşamakta. Gerçek kıyâmetin dehşeti bir anlık iken; toplumsal kıyâmet, her an dehşet saçmaktadır. Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. "Kıyâmet ne zaman kopacak? Onun alâmetleri nelerdir?" diye sormak yerine; "ölüme, kıyâmete, ondan sonrasına hazır olup olmadığımızı" kendi kendimize sormamız gerekmez mi? Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi etme flansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!” diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız. şunu bilelim ki; kendilerini kabre hazırlamayanlar, kendilerine her gün kabir hazırlarlar. Yani canlı cenâzeler olmaktan kurtulamazlar.

Allah’ın emirleri doğrultusunda kulun görevlerini ertelemeden yerine getirmesi, hayatı yaşamasıdır, diri olduğunu belgeleyip ispatlamasıdır. Hayat sahibi olanlar, kalbleri diri olanlardır. Onlar görevlerini ertelemeden kurtuluflu bekleyenlerdir.

 

 - ARŞİV.49

Kurtuluş istiyorsan görevini erteleme/2

Kalbi hayatları ölenlerin kalıb hayatları çoktan ölmüştür. Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, rûhun hayatı olduğu gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde "ölmek" değil; gerçekte "dirilme"dir, hayat bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibârettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve "sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeyi tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek hayatta artık yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler söz konusu değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azâba, ateşe dirilmedir; dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir canlılığa adım atarlar. Kur'an bunu, "Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi." (29/Ankebût, 94) şeklinde ifade etmektedir.

- Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle dirilemeyenler, Kur'an'ın deyişiyle, ölüdürler, kabirdedirler (kıyâmetleri çoktan kopmuştur onların). Kur'an'da: "Sen ölülere duyuramazsın!" (30/Rûm, 52); "Sen kabirdekilere duyuracak değilsin!" (35/Fât›r, 20) buyrulur. Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla kalplerinin duyma (sem'a) ve görme (basar) güçleri yok olmuştur. Peygamber (s.a.s.)'in çağrılarını duymadıkları gibi, çevrelerinde mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak cilvelenen sayısız âyetleri de görmezler. Bunlar, kendilerinin ve hem de başkalarının kurtuluşna engel olanlardır.

- insanlığın kurtuluşunu geciktirenler, bugün yapması gereken görevlerini başka zamanlara erteleyenlerdir. İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri, kurtarıcılara havâle edip ertelemek, mü’min insana yakışmaz. Biz, islâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah da zaten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren anlamında en büyük "mehdî" olan şeriat-i garra’ya uyması kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir.

- İslâm ümmetinin omzunda hem Mehdinin ve hem de Hz. İsa (as)’in yapacağı vazifenin yükümlülüğü vardır. Yeri geldiği için şunu beyan etmekte fayda vardır: Kur’an-ı Kerim’de ve mütevatir sünnette yer alan ahkâm, inanılması zaruri olan hakikatlerin kaynağıdır. Son yıllarda Müslümanlar arasında; inanılması zaruri olan hükümler konusunda, itikadi erozyonun yaşandığını söylemek mümkündür. Bu konulardan birisi Mehdi, birisi de Hz. İsa’nın kıyamete yakın bir zamanda tekrar yeryüzüne nüzûlü meselesidir. Bu konularda rivayet edilen hadislerin bir kısmı sahih, bir kısmı hasendir. Mecmuu ya lafzen mütevâtir veya manen mütevâtirdir. İnkâr eden küfre girer. Bu hususta ideolojik gevezeliği meslek haline getirmişlere itibar edilmez. Ancak Mehdi ve Hz. İsa (as) gelecek diye dini vazifeleri ertelemek dinen doğru değildir. Bunun için kurtarıcı beklemeyi bırakıp hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman "deccal"lar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar (sapıklar) size zarar veremez.” (5/Mâide, 105) Kıyâmetin ikinci aşaması; ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması, kıyâm etmesidir. "Emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker" adındaki kalk borusunu, "kıyâm et" emrini veren dâvetçi ısrâfiller, inşâallah toplumu İsa nefesleriyle yeniden diriltecek ve Allah'ın izni ve yardımıyla topluma ba'su ba'de'l-mevti yaşatacaklardır. Bunun için diyoruz ki; kurtuluş istiyorsan, görevini ertelemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem de toplum kurtulsun.Mustafa Çelik 16.05.2007

 

 - ARŞİV.50

İbn-i Kemal (1468-1536m.)

 Fakih (hukuçu) , tarihçi, müfessir, kelâmcı, edebiyatçı ve şair olan Şeyhü'l-İslâm İbn-i Kemal'in asıl adı Şemseddin Ahmed b. Süleyman'dır. Fatih devrinin ileri gelen devlet adamlarından Kemal Paşanın torunu olması sebebiyle, İbn-i Kemal ismiyle şöhret bulmuştur.1 İbn-i Kemal, en meşhur Osmanlı şeyhü’l İslâm'larındandır.

 -1468 veya 1469 yılında doğmuştur. Doğum yerinin Edirne veya Amasya olduğuna dair rivayetler bulunmakla beraber, Tokat'ta doğmuş olması kuvvetli bir ihtimaldir.2 Babası, Fatih devri kumandanlarından Süleyman Beydir. Annesi, yine Fatih devrinin âlimlerinden İbn-i Küpelî'nin kızıdır.3

 - İbn-i Kemal, ailesinin yanında iyi bir eğitim aldıktan sonra, baba mesleği olan askerliği seçti. Bir süre askerlik mesleğini icra etti ve çeşitli seferlere katıldı. Onun askerliği bırakıp ilme yönelmesi de bu seferlerden birisinde gerçekleşen bir hâdiseye dayanmaktadır. II. Bayezid devrinde, 1492 yılında, Arnavutluk tarafına bir sefer yapılmaktadır. Ordunun başında ikinci vezir Çandarlı Halil Paşanın oğlu İbrahim Paşa bulunmaktadır. Genç bir sipahi olan İbn-i Kemal de ordudadır. Vezir İbrahim Paşa Filibe'de Divanı toplamış ve herkes protokoldeki yerini almıştır. Vezirin hemen yanında dönemin meşhur akıncı beylerinden Evrenoszade Ahmed Bey bulunmaktadır. Herkes onun anlattıklarını dinlemektedir. Bu sırada ilmiye mesleğinden, mütevazı kıyafetler içinde bir adam meclise gelmiş ve herkes saygı ile kendisine yer vermiştir. O da geçmiş ve Evrenoszade'nin üst tarafındaki yere oturmuştur. Mecliste bulunanlar, bu sefer de onun anlattığı ilmî meseleleri saygıyla dinlemeye başlamıştır. Bu duruma İbn-i Kemal çok şaşırır. Bu mütevazı âlimin, Filibe'de günlük 30 akçe ile müderrislik yapan Tokatlı Molla Lütfi olduğunu öğrenir. İbn-i Kemal, burada bir âlime gösterilen saygının büyüklüğünü görünce, Molla Lütfi gibi bir âlim olmaya karar verir. Bu sırada Molla Lütfi'nin de görev yeri değişmiş ve Edirne'deki Daru'l-Hadîs Medresesi'ne tayin edilmiştir. İbn-i Kemal sefer sona erdikten sonra Edirne'ye gider ve Molla Lütfî'nin ders halkasına katılır.4

 - Büyük bir gayretle ilme sarılan İbn-i Kemal, kısa sürede ilimde büyük mesafe kateder, diğer talebeleri yakalar ve geçer. İbn-i Kemal altı yıl kadar Molla Lütfi'nin ilim halkasında kalır. 1498'de Molla Lütfi'nin ölümünden sonra Muslihiddin Mustafa Kestelli, Muhyiddin Mehmed Hatipzade ve Sinaneddin Yusuf Muarrilzade'den ilim tahsil eder ve müderris olur. İlk olarak 1505/1506 yılında günlük 30 akçe ücretle Edirne Taşlık Ali Bey Medresesi'ne tayin edilir. Daha sonra kendisine II. Bayezid tarafından tarih yazıcılığı görevi verilir ve 30.000 akçe ihsan edilir. İbn-i Kemal meşhur tarihini bu vesileyle kaleme alır. 1511-1512 yılında 40 akçeli Üsküp İshak Paşa Medresesi'ne tayin edilir. Bu dönemde Seyyid Şerif Cürcani'nin Şerhu'l-Miftah adlı eserine bir haşiye kaleme almıştır. Daha sonra yine Edirne'deki Halebiyye Medresesi’ne, Üç Şerefeli Medrese'ye ve İstanbul'daki Sahn-ı Seman Medresesi'ne tayin edilir.5

 - II. Bayezid döneminde yukarıdaki vazifelerde bulunan İbn-i Kemal, Yavuz zamanında da yükselmeye devam eder. 1516 yılında Çaldıran Seferi dönüşünde Edirne Kadılığı'na ve aynı yıl içerisinde de Anadolu Kazaskerliği'ne getirilir. Yavuz Selim ile Mısır Seferi'ne katılır. Mısır Seferi sırasında Yavuz ile İbn-i Kemal arasında ilginç hâdiseler meydana gelmiştir. Bu hâdiseler padişahın âlime olan saygısını ve İbn-i Kemal'in yüksek ilmini göstermektedir. Sefer dönüşünde İbn-i Kemal'in atının ayağından sıçrayan çamur, Yavuz Selim'in kaftanına bulaşmıştı. Padişah hiddeti ile meşhur olduğu için İbn-i Kemal endişelenmiş ve mahcup olmuştu. Bunu gören Yavuz: 'Endişe etmeyiniz. Ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur bizim için ziynettir. Öldüğümde bu çamurlu kaftanı üzerime seresiniz.' demiştir."6 Vefat ettiği zaman bu kaftan türbesinin üzerine örtülür. Halen bu kaftan türbede muhafaza edilmektedir. Bu hâdise padişahların ilme ve ilim adamlarına olan saygısını gösteren pek çok örnekten bir tanesidir.

Mısır Seferi sırasında padişah, İbn-i Kemal ile ilmî sohbetler yapıyor ve ilmî konularda yardımına başvuruyordu. Meselâ, Ebu'l-Mehasin Yusuf Cemalüddin'in (V:1469) En-Nücumu'z-Zahire Fi Mülüki'l-Mısır Ve'l-Kahire isimli Mısır tarihini Yavuz'un emri üzerine süratle tercüme etmiştir. Öyle ki, her gece bir cüz tercüme eder, Şeyhizade'ye temize çektirir ve ata bineceği sırada padişaha takdim edermiş.7

 - İbn-i Kemal, Mısır Seferi ile ilgili olarak kaleme aldığı bir risalesinde, Enbiya Suresi'nin 105. âyetinden hareketle, cifîr ilmi kurallarına göre Yavuz'un Mısır'ı fethedeceğini, bunun kolay olacağını, gününü ve yerini ayrı ayrı ortaya koymuştur.8

Yine Mısır Seferi sırasında Yavuz, Karaman'dan geçilirken, orada görülen şiddetli hortum ve fırtınanın hikmetini İbn-i Kemal'e sorar. İbn-i Kemal de şu cevabı vermiştir: "Karaman ülkesinin payitahtı Mevlana'nın mehbit-ı envar (nurların indiği yer) olduğundan o diyarın dağı, taşı ve toprağı sema etmektedir."9 Mayıs-Haziran 1526'da Zenbilli Ali Cemali Efendinin vefatı üzerine şeyhü’l-İslâmlığa getirilir ve Mayıs 1536'da vefat edene kadar bu görevde kalır. Edirnekapı'da Emir Buhari Camii'nin yanındaki Mahmud Çelebi zaviyesine defnedilir.10

 -İbn-i Kemal hoşsohbet, zarif, nüktedan ve güler yüzlüydü. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazmıştır. Bunlardan Türkçe Divan’ı ve 10.000 beyitlik Yusufu Zeliha Mesnevisi ve Yavuz'un vefatı üzerine yazdığı mersiye; en meşhurlarındandır. İbn-i Kemal'in şairliği ve sanatkârlığı ilminin yanında gölgede kalmıştır. Fakat o başarılı şiirler yazmıştır.11

- İbn-i Kemal, Osmanlı'nın ve İslâm âlemin ileri gelen âlimleri arasındadır. Dini ilimlerin yanısıra, felsefe ve tıp gibi ilimlerde de eserler kaleme almıştır. Bu açıdan eskilerin ifadesiyle kendisine "hezarfen" dense yeridir. Verdiği fetvalar İslâm âleminde şöhret bulmuş ve kendisine Müftiü's-Sekaleyn, yani insanların ve cinlerin müftüsü unvanı verilmiştir. Kendisini Süyuti ile kıyaslayanlar, dirayet ve muhakeme açısından ondan üstün, rivayet açısından ondan zayıf kabul ederler. Ebu’sSuûd Efendi ile kıyaslayanlar ise, her ikisini de fıkıh, kelâm ve usûlde derin bilgi sahibi görmekle birlikte, İbn-i Kemal'in tasavvuf, hikmet, tarih, Türkçe şiir itibariyle üstünlüğüne, Ebu’sSuûd Efendinin ise edebiyat, üslûp, ahenkli beyan, Arapça şiir yönüyle üstünlüğüne hükmetmektedirler.12 İlmî dirayetini gösteren hâdiselerden birisi, Molla Kâbız meselesidir. Peygamber Efendimiz'den (sas) Hz. İsa'nın (as) üstün olduğunu savunan Molla Kâbız, bu fikirlerini halk arasında yaymaya çalışmaktadır. Bu hali gören bazı gayretli âlimlerin şikayetleri üzerine Molla Kâbız saraya çağrılmış ve Sadrazam Makbul İbrahim Paşanın huzurunda Rumeli Kazaskeri Muhyiddin Çelebi ve Anadolu Kazaskeri Kadiri Çelebi karşısında fikirlerini ispat etmesi istenmiştir. Molla Kâbız, gerçekten de fikirlerini güzel bir şekilde savunmuş ve kazaskerler kendisini ilzam edememiştir. Çünkü onlar bulundukları yüksek makamı dolduracak ilme sahip değillerdir. Sadrazam İbrahim Paşa ise, kazaskerlere; "Bu adamın suçu ne ise onu bulup söyleyin, kafasındaki düğümleri çözün ve suçunu ispat ettikten sonra katline hükmedin." demiş ve Molla Kâbız'ı serbest bırakmıştır. Olanları Adalet kulesinde pencere arkasından, izleyen Kanuni oldukça sinirlenmiş ve sadrazama "Bir sapık divanıma gelir ve Peygamberimiz Hazretlerinin yüksek şanına gölge düşürür, saçma sapan konuşmaya cüret eder ve susturulamadan huzurumdan çekip gider. Buna sebep nedir?" diye İbrahim Paşaya çıkışır. Sadrazam İbrahim Paşa ise: "Ne edelim, kazaskerlerimiz şeriat meselelerinde bilgin değillerdir ki o melunu sustursunlar." diye cevap verir. Kanuni bunun üzerine, Şeyhü’l-İslâm İbn-i Kemal ve İstanbul kadısı Sadi Çelebi'nin (v: 1538) huzurunda Molla Kâbız'ın tekrar dinlenmesini emreder. Şeyhü’l-İslâm İbn-i Kemal, çok yumuşak bir tutumla Kâbız'ın iddialarını sorar ve sabırla anlattıklarını dinler. Molla Kâbız, âyet ve hadîslerden deliller getirmeye çalışarak iddialarını dile getirir. Sonra Şeyhü’l-İslâm, karşısındakinin meseleleri yanlış anladığını ilmî metotlarla ortaya koyar ve doğrusunu ona anlatır. Böylece gerçek meydana çıkmış olur. Molla Kâbız'ın dili tutulur ve ilzam olur. Şeyhü’l-İslâm İbn-i Kemal: "İşte gerçek meydana çıktı, başka sözün var mıdır? Bu dipsiz inançtan döner ve doğruyu kabul eder misin?" diye sorar. Fakat Kâbız bildiğinden şaşmaz. Bunun üzerine Şeyhü’l-İslâm Kadı Sadi Çelebi'ye dönerek; "Fetva işi tamam oldu, şeriata göre gereğini siz hükmedin." der. Sadi Çelebi, Molla Kâbız'a; "Ehli sünnet ve cemaat üzere doğru inanç yoluna girdin mi?" diye sorar. Fakat Kâbız yine sözünden dönmez. Bunun üzerine de Kadı Sadi Çelebi, Kâbız'ın idamına karar verir ve hüküm infaz edilir.13

 - Eserleri İbn-i Kemal, Osmanlı ulemâsının en bülendlerindendir. Tarih, şiir, felsefe, tıp, fetva gibi konular üzerine 200'e yakın eseri vardır. Dakâyıku'l-Hakâyık, Yûsuf u Züleyha, İdrîs-i Bitlisî'nin Heşt-Behişt Tercümesi, Zagyir ve Tenkîh, Islâh-ı Mefatih, Keşşâf'a Na-tamâm Bir Haşiye, Şerhu Mefatih, Mühimmat, Makîtu'l-Luga ve Osmanlı Tarihi.

Medar-ı iftiharımız olan böyle bir allâmeyi üç beş cümle ile ifade etmenin zorluğu ortadadır. Burada anlatılanlar, onun hakkında fikir verici mahiyettedir. Netice olarak, İbn-i Kemal Hazretleri, beş asırdır ilim dünyamızı aydınlatmaya devam etmektedir.

 -Dipnotlar:1) Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmani, yayına haz. Mustafa Keskin, Ayhan Öztürk, Hamdi Savaş, Havva Kurt, İstanbul 1997, c. 4/ı, s. 93; Peçevi İbrahim Efendi, Peçevi Tarihi, haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara 1992, c. l, s. 41.

2) İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1948, c. 2, s. 430.

3) Ahmet Uğur, Kemalpaşazade İbn-i Kemal, Ankara 1996, s. 9; Sayın Dalkıran, İbn-i Kemal ve Düşünce Dünyamız, İstanbul 1994, s. 39-40; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. l, s. 409.

4) İskender Pala, "Kemalpaşazade", Osmanlı Ansiklopedisi, İz Yayıncılık, İstanbul 1996, C. 2, s. 158; Uğur, s. 11, Dalkıran, s. 40-41.

5) İlmiye Salnamesi, yayına haz. Seyit Ali Kahraman, Ahmed Nezih Galitekin, Cevdet Dadaş, İstanbul 1998, s. 299; Dalkıran, s. 42; Uğur, s. 12-13.

6) Dalkıran, s. 43.

7) İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1983, s. 2, s. 670.

8) İbn-i Kemal, Fethi Mısr Hakkında Vaki Olan İma ve İşaret, S.K., Esad Efendi, n. 3729, v. 136a-138a, zikreden Dalkıran, s. 46.

9) Dalkıran, s. 43.

10) Uzunçarşılı, s. 670; Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, İstanbul 1965, c. 6, s. 180.

11) Uzunçarşılı, s. 671, Öztuna, s. 180; Bilmen, s. 411.

12) Bilmen, s. 410.

13) Peçevi, s. 95-96; Uğur, s. 23.

Yazan: Abdullah ÇELİKKANAT –sızıntı Kaynak: www.davetci.com.tr

 

- ARŞİV.51

BM İKLİM DEĞİŞİKLİĞİYLE MÜCADELE EDEMİYOR
BM iklim değişikliği ile mücadele sekreteryası başkanı Yvo de Boer, 2012 sonrasında küresel iklim değişikliği ile mücadele için ortak bir anlaşmaya varma fırsatının kaçmakta olduğunu söyledi.

Boer, 166 ülkeden uzmanların iklim değişikliği ile mücadele konferansı için buluştuğu Bonn'da Reuters'a yaptığı açıklamada, "2012 sonrasında benimsenecek yaklaşımı belirleme konusunda fırsatı kaçırıyoruz" dedi.

Boer, ülkelerin çevre bakanlarının aralık ayında Endonezya'nın Bali adasında yapacakları konferansta ise iklim uzmanlarının daha fazla kuraklık, sel ve deniz sularındaki artış konusundaki uyarılarına öncelikli olarak kulak verilmesi gerektiğini söyledi.

Boer, 2012 sonrası iklim değişikliği ile mücadelede ortak bir yaklaşım belirlenmesi için Bali toplantısının bir fırsat olduğunu belirtti, ancak "bu fırsatın iyi kullanılıp kullanılmayacağı ve nasıl bir sonuç alınacağını tahmin etmek zor" dedi.sovtv 10.05.2007

KOMPLO TEORİSİ DEĞİL
Küresel iklim değişikliği Türkiye'nin kuraklık sorununu daha da büyütecek. Su daha da önemli bir hale gelecek. Türk insanı aslında son yıllarda acayip israf eden bir toplum haline geldi. Enerji ve su tasarrufu hakkında vatandaşları tekrar bilinçlendirilmeli. İnsanlar küresel iklim değişikliğiyle ilgili senaryoları Nostradamus'un kehanetleri gibi ya da komplo teorisi gibi algılıyorlardı. Ancak bu yıl kış aylarının kurak geçmesiyle beraber, halk bunun gerçek olduğunu anlamaya başladı. Son birkaç ay içinde bu konuda bir uyanış var. Yapılması gereken insanların bu konudaki riski algılamasına yardımcı olmak.17.5.07 internet

 

- ARŞİV.52

Okulda namaz kılmak 30 yıldır serbest

Milli Eğitim Bakanlığı'nın okulda ibadet etmek isteyen öğrencilerle ilgili 1977 yılına ait bir genelgesinin olduğu ortaya çıktı. Buna göre, okul yöneticileri ibadet etmek isteyen öğrenciye yardım etmek zorunda.

Bağcılar'daki bir lisenin bodrum katında öğrencilerin namaz kıldığı haberlerinin ardından, çarpıcı bir gerçek ortaya çıktı: 30 yıldır okullarda isteyen öğrenci ibadetini yerine getirebilir ve okul yöneticileri de onlara yardım etmek zorundalar!
MESCİT AÇILABİLİR

Milli Eğitim Bakanlığı ibadet etmek isteyen öğrencilerle ilgili olarak 1997’de bir genelge yayınladı. Talim Terbiye Kurulu'nda 13 Aralık 1977 tarihinde karara bağlanan genelgeye göre okullarda okul yöneticileri ibadet etmek isteyen öğrencilere bu konuda yardımcı olmakla yükümlü. Süleyman Demirel başbakanlığındaki koalisyon hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Nahit Menteşe zamanında bütün valiliklere dönemin müsteşarı Abdurrahman Demirtaş imzasıyla gönderilen emirde şöyle deniyor: "Bazı öğrenci velileri bakanlığımıza zaman zaman yaptıkları müracaatlarında ibadet etmek isteyen çocukları için okul müdürlüklerince gereken kolaylıkların gösterilmesini talep etmektedirler. Bilindiği gibi din ve vicdan hürriyeti Anayasamızın 19. maddesi ile teminat altına alınmıştır. Bu itibarla bakanlığımıza bağlı okullarda ders saatleri dışında ibadetlerini yerine getirmek isteyen öğrencilere okul idarelerince mümkün olan kolaylıkların gösterilmesi gerekmektedir. Bilgi ve gereğini rica ederim."
ANAYASA GÜVENCESİ
Bakanlığın Anayasa'ya atfen verdiği emir, 1982 yılındaki Anayasa'nın 24'üncü maddesi olarak aynen korunuyor. Okul yöneticileri Anayasa'nın 24'üncü maddesindeki din ve vicdan hürriyeti ile ilgili amir hükümler gereği okullarda mescit açabiliyor.
habervakti.02.05.07

'Allah korkusunu öğretelim istedik'

Okullarda ibadeti 1977 yılında serbest bırakan genelgeyi çıkaran dönemin Adalet Partili Milli Eğitim Bakanı Nahit Menteşe, "Okulda ibadet kararını ülkede huzuru sağlamak için yaptık." dedi.

- O dönem Cumhuriyet Halk Partililerin hücumlarına maruz kaldıklarını hatırlatan Nahit Menteşe, Zaman'a yaptığı açıklamada, yayımladıkları genelgedeki ifadelere bugün de aynen katıldığını ifade etti. Menteşe, niçin böyle bir genelgeye ihtiyaç duyulduğu konusunda ise çok çarpıcı ifadeler kullandı: "O dönem öğrenciler adeta birbirini yiyordu. Kavgalar, kargaşalar vardı. İlk başta soldan öldürme, vurma, kırma olayları başladı. Bunun önüne geçmek istedik. Biz de okullarda gençlerin kafasına, gönlüne Allah korkusunu koyalım diyorduk. İbadet genelgesini velilerin isteğinin yanı sıra ülkedeki iç huzuru sağlama, kargaşaları önleme, sükunet ortamına bir gerekçe olsun diye çıkarttık." Genelgeyi benimsediğini ve içeriğine aynen katıldığını ifade eden Nahit Menteşe, "Biz bunları Allah rızası için, dine hizmet için yaptık, istismar için değil. O zamanlar biz bunları yaparken CHP kıyameti koparıyordu; ama biz Allah rızası için bildiğimiz doğru yolda yürüyorduk. Mahiyetini aynen benimsiyorum. İbadet serbesttir." diye konuştu. Son günlerde kamuoyundaki namaz ile ilgili tartışmaları çok yakından izlemediğini; ancak ibadet konusunda kimsenin kimseye baskı yapamayacağını ifade eden Menteşe, 1977'deki genelgenin de bilgisi dahilinde olduğunu, içeriğine aynen katıldığını dile getirdi. Menteşe, şunları söyledi: "İbadet etmek serbesttir. Yeter ki istismar mahiyetinde olmasın. Ben namaz kılanı severim, ibadetine düşkün olanı da severim. Yardımcı da olurum. O dönemki müsteşar arkadaşımız dört dörtlük bir insandı ki bu, benim bilgim dahilinde yapıldı." habervakti.02.05.07

 

- ARŞİV.53

Irak'ta mezhepler arası ulema konseyi

Bağdat Irak'ta şii ve sünni ulemalar, Bağdat'ta yeni bir mezhepler arası konseyin kurulduğunu açıklayarak, aşırıcılığın ve Amerikan işgalinin sona ermesi çağrısı yaptılar.

- 40 sünni ve şii dini yetkilinin "Ulemaların birliği, Irak halkının birliğidir" sloganıyla kurdukları konseye "Müslüman Ulema Birliği" adı verildi.
- Konsey'den yapılan açıklamada, "Halkı ve özellikle aşiret ileri gelenlerini, şiddet çeteleri ve onların şeytani planlarını reddetmeye, Irak'ı parçalamaya çalışan aşırılık yanlılarına karşı birlik içinde olmaya çağırıyoruz" denildi.
- Amerikan işgalinin en kısa sürede bitmesi amacıyla Iraklı siyasetçilere de aralarındaki ayrılıklara son verme çağrısı yapan ulemalar, dışardan ithal edildiğini

- ARŞİV.54

ABD'DE DÜŞÜK BEL YASAK
ABD'nin Louisiana eyaletinin Delcambre kasabasında çok düşük belli pantolon giymek yasaklandı. Belediye Başkanı Carol Broussard, kasaba yönetiminin aldığı karara aykırı davranarak, iç çamaşırını gösterenlerin 500 dolar para ve 6 aya kadar hapis cezasına çarptırılabileceğini belirtti.

Broussard, bunun ırkçı bir karar olduğu yönündeki iddiaları da reddederek, beyazların da bu tür pantolonlar giydiğini söyledi. 14.06.2007

 

- ARŞİV.55

Abdülaziz Han,

demir yolu, tünel, tramvay gibi projelere destek sağlar, sahilleri fenerlerle donatır, yeni limanlar açar. Ecdadın at sırtında gittiği ülkelere trenle vapurla seyahat eder, diplomasiyi kullanır, haklarımıza sahip çıkar. Paris’te şerefine verilen yemekte III. Napolyon “Ekselans! Biz Girit için en iyi çözümün Yunanistan’a terki olduğunu düşünüyoruz” deyince celallenir, “Osmanlı, Girit için 27 sene kan döktü. Her karışını şehit kanıyla suladı. Ordumda tek asker, donanmamda tek sandal kalana kadar bu mirası korurum, pazarlığa yanaşmam” der, adamı fena bozar.
Hesaplar bozulunca

Dindardır da, öyle ki Harameyn’den gelen dilekçeler okunurken ayağa kalkacak kadar. Medine postalarını yüzüne gözüne sürer “bunlarda” der, “Münevver beldenin tozu var!” Kur’an-ı kerimi çok okur nitekim şehid edildiği odada Yûsuf Sûre-i celilesini açık bulurlar.

 

- ARŞİV.56

KÜRESEL ISINMA SPERM SAYISINI AZALTIYOR
Erkeklerde sperm sayısının, başta küresel ısınma olmak üzere, çevre faktörleri, yemek kültürü ve yaşam biçimi gibi birçok faktör nedeniyle, ortalama 60 milyondan 20 milyona düştüğü bildirildi.

Ankara Üniversitesi (AÜ) Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakan Şatıroğlu, yaptığı açıklamada, erkeklerde sperm sayısının ve kalitesinin geçmişe göre önemli ölçüde azaldığı uyarısında bulundu.

- Spermler için en büyük tehlikenin sıcak hava olduğunu belirten Şatıroğlu, "Spermler, vücut ısısında, yani 37 derecede yaşayamıyorlar. Ancak 35.5-36 derecede yaşıyorlar. Beden ısısından 1-1.5 derece soğuk olmaları gerekiyor" dedi. Son 200 yıldır yer kürenin kirlendiğini ve dengesinin bozulduğunu savunan Şatıroğlu, "Maalesef sadece son on yılda dünyanın ısısını 1 derece artırdık. Benim 60 milyon diye bildiğim ortalama sperm sayısı, bugün yaklaşık 20 milyona düştü" diye konuştu. ."  03.06.2007

 

- ARŞİV.57

Wilson'un gözüne sinek kaçtı

Bir sineğin yaptığına bak. 'Kudretli' büyükelçi Wilson zor anlar yaşadı.

Askeri tören sırasında gözüne kaçan sineği çıkartmaya çalışan ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson zor anlar yaşadı.
- Güneydoğu Avrupa Tugayı'nın (SEEBRIG) komutasının Bulgaristan'dan Romanya'ya devri için Hasdal Kışlası'nda düzenlenen tören için İstanbul'a gelen Wilson, askeri erkanın arka sırasındaki koltuklarda töreni izledi.
- Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün konuşma yaptığı sırada Wilson'un gözüne sinek kaçtı. Sineği çıkartmaya çalışan Wilson zor anlar yaşarken, mücadelesi ise ilginç görüntüler oluşturdu. 13 Temmuz 2007 Cuma 14:05

 

- ARŞİV.58

DÜNYAYI KURTARMAK İÇİN SADECE 5 YIL KALDI
-Dünya Doğal Hayatı Koruma Fonu (WWF), dünyanın iklim değişikliği felaketine uğraması için 5 yılın bulunduğunu belirterek, hükümetlere, karbon emisyonlarını azaltarak gidişatı tersine çevirmek için harekete geçmeleri için 2012'ye kadar zamanları olduğu uyarısında bulundu.
- Sky News'un internet sitesindeki habere göre, kuruluşun yetkililerinden James Leape, "olumlu değişikliğin tohumlarını ekebilmemiz için küçük bir zaman dilimimiz var ve bu süre önümüzdeki 5 yıl" diyerek bu süreyi heba etmemek gerektiğini belirtti. WWF'nin "2050 İçin Vizyonlar" raporunda, hükümetler bunu yapmazlarsa "gelecek kuşakların, harekete geçme yeteneksizliğinin yol açtığı güçlüklerle yaşamak zorunda kalacakları" belirtildi.
- WWF'nin İngiltere iklim değişiklikleri programı sorumlusu Keith Allott da iklim değişikliğinin çapının göz korkutucu olmasına karşın, acilen harekete geçilmesi halinde bu gidişatın durdurulabileceğini söyledi.

Çölleşen Türkiye

National Geographic dergisi ve TEMA Vakfı tarafından Türkiye'de çölleşmeyi gösteren ''çölleşme haritası'' hazırlandı.
- Yapılan araştırmalara göre, Türkiye'nin yüzde 89'unun hafif, orta, şiddetli ve çok şiddetli olmak üzere erozyon ve bunun sonucunda çölleşme riskiyle karşı karşıya kaldığını belirten TEMA Vakfı yetkilileri, erozyona toprağın eğimli olması, yanlış arazi kullanımı, doğal bitki örtüsünün yok edilmesi, iklim değişikliği ile toprak ve yüzey özelliklerinin yol açtığını bildirdi.
- Bu anlamda, ülkede erozyonun ve çölleşmenin boyutunun ortaya konulması amacıyla National Geographic dergisi ve TEMA Vakfı tarafından Türkiye'de erozyonu ve çölleşmeyi gösteren ''çölleşme haritası'' hazırlandı.
- Haritaya göre ülkenin yüzde 36,84'ünde çok şiddetli (koyu kırmızı ile gösteriliyor), yüzde 23,6'sında şiddetli (kahverengi ile gösteriliyor), yüzde 23,19'unda orta şiddetli (sarı bölümler) ve yüzde 5,48'inde hafif şiddetli erozyon (beyaz bölümler) görülüyor.
- AÇIK HAVA EROZYON MÜZESİ: NALLIHAN 1/2.500 000 ölçeğinde hazırlanan haritada erozyon ve çölleşmenin görüldüğü yerler ayrıntılarıyla anlatılıyor.
- Haritada yer alan yazıda, ''açık hava erozyon'' müzesi olarak itelendirilen, irili ufaklı tepe ve vadilerden oluşan Nallıhan'ın bazı bölümlerinin bitki örtüsünden yoksun olduğu ve halen bu bölgede yoğun toprak erozyonu yaşandığı belirtiliyor.
- Burdur'da tepelik ve dağlık alanları kapsayan kuru ormanların büyük ölçüde tahrip edildiği, bölgede toprak kaybı yaşandığını ifade ediliyor. Bölgede erozyonu tetikleyen en önemli unsur olarak sağanak yağışlar gösteriliyor.
- Konya'nın Karapınar bölgesinde kumul tepelerinin mera olarak kullanılmasının bitki örtüsünü zayıflattığı, toprağı tutan geven, yavşan
ve sığır kuyruğu gibi bitkilerin sökülmesi ve rüzgarın hızının 110 kilometreye çıkmasıyla kumulların hareketlendiği vurgulanıyor.
- Erzincan'ın kuzeyindeki Esence Dağları'nda kuru ve sıcak iklimin hüküm sürdüğü, kuzey bölümünde toprak kaymalarının görüldüğü ifade ediliyor.
- Haritada Kahramanmaraş'taki Ahırdağı'nın önceleri sedir ormanı olduğu, ancak kontrolsüz kesim ve düzensiz otlatma yüzünden bölgenin bitki  örtüsünden yoksun kaldığına dikkat çekiliyor.
- Ahırdağı Havzası'ndan gelen sel ile çöküntü ve tortunun Menzelet Barajı ile Kahramanmaraş Ovası'nın sulanması, içme ve sulama suyunu karşılayan Ayvalı Barajı'nı etkilediği ifade ediliyor.
- IĞDIR'DA KUM FIRTINALARI Haritada yer alan yazıda, Erzurum'un Oltu bölgesinde düşük irtifalı sahalarda bitki örtüsünün zayıf olduğu belirtiliyor. Bölgede aşırı  otlatma, dağlık coğrafya ve artan eğimin erozyon riskini, oluşan oyukların ise heyelan riskini artırdığı belirtiliyor. Aras Nehri boyunca yer alan tektonik bir çöküntü olan Iğdır'ın, çevresine göre daha düşük olan yağış alması ve kurak yaz, ılıman kış  şartları nedeniyle mikroklima özelliği gösterdiği belirtiliyor. Aralık ilçesinin batı ve güney batısında rüzgar erozyonu başladığı vurgulanıyor. Kum fırtınalarının Aralık ilçesi ve çevresini tehdit ettiği kaydediliyor.21.07.07

Çevreci Al Gore, küresel ısınma için Türkiye'ye geldi

Eski ABD Başkan Yardımcısı, 'İklim Koruma Birliği' Başkanı Al Gore, eşi Tipper'le birlikte Çırağan Sarayı'nda düzenlenecek 'Live Earth' konserlerinin toplantısına katılmak için İstanbul'a geldi. Türk Hava Yolları'na ait tarifeli uçakla dün Chicago'dan İstanbul'a gelen Gore çifti, bavulları kargodan geç çıkınca beklemek zorunda kaldı. Bir saatten fazla dinlendikleri VIP Salonu'ndan çıkışlarında basın mensuplarına el sallayan Al Gore, bugün Çırağan Sarayı'nda "İklim Değişikliği ve Yaşam Üzerindeki Etkileri" konulu bir konferans verecek. İklim Koruma Birliği Başkanı ve "Live Earth" ortağı olan Al Gore, geçen yıl yazdığı küresel ısınmayla ilgili "Uygunsuz Gerçek / An Inconvenient Truth" isimli kitabıyla çok konuşulmuştu. Çağdaş ÇETİNDEMİR- İSTANBUL/MERKEZ 21.07.07

Musevi Cemaati: İslamlaşmadan korkmuyoruz

Türkiye’deki Musevi Cemaati Sözcüsü Silvio Ovadia, AKP’nin artan gücünden kaygı duymadığını belirterek “Türkiye’nin İslamlaşmasından korkmuyoruz” dedi. Silvio Ovadia, İsrailli Ynet sitesine yaptığı açıklamalarda seçimin sonucundan ve AKP’nin artan gücünden kaygı duymadığını söyledi. Ovadia “Türkiye’nin İslamlaşmasından korkmuyoruz. Osmanlı Imparatorluğu döneminde bile Padişah, Musevilere çok büyük bir yakınlık gösteriyordu bu nedenle buradaki Yahudi yaşam için kaygılı değiliz” dedi.
- Ülkenin yakın geleceği konusunda endişe duymadığını belirten Ovadia, “Türkiye, İran değil; burada mollalar yok. Elbette ki dini topluluklar var ancak aynı şey değil. İran’dan çok daha modern ve İran’dan farklı olarak Türkiye’de laik kısmı çok güçlü” şeklinde konuştu. Ovadia şöyle devam etti: “Ayrıca (Başbakan) Erdoğan’ın iktidardaki partisi AKP, Türkiye’deki günlük gündemini değiştirecek kadar güçlü olduğunu düşünmüyor. İran’ın aksine petrol ve gazımız yok bu nedenle diğer ülkelere bağlıyız bu bizi çok daha kırılgan kılıyor. Önce Müslüman sonra İranlı olan İranlılardan farklı olarak Türk halkının her şeyden önce Türk olduğuna işaret edilmeli.”
- Ovadia, bir örnek olarak da CHP’ye oy verenlerin arasında başörtülü kadınların bulunduğuna dikkat çektikten sonra Türkiye’de dinin, insanların özel hayatına ait olduğunu, insan ile devlet arasındaki bir şey olmadığını vurguladı.
- AKP zaferinin nedenlerini de değerlendiren Ovadia, “Kuşku yok ki iktidarda geçirdikleri yıllarda halk için çok şey yaptılar. Enflasyon yok, para birimi güçlü ve piyasa yükseliyor. İhracat ve ithalatı artırdık ve hükümet birçok şirketi özelleştirerek yabancılara sattı, böylece Türk ekonomisine milyarlar girmesini sağladı” değerlendirmesini yaptı. (ANKA) 25.07.07

TÜRKİYE KÜRESEL ISINMAYA KARŞI MÜCADELEYE HAZIR

Türkiye'nin iklim değişikliğiyle mücadele için harcanan küresel çabalara katkıda bulunmaya hazır olduğu ve Kyoto Protokolü'nün 2012 yılında yürürlükten kalkmasından sonra kurulacak yeni sistemin daha fazla ülkeyi kapsaması gerektiğine inandığı bildirildi.

Dışişleri Bakanlığı Çevre Dairesi Başkanı Nursel Berberoğlu, BM Genel Kurulu tarafından düzenlenen "İklim Değişikliği- Küresel Sorun" adlı toplantıda söz alarak iklim değişikliğiyle mücadele çalışmalarıyla ilgili Türkiye'nin görüşlerini anlattı.

- Türkiye'nin taraf olduğu BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) çerçevesinde sera gazı salımlarını azaltmak ve iklim değişikliğinin etkilerini hafifletmek için küresel düzeyde harcanan çabaları bütünüyle desteklediğini belirten Berberoğlu, bu kapsamda Türkiye'nin İklim Değişikliğiyle Mücadele Birinci Ulusal Bildirim Raporu'nu hazırlayıp UNFCCC Sekretaryasına Şubat 2007'de sunduğunu söyledi. Berberoğlu, Türkiye'nin "İklim Değişikliği Ulusal Programını" hazırlamayabaşladığını da kaydetti. 02.08.2007

 

- ARŞİV.59

Gafleti çok olanın devleti yok olur

Kanuni Sultan Süleyman döneminde, evi soyulan yaşlı bir kadın hiddetle padişahın huzuruna çıkmak ister. Fakat saray görevlileri ilkin buna müsaade etmezler; usulünce bir şeyler söylenir ve kadın ikna edilmeye çalışılır ancak, ne mümkün..!
– “Beni huzura alınız, beni padişaha götürünüz..!” Der de, başka bir şey demez. İsteği reddedildiği için kaşlarını daha da çatar, sesini daha da gür çıkartır yaşlı kadın:
– “Nerde o sultan, hünkâr nerdedir?” Saray kapısında bir hengamedir gider. Yaşlı kadın;
– “Hesabını soracağım” derken, öyle bir celallidir, öyle bir heybetlidir ki; yüreğinde korku hissetmeyen, içi ürpermeyen kimse kalmaz… Allah’ın hikmeti işte, kadının isteği sonunda padişaha iletilir ve huzura alırlar kendisini... Koca Padişah Kanunî ise, huzuruna ezilen büzülen ihtiyaç sahibi bir kadıncağız beklerken bilakis; sert bakışlı, dik başlı, çetin ceviz bir Osmanlı kadınıyla karşılaşınca neye uğradığını anlamakta gecikmez… Sultanlara yaraşır bir vakar ve haşmet ile yaşlı kadını şöyle bir süzer… Bu ne heybet..! Bu ne asalet..! Kanunî adetâ Osmanlı’nın ruhunu ve asaletini bu kadının çehresinde seyreder; bir padişah da olsa hayranlığını gizleyemez.
Ve fakat, sultanlığının sert yüzünü göstermekten de geri kalmaz hani:
– “Bu ne pervasızlıktır… Haddini bil koca kadın, hani destur, huzura böyle mi girilir?” Celal meşrep kadın hiç taviz vermez heybetinden. Sert bakışlarını padişahın gözlerinden kaçırmadan şöyle dile getirir meramını;
– “Destur padişahımızadır; amma ve lakin ben hakkımı isterim. Hakkımı almadan da şuradan şuraya gitmem”…
Padişah sorar:
– “Bre, ne hakkıymış bu?”
Kadın:
– “Dün gece evime hırsız girdi, eşyalarımı çaldı. Nerde emniyet, hani mahremiyet?” Diye karşılık verir. Sanki Mahkeme–i Kübra… Bir tarafta davacı, diğer tarafta davalı… Dava ise malûm…
Padişah çıkışır:
– “Bre kadın, bu ne kendini bilmezliktir ki, hem sabaha kadar gaflet uykusuyla uyuyorsun, evin soyuluyor duymuyorsun ve dahi gelmiş bunun hesabını bizden soruyorsun; bu ne cürret?” Yaşlı kadın hiç istifini bozmaz. Duruş aynı, ciddiyet aynı, kendinden gayet emin ve rahat; yüzündeki keskin çizgilerde ise, en küçük bir yumuşama belirtisi yok… Bu Osmanlı kadını, bakın Koca Sultan Süleyman’a nasıl ibretlik bir cevap verir:
– “Padişahım, padişahım… Allah’tan kork..! Biz seni uyanık bilirdik de, onun için evimizde rahat uyuyorduk”… Bu hakikat karşısında padişah tereddütsüz başını öne eğmiş ve gereken yapılmıştır. Tabii, yaşlı kadın da payına düşen dersi alır. Padişah da bundan sonra uyanık olacaktır, yaşlı kadın da…

Gelelim bize…
Bu kıssadan bir hisse de biz kendimize çıkartacak olursak, acaba hâlimizi hangi cümle ile dile getirebiliriz ki? Herhalde şu cümleyi kulaklarımıza küpe yapmaktan başka çaremiz yok: “Gafleti çok olanın devleti yok olur”. Oğuz Köroğlu  09.08.07

 

- ARŞİV.60

ABD İran'dan yardım talebinde bulundu

Haşimi Rafsancani, "'Büyük Ortadoğu Projesi" çizen ABD'nin bu bölgede bataklığa saplandığını ve kurtulmak için İran'dan yardım istediğini bildirdi.

- İran İslam Cumhuriyeti Düzenin Yararını Teşhis Konseyi Başkanı Ayetullah Ali Ekber Haşimi Rafsancani, Tahran Üniversitesi'nde verdiği Cuma Hutbesi'nde İran-ABD ilişkileri, ABD'nin 'Büyük Ortadoğu Projesi', Afganistan ve Irak'taki durum, güncel ve bölgesel konulara değindi.
- 'Büyük Ortadoğu Projesi'nde başarısızlığa uğradığını anlayan ABD'nin plan değiştirdiğini belirten Rafsancani, "Amerikalıların planlarını değiştirmeleriyle belli oldu ki, onların asıl hedefi Filistin, Lübnan, Afganistan, Irak ve diğer yerlerdeki İslami hareketler ve İran'dır" dedi.

- Afganistan ve Irak'ın işgalinin ABD'ye pahalıya mal olduğunu hatırlatan Rafsancani, "Afganistan ve Irak, ABD için çıkılması zor bir bataklıktır. Biri eğer bataklığa saplanırsa muhakkak başka bir güç tarafından dışarıya çıkarılabilir. ABD, bu iki ülkeyi doğru tanıyamadı, daha da önemlisi İran'ı doğru dürüst tanıyamadı" diye konuştu.

- Rafsancani şöyle devam etti: "ABD, İran'ı baskı altına almak ve muhasara etmek için Afganistan ve Irak'a girdi. Ancak bir süre sonra anlaşıldı ki, İran'ı muhasara etmek bir yana kendisi, İran tarafından muhasara edildi ve halen de öyledir. ABD'nin bölgedeki hareketi İran'ın muhasarası altındadır. Eğer İran istemez ve ABD de kendisini ıslah etmezse hedeflerine ulaşamaz (bataklıktan çıkamaz). ABD, her nereye giderse sonunda anlıyor ki, muhakkak İran'ı razı etmeli. Sonunda ABD, yardım istemek için elini İran'a uzattı."
- Amerikalıların birbirine düştüğünü ve Demokratların seçim sloganı olarak Bush yönetiminin Ortadoğu'daki yenilgi ve başarısızlığını kullandığını aktaran Rafsancani, ABD'nin bütün bu sorunlardan kurtulması için mevcut politikalarını değiştirmesi gerektiğini söyledi.

- ABD tarafından Irak'a müdahale etmekle suçlandıklarını belirten Rafsancani, Irak'taki 150 bin Amerikan askerinin varlığına dikkati çekti. Rafsancani, ülkesinin nükleer enerji faaliyetleri nedeniyle ABD tarafından askeri müdahale tehdidi, yaptırımların artırılması ve aleyhte propaganda ile karşı karşıya kaldıklarını bildirdi.
- İslam Cumhuriyeti düzenini kabul ettikten sonra karşı devrim, devlete karşı silahlı grupları destekleme, İran aleyhine 8 yıllık savaş gibi tehditlere maruz kaldıklarını hatırlatan Rafsancani, "Bizi ne zaman tehdit etmediler ki" diye konuştu.

- Doğru yolu tercih etmeleri konusunda İran'ın düşmanlarını, özellikle de ABD'yi uyaran Rafsancani, "Müzakere en iyi yoldur. İran her seviyede müzakerelere hazırdır. Kabulü mümkün olmayan, tahkir edici şartları bir kenara bıraksınlar, ön şartsız oturup müzakere edelim. Bölgesel sorunlar, enerji meselesi ve diğer tüm meselelerde biz onlara yardım edebiliriz, onlar da bize" diye kaydetti. Karışık ve hassas bir konumda olan Ortadoğu'nun daha beter duruma düşürülmemesi konusunda uyarılarda bulunan Rafsancani, böyle bir durumda en çok zararı buna sebep olanların göreceğini söyledi. Dünyabülteni 10.08.2007

 

- ARŞİV.61

Modern Cahiliyeden Ayrışma Zorunluluğumuz

Özgür-Der’in her ay düzenlediği "Neyi Hedefliyoruz?" üst başlıklı Müzakereli Seminerler dizisinin bu ayki konusu "Modern Cahiliyeden Ayrışma Zorunluluğumuz" başlığı idi.Özgür-Der’in her ay düzenlediği “Neyi Hedefliyoruz” üst başlıklı Müzakereli Seminerler dizisinin bu ayki konusu “Modern Cahiliyeden Ayrışma Zorunluluğumuz” başlığı idi.

- 11 Mayıs Cuma akşamı gerçekleşen seminerin sunumunu Hülya Şekerci yaptı. M. Ali Aslan ve Gülsüm Alpay ise konuyu müzakere ettiler. Hülya Şekerci konuşmasına ABD’de Rand Coparation tarafından 2007 Mart ayı içinde gündeme sokulan “Ilımlı İslam Ağı Oluşturmak” projesine değinerek başladı. Bu tezle İslam’ı laik ve demokratik modern değerlerle uzlaştıracak ve tamamen pasif bir kültür dini şekline dönüştürebilecek aydınların teşvik edilmesinin amaçlandığını; bu ve buna benzer projelerin modern cahili kuşatmayı en başta zihinlere, akaidlere, yani kimliklere yaymak istediğini belirtti.

- Slayt eşliğinde sunum yapan Şekerci, öncelikle modernizm kavramı üzerinde durdu. Modernizmin, Batı toplumlarında endüstri devrimiyle beraber yaşanan köklü politik, toplumsal, ekonomik ve moral değerler dünyasının değişmesi sonucu ortaya çıkan bir süreç olduğunu belirtti. Şekerci, bir teorik açılım olarak da modernleşmenin, ABD’nin liberal değişim projesini ifade ettiğini söyledi.

- İslam Dünyası’nın da modernleşme ile zorunlu bir dialogu olduğu ve 19. yy sonuna doğru, İslam aleminin hiçbir parçası Batı’nın ekonomik ve sömürgeci gücüyle karşılaşmaktan kendini kurtaramadığını ifade eden Şekerci, özellikle 1950’li yıllardan sonra halkın modern süreçlere katılımında üç alanda üç öncelikli kurumun aracılık ettiğinin altını çizdi. Politik alanda Demokrat Partinin, eğitim alanında çeşitlenmiş zorunlu eğitimin için açılan okulların ve ekonomik alanda ise İslami görünümlü finans kurumlarının.

- Modernizme karşı İslam dünyasından en büyük tepkinin ıslah amaçlı Tevhidi uyanış çizgisinden geldiğini ifade eden Şekerci, Modernizme karşı nasıl bir alternatif oluşturabilirizin üzerinde durarak günlük yaşantımızdan örneklerle ve Kur’an’dan ayetlerle sunumunu bitirdi.

- İlk müzakereci M. Ali Aslan ise, Müslümanlar olarak modernizme karşı tavır belirlemenin zorluğu üzerinde durarak, modernizmin sadece Batı’da belirlenmiş bir şey olmadığının kendini bütün toplumlara dayattığının altını çizdi. Kültürel, ekonomik, siyasi ve diğer alanlarda da modernizmin hayatı kuşattığını ve modern cahiliyeden de ancak Rasul ve onun eğitiminden geçmiş olan sahabenin hayatını iyi okuyup, anlayarak ve Kur’an’ı hayata rehber edinerek sıyrılmamızın mümkün olduğunu ifade etti.

- Gülsüm Alpay ise, Müslümanlar olarak bizlerin giyim tarzımızla, düşüncelerimizle, aile, akraba, ve benzeri birçok ilişki alanımızda kuşatılmışlığımızın üzerinde durdu. Alpay, yaşadığımız çağda vahiy olanla seküler olanın iç içe geçtiğini, ancak Rabbimizin Kalem suresinde -sen onlara itaat etme, onlara müdahane etme- diyerek bizlere sorumluluklarımızı hatırlattığını söyledi.

- Vahiy dışı tutum ve dayatmaların tarih içinde her dönemde farklı bir modernizmi ifade ettiğini belirten Alpay, Her Firavuni düzende karşımıza sürekli Haman, Karun ve Samiri üçlüsünün dikildiğini belirtti. Bu üç tipolojinin modern çağda açılımlarından bahsetti ve Haman ile irtibati kurulacak şekilde Türkiye’de modernist paradigmayı en somut şekilde ifade eden kurumun ulus devlet ve ulusculuk olduğunu belirtti; ayrıca Cumhuriyet kurulduğundan beri yaşanan en önemli çatışmanın modern ve laik ulus kimlikle, zayıflıklar yaşasa da İslami kimlik arasında olduğunu ve bunu son 27 Nisan bildirisinde de bir kere daha görüldüğünü belirtti.

- Alpay, yaşadığımız modern kuşatmalardan, (televizyon, seküler eğitim, anneler ve benzeri günler gibi…) örnekler vererek Müslümanlar olarak bu kuşatmaları Rabbimizin vahyi ışığında aşabileceğimizin altını çizerek konuşmasını bitirdi.

- Hülya Şekerci müzakereli seminerde son olarak soruları cevaplandırdı ve Türkiye’deki batıcı/darbeci güçler sıkıştırıyor diye İslami kimliğimizi gizleyip tamamen modernist ve seküler “Muhafazakar demokrat” kimliğe sığınılmaması gerekliliği üzerinde durdu. 11/05/2007

 

 - ARŞİV.62

Başörtülü yarı çıplaklar

Etraf başörtülü yarı çıplaklardan geçilmiyor. Tesettürle başkaları değil ama başörtülüler fena halde dalga geçmekte. Arkadaş zor geliyorsa çıkar kafandaki örtüyü. Sana zorla taktıran mı var? Bir salaşlık, bir derbederlik.

- Sanki kafasındaki iki kılı kapatınca hatun kişi, bütün vazifelerini tamamlamış gibi vücudunu orta yere saçıveriyor. Acaba Müslüman kadının sadece saçı kıymetli, en mahrem vücut azaları çok mu değersiz diye düşünmekte insanlar. Göbekler, göğüsler, kalçalar orta yerde. Kadıncağız adeta amazon gibi sokağa fırlamış. “...Önceki gün ziyaretime gelen üç bayan yazarla oturup konuştuk. Örtülerini bayağı modernleştirmişlerdi. Belli ki bana akıl vermeye gelmişlerdi.’’ “Biz de zamanında bu tesettürü amma abartmışız” deyince bayağı şaşırdım. Arkadaşlarım iyi eğitimli ve sevilen kalem sahipleri idi ama değil pardösü, ceket bile giymeyerek incecik elbiselerle ne büyük devrim yaptıklarını anlatmaya uğramışlardı.

- En baştakilerdeki bozulma bütün toplumu etkilemekte. VIP kadınlardan başlayan bir dezenformasyon. “Özür dileriz cumhurbaşkanlığı sitesinde hanımefendinin bir düğünde çekilmiş resmi çıkmış, düzelteceğiz”. “E evladımın düğününde bile, şöyle etrafa endamlı bir kadın nasıl olurmuş göstermeyeyim mi? Hem bizi zevksizlikle, demodelikle suçlayan laiklere biraz zarafet dersi vermeyelim mi?” iyi niyetinizi yüzünüzden okuyorum da. Düğünlere katılan binlerce erkeğin meraklı bakışlarını bir kalemde yok saymanız da size ilahi bir artı getiriyor mu acaba? “...Ya da dinin şöyle bir kuralı mı var? Düğünlere katılan erkekler namahrem sayılmaz. Zaruret miktarıdır. Gecelik gibi elbiselerle göbeği göğsü etrafa dağıtıp salon sahibeliği yapmanız da bir mahzurat yok mudur?.’’ Büyük başlarımız böyle yapınca; halk çocukları da nereden bulsunlar cici salonları, şık avizeleri, pahalı kostümleri; onlar da sokaklarda soyunmaya başladılar.

- Tamam, bizim kızlar yeni örtünüyor biraz hoşgörü de, altmış yaşındaki büyük hanımlarda da mendil kadar başa yapışan örtüler ve göbek göğüs hatları olabildiğince belli eden dar kostümler. Acaba Müslüman modacılar ellerindeki makasın hakkını nasıl verecekler? Pardösü değil de atletizm mayosu biçiyorlar sanki. Bütün vücut azaları ortada. Tanıdığım pek çok başı açık laik bayan; bizim başı örtülü pek çok kadınımızdan daha kapalı giyinmekteler.

- Yaz sıcağında diz altı eteği üzerine ceketini ya da hırkasını giymeden dışarı çıkmayan, neneden atadan görgülü, terbiyeli çok insan tanıyorum. Lakin bizim cephede bir amazonluk, bir yarı çıplaklık almış başını gidiyor. Arkadaşlar zor geliyorsa takmayıverirsiniz şu örtüyü olur biter. Ama Rabbimizin Müslüman kadınlara hediye ettiği tesettür tacını, toza kire bulayıp ayağa düşürmeyin lütfen.

- Allah sonumuzu hayreyleye ama durum hiç iç açıcı değil. Aşağılık kompleksleri ile acınacak durumdayız. Hem bu konuda sadece kadını suçlamam da yersiz. En büyük suçlu insanın erkek cinsi yine. Geçen gün baktım anlı şanlı delikanlı, kolundaki eşi yarı çıplak. Dapdar bir pantolon, neredeyse bağırsaklarının başlangıç ve bitiş yeri ortada. Üzerinde uzun bir ceket yok. Derisine yapışmış bir mini bluz. Ve bu trajik tabloya arsızca bir de baş bağlamış. Bu görüntüyü veren kadından çok erkeğe baktım. Acaba oğlan kör mü diye. Aval aval ağzını açmış etrafı seyreden delikanlı, yanındaki kadının yarı çıplaklığını göremeyecek kadar aptaldı.

- Tesettürün bozulmasında en büyük suçlu erkekler. Onlar açık bayanlara, televizyonun edepsiz çıplaklarına hayranlıkla bakarken, hanımları da; o aptal beylerini ellerinde tutabilmek için açılma yarışına girdiler. Bizim pek çok kadınımız niçin kapanmıyor sanıyorsunuz, ya da böyle yarı çıplak dolaşıyor derseniz; kocaları yüzlerine bakmaz diye. Rabbimiz setr olma hususunda cümlemizin kalbine güzel ilhamlar versin. Mine Alpay Gün 19.10.2007

 

- ARŞİV.63

Atatürk: "Türk Milleti daha dindar olmalıdır"

Cumhuriyetimizin 84. kuruluş yıl dönümünü kutladığımız bu günlerde Cumhuriyetimizin  kurucusu Aziz Atatürk’ün daha iyi anlaşılması açısından, günümüze  ışık tutacak bazı görüşlerinden söz etmek istiyorum. Son yaşanan terör olaylarından dolayı millet olarak belki de son yıllarda kutladığımız en canlı Cumhuriyet bayramı yaşanmıştır. Evlerimiz iş yerlerimiz bayraklarla donatılmış, coşkulu kalabalıklar yollara meydanlara sığmamıştır. Ancak, kutladığımız Cumhuriyet bayramının ne anlama geldiğini kavramadan kutlanan bayramların, çok fazla bir mana teşkil etmeyeceğini göz ardı etmemeliyiz.

- “Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait” olduğunun teminatı olan Cumhuriyetimizin, emanet edilenler tarafından,  AB ye teslim edilmeye çalışıldığı, Onun düşüncelerinin yok edilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Ama Cumhuriyeti de bayram olarak en coşkulu bir vaziyette kutlamadan da geri durmuyoruz. Bu garip bir durumdur. Cumhuriyet bayramını kutlamak; geçici birkaç şahşahalı törenle kısıtlı olmamalıdır. Cumhuriyetin ruhu anlaşılmaya çalışılmalı, “sözde değil özde” cumhuriyetçi bir nesil yetiştirilmelidir. Yoksa yarınlarda Cumhuriyeti koruyacak ve yaşatacakları bulmakta zorlanacağımız günler gelebilir..!

Atatürk, Cumhuriyeti gelecek nesillere emanet etmiştir: “Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.” (16 Ocak 1923)

- Cumhuriyetin temellerini atarken, milletimizin fertlerinin yaşam biçimini çok iyi bilen Atatürk, millete rağmen hiçbir davranış sergilememiştir. Saltanat-Cumhuriyet kavgasını din savaşı gibi göstermek isteyenlerin oyunlarını o zamandan bozmuştu. Geçen zaman içerisinde Atatürk’ün bu yönünün bilerek yada bilmeyerek örtülmesi, beklide toplumsal yapımızın dejenere olmasına zemin teşkil etmiştir. Uzun bir zaman Atatürk ile din aynı kefeye konulmaktan kaçınılmış, sanki O, milletimizin dinine kast eden biriymiş gibi lanse edilmişti. Neticede Onun evrensel mesajlarının anlaşılmasının önüne setler çekilmiştir.

- Atatürk, Türk milletinin sosyal yapısının dindarlıktan yoksun bırakılarak asla bir yere varılamayacağını bildiği için milletimizin daha dindar olmasını istemiştir.

- Atatürk: “Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum” (Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.32  “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur"; "Din vardır ve lazımdır.” (Yakınlarından Hatıralar, Asaf İlbay, s. 102)

"Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti, sevgisi üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmektedir ki, Yüce Kuran’daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor." (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 2, s. 93)

- Atatürk, gerçek islami terbiye içerisinde yetişecek nesillerin, vatanına milletine karşı daha faydalı olacağını bildiği için ibadet mekanlarına dikkat  çekmiştir; "Camilerin mukaddes mimberleri halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne hitap edilmekle Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur." (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 1, s. 225)

- Geçen zaman içerisinde milletimiz istismar edilerek; bazen rant sağlanarak, bazen yanlış yönlendirilerek, bazen yaban ellerin projelerine kurban edilerek “ılımlı İslam”, “dinlerarası diyalog ve hoşgörü” gibi Vatikan-ABD patentli çalışmalarla; dini ve milli bütünlüğümüz param parça edilerek egemenliğimiz, dolayısıyla Cumhuriyetimiz tehlikeye düşmüştür.

- Cumhuriyeti  kuranların dini ve milli bütünlüğü birbirinin tamamlayıcısı olarak gördüğünü anladıktan sonra, “dini bütünlüğümüz milli bütünlüğümüzdür, milli bütünlüğümüz dini bütünlüğümüzdür” diyerek, “milli ekonomi modeli”, “sosyal devlet, milli devlet” projelerinden bahseden, Prof. Dr. Haydar Baş’ın görüşlerini daha iyi anlamaya çalışmak; milletimiz ve Cumhuriyetimiz açısından en büyük kazanç olacağı kanaatindeyim. UĞUR KEPEKÇİ Uğur Kepekçi   4.11.07

 

- ARŞİV.64

Son dünya savaşı hazırlıkları

Neocons (Yeni Muhafazakârlar) diye anılan örgüt, insanlık tarihinin bugüne kadar gördüğü en korkunç ve tehlikeli terör örgütüdür. 11 Eylül'ü, Amerika'yı savaşa sokmak için tertip eden bu korkunç terör örgütü, 11 Eylül 2001'den sonra, önce Amerikan ordusunun Kabil'e, ardından Bağdat'a tecavüzünü sağlamaya başardı. Şimdi de bütün gücünü Tahran'a yöneltmeye çalışıyor.

- Bu Neocon'lar içinde başı çekenler de bir zamanlar 'Troçkist' görünen bir kısım Amerikalı Yahudilerdir. Yeni Muhafazakâr hareketin kurucularından olan Norman Pothoretz, bugün 77 yaşında ve her halde dünyayı cehenneme döndürmeden önce cehennemin yolunu tutmak istemiyor. Pothoretz, Reagan'ın dostu imiş ve Hürriyet Ödülü'nü almış (2004). Bu yılın ilkbaharında, New York'un Woldorf Astoria Oteli'nde Bush'a 3 çeyrek saat dil dökerek İran'ı bombalamanın zamanının geldiğini anlatmış. Pothoretz'e göre, Birleşmiş Milletler'in yaptırım palanlarının anlamı yokmuş, anlamsızlığa fırsat tanımaktan ibaretmiş. Tek çare, Dördüncü Dünya Şavaşı imiş. Ve bu da İslam'a -Bu meş'um adamın deyişiyle İslam faşizmine- karşı yapılacakmış.

- Niçin dördüncü? Birinci Dünya Şavaşı emperyalızme karşı imiş. (Her halde Siyonizm'in sınırsız hırsı karşısında engel görünen, İngiliz, Osmanlı ve Rus emperyalizmini kasdediyor.)

- İkinci Dünya Savaşı faşizme karşıymış. (Özellikle Hitler kastediliyor). Üçüncü Dünya Şavaşı, Kominizm'e karşı soğuk savaşmış. Şimdi de 'İslamofaşizm'e karşı Dödüncü Dünya Şavaşı'nın saati çalıyormuş. Bugün Hitler'in yerini Ahmedinejad almış. Haziran 2007'de kaleme aldığı bir cinayet ve cinnet yazısında bu çılgın demiş ki; “Amerikalı bir Yahudi olarak, bütün kalbimle, İran'ın bombalanması için dua ediyorum.” (Die Zeit, 25 Ekim 2007 Nr. 44'te Jörg Lau'nun yazısı.)

- Şimdi inşallah bu yazıyı okuyup da yine “İran'a karşı savaş niçin İslam'a karşı savaş olsunmuş bre? Yavuz da bunu yapmadı mı?” mer'asında duranlar, işin vahametini anlamışlardır. Talabani, Barzani, Irak Baasçıları, Usame Bin Ladin'e veya Öcalan'a gönül verenlerin de zerrece akıl ve insafları varsa, onlar da uyanırlar. İsa'ya, Meryem'e, İbrahim, İshak, Musa, Davud, Süleyman'a da onların gerçeğini tanıyarak bağlananları da uyanışa davet ediyorum. Dünya bu tehlikeyi, bu korkunç felaketi önleme rüştünü gösteremezse, Dabbe-tül-Arz'ın bu son darbesi elbette Müslümanlara büyük bir acı ve zarar verecektir. Fakat son darbe olacaktır. Bundan sonra Pothoretz'i tekerlendiği esfel-i safilin'den şu gerçeği görmenin dayanılmaz azabını çekecektir: V'el-akıbetulil muttakıyn! (Akıbet, Allah'a sevgiyle bağlı olup ondan sevginin gücünü alanlarıdır.

- Ey Aşiyan, yaklaşan musibet karşısında artık Allah için, Allah aşkına kendi aramızdaki kendi düşüp koştuğumuz fasid dairelerden kısır döngüden kendimizi kurtarmayacak mıyız? Rice'ın karşısında Leyla'sını görmüş Mecnun gibi kendinden geçmekten, Bush'un karşısında İlhanlı Hanı'na çağrılmış Selçuklu gibi gitmekten vazgeçmeyecek miyiz? Önce zulmün ve gafletin pasını gönüllerimizden giderelim. Vatandaşlarımızdan hiçbirini, bu da yetmez hiçbir insanı, siyasi oyunlarda bir taş olarak görmeyelim. Derhal, Hıristiyan veya başka bir halk topluluğundan olduğu için ayırımcılığa uğramış gönülleri kırılmış insanlarımızın gönüllerini alalım. Yüce sevgimizin ve Ehl-i Beyti'nin safa nazarları bizimle olur. Gönüllere yol bulursak, Podhoretz'in ve Bush'un efendisi olan İblis'den ne korkumuz olur? Onların oyunlarına tertiplerine karşı Yüce Sevgimiz'in yanında isek, “Korkmayın, hüzünlenmeyin, innallahe ma'ana (Allah) bizimledir” diyebiliriz. Hele Türk, Kürd, Fars, Arap..., birbirimizden ayrılmayıp, başka dinden görünseler bile Alemler'in Rabbi olan -sadece Yahudilerin Rabbi değil!-Allah'a bağlı olan sevgi insanlarıyla Kur'an-ı Kerim'in kurulmasına çağırdığı ittifakı kursak, Podhoretz Hamanı'na Arz-ı cehenneme çevirmeyi başaramadan cihandan yıkılıp gitmek düşer. Bunu başarabilirsek Dabbe-tül Arz'ın son kuyruk darbesini yemeksizin Sevgi'nin adaleti dönemi önümüzde açılacaktır. Başaramadığımız takdirde, biz bu dönemi göremesek bile bizim yediğimiz darbe, Dabbe-tül Arz'ın (Şer İttifakı) son kuyruk darbesi olacak. Ar da Salihlere kalacak. Yine Sevgi'nin Adaleti döneminin şafağı sökecektir. Podhoretz derekesinde habis terör kışkırtıcıları hiçbir zaman Müslüman toplumlarından çıkmadı. Sadece bazıları kışkırtıcı oldular. Uluslararası Haydut ve Terör çetesinin en korkunç terör hareketi gerçekleşirse bunun sorumlusu da İslam'a bağlı olanlar olmayıp sadece mağduru olacaklardır. Avrupa siyasetçileri de artık gerçekleri görüp söylemeyi gazetecilere bırakıp kendisi zalimin yardakçısı olma tutumunu terk etmelidir. Durum son derece ciddidir. Biz Allah'a tevekkül edenleriz ve Allah ne güzel Vekil'dir! Hüseyin Hatemi 29.10.07

 

 - ARŞİV.65

Bidat ehlini deşifre etmek caizdir

Dünyâ çapında örgütlenmiş bir okullaşma furyası demek, eğer eğitim çalışmaları es geçilirse, elbette bütün gözleri üzerine dikebilecek bir ekonomik fon demektir. Böyle bir zenginlik kaynağı ise ister istemez bütün züğürtlerin çenesini yoracaktır. ABD’deki bir papaz okuluna verildiği söylenen ve ortalığı karıştıran iki milyon dolar haberi ma'lûm. Ramazân’da da o kesime hıtâb eden bir refîkımizde “Türkiye’nin yumuşak gücü: Gülen hareketi” başlıklı bir yazı çıkmıştı (Ali H. Aslan, Zaman, 24 Eylül 07).        

- Başlıktaki “yumuşak” kelimesinin beyne batması bir yana, “Onursal başkanlığını Fethullah Gülen’in yaptığı Rumi Forum” denilen organizasyonun Ermeni Patriğini oraya da'vet ederek konuşturmaya kalkması da bir yana; Rumi Forum hakkında, “Söz konusu câmia, devleti babasının çiftliği gibi gören başka ba'zı grupların aksine, hazîneden tek kuruş almadan maddî değeri milyonlarca doları bulan, ma'nevî değeri ise ölçülemeyecek çapta tanıtım faaliyetleri yapmakta” denmiş. Bütün gözlerin kendi üzerine çevrilmesi için hiçbir reklam unsurunu kaçırmayan hareket,  o harcanan “milyonlarca dolar” tutarındaki “maddî değer” telâffuzuyla, akçalı dedikodulara da’vetiye çıkarmış olmuyor mu?

- Geçenlerde de Londra’da Lordlar Kamarası’nda “Gülen zirvesi” yapıldı. “AKP’li Yaşar Yakış, Yusuf Ziya İlbeç, eski ANAP’lı bakan Bülent Akarcalı, Prof. Doğu Ergil, gazeteciler Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, Nazlı Ilıcak ve Nuray Başaran” da oraya da'vetli gidenlerdenmiş. Bir gazeteci diyor ki: “Konferans Koordinatörü Dr. İhsan Yılmaz, Lord Ahmed ile beş üniversite ve enstitüden destek aldıklarını, ancak yaklaşık 80 bin poundluk (Yaklaşık 200 bin YTL) bütçenin nerdeyse tümünün Londra Diyalog Derneği (ya'nî cemaat) tarafından karşılandığını belirtiyor. Tebliğciler ve konukların masrafları karşılandığı gibi, tebliğ başına 600’er dolar da ödeme yapılmış. 30’dan fazlası yabancı 49 araştırmacının tebliğ sunacağı Londra Konferansı için ‘cemaatin rekoru’ diyebiliriz.” (Ruşen Çakır)

- Böyle bir aksiyon için elbette pamuk eller cebe gidecek. Lâkin, bu durumda ağızları kapamak da mümkün olmuyor. Haber 7’nin okuyucularından birisi, “Abiler, oraya Lordlar Kamarası’na, üniversitelere himmetlerden kaç para bağışladınız bi söylesenize. Yoksa Fethullah Hoca te'lîf ücretleri ve emekli maaşından mı karşıladı giderleri?” (Tahir Giritli, 25 Ekim 07) şeklinde yorum yapmış. Basında da aynı soru işâretleri çıktı. Bizim de belâlımız demiş ki:

- “Peki hakíkaten de... Herhangi bir organizasyon çabası falan gösterilmeden... Hoca’nın adamları işe karışmadan... İngiltere’nin mühim adamları ile dünyânın en tanınmış bilim adamları bir araya gelmiş ve ‘Yahu Fethullah Gülen diye biri var... Dünyâyı kasıp kavuruyor... Gelin, bu adamı bilimsel toplantılarla tartışalım’ mı demişler? Ne gezer? Aldığımız bilgiye göre... Bu organizasyon için Fethullah Gülen’in adamları canla başla çalışmışlar... Harcanan paranın ise haddi hesâbı yokmuş... Mesela bilimsel tebliğ başına ‘Euro’ bazında bayağı yüklü ücretler ödenmiş... Buna rağmen... İslâmî konularda adı sanı duyulmuş önemli bilim adamlarından konferansa katılım olmamış... Tebliğ başına ödenen ücret mi?  Bırakalım onu da Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı yetkilileri açıklasın...” (A.Hakan Coşkun, Hürriyet, 02 Kasım 07)

- Hareket yapıyorsanız, tenkíd kaçınılmaz olacaktır. Şu organizasyonu yapanlar da elbette minârenin kılıfını hazırlamış olmalılar. Ama, gerçekten de ortada büyük bir para sirkülasyonunun olduğu belli. İşin bir diğer dikkat çekici yönü, Müslümanlığında şübhe duyulmayan insanlarda ciddî olarak maddî güç noksanlığı bulunması vâkıasıdır. Hâl böyle olunca kafalar karışıyor.

- Bu hareketler yabancı mihrakların kesesinden karşılanıyor denmediğine göre, Müslüman insanların cebinden çıktığı kesin. İşte benim i'tirâz noktam burası. Milyonlarca dolar, milyonlarca pound, milyonlarca YTL harcanıyor; ne için? Gülen hareketinin hâlâ tanınma diye bir derdi mi var? Amerikan Kongre salonunda, İngiltere Lordlar Kamarası salonunda bile toplantı tertîb edebilen bir hareketin artık “bir şöhret gösterisi, bir şov” uğruna fakír Müslümanların cebine el atmasını aklım almıyor. İslâm dünyâsının para harcanacak âcil ihtiyâcı mı kalmadı? “Para bizim sana ne?” denebilir. Bizimki de yorulan züğürt çenesi işte… 09.11.07 Mustafa Kaplan

 

 - ARŞİV.66

ABD'ye karşı trilyonlarca dolarlık savaş başlatıldı!

ABD dolarının yerlerde sürünmesi, küresel kredisini büyük oranda kaybetmesi, çöküşün eşiğine gelmesi, bu “hazin öykü”nün ABD ve dünya ekonomisi üzerinde ne tür travmaya yol açacağı, petrol ve altın fiyatlarının tehlikeli biçimde yükselmesiyle madene yatırımın neden öne çıktığı, Batı piyasalarındaki kredi/banka krizleri ve bu gidişatın politik çatışmaya ilişkin boyutları nedense ülkemizde derinlemesine analiz edilmez.

- Ekonomik yorumcularımız gündelik verilerin ötesine geçemezken, siyasi ve askeri analizcilerimiz dar bölge çatışmaları üzerinde patinaj yapıp durur. Böyle olunca, ne Türkiye için ne de bölgemiz ve dünya için sağlıklı öngörüler, geleceğe ilişkin perspektifler yansımaz bize. Biraz geniş vizyonla olaya bakanlar da sadece piyasa kuralları ile süreci açıklamaya çalışır, o kadar!

- Oysa dünyada derin bir sistemik kırılma yaşandığı, yeryüzünde güç mücadelesinin tahayyüllerin ötesine geçtiği, ekonomik/askeri çatışmanın cephelerinin yayıldığı, Batı'nın ekonomik tahtının sarsılmaya başladığı, Batı'dan Doğu'ya bir nevi güç kayması yaşandığı, dünyanın ezici çoğunluğunun ABD'nin küresel liderliğine karşı amansız bir savaş başlattığı, bu savaşın sadece askeri ve siyasi olmayıp ekonomik boyutunun öne çıktığı, yeryüzü kaynaklarının büyük bölümünü barındıran ülkelerin/güçlerin bu kaynakların Batı refahı için kullanılmasına son vermek için bayrak açtığı, doların ve ABD ekonomisinin yaşadığı bunalımın sebeplerinin önemli ölçüde bu olduğu, kısa vadede küresel ekonomiye yön veren kurum ve kuruluşlarda büyük iflaslar yaşanabileceği, dünyanın ABD'ye karşı sert bir ekonomik savaş başlattığı bir gerçek.

- Yaklaşık bir yıldır benzer şeyleri yazıyorum. Doların küresel hegemonik gücünü kaybedeceğini, bunun sadece ekonomik bir sorun olmadığını, aynı zamanda siyasi bir tavır olduğunu, petrol fiyatlarının ve altının beklenenden çok daha fazla yükseleceğini, ABD ekonomisinin açıklarının hızla büyüyeceğini, başkalarının parası ile refah satın alma döneminin kapanmak üzere olduğunu tartışmaya çalışıyorum. Bugün dolara karşı savaşın cephelerine birkaç örnek vereceğim. Yedi ülke dolara savaş açtığını açıkça ilan etti.

1. Suudi Arabistan: Dolar rezervlerini elinden çıkarmaya çalışıyor. Bu ülkenin 800 milyar dolarlık bir birikimi var. Bu parayı Euro ve başka para birimlerine dönüştürmeye, zenginliğini başka alanlara yönlendirmeye başlıyor. S. Arabistan'ın tavrının Körfez ve Ortadoğu sermayesini de benzer bir yöne itebileceği belirtiliyor. Burada, 3 trilyon 500 milyar dolarlık bir miktardan söz ediyoruz.

2. Güney Kore: 2005 yılında bu kararı aldı. Ağustos'ta 100 milyar doları elinden çıkardı. ABD'nin siyasi olarak en önemli müttefiki olmasına rağmen Güney Kore 1 trilyon doları elinden çıkarmaya çalışıyor.

3. Çin: Savaşın en önemli cephesi. Pekin'in dolara karşı tavrı dünyadaki gidişatı yönetebilecek durumda. Çin, daha önce 1,4 trilyon dolarlık bir fon ilan etmiş, artık kazancının ABD dolarına, hazine bonosuna yatırmayacağını açıklamıştı. Şimdi bu bonoları elinden çıkarmaya çalışıyor. ABD ekonomisinin en büyük finansörü Çin için şu söyleniyor: “Dünya ABD'yi satın alıyor, Çin bütün dünyayı.” Doların kaderine ilişkin bilgiler, Çin ekonomi sözcülerinin açıklamalarına göre seyrediyor. Onlar da doların kredisinin bittiğini ilan ettiler zaten!

4. Venezüella: Hugo Chavez'in ülkesi, petrol ticaretini dolar üzerinden yapmama kararı aldı. Chavez, petrol sattığı 12 Latin Amerika ülkesiyle ticaretinde dolar kullanmıyor.

5. Fakir ama yükselen petrol ülkesi olan Sudan, bir yandan ABD ile Çin petrol şirketlerinin çatışmasını yaşarken diğer yandan dolara karşı en sert tavır alan ülkelerden. Darfur sorununun neden gündeme getirildiğini sanıyorsunuz!

6. İran: ABD'nin en büyük düşmanlarından İran, bir yandan doların kullanılmayacağı Petrol Borsası çağrılarını yinelerken, diğer taraftan petrol ve doğalgaz ticaretinde dolar kullanımına son verdi. Tahran, petrol ve doğal gaz ticaretinde yüzde 85 oranında Euro kullanıyor. Geri kalanı ise Birleşik Arap Emirlikleri Dirhemi gibi başka para birimleri üzerinden yapıyor.

7. Ve Rusya: Vladimir Putin 2006 yılında petrol, doğalgaz ve diğer ticari ürünlerde Ruble kullanımını içeren bir arayışı açıkça dile getirdi. Moskova dolar rezervini hızla tüketmeye çalışıyor. Ve bunu siyasi bir tavır olarak yapıyor. Tarihte ilk kez, Rusya ve Asya ekonomilerinin altın stoku G-7 ülkelerini geçmiş durumda.

- Dolara savaş açanların, dünyanın en büyük savaş nedeni sayılan enerji zengini, batıyla yarışacak şekilde teknoloji üreten, nükleer güce sahip, ticaret hacmi ve sermaye birikimi hızla artan ülkeler olduğuna, bu ülkelerin yakın bölgelerini etkilediğine dikkat çekelim. ABD ekonomistlerinin bir çoğunun, “dünyanın ağırlık merkezi doğuya kayıyor” endişelerini de hatırlayalım. Fırsat bulmuşken birkaç not daha aktarayım:

1- İran'la Çin arasındaki ticaret ve yatırım hacmi yüz milyar dolara çıktı.

2- Stalin'den sonra ilk kez Tahran'a giden Putin'le Ahmedinejad, enerji, nükleer ortaklık, silahlanma ve diğer alanlarda ikili ticaret hacmini on yılda 200 milyar dolara çıkarma anlaşması yaptı.

3- Rusya ve Çin'in, Asya ekonomilerini de yanlarına alarak, Dünya Bankası ve IMF'ye karşı büyük bir savaş başlatmaya hazırlanıyor.

5- Venezüella, Arjantin, Brezilya, Uruguay, Paraguay, Bolivya ve Ekvator gibi Latin Amerika ülkeleri, Dünya Bankası ve IMF'ye alternatif olarak Güney Bankası diye bir proje başlatıyor…

6- Türkiye'nin K. Irak'a müdahale ihtimali petrol fiyatlarını yükselten tek etken değil. Fiyatlar, müdahale K. Irak'tan petrol sevkıyatını durduracak diye yükselmedi. Dünya, Türkiye'nin müdahalesinin bölgedeki güç dengelerini tamamen değiştireceği ve ABD'nin enerji projelerini felç edeceğinden korktu. Asıl sebep bu. Ben, dar bölge çatışmaları olark izlediğimiz büyük dünya savaşının ekonomik boyutu ile ilgili bilgiler aktarmaya çalıştım. Bu çarpıcı gelişmeleri yeri geldiğinde paylaşmaya devam edeceğim. İbrahim Karagül 9.11.07

 

- ARŞİV.67

Sezai Karakoç'la ufuk turu

Tarih: 3 Kasım 2007 Cumartesi. Yer: Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Merkezi.

- Genel Başkan Sezai Karakoç, Irak'a nasıl bakmamız gerektiğini anlatıyor. Irak'ın İngilizler tarafından kurulan suni bir devlet olduğunu, bu devletin yıkılmasından daha tabii bir şey olmadığını ifade ediyor. Irak parçalanırken “Biz Irak'ın bütünlüğünden yanayız” demenin anlamsızlığına dikkat çekiyor. Irak'ın üçe bölünmesinin kaçınılmazlığını vurguluyor. Bu üç parçadan her birinin kendi başına ayakta kalmasının imkânsızlığını da vurguluyor. İlk etapta Şii Arap ağırlıklı 'Güney Irak'ın İran'la, Sünni Arap ağırlıklı 'Orta Irak'ın Suriye ve Suudi Arabistan'la, Kürt ağırlıklı 'Kuzey Irak'ın Türkiye'yle bütünleşmesini, ikinci etapta ise Ortadoğu çapında bir birliğin kurulmasını savunuyor.

- Bu arada, “Kürtleri ayıran sınırlar kalkmalıdır” diyenlere hak verdiğini, fakat Kuzey Irak'ta kurulacak bir Kürt devletinin bunu Türkiye, Suriye ve İran'la savaşarak gerçekleştirebileceğine inanmanın akıl kârı olmadığını belirtiyor Karakoç. En büyük Kürt kitlesinin Türkiye'de bulunduğunu, sonra Kuzey Irak'taki büyük kitlenin geldiğini, Türkiye-Kuzey Irak birliği sağlandığı takdirde maksadın büyük ölçüde hasıl olacağını, Suriye ile birleştiğimizde oradaki Kürtlerin de akrabalarına kavuşacağını, geriye az sayıdaki İran Kürtünün kalacağını söylüyor ve “İran'da da biraz kalsın, onun bir zararı yok. Bir gün inşaallah İran'la da birleşiriz. O zaman Kürtlerin hepsi biraraya gelir” diye ekliyor.

- Dikkat! Fetihten bahsetmiyor Sezai Karakoç. Emperyalist Batı'ya kolay lokma olmamak –daha doğrusu hiç lokma olmamak- için safları sıklaştırmaktan bahsediyor. Bu toprakların tabiatına aykırı olan şovenist tavırlardan vazgeçip Müslüman kardeşliğini, İslam Birliği'ni, ortak devlet şuurunu ihya etmekten bahsediyor.

- 40 yıllık bir bahis bu. İslam Birliği'ne hava gibi, su gibi muhtaç olduğumuzu 40 yıldır bıkmadan, usanmadan, tekrar tekrar anlatıyor Sezai Karakoç. Kelâmının hülasası için 1995 yılında yaptığı iki konuşmanın can alıcı kısımlarına bakalım:

- “Bugün güçlü olmayan devlet yaşayamaz. İki yüz elli milyondan aşağı nüfusu olan, beş milyon, on milyon kilometrekareden aşağı toprağı olan, nükleer silahı olmayan, ekonomisi zayıf olan devletler yaşayamazlar. Onlara devlet denmez. Böyleleri hep tâbi devletlerdir. Bugün birçok İslâm devleti geçinen devletçiklerin hepsi Amerika'ya, veya Avrupa'ya tâbidir. Tâbi olmaksa, İslâm gözünde, Müslümanlık gözünde, en büyük zillettir. Onun için, her kim, devlet düşmanlığı yapıyorsa onun yanında olmayın. Devlet derken, tabiidir ki, kendi medeniyetimizin, milletimizin devletini kasdediyorum. Ve yine devlet derken elbette bugünkü suni sınırları olan devletçikleri kasdetmiyorum. Ortadoğu'da Müslüman aydınların kuracağı büyük, süper devleti kasdediyorum. Ve bu devlet, bir gün mutlaka kurulacaktır. İsterseniz bunu kaydedin, not edin, tespit edin bu sözümü.” (Pendik / İstanbul, 18.6.1995. Kaynak: Çıkış Yolu III – Kutlu Millet Gerçeği, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, İstanbul 2005)

- “Ortadoğu'da, İslâm milletinin kendini bulması, suni sınırları atması, en az 10 milyon kilometrekare, 250 milyon nüfus ve güçlü ekonomi, güçlü devlet politikası sahibi olması, büyük siyasî ve askerî güce kavuşması, bağımsızlığımızı garantilememiz ve böylece çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğini, hem maddeten, hem mânen kurtarmamızın sırası geldi. Evet, sadece maddeten değil, mânen de kurtarma garantisi bu noktada bulunuyor. Bunun için yüz bin genç yetişsin istedim. İstediğim budur, temennim budur; yüz bin şuurlu genç, Ortadoğu'da bu dediğim düzeni geri getirecektir.” (Eskişehir, 21 Ekim 1995. Kaynak: a.g.e.)

- Kuvvetle hissediyorum ki, bir gün Türkiye Cumhuriyeti devleti de bundan başka çıkış yolunun olmadığını idrak edecek ve inançla değilse bile ilm-i siyasetin gereği olarak İslam Birliği hedefine yönelecek. Gülmeyin! Kendini Batı'ya karşı savaşarak gerçekleştiren bir ülkenin Batıcı olmasından daha 'acayip' bir şey değil söylediğim. Dünün maslahat-mefsedet (yarar-zarar) muhasebesinden nasıl “Varlığımızı sürdürmek için Batı'yla bütünleşmekten başka çaremiz yok” gibi 'sarsıcı' bir sonuç çıktıysa, yarının maslahat-mefsedet hesabından da “Varlığımızı sürdürmek için İslam Birliği'ni ihya etmekten başka çaremiz yok” gibi 'sarsıcı' bir sonuç çıkabilir. (Bu yönde bir eğilimin –bu şekilde ifade edilmese bile- devletin muhtelif birimlerinde çoktan belirdiğine dair iddialar var.) Dünya dönüyor… Hakan Albayrak 13.11.07

 

- ARŞİV.68

Türkiye-İran ekseni

Kanal A'da, İttihad-ı İslam davasına adanmış bir program var: Bilinmeyen İslam. Hamdi Mert ve Mehmet Toprak'ın hazırladığı bu programda, şimdiye kadar, Türklerle Araplar arasındaki fitnelerin bertaraf edilmesi, Turan illerinin bir araya gelmesi, Kürtlerin hakkının-hukukunun gözetilmesi ve mezhep kavgalarından uzak durulması gibi 'vizyonlar' ele alındı. Sıra, Türkiye-İran bütünleşmesine geldi.

- Geçen ay Mehmet Toprak'la birlikte İran'ı ziyaret eden Hamdi Mert, Kum'da görüştükleri Ayetullah Erdebili'nin sözlerini naklediyor:

“Türkiye'nin geçmişi çok parlak. Osmanlı bütün Müslümanların güvencesi idi. Şarkta ya da garpta bir Müslüman'ın başı ağrısa ona sığınırdı. Küffar ondan korkardı. Müslümanların Hazret-i Peygamber (s.a.v.) sonrası tarihinden Osmanlı dönemini çıkarırsanız geriye bir şey kalmaz. Bugün Müslümanlar başsız ve dağınık. Bir araya gelsek yine güçlü olacağız. Bir Müslüman ülke kendini ne kadar güçlü de hissetse yalnız başına zayıftır. Bir Müslüman ülke yanına başka Müslüman ülkeleri alsa zayıf da olsa güçlüdür.” (Kaynak: aygazete.com)

-Yeminli Şii-İran düşmanları bu sözlere “takiye” deyip geçebilirler; fakat İran'ın bölgesel birlik arayışı ve bu çerçevede Türkiye ile safları sıklaştırma arzusu su götürmez bir gerçektir. Bu gerçeği idrak etmek için, İran'ın Türkiye'ye şu son birkaç ay içinde yaptığı büyük jestlere bakmak yeterli: Güney Pars havzasında üç doğalgaz yatağının Türkiye'ye İHALESİZ verilmesi… Ermenistan'ı ziyaret eden Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejat'ın “Soykırım Anıtı”na gitmekten imtina etmesi… Kuzey Irak kaynaklı terörle mücadele eşgüdüm önerisi…

- ABD'nin ısrarlı düşmanlık telkinlerine rağmen İran'la dostluk ve işbirliğini geliştiren Türkiye, bunun karşılığını ziyadesiyle almıştır. Bu yoldan sapmadığı müddetçe de almaya devam edecektir. Mesela; Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ve Rusya ile “Hazar Ülkeleri Birliği”ni kuran İran'ın, Türkiye'yi–Hazar ülkesi olmamasına rağmen- bu birliğe uygun bir formülle dahil etmek istediğine dair işaretler var…

- 30 Ekim 2007 tarihli Tehran Times gazetesinin başyazısından bir kesit: “Bölgenin jeostratejik özellikleriyle iki önemli ülkesi olan İran ve Türkiye işbirliği konusunda ortak adımlar atmaya devam ediyor. İki ülkenin benzer etnik, dinî ve kültürel yapıya sahip olması sebebiyle İranlılar bölgede en çok Türkiye'yi ziyaret etmeyi tercih ediyorlar. Türkiye ve İran ilişkileri 400 yılı aşkın süredir, barış içinde devam ediyor. Bazı siyaset ve tarih uzmanları, iki ülke arasındaki sınırı 'Barış ve dostluğun sınırı' olarak adlandırırlar. İran ve Türkiye'nin bu ortak dinamikleri sebebiyle aralarındaki ekonomik ilişki giderek büyüdü ve iki ülke arasındaki ticaret hacmi 7 milyar dolara ulaştı. Yakın zamanda bu rakamın 10 milyar dolara ulaşılması bekleniyor.

İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa'ya ulaşmasını öngören anlaşmaya imza atan Türkiye ve İran böylece stratejik ortak oldular.

- Yakın ilişki içinde olan iki ülke, aynı zamanda İslam Konferansı Örgütü'nün de öncülüğünü yapyor; Afganistan ve Kafkaslar'da barış ve güvenliğin sağlanması için çaba harcıyorlar. Türk hükümetinin İran'la olan enerji işbirliğini kesmesi için ABD'nin yaptığı baskıyı reddetmesi, ilişkilerin geleceği açısından önem taşıyor. Ayrıca Tahran, nükleer enerji ile ilgili iddiaların diplomatik yolla çözülmesine dair Ankara'nın ısrarlı tutumuna da teşekkür ediyor…. İran Halkı, ülkenin güneyindeki Bam kentinde meydana gelen büyük depremin mağdurlarına Türkiye'nin yapmış olduğu büyük yardımları da unutamıyor. Bölgenin hızla gelişen iki ülkesi İran ve Türkiye bölgelerinde yaşanan gelişmelere karşı aynı endişeleri taşıyorlar. Bunlara, Irak'taki savaşın yayılmaması, en önemlisi ise PKK ve PEJAK'ın terör aktivitelerine karşı ortak tutumları örnek gösterilebilir..."

- Bilinmeyen İslam programında bugün –saat 15:00 itibarı ile- Türkiye-İran ekseni ve genel olarak İttihad-ı İslam davası konuşulacak inşaallah. Programa Hayri Kırbaşoğlu hocamız ve bendeniz de davetliyiz. Nihat Nasır da telefonla katılacak. İzlemenizi tavsiye ederim. Hakan Albayrak 10.11.07

 

- ARŞİV.69

“Allah için sevme” ölçüsü ne?

Yaklaşık iki seneye yaklaştı, bu güzel yazı arşivimde hâl⠓hemen” ele alacağım günü bekliyordu. Beynimizi alabora eden gündeme yetişemediğimiz için temâs edemediğim gibi, yazma sırasındaki yerinden kaldırmaya da gönlüm elvermiyordu. Hiç de güzel olmayan bir vesîle ile ele almak zorunda kalışıma üzüldüm, ama kendimi mecbûr hissettim.

- Bendeniz Hakan Albayrak’la şahsen tanışmıyorum. İslâmî ve insânî hassâsiyyetleri olan bir dost gönül olarak uzaktan ta'kíb ediyorum. Müteveffâ Songar Hoca’nın latîfesiyle, “Orman Kánûnuna muhâlefet” suçlamasıyla demlenme noktasından ise kader birliğimiz var. O yüzden bu yarı münzevî ağabeyini hoş görür sanıyorum.

- Mezkûr yazısı “Hakan Albayrak Kara Panter’le” (Gerçek Hayat, 09.02.06) başlığını taşıyordu. Hakan kardeşim Gana’ya yaptığı bir gezinin notlarını derlemişti. “Afrika Birliği” fikrinin lideri Nkrumah’ın idâreciler eliyle nasıl halka unutturulduğundan yakınıyordu. Hele Gana’daki Medîne’de, “Kara Panter Richard Moore” iken “Dhoruba Mujaheed Bin-Wahad” olan eski çeteciyle yaptığı görüşme çok çok güzeldi. Bu eski Amerikalının, odasındaki ABD haritasının üzerine “United States of America (Amerika Birleşik Devletleri)” yerine “United Snakes of America / Amerika Birleşik Yılanları” yazmış olması çok nefis bir espri idi. “İstiklâl Okulu” hedefi de heyecan vericiydi. Hele şu sözlerine bir bakın Kara Panter’in:

 - “Ulus devletle hesaplaşmalıyız. ABD’nin ‘Teröre Karşı Savaş’ yalanıyla hesaplaşmalıyız. Evrensel istikbârı, küresel diktatörlüğü pâyidâr etmek için kurulan tezgâhları param parça etmeliyiz. Bu, herkesten önce Müslümanların görevidir. Bu, herkesten önce Ümmet-i Muhammed’in görevidir. Bu, herkesten önce, âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetinin görevidir. Biz dünyaya adâlet dağıtmakla mükellefiz. ‘İslâm barış dînidir’ deyip oturamayız. Barışın ön şartı olan adâlet için her alanda mücâdele etmek zorundayız. Dikkat: Var olmak için mücâdele etmek bize yakışmaz! Bize yakışan, mücâdele  etmek için var olmaktır. Müstekbirlere yaltaklanmayalım! ‘Biz sizin zannettiğiniz gibi fundamentalist değiliz, ne olur merhamet edin’ diye salya sümük ağlamayalım! Emperyalistlerin kurduğu alçakça dünyâ düzenini yıkma potansiyeline sâhib yegâne güç olan İslâm’ı sulandırmayalım, sulandırtmayalım. Hiçbir siyâsî, askerî, ekonomik iddiâmızın olmadığını söyleyerek İslâm’ın toplumsal hayâttan sökülüp atılması projesine hizmet etmeyelim. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) Medine’ye hicret etmemiş, orada devlet kurmamış ve zulme savaş açmamış gibi davranmayalım. Peygamberin siyâsî ve askerî liderlik yaptığını unutmayalım. Bunun hikmetini kavrayalım. Zulme karşı mücâdelede her zaman ve her yerde en önde biz olalım. Afrika’nın kurtuluş mücâdelesinde öncü bir rolü olsun Müslümanların…”(agy)

- İnanarak kaleme aldığı şu yazıdan Hakan’ın farklı düşündüğünü sanmıyorum. İslâm hakkındaki bilgi azlığı hâric, Kara Panter’deki îmân aşkına hayran kalmıştım doğrusu. Peki, buradaki îmân feverânı ile bir ilgisinin olmadığı, görüntüsü ile ortada olan bir hareketin meddahlığı ma'nâsına gelecek bir yazı; aynı kalem sâhibine yakıştı mı?

- Bizzât Hakan Albayrak, yazdığı yazıya gelen tepkiler üzerine “Gülen Hareketi’ne muhabbet” başlıklı bir daha yazma ihtiyâcı hissetti. Dört kısım tepki çekmiş. “Allah râzı olsun” diyenler belli. “Fethullah Hoca aleyhindeki tavrımızı gözden geçireceğiz” diyen insanların hassâsiyyetini kırılma noktasına getirmenin “vebâli” elbette düşünülmelidir. Bendeniz, uzaktan tanıdığım kadarıyla Hakan’a, “Allah belânı versin” diyenlerden de olamam. Lâkin, “Böyle bir yazıyı sana yakıştıramadık” dememe de kendilerinin yüksek müsâadelerini istirham edeceğim.

- Sendeki “ifrât-ı muhabbet” duygusunu “ölçüsüz” kullanma gereği, “Ben bu adamları Allah için seviyorum” diyebilirsin, karışmayız; lâkin hiç olmazsa Kara Panter’in yukarıda zikrettiğim görüşleri ışığında mülâhazası bulunan Müslüman kardeşlerin olduğunu da hatırdan çıkarmamalı değil misin? “United Snakes of America / Amerika Birleşik Yılanları” kontrolünde bir lider kadrosunun “ ‘Biz sizin zannettiğiniz gibi fundamentalist değiliz, ne olur merhamet edin’ diye salya sümük ağlama” gösterisi de mi gözümüzü açmayacak? “Türkî cumhûriyetlere şerîat gelmesini önlediği” bizzât Ecevit tarafından dile getirilenleri “Allah için sevme” işini de anlamadığımı söylemek zorundayım. Bu hamuru biraz daha yoğurmamız gerekebilir… 12.11.07.Mustafa Kaplan

 

- ARŞİV.70

Bosna bir mücahidi daha sınırdışı etti

Bosna, savaşa katılan mücahidlerden birini daha sınırdışı etti. Bosna, ABD'nin isteği doğrultusunda haklarında soruşturma başlatılan ve güvenliği tehdit etmekle suçlanan onlarca Müslüman eski savaşçıdan ilkini sınırdışı etti.

- ABD'nin talebi ardından soruşturulan ve sınırdışı edilen Cezayir doğumlu 37 yaşındaki Atau Mimun 1992-95 savaşı sırasında Bosnalı Sırp ve Bosnalı Hırvatlara karşı Bosnalı Müslümanların yanında savaşmak üzere Bosna'ya gelen yüzlerce yabancı gönüllü arasında bulunuyordu ve savaş sonrası Boşnak bir kadınla evlenerek Bosna'da kalmıştı. Üst seviye bir güvenlik yetkilisine dayanarak haberi veren günlük Nezavisne Novine gazetesi, Atau Mimun'un Pazar günü Cezayir'e sınırdışı edildiğini yazdı. Bosna güvenlik bakanlığı bünyesinde dışişleri servisi direktörü Dragan Mektic, gazeteye yaptığı açıklamada, "Bu kişinin ulusal güvenliği tehdit ettiği belirlendi. Terörist faaliyetlerle ilgili olarak gözlem altında bulunan kişilerle bağlantısı olduğunu" iddia etti..

Sınırdışı olayı ile ilgili olarak ne güvenlik yetkilileri ne de Mimun'u temsilen herhangi bir kişi açıklamada bulundu. Bosna hükümetinin mücahidlere ait bir kampı kapatmasının ardından; 1990'lı yıllarda Washington, Saraybosna'dan bütün yabancı eski savaşçıları sınırdışı etmesini talep etmişti.

- ABD'ye karşı 11 Eylül 2001 saldırılarından sonrasında da ABD aynı isteği tekrarlamıştı. Bunun üzerine fazla dikkat çekenlerin çoğu Bosna'dan gitmişti. Son 18 ay içinde bir hükümet komisyonu savaş öncesi ve sonrası çok sayıda ülkeden gelen bin 1300 yabancı mücahidden yaklaşık 500'ünün vatandaşlığını iptal etmişti.

- Bunlardan bir çoğunun temyize başvurması bekleniyor ve belki de ülkede kalmalarına izin verilecek. Ancak onlarcası, hükümetin ulusal güvenliğe tehdit olduklarını söylemesi sebebiyle, sınırdışı edilmeyi bekliyor. Bosnanın sırp işgaline karşı savaşan yabancı mücahidlerin sınırdışı edilmesine daha önce Boşnaklardan büyük tepki gelmişti. Ulusal güvenliğe tehdit oldukları açıklanananlardan Suriye doğumlu Imad El Hüseyin, "Sadece, sınırdışıları hızlandıracak, bu yasanın çıkmasını bekliyorlar." dedi. El Hüseyin, mahkemeye yaptığı temyiz başvurusunun sonucunu bekliyor. Boşnaklarla omuz omuza savaşan mücahidler kendilerinin terörle ilişkilendirilmelerine karşı çıkıyorlar. Dünya Bülteni/Haber Merkezi 14.12.2007

 

- ARŞİV.71

Bir 'Beyaz Müslüman'ın portresi: Sabahattin Zaim
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Erdoğan, bakanlar ve üst düzey bürokratların cenazesine katıldığı Profesör Sabahattin Zaim kimdi? "Hocaların Hocası", "İktisadın Duayeni" diye tanımlanan Prof. Zaim'in ünlü akrabaları kimlerdi? İşte Rumeli göçmeni bir muhacirin yaşam hikáyesi...
- YIL, 1934. Türkiye'ye o yıl göç etmişlerdi. Dayısı İbrahim Vardar (Gazeteci Ahmet Vardar'ın babasıdır) bir gün onu, Fatih Zeyrek'teki Nakşibendi Şeyhi Hacı Hasip Efendi'ye götürdü. Sekiz yaşındaydı. Ölene kadar Nakşibendi Gümüşhanevi tekkesine bağlı kaldı.
RUMELİ GÜNLERİ 15 Mayıs 1926'da, -bugün Makedonya sınırları içindeki- İştip'te doğdu.
Medrese Mahallesi'nde oturuyordu.
-Annesi Saime ev kadınıydı. Babası Mustafa Efendi esnaftı. Bir Yahudi'yle ortak kerestecilik yapıyordu. O zor günlerde Türkler ve Yahudiler birbirlerine yakındı. İki halk da hedefti. Bu güç dönemde, iki halk arasında birbiriyle evlilik yapan bile oldu. Örneğin, bugün İzmir'de yaşayan İştipli İbrahim Beyka Ailesi gibi.
- Sabahattin Zaim ilkokula, Yeniköy Kilisesi'nin bahçesindeki mektepte başladı. Makedonya'nın ilk Cumhurbaşkanı Kiro Gligorov okul arkadaşıydı. Okulda öğrenciler "Cita Tursi Azia" Türkler Asya'ya şarkılarını söylüyordu sürekli. Sabahattin'in kendinden dört yaş büyük ağabeyi Burhanettin, bu ırkçı şarkılara, konuşmalara dayanamayıp, "Gávurlarla birlikte okumayacağım!" diyerek İstanbul'a gitti.
Müslümanların, Yahudilerin, Hıristiyanların ortak çıktıkları yağmur duaları çok eskilerde kalmıştı artık. İki yıl sonra, yıl 1934.
Oğulları Burhanettin gibi Zaim Ailesi de baskılara dayanamadı. Paraya çevrilebilen tüm malları sattılar. Paranın dışarıya çıkarılması yasaktı. İmdada Yahudi tüccarlar yetişti, para İstanbul'a gönderildi. Ve Zaim Ailesi, Selanik'te Atatürk'ün doğduğu evi ziyaret edip, İtalyan mandıralı gemiye binerek Türkiye'nin yolunu tuttu.
- Sabahattin Zaim, yaşamı boyunca hiç unutmadı; Kadıderesi'nde Türk ailelerinin kadınlı erkekli tef çalıp oynadıkları; kahkahalar eşliğinde yemek yedikleri piknikleri. İstanbul Fatih'te dedeleri (annelerinin babası) Ali Vardar'ın -şimdiki Fatih Kız Lisesi'nin olduğu- konağına yerleştiler. Sabahattin, Fatih Çarşamba'daki Fethiye 16'ncı Mektebi'nin üçüncü sınıfına kaydedildi. İlkokulu 1937 yılında bitirdi. Üç yıllık Fatih Ortaokulu'ndan sonra 1940 yılında Vefa Lisesi'ne başladı. Lisedeki öğretmenlerinden, "İslamcı-Sosyalist" Nurettin Topçu'nun etkisinde kaldı. Zaten, her ikisi de Zeyrek'teki Nakşibendi Dergáhı'nın müridiydi.
Öğretmeni gibi o da, insanlığın kurtuluşunu ahlaki ve manevi değerlerin yükselişinde görüyordu.
AYNI DERGÁH Sabahattin Zaim, 1943 yılında Ankara'ya Mülkiye Mektebi'ne gitti. Mayıs 1947'de okulu bitirip, temmuz ayında İstanbul Maiyet Memurluğu'na tayin oldu. Fatih Merkez Bucağı Müdürlüğü'nde ve Eyüp Kaymakam Vekilliği'nde staj yaptı. Kaymakamlık kursunu bitirdikten sonra, 30 Mart 1950 tarihinde Káhta Kaymakamlığı'na atandı.
- Mayıs 1951-Nisan 1952 arasında yedek subay olarak askerlik yaptı. Mayıs 1952 Ayancık, Ağustos 1952'de Abana kaymakamlıklarına getirildi. Fakat kaymakamlığı sevmedi.  Bir üst düzey bürokratın beş vakit namaz kılması, sık sık camiye gitmesi o günlerde pek görülen olay değildi. Temmuz 1953'te istifa etti. Aynı yıl açılan sınavı kazanarak İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümü'nde asistan oldu. 1955 yılında, "İstanbul Mensucat Sanayi'nin Bünyesi ve Ücretler" konulu tezini savunarak "iktisat doktoru" oldu.

 

- “Bu süreçte İktisat Fakültesi'nin dekanı kimdi biliyor musunuz; Prof. Sabri Ülgener!
Prof. Ülgener, İslam'ın kapitalizmle uyuşabileceğini, YANİ "İslam Calvenizmini" ilk telaffuz eden akademisyendi.’’ İşin teorik yanından ziyade, başka bir ilişkiye dikkat çekmek istiyorum:
- Prof. Ülgener'in babası Mehmed Fehmi Efendi, Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı'nın kurucusu Ahmed Ziyaeddin Efendi'nin sağ koluydu! Sabri Ülgener, 1911 yılında bu dergáhta dünyaya gelmişti. Sabahattin Zaim'e, Prof. Ülgener ve dolayısıyla Gümüşhanevi Dergáhı sahip çıkmasın da kim çıksın? SOĞUK SAVAŞ ÖDÜLÜ Gümüşhanevi Dergáhı'nın üniversitelerde "örgütlenme" süreci, Soğuk Savaş döneminde hız kazandı. Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Recai Kutan, Korkut Özal gibi üniversiteliler dergáhın müritleriydi.
Dergáh salt akademik dünyayla ilgili değildi; iş dünyasına da el attı. 23 Ocak 1956'da genel müdürlüğünü Necmettin Erbakan'ın yaptığı "Gümüş Motor" adlı ilk özel teşebbüsü faaliyete geçirdi. Ortaklar arasında Sabahattin Zaim de vardı. "Gümüş Motor" iflas edip yerine "Pancar Motor" kurulduğunda Sabahattin Zaim, şirketin yönetim kuruluna alındı. 1950'ler, Soğuk Savaş döneminin başladığı yıllardı.

 

- İktidarda Demokrat Parti vardı. ABD'den kredi almak için, Türkiye'de komünist tehlikesi varmış havası hazırlandı. Bu nedenle yakalanan bir avuç demokrat aydın, dünya kamuoyuna "tehlikeli komünist" olarak gösterildi. Kurucuları arasında Sabahattin Zaim gibi "Nakşibendi münevverlerin" olduğu Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti gibi antikomünist örgütler faaliyete geçirildi.

ABD, komünizmle mücadele verenlere ödüller yağdırıyordu. Sabahattin Zaim, 1955 yılında misafir öğretim üyesi olarak, ABD'nin en iyi üniversitelerinden Cornell Üniversitesi'ne gitti. İki yıl kaldı. Döndükten sonra 1957'de doçent, 1960'ta profesörlüğe yükseldi.
Aynı yıl: 27 Mayıs 1960 askeri ihtilalini yapanlardan bakanlık teklifi aldı! Teklif getirenler, 14'ler olarak bilinen ihtilalin radikalleriydi ve Prof. Zaim yanıt vermeden tasfiye edildiler. Ancak Prof. Zaim, ihtilalci askerlere yardım etmekten geri durmadı; Milli Birlik Komitesi Sosyal İlişkiler Sivil İşler Komitesi Başkanlığı görevinde bulundu. ULYA CINGILLIOĞLU 10 Eylül 1959'da dünyaevine girdi. Eşi Ulya, Kayserili Galip Cıngıllıoğlu'nun kızıydı. "Demirbank'ın sahibi" Cıngıllıoğlu Ailesi, Kayseri'de demir, halı ve deri ticaretiyle uğraşırdı. Galip Cıngıllıoğlu'nun dedesi Cıngıllızade Ömer Fevzi, İngilizce bilen, Avrupa ile ticari ilişkileri olan tüccardı. 1923-25 yılları arasında Londra'da yaşamıştı. Sabahattin Zaim zengin bir aileye damat olmuştu. Ama o akademik hayatı seviyordu. 1963-64 öğrenim yılında Almanya'daki Münih Üniversitesi'ne misafir öğretim üyesi olarak gitti. Akademisyenliğin yanında, Türkiye'nin önde gelen şirketlerinde de çalıştı. 1966-67 yıllarında Koç Holding'de Sosyal Yardım Vakfı'nda görev aldı. İşçi-işveren ilişkilerinde aktif rol oynadı.
Bu ilişkiler bugün çok kişiye şaşırtıcı gelebilir ama dün öyle değildi: 1958 yılında Vehbi Koç hacca giderken yanında Gümüşhanevi Dergáhı'nın Şeyhi Mehmet Zahid Kotku vardı. Cüneyd Zapsu'nun dedesi İbrahim Uzel'in sahibi olduğu Uzel Makina'da danışmanlık yaptı. Devletin KİT'lerinde, Anadolu Cam Sanayii A.Ş. ve TÜMOSAN'da yönetici olarak bulundu. Milli Prodüktivite Merkezi Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. CİDDE'YE GİTTİ Çok çalışkandı. Üniversitelerde ek akademik görevler aldı:1967 yılından 1980 yılına kadar, Işık Mühendislik Akademisi ve Galatasaray Y. İktisat ve Ticaret Akademisi'nde görev yaptı. 1977-79 yılları arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyeliği'nde bulundu. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Suudi Arabistan'a gitti. Cidde'de Melik Abdülaziz Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi'nde konuk öğretim üyesi olarak çalıştı.
- Bu ülkeyle kişisel ilişkileri hep iyi oldu. İslam Kalkınma Bankası'nda Yöneticileri Seçme ve Değerlendirme Komitesi'nde müşavirlik yaptı. 1981-82 yıllarında İslam Konferansı, İslam Bankacılığı Temsilciliği'nde bulundu. Görevi Prof. Nevzat Yalçıntaş'a teslim edip Türkiye'ye döndü. Faisal Finans Kurumu Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği (1998-2002) ve son olarak Kuveyt Türk'te murakıplık yaptı.
SAKIZAĞACI KABRİSTANI Ömrü çalışmakla geçti. Bel ağrısı şikáyetiyle gittiği hastanede "lenf kanseri" teşhisi kondu. Kurtarılamadı.
"Parlamenter sisteme geçtiğimiz 1876'dan beri en iyi hükümet AKP hükümetidir" diyen Prof. Zaim'in cenazesine, Cumhurbaşkanı Gül'den Başbakan Erdoğan'a, bakanlardan üst düzey bürokratlara, belediye başkanlarına kadar binlerce insan geldi.
- Edirnekapı Sakızağacı Kabristanı'nda toprağa verildi. Burada "aile mezarlığı"nın olduğu söylendi. Doğruydu; beş yıl önce kaybettiği eşi Ulya, ağabeyi Burhanettin ve kardeşi Mustafa'nın mezarı oradaydı. Ama... Prof. Zaim'in Türkiye'de ilk bağlandığı Hacı Hasip Efendi ve daha sonra dergáhın postnişine oturan Abdulaziz Bekine gibi Gümüşhanevi Dergáhı'nın Nakşibendi şeyhlerinin de mezarı oradaydı.
Şeyhlerinden hiç ayrı düşmek istemedi... Sabahattin Zaim'in çocuklarI Mehveç Tarım: 1960 doğumlu. 1983 İÜ Tıp Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi'nde doçent. 1988'de göz doktoru Mesut Tarım ile evlendi. Merve ve Safa adında iki çocuğu var.
Selim Zaim: 1962 doğumlu. İTÜ Makine mezunu. Babası gibi Cornell Üniversitesi'nde doktora yaptı. Fatih Üniversitesi İşletme Bölüm Başkanı'dır. Anne tarafından akraba; BEKO Dış Ticaret ve Pazarlama Müdürü Funda Gökçin'le evli. Zeynep ve Ulya Elif adında iki çocuğu var. Kerim Zaim: 1963 doğumlu. İTÜ Sakarya Mühendislik mezunu. Gün Sazak şirketlerinde çalıştı. Sonra kendi şirketini kurdu. Saadet Partisi'nden İstanbul Büyükşehir Belediyesi meclis üyeliğine seçildi. Akrabadan, Kayserili İclal Arslan ile evlendi.
- Abdülhalim Zaim: 1969 doğumlu. Yıldız Teknik Üniversitesi bilgisayar mezunu. Boğaziçi Üniversitesi'nde yüksek lisans yaptı. YÖK tarafından doktora yapmak için ABD'ye gönderildi. İstanbul Üniversitesi'nde doçent olarak çalışmaktadır. Özlem Kaya ile evli. Kerem Can, Ekrem ve Ediz adında üç çocuğu var. Halil Zaim: 1974 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İktisat mezunu. Aynı fakültede araştırma görevlisi olarak görev yapmaktadır. Malezyalı Nur Hasimah ile evli. Nur Hatice ve Sabahattin adında iki çocuğu var.
Ünlü akrabalar
- Sabahattin Zaim'in anne soyu iki koldan ilerliyor. Büyük dedesi Köprülü Ali Ağa'nın iki oğlu vardı. Ahmed Ağa ve Emin Ağa.
Emin Ağa kolundan gelen ünlüler arasında; Orgeneral Teoman Koman, Prof. Macit Gökberk, Şükrü Naili Paşa, Prof. Demir Başar, Vali Bedri Oskay, Vali Rıfat Vardar, Yazar Ayten Aygen, Gazeteci Emre Aygen gibi isimler var.
- Sabahattin Zaim'in teyze oğlu Profesör Cevat Babuna'nın, dört kızı, bir oğlu var: Büyük kızı Ceyda, Prof. Zaim'in yanına asistan olarak aldığı Prof. Tevfik Ertüzün'ün eşiydi. Ertüzün, DYP milletvekilliği yaptı; trafik kazasında hayatını kaybetti.
Prof. Babuna'nın tüm çocukları, "Adnan Hoca" olarak bilinen Adnan Okyar'ın arkadaşları oldukları gerekçesiyle sık sık medyada yer alıyor. Diğer teyze oğlu Prof. Cavit Babuna, uzun yıllar İÜ Tıp Fakültesi'nde görev yaptı. Oğlu Aydın Babuna, Boğaziçi Üniversitesi'nde profesör. Diğer oğlu Adnan Babuna, Boğaziçi Üniversitesi makine mezunu. Mekke ve Libya'da çalıştı. Halen Erdemir Şirketi'nin İstanbul temsilcisi.
- Bilgi Üniversitesi rektörlüğünü de yapmış olan Lale Duruiz, Sabahattin Zaim'in babaanne tarafından akrabası.
Bilgi Üniversitesi İktisat Fakültesi Dekanı Prof. Burhan Şenatalar, Sabahattin Zaim'in hem öğrencisi, hem akrabası. İÜ İktisat Fakültesi'nin dekanlığını da yapan Şenatalar, YÖK üyesi.
- Anneanne tarafından akraba iki de üst düzey general var: 1960 İhtilali'ne katılmış, Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapmış Orgeneral Ahmet Dural ve halen Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanı Orgeneral Orhan Yöney.
- Ailede ünlü futbolcular da var: Hüseyin Amcalarının küçük oğlu Selahattin Aytaç'ın damadı, Galatasaray'ın Ankaraspor'a kiralık verdiği Necati. Bir diğer futbolcu ise, babaanneleri Akile Hanım'ın yeğeni, Galatasaray'ın eski kaptanı Cüneyt Tanman.
- Ağabey Burhanettin Zaim, eski Bakan Ali Coşkun ile dünür. Oğlu Mehmet Zaim, Coşkun'un kızı Işıl ile evliydi. Sina adında oğulları vardı. 1992'deki bir trafik kazasında Ali Coşkun, eşi ve kızı Işıl'ı kaybetti. Mehmet Zaim, yeniden evlendi. Ülker Gıda'da üst düzey yöneticisi. Burhanettin Zaim'in bir diğer oğlu Halit, Siemens'te Türkiye bilgisayar bölümü müdürü. Kızı Yeşim ise uluslararası bir gözetim şirketinde yönetici olarak çalışıyor.
- Sabahattin Zaim'in küçük kardeşi Mustafa, iş hayatına Eczacıbaşı'nda başladı. Uzel Traktör Sanayi'nde devam etti. Amcasının kızı Mahture'yle evlendi. İki çocuğu da sakat doğdu. Banu 13, Hakan 16 yaşında hayata gözlerini yumdu. Çocuklarının üzüntülerine dayanamayan Mustafa Zaim, 47 yaşında vefat etti. Soner YALÇIN 16.12.2007

 

-ARŞİV.72

Diyanet: Piyango haram!!

Yılbaşının yaklaşmasıyla birlikte her köşe başında bir piyango satıcısına rastlamak mümkün.. Peki halkı müslüman bir ülkede devlet eliyle organize edilen Piyango türü şans oyunlarının oynanması İslam'a göre caizmi? Diyanet bu konuda adeta rest çekiyor!! Müslümanın piyangoyla işi olamaz
- Umutlarını bahis oyunlarından çıkacak olan paralara bağlayan vatandaşlar, manevi olarak bir girdabın içine çekilmiş oluyor. Piyango çekilişi için Diyanet net bir şekilde ‘haram’ diyor.
- DİN İşleri Yüksek Kurulu Başkanvekili Prof. Dr. Saim Yeprem, “İslâm dinine ve kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’e göre, piyangonun her türlüsü haramdır” dedi.
- Umutlarını bahis oyunlarından çıkacak olan paralara bağlayarak psikolojilerini oynadıkları oyuna göre şekillendiren vatandaşlar, aynı zamanda manevi olarak da bir girdabın içine çekilmiş oluyor. Piyango çekilişi için İslâm net bir şekilde ‘haram’ diyor.
Yeprem: Her türlüsü haram
- Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanvekili Prof. Dr. Saim Yeprem, İslam dininin şans oyunlarının hiçbirine olumlu bakmadığını belirterek, “İslam dinine ve kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’e göre, piyangonun her türlüsü haramdır” dedi. İslam’ın emek karşılığı kazancı helal gördüğünü belirten Prof. Yeprem, herkesin kendi kararını vermekte hür olduğunu ama Müslümanların piyangodan uzak durmaları gerektiğine işaret etti.
Diyanet: Piyango haram
Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Piyango bileti almanın ve bu yolla para kazanmanın dinimizde net bir şekilde haram olduğunu belirtiyor ve "Milli Piyango, dinimizin hükmü gereği helal değil, haramdır. İnsanlar helal yoldan kazanç sağlamalıdır" tavsiyesinde bulunuyor. Alo Fetva hattında sorularımızı cevaplandıran Diyanet yetkilisi, “Piyango, loto, toto, iddia gibi her türlü şans oyunlarının haram” olduğunu vurguladı. Piyango biletini almanın dahi haram olduğunu vurgulayan yetkili, marketlerden, benzin istasyonlarından alınan hediye piyango biletlerinin de haram olduğunu kaydederek, “Değerli kardeşim, market size 50 YTL’lik alışveriş karşılığında bir şişe şarap verse alır mısınız? Almazsınız. Neden? Çünkü haramdır. Aynen buradan alınacak olan piyango bileti de haramdır. Harama götüren şey haramdır” dedi.
- Milli Piyango gibi çekilişlerde kazanma şansının oldukça düşük olduğunu hatırlatan psikiyatristler ise bunu normal olmayan bir beklenti olarak niteliyor ve hayatı pamuk ipliğine bağlamakla eşdeğer tutuyorlar. İnsanların herhangi bir enerji harcamadan, bir takım değer ya da varlıklara ulaşmak istediklerini söylüyorlar. Moral bozukluğuna sebep oluyor
DOÇ. Dr. Sefa Saygılı, “Beklentileri gerçekleşmeyen insanlarda moral bozukluğu ortaya çıkıyor” dedi. MİLLİ Piyango'nun sayısız kişiyi hayal kırklığına uğrattığını kaydeden Vakıf Gureba Hastanesi Psikiyatri Klinik Şefi Doç. Dr. Sefa Saygılı, "Beklentileri gerçekleşmeyen insanlarda moral bozukluğu ortaya çıkıyor. Bilet almak için rızıklarından kestikleri paraya mı yansınlar, yaşadıkları hayal kırıklığına mı? Mutluluk, sanıldığı gibi trilyonu kazanan kişiye de hemen gelmiyor. Kazanılan paranın, havadan gelmesi nedeniyle çok kıymetli olmaması bir yana; peşine para avcılarının düşmesi bir yana, zahmetsizce köşe dönücülük fikri, insanı şans oyunlarına yönlendirebiliyor" diye konuştu. Bilerek yapan Allah’a asi olur İLAHİYATÇI Nureddin Yıldız da, piyangonun bir kumar türü olduğunu söyleyerek haram olduğunu belirtiyor.Nureddin Yıldız, piyangonun bir kumar türü olduğunu söyleyerek katiyen haram olduğunu vurguluyor. Kumardaki gerekçelerin aynen piyangoda da bulunduğunu bildiren Yıldız, “Maide Suresi’nin 90-91’inci ayetleri kumar ve alkolü benzer şeyler olarak göstermektedir. Alkol gibi kumarın ayrıntılarında bile şeytana alet olma yolu açıktır” dedi. Yıldız: “Kumar veya başka bir haram direk haram olarak işlendiğinde Allah'a karşı asi olunmuş olduğu gibi, eylemin dolaylı hale gelmesiyle de neticede haram irtikâb edilmiş olmaktadır.” Depresyona yol açıyor “PİYANGODAN para çıkacak” beklentisinin ciddi kırılma ortaya çıkarabileceği ve bunun da depresyona yol açabileceği belirtildi. Samsun Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Dr. Osman Şalış, Milli Piyango bileti çılgınlığını, “Emeksiz yemek her zaman risktir” sözleriyle anlattı.
- İnsanoğlunun ruhsal yapısının ilginç olduğuna dikkat çeken Şalış, “Bir ümit, bir beklentiyle piyango bileti alındığı zaman bunu ciddi anlamda içselleştirir, kendinizi kaptırırsanız ruh dünyanızda beklentiyle yaşamaya başlarsınız” dedi. “Beklenti davranış ve duygulara ulaşır, ruhsal olarak etkiler” diyen Şalış, “Dolayısıyla insan ciddi bir anlamda ümit yaşamaya başlar. Beklenti gerçekleşmezse, kişi ciddi anlamda ruhsal kırılma yaşar. Bu kırılma ruhsal çöküntüye sebep olabilir” diye konuştu. habervakti.29.12.2007

 

- ARŞİV.73

Papa korktu ‚Şeytan çıkarma Timi’ kurdu

Roma Katolik Kilisesi, son yıllarda dünya genelinde artan satanizm vakalarına karşı yüzlerce rahibi, ‘Şeytan çıkarma ayini’ kursuna aldı. Vatikan’ın Şeytan Çıkarma Bölümü Başkanı Peder Gabriele Amorth yaptığı açıklamada, her piskoposun kendisina ait yetki bölgesinde ‘Şeytan çıkarma ayini’ yapabilecek bir grup rahip hazırlayacağını söyledi.
- Vatikan’da ‘Şeytan çıkarma’ konusunda ders veren ve uygulama için Papa 16. Benedict’e minnettar olduklarını dile getiren Peder Paolo Scarafoni de, son yıllarda pek çok insanın Roma Katolik Kilisesi’ne olan inancını yitirdiğini ve problemlerinin çözümü için ‘Şeytan’dan yardım istediğini belirtti. DIŞ HABERLER SERVİSİ vatan 30.12.2007

 

- ARŞİV.74

Toplumu din konusunda aydınlatma görevi 633 Sayılı Kanunla Başkanlığımıza verilmiştir.

Başkanlığımız bu görevini Anayasaya, kanunlara, yönetmeliklere, yönergelere dayalı olarak belirlenmiş bir usul ve esaslar dairesinde yerine getirme gayreti içerisindedir.

 

Mehmet BEKAROĞLU

Başkan a.

Din Hizmetleri Dairesi Başkanı

 

- ARŞİV.75

İran'da Sevinç, İsrail'de Panik!

Böyle devam ederse ABD ile İsrail arasında ciddi bir siyasi kriz yaşanacak. Bu yüzden İran'da sevinç, İsrail'de panik var….

CIA, FBI, NSA gibi temel istihbarat teşkilatlarının yanı sıra Kara, Hava, Deniz hatta Sahil Güvenlik istihbaratını da katarsak, 16 değişik istihbarat teşkilatının ortak kararı İran'ın nükleer bomba yapmaktan vazgeçtiği yönündeymiş! Usame Bin Ladin'i bulamayan, Irak işgali öncesi internetten topladığı “istihbarat dosyaları” ile dünyayı avutan anlı şanlı teşkilatlar bu sefer gerçeği görmüş! Tahran nükleer silahlar yapıyormuş ama 2003 yılında dünya baskı yapınca vazgeçmiş!

- Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, İran'ın 2003'ten önce de böyle bir çalışması olmadığını söylüyor. ABD istihbarat raporundan sonra dünyada İran'ın nükleer silah ürettiğine inanan tek ülke kaldı, o da İsrail. Kendi nükleer gücünün tartışmaya açılmasına bile tahammül edemeyen İsrail İran'ın atom bombası yapmasının yakın olduğuna inanıyor.

- Hangisi doğru acaba? İran'ın resmi tezleri ABD istihbaratı tarafından savunulur oldu. İstihbarat mı doğru, yoksa başka bir şey mi var o da belli değil. O zaman bugüne kadar çıkarılan onca gürültünün sebebi neydi? Yine yalanlar üzerine mi dünya harekete geçiriliyordu? Ya da İran'ın gerçekten böyle bir amacı yok mu, hiç olmadı mı? Bence bütün bu soruların cevabını verirken sabırlı olmakta yarar var.

Görüntü şu: Rapor, ABD yönetimine indirilen dev bir darbe oldu. Bush yönetimi, İran'a müdahaleyi içeren askeri seçeneği masadan kaldırdı. İran'da büyük sevinç uyandırdı. Dünya İran tezlerini kabul etme aşamasına geldi ve Tahran nükleer mücadeleyi kazandı. Aynı rapor, İsrail'de büyük paniğe neden oldu. İsrail istihbaratının telkinleri ABD istihbaratını ikna edemedi. Hatta ABD istihbaratı İsrail istihbaratına rezerv koydu. Aynı anlaşmazlık Ehud Olmert yönetimiyle George Bush yönetimi arasında da mevcut. Böyle devam ederse ABD ile İsrail arasında ciddi bir siyasi kriz yaşanacak. Bu yüzden İran'da sevinç, İsrail'de panik var…. Bunların gerçek olduğunu düşünelim. Bölgede derin değişimler yaşanacak demektir. Bu mümkün mü? Bu aşamada mümkün olduğunu sanmıyorum. Önemli gelişmeler elbette var. Sünni Arapları bir araya getirme çabası, Annapolis zirvesiyle Filistin meselesinde yumuşama sinyalleri, Kuzey Irak-Türkiye arasında benzer bir yumuşama süreci, Irak'ta çatışmaların kısmen azalması, Lübnan krizinin sona erdirilmesine yönelik ortak çabalar ve genel anlamda bölgesel düzeyde diplomasinin askeri seçeneğin önüne geçmesi gibi. Ama bunların sonuç doğuracağına ilişkin erken beklenti yanlış yorumlara yol açabilir. Erken sevinç ve erken endişe bu bölgede hep yanlış sonuçlara yol açtı çünkü.

- Şimdi biraz daha detay verelim: Bush, İsrail Başbakanı Olmert'e Annapolis zirvesinden önce söz konusu istihbarat raporu hakkında bilgi vermiş. 26 ve 28 Kasım'da yaptıkları görüşmelerde raporu tartışmışlar. İran'ı öncelikli tehdit gören, gücünün sınırlanmasını isteyen, bu yönde ABD'nin gücünü kullanmaya çalışan İsrail'i rahatsız edecek bir durum var ortada. En azından görünüşte. Arka planda ne tür şeyler konuşuldu, bilmek mümkün değil. İsrail basını, en büyük dostları'nı kaybetmekle yüz yüze olduklarını duyuruyor. Bunun, İsrail kamuoyunu bazı tavizlere razı etme amacına yönelik olması ihtimal dahilinde. 9 Ocak'ta İsrail'e gidecek olan Bush'un ziyaretini dikkatle izlemek lazım.

- ABD, Filistin-İsrail sorunu çözülmeden Irak'ta zafer kazanılamayacağını, İran'a saldırının mümkün olmadığını ve on kat daha büyük felaketle sonuçlanacağını çok iyi biliyor. Öyleyse, İran'a sıra gelmeden önce yapacağı şeyler var ve şu an onların peşinde. İsrail'e sadece biraz sabretmek kalıyor.

- Dikkatimi çeken bir başka nokta daha var: 16 tane istihbarat teşkilatının ortak kanaati tek bir kişiye dayandırılıyor. 7 Şubat 2007'de İstanbul'a gelen ve ortadan kaybolan İranlı general Ali Rıza Asgeri'ye… Adam İstanbul'da, Taksim'de kaçırıldı ya da kaçtı. Kaçırıldı mı, CIA ile işbirliği mi yaptı kesinleşmedi. İran'da önemli görevlerde bulunan Asgeri'nin nükleer sırları ifşa ettiği öne sürülüyor.

ABD'nin son raporu Asgeri'den alınan bilgilere dayanıyorsa, pek ciddiye almamak lazım. Çünkü, kısa vadeli hedeflere ulaştıklarında yeni ve tam tersi bir istihbarat raporu daha çıkabilir ortaya. Bence ortada bir istihbarat raporu yok. Sadece konjonktürel bir politik yaklaşım, istihbarat üzerinden pazarlanıyor. Hepsi bu. İran'daki sevinç de, İsrail'deki panik de pek inandırıcı değil. İbrahim Karagül-Yenişafak 06/12/2007

 

- ARŞİV.76

- Osmanlı`nın iyiliği unutulur mu?

Endülüs Emevî Devletinin yıkılması sâdece orada yaşayan Müslümanları değil, Yahûdî nüfûsu da derinden sarsmıştı. İber Yarımadasından kaçabilenler, dünyânın her bir köşesine yayıldılar. Bunlardan Güney Amerika’ya gidenlerle ilgili bir yazıda şöyle deniyordu:
 -   “Yahûdîlerin Brezilya’ya yerleşmesi 1497 yılında Portekiz Engizisyonu’ndan kaçmalarıyla başladı. Engizisyon’dan kurtulmak için dîn değiştirip Hıristiyan olan Yahûdîler, conversos veya yeni Hıristiyanlar adıyla anılıyorlardı.  Gizlice Yahûdîliğin gereklerini yerine getiren yeni Hıristiyanlar, şeker kamışı üretimi ve ticâretini geliştirerek, 16. yüzyıldan i'tibâren Brezilya ekonomisine büyük katkı sağlamaya başladılar.” “1654 yılında Brezilya’da Hollandalılar ve Portekizliler arasında çıkan savaş, Hollandalıları etkisiz kıldı ve Portekizlilerin Yahûdîlere olan zulmü, o yıl sayıları 50.000’e varan Yahûdîlerin çoğunluğunun Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmesine sebeb oldu. Brezilya’da kalan Yahûdîlerin çoğu öldürülürken, bir kısmı dîn değiştirdi ve gizlice Yahûdî dînine bağlı kalmaya devâm etti. Portekiz zulmünden kaçan gizli Yahûdîler, ‘Kripto Yahûdîleri’ adıyla bilinir.” (Joelle PİNTO, Şalom, 02.01.08)
- Kim ne derse desin, Yahûdî kavminin kendi dînine bağlılığı tartışılamaz. Her ne kadar tehlike ânında başka dînlere geçmiş görünseler bile, aslında gizlice kendi millî dînlerini sürdürürler. Nitekim, Portekiz’de zulme uğrayan Yahûdîler böyle yaptığı gibi, göçtükleri Brezilya’da zulme uğrayan Yahûdîler de aynı taktiğe başvurmuş. Şalom da yanlış bilgi verecek değil ya… Endülüs’ten kaçan Yahûdî topluluğuna Osmanlı'nın davranışını da yine bir Yahûdî kalemden dinleyelim:
- “İspanya’dan kovulan Yahûdîler, Osmanlı İmparatorluğu Sultanı II.
Beyazıd tarafından her biri için tek tek para verilerek satın alınırlar. Bu, târihte ilk kez rastlanan bir olaydır. Yahûdîler Manisa, Bursa, Kırklareli, Edirne, Çanakkale, Ankara gibi yerlere dağılırlar.” (Reneta Sibel Yolak, Şalom, 02.01.08)
- Yazının sonu da şöyle bitiyordu: “Tokat Yahûdîleri gibi tüm İspanya’dan kovulan Yahûdîler ve onların torunları bizler, her zaman Sultan II. Beyazıd’ı ve atalarımıza yaptığı iyilikleri asla unutmayacağız...” Sultân Beyazıd-ı Velî, altı yüz bin civârında Endülüs Yahûdîsini kurtarmış, hattâ bayan Reneta’ya göre tek tek para vererek satın almış; sonra da Rumeli ve Anadolu’da ülkenin 46 ana merkezine yerleştirmiş. Elbette böyle bir iyiliğin unutulmaması gerekir. Mezkûr yazıdan anlaşıldığına göre, zâten onlar da unutmamışlar. O göçmen topluluğunun büyük kısmı bu topraklarda eriyerek Müslüman olmuşlar. Brezilya misâlini anlatan Pinto’nun dediği gibi, “Gizlice Yahûdîliğin gereklerini yerine getiren yeni Hıristiyanlar” ve “bir kısmı dîn değiştirdi ve gizlice Yahûdî dînine bağlı kalmaya devâm etti” versiyonları olmuş mudur acabâ?
Çünkü, bizde hâlen bir Sabetayist kesim hikâyeleri sürer gider de… Türklerin Yahûdî topluluğuna kıyakları Sultân Beyazıd’la da sınırlı değildir. 2. Cihân Harbi sırasında da o şövalyeliği göstermişiz. İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e yemek veren Cumhurbaşkanı Gül bir de sürpriz yapmış. Bir basın organı yazıyor: “Gül'ün, Peres için verdiği yemeğe davet ettiği Behiç Erkin'in yazar torunu Kıvırcık, ‘Dedemin 20 bin Yahûdî’yi trenlere bindirip Türkiye'ye nasıl kaçırdığını anlattım’ dedi.. (…) Yemekte Türkiye'nin İsrail Büyükelçisi Namık Tan beni masaya götürdü. Gül de, ‘İkimizin arasına gir’ dedi. Ben Peres ile Gül'ün arasında diz çöktüm. Sonra da Gül, Peres'e, ‘Size çok kıymetli bir âilenin ferdini tanıştırıyorum’ dedi ve gerisini benim anlatmamı söyledi. (…) Kıvırcık, Paris'te Yahûdîlere pasaport sağlayıp ardından trenlere bindirerek Türkiye'ye gönderen dedesinin hikâyesini Gül'ün isteği üzerine Peres'e de anlattı.” (Ecevit Kılıç, Sabah, 03.12.07)
- Cumhurbaşkanı Gül’ün dahi Sultân Beyazıd geleneğine sâhib çıkması elbette göğsümüzü kabartıyor. Yakın târihimiz içinde, Osmanlı toprağı olan Filistin’in korsan Yahûdî kavmi tarafından hîle ile ele geçirilmesi ve Anadolu’da meskûn Yahûdî gettolarının da oraya akın ederek korsan devlete kuvvet vermesi gibi sayfaların bulunması, Osmanlı'nın o kavme yaptığı iyiliklerin “unutulması” ma'nâsına gelmez herhâlde... Kötü niyetli sû-i zan sâhiblerini uyarmak vazîfemizdir! Mustafa KAPLAN 07.01.08

 

-ARŞİV.77